Friday, July 27, 2012

TEHLİKELİ OYUNLAR – OĞUZ ATAY


YALNIZLIĞIN OYUNCAKLARI
 ” Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre , uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık , dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre , ‘ Yahu insanlık öldü mü?’ diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde , ‘ insanlık öldü mü? ‘ ya da ‘insanlık ölür mü?’ biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar telgraflar yağmıştır , herkes , insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da , yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet , insanlık artık aramızda yok. İnsanlıktan uzun süredir ümidini kesenler , ya da hayatlarında insanlığın hiç farkında olmayanlar bu haberi yadırgamamışlardır. Fakat , insanlık aleminin bu büyük kaybı , bir çok yürekte derin yaralar açmış ve onları ürkütücü bir karanlığa sürüklemiştir ; o kadar ki , bazıları artık insanlık olmadığına göre bir alemden de söz edilemeyeceğini ileri sürmeğe başlamışlardır. Bize göre , böyle geniş yorumlarda bulunmak için vakit henüz erkendir. İnsanlık artık aramızda dolaşmasa bile , hatırası gönüllerde her zaman yaşayacak ve çocuklarımız bizden , bir zamanlar insanlığın olduğunu , bizim gibi nefes alıp ıstırap çektiğini öğreneceklerdir. İnsanlığın güzel ve çekingen yüzünü bende görür gibi oluyorum. Zavallı insanlık kendini belli etmeden sokaklarda dolaşır ve insanlık için bir şeyler yapmağa çalışanları sevgiyle izlerdi. Bugün için insanlık ölmüşse de , onun ilkeleri akıllara durgunluk verecek bir canlılıkla aramızda yaşamağa devam edecektir. İnsanlıktan paylarını alamayanlar için o zaten bir ölüydü ; onun bu kadar uzun zaman yaşamasına şaşılıyordu. Yıllar önce küçük bir kasaba da dünyaya gelen insanlık , dünya savaşlarından birinde , çok rutubetli bir siperde göğsünü üşütmüş ve aylarca hasta yatmıştı. Bu olaydan sonra , hastalığın izlerini bütün ömrünce ciğerlerinde taşıyan insanlık , önce ki gece sabaha karşı nefes alamaz olmuş ve gösterilen bütün çabalara rağmen gün ağarırken doktorlar , insanlıktan ümitlerini kesmek zorunda kalmışlardır. Doğru dürüst bir tahsil görmeyen ve kendi kendini yetiştiren insanlık hiç evlenmemişti. Küçük  yaşta öksüz kalan insanlığa doğru dürüstte bir miras kalmamıştı ; bu yüzden sıkıntılarla geçen hayatı boyunca insanlık , başkalarının yardımıyla geçinmeye çalışmıştı. İnsanlığın ölümüyle ülkemiz , boşluğu doldurulması mümkün olmayan bir değerini kaybetmiştir. Gazetemiz , insanlığın yakınlarına başsağlığı ve sonsuz sabırlar diler. Not : merhumun cenazesi , önce , uzun yıllar yaşamış olduğu Hürriyet caddesinden geçirilecek ve ölümüne kadar içinde barındığı ümit apartmanı bodrum katında yapılacak kısa ve sade bir törenden sonra toprağa verilecektir.

BÜYÜK OYUN

Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca , biraz isteksiz de olsak , hepimiz sahnenin bir yerinde , bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak , birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. Ben hikmet VI , zamanında-yani hikmet I- olduğum sıralarda bu oyunu ciddiye almış ve bütün oyunları heyecanla seyretmiştim. Sonunda , kendi oyunumu , bütün bu oyunların dışında ve gerçek olarak yaşamağa karar verdim. İnsanlarımız , aynı piyesi yıllardır aynı biçimde oynamanın yorgunluğu ve gerçeğe bir türlü benzetememenin bezginliği içindeyken ben , bizlere bu güne kadar hiç yararı dokunmamış olan aklın-daha doğrusu , akıl olduğunu sandığımız akıl taklidinin-zincirlerinden kurtularak , bütün ülkeleri ve onların gerçek kişilerini içine alan büyük oyunun heyecanı içinde bulunuyorum.

Dünyada her insan , başkalarından çıkar sağlamak için , sabahtan akşama kadar asık bir suratla dolaşır. Ben kimseye yaranamayacağımı anladığım için yeni bir dümenin suyuna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Duygusal ve akıllı ve güzel ve hiçbir şekilde karşı çıkılamayacak derinlik ve sezgilerle donatılmış kadınlar , benim gibi dikenli ve garip renkli bir çiçeği yakalarına takarak dolaşmasalar da , beni uzaktan seyrederek gelişeceklerdir. Bu garip çiçek , son dikenlerini bile dökerek çırılçıplak kalırken , onlar bu çiçeğin şimdiye kadar rastlanılmamışlığını da güzelliklerine katacaklardır.

Derinliği ve ruhsal bakımdan kaybedebileceği herhangi bir şeyi olanlar böyle garip çiçeklere benzemekten kendilerini önemle korumalıdırlar. Ben ve benim gibi , kabuslarından başka kaybedecek bir şeyi olmayan ruh proletaryası , bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. Ayrıca ülkemizde , kendi oyunu içinde dünyada hiçbir ülkenin bu çeşit proletaryaya tanımadığı hakları vermiştir bizlere. İnsan ancak bu ülkenin dışında , manevi bakımdan yüksek bir yerde durursa , bizim özümüzü ve biçimimizi görebilir . Akıl ve ruh proletaryasının en büyük akılsızlığı , akıl ve ruh burjuvazisinin nimetlerine kavuşacağını umarak onlara hizmet etmesi ve bu sırada kaçınılmaz istismar kanunları yüzünden zayıf aklını ve ruhunu da parça parça onlara kaptırmasıdır.

İşte bu nedenle derim ki , oyunlarımıza onları almayalım !Ya da gerçek hayatta ezildiğimiz için oyunlarda onları rezil edelim ! Yerin dibine batıralım ! Ey ruh proletaryası ! Bu uğurda gerekirse bütün gerçekleri çiğneyiniz ! Bir oyunda bile gerçekleri dile getirmek gerektiği yalanına inanmayınız. Sizleri  uyarıyorum ! Gerçekler sizden yana değildir ! Bu oyuna gelmeyiniz ! Siz onları kendi oyununuza getiriniz. Onlarla , onların hükmünde olan akıl alanında boy ölçüşmeyiniz. Biraz da kendi sahanızda oynayın canım. Başka alan olmadığını söyleyenlere inanmayınız. Sizleri , sonunda aklınızı kaybetmek tehlikesi ile korkutanlara aldırmayınız. Kaybedecek hiç bir şeyimiz yoktur. Kendi gücümüzün nerede olduğunu görmenin zamanı gelmiştir. Geleceğin yaratıcısı bizleriz ! Size bütün samimiyetimle sesleniyorum ! ”

EN BÜYÜK HAZİNEMİZ AKLIMIZDIR

Sevgili Bilge ;

Bana bir mektup yazmış olsaydın , bende sana cevap vermiş olsaydım. Ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş olsaydı aramızda ve bir çok söz yarım kalmış kalsaydı , bir çok mesele çözüme bağlanmadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak , anlatmak , birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana , durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları , eski karıma yapmış olduğum gibi , büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim. Bu mektubu çok karışık hisler içinde yazıyorum gibi basmakalıp sözlere başvurmak zorunda kalmasaydım. Ne olurdu , bazı sözleri hiç söylememiş olsaydım ; ya da bazı sözleri hiç söylememek için kesin kararlar almamış olsaydım. Sana diyebilseydim ki , durum çok ciddi bilge , aklını başına topla. Ben iyi değilim bilge , seni son gördüğüm günden beri gözüme uyku girmiyor diyebilseydim. Gerçekten de o günden beri gözüme uyku girmeseydi. Hiç olmazsa , arkamda kalan bütün köprüleri yıktım ve şimdi geri dönmek istiyorum , ya da dönüyorum cinsinden bir yenilgiye sığınabilseydim. Kendime , söyleyecek söz bırakmadım. Kuvvetimi büyütmüşüm gözümde. Aslına bakılırsa , bu sözleri kullanmayı ya da böyle bir mektup yazmayı bile , ne sen ne aşk ne de hiçbir şey olmadığı günlerde kendime yasaklamıştım. Sen , aşk ve her şeyin olduğu günlerde böyle kararlar alınamazdı. Yaşamamış birinin ölü yargılarıydı bu kararlar. Şimdi her satırı ,bu satırı da neden yazdım ? diyerek öfkeyle bir öncekine ekliyorum. Aziz varlığımı son dakikasına kadar aynı görünüşle ayakta tutmak gibi bir görevim olduğunu hissediyorum. Çünkü başka türlü bir davranışım , benimle küçük de olsa bir ilişki kurmuş , benimle az da olsa ilgilenmiş insanlarca yadırganacaktır. Oysa , sevgili bilge , aziz varlığımı artık ara sıra kaybettiğim oluyor. Fakat yaralı aklım , henüz gidecek bir ülke bulamadığı için bana dönüyor şimdilik. Biliyorum ki , bu akıl beni bütünüyle terkedinceye kadar gidipgelenazizvarlık masalına kimse inanmayacaktır. Bazı insanlar bazı şeyleri hayatlarıyla değil ölümleri ile ortaya koymak durumundadır. Bu bir çeşit alın yazısıdır. Bu alın yazısı da başkaları tarafından okunamazsa hem ölünür ve hem de dünya bu ölümün anlamını bilmez ; bu da bir alın yazısıdır ve en acıklı olanıdır. Bir alınyazısı da , ölümün anlamını bilerek , ona bu anlamı vermesini beceremeden ölmektir , bazı müelliflere göre bu durum daha da acıklıdır.

Ben ölmek istemiyorum. Yaşamak ve herkesin burnundan getirmek istiyorum. Bu nedenle , Sevgili bilge , mutlak bir yalnızlığa mahkum edildim. (İnsanların kendilerini korumak için sonsuz düzenleri var. durup dururken insanlara saldırdım ve onların korunma içgüdülerini geliştirdim.) Hiçkimseyi görmüyorum. Albay da artık benden çekiniyor. Ona bağırıyorum. (bütün bunları yazarken hissediyorum ki , bu satırları okuyunca bana biraz acıyacaksın. fakat bunlar yazı , sevgili bilge ; kötülüğüm kelimelerim arasında kayboluyor.)

Kendimi iyi hissetmiyorum bilge. Beni bir daha görmek isteyeceğini sanmıyorum. Kendimi suçlu hissediyorum. Doğduğum günden başlayan bir suç dizisi içindeyim. Seni görmek istemiyorum , seni görmek istemiyorum. Aynı olayları bir daha yaşayacak gücüm kalmadı. Beni unut-belki de unuttun-beni unut. Başıma gelecekleri  düşünme. Ne yaptığımı , nasıl yaşadığımı merak etme. Sana anlatması zor. Sevmesini bilmeyenler , kaderlerine razı olmalıdırlar. Oluyorum. Eyvallah. İyi değilim , fakat üzüntülü de değilim bak gülüyorum ; haha..
 artık senin için bir yabancı olan H.H.H. (Ha-Ha Hikmet)

‘TEHLİKELİ OYUNLAR’ , OĞUZ ATAY , İLETİŞİM Yayınları , Ocak 1984 , 479 Sayfa…

‘ÇALINTI’

Yoksul halkların trajedisini yazdı


Külleri, Paris’in meşhur Montparnasse mezarlığına serpilen Meksikalı yazar Carlos Fuentes Macías, Latin Amerika romanının yaptığı büyük atılımın öncülerinden olmakla kalmamış, yirminci yüzyılın ikinci yarısında roman sanatına damgasını vurmuştu. Biz de çok sevmiştik Fuentes’i

İspanyol dilinin en önemli yazarlarından Carlos Fuentes 83 yaşında öldü... Fuentes, sadece Mekasika'nın, Güney Amerika'nın değil, sömürü çarkları altında ezilen bütün yoksul ülkelerin ve halkların trajedisini yakalamıştı eserlerinde
 

A. ÖMER TÜRKEŞ

Geçen hafta Radikal ’taki yazımda Güney Amerika edebiyatında büyük yazarlar kuşağının başlattığı Büyülü Gerçekçilik akımının sonuna gelindiğinden ve yeni bir yazarlar kuşağın yükselişinden söz etmiştim. Marquez, Austrias, Vasconzelos, Amado, Llosa, Cortázar, Juan Rulfo ile birlikte o kuşağın büyük ustalardan biriydi Fuentes; ve bir dönemin kapandığını doğrularcasına, tam o sırada geldi ölüm haberi.
Külleri, Paris’in meşhur Montparnasse mezarlığına serpilen Meksikalı yazar Carlos Fuentes Macías, Latin Amerika romanının yaptığı büyük atılımın öncülerinden olmakla kalmamış, yirminci yüzyılın ikinci yarısında roman sanatına damgasını vurmuştu. Biz de çok sevmiştik Fuentes’i. Dili, dini, ırkı farklıydı ama yabancımız değildi. Türkçeye çevrilen -’Koca Gringo’, ‘İnez’in Sezgisi’, ‘Diana: Yalnız Avlanan Tanrıça’, ‘Laura Diaz’lı Yıllar’, ‘Cam Sınır’, ‘Doğmamış Kristof’, ‘Kutsal Bölge’, ‘Yanık Sular’, ‘Sefer’, ‘Körlerin Şarkısı’, ‘Deri Değiştirmek’, ‘Artemio Cruz’un Ölümü’, ‘Kartal Koltuğu’, ‘Bütün Mutlu Aileler’- romanları, romanlarında yarattığı karakterleriyle, Artemio Cruz’u, Koca Gringo’su, Diana’sı, henüz doğmamış Kristof’uyla dünyamızı zenginleştirdi. Edebiyatın sınırları aşan, mesafeleri daraltan, toplumları ve kültürleri birleştiren bir etkinlik olduğunu kanıtlamıştı.
Fuentes, 50’li, 60’lı yıllarda sosyalistti. Sanatçı ve entelektüeller çevreleriyle yakınlık kurduğu Avrupa’da 68 Mayıs’ının havasını solumuştu. Ülkesine döndüğünde, Meksika olimpiyatlarından az önce kanlı biçimde bastırılan öğrenci olaylarını protesto edenler arasında ön sıralardaydı. Bu nedenle sürgüne gönderildi. Ancak Güney Amerika siyaseti o kadar kaygandı ki bir yıl sonra yasağı kaldırılacak, siyasi görüşleri eski keskinliğini yitirdiğinde Meksika’nın Paris büyükelçiliğine atanacaktı (1977).
Siyaset sahnesinde sesi daha ılımlı çıkmakla birlikte kalemi eline aldığında eleştirisi keskinliğini koruyordu. Mesela büyükelçiliğe atandığı yıl tamamladığı başyapıtı ‘Terra Nostra’ tam da böyle bir bakışın ürünüdür; eski çağlardan başlayıp 20. yüzyılın sonuna kadar uzanan, bu zaman içinde Meksika tarihini ve devrimini didikleyen, Meksika ’nın kimlik sorununu tartışan bir roman. Fethedilen toprakların bir yazarının, fetihçi ulusun tekmil tarihine, uygarlığına, inanış ve yaşam biçimlerine entelektüel bir başkaldırısı…

Aşktan doğan roman: ‘Diana’
Yazar hayatlarının dedikodu sütünlarını ilgilendiren kısımlarına girmek istemem. Ancak Fuentes hayatının bu kısmını kendi kaleminden edebiyata taşıdığına göre, kısaca değinmekte bir sakınca olmamalı. Otobiyografisinde yazıyor zaten; pek çok aşk yaşamış Fuentes. Ünlü Fransız oyuncu Jeanne Moreau’dan ve Amerikalı film yıldızı Jean Seberg’den etkilenmiş. Öylesine ki bir etkilenme ki, Fransız yazar Romain Gary’nin karısı Jean Seberg ile yaşadığı aşk, yıllar sonra ‘Diana; Yalnız Avlanan Tanrıça’ adlı romanının konusu olacaktır.
Hareketli bir hayat sürdürmesine rağmen ömrünün sonuna kadar öyküler, romanlar, senaryolar, denemeler yazmayı ihmal etmedi. Görkemli edebiyat kariyerinde sayısız ödüle değer görülen Fuentes, Nobel ödülünü kazanamasa bile 24 dünya diline çevrilmiş, milyonlarca okuyucuyla buluşmuş ve bütün dünyanın saygısını kazanmıştı.

Başka bir modernlik
Fuentes’in yazarlığını –kapsamlı incelemesinde- Eva Chavez çok iyi özetlemiş; “ Meksika halkının ruhu hakkında derinlemesine bilgi, burjuvaziye ve sosyal alışkanlıkları açısından yanlışlarla dolu yaşam tarzlarına karşı dizginleyemediği eleştiri, edebi teknikleri ustaca kullanım, yapısal odaklamalar, zamanda atlamalar.”
Gerçekten de Fuentes ve kuşağının en dikkat çekici özellikleri, belki de onları birleştiren duygu dizginlenemeyen öfke ve eleştiridir. ABD ve Meksika arasındaki ilişkileri tarihi boyutuyla ele alırken 20. yüzyıldaki yozlaşmayı da ABD’nin Orta Amerika politikasının sonucu olarak görmüştür. Fuentes’in romanlarıda ülkesindeki yolsuzluklar, adam kayırmalar, güç suistimalleri, ABD’ye bağımlılık, isyanların bastırılması, polis ve asker şiddeti, fail-i meçhuller, darbeler, iktidar hevesi tükenmemiş eski devlet başkanları, birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan siyasetçiler, feodal artıklar hiç eksilmezler. Döngüseldir sanki tarih, kara bir kader…
Liberallere, muhafazakarlara, generallere, polis şeflerine, ABD işbirlikçilerine, Meksika’nın kaderini tayin eden herkese yönelen, karşına aldığı herkesi aynılaştıran türden yakıcı öfkesiyle Fuantes, sadece Mekasika’nın, Güney Amerika ’nın değil, sömürü çarkları altında ezilen bütün yoksul ülkelerin ve halkaların trajedisini yakalamıştır.
Yoksulluk, sömürü, baskı ve zulüm anlatıları dünyanın her köşesinde çok sayıda öykü ve romanın konusu oldu. Ancak bunlardan çok azı Güney Amerikalı yazarlar kuşağının başarısına ulaşabildi. Bunun nedeni söz konusu acıların edebiyata yansıtılma biçimiyle ilgilidir. Büyülü Gerçekçilik parantezi altında toplanan bu edebiyat gerçeklikle düşselliği, eskiyle yeniyi, yazılı kültürle sözlü hikayeleri, gündelik dille söylencelerin dilini bir araya getirir. Ama bu öylesine bir tercih değilir; Carlos Fuentes’e göre eserlerinin okuyucuya büyülü gelmesinin nedeni, Latin Amerika ’daki hayatın zenginliğinden, gerçekliğin kendisinin büyülü olmasındandır…
Tarihin unuttuğunu gerçek kılmak, tarihin neler olmadığını göstermek için Fuentes’in bütün eserlerinin konusu zaman ve tarihtir. Yazılmayanları bulup çıkarmak için düşünde görür tarihi. Kanla bastırılmış isyanları, yağmalanmış toprakları, yok edilmiş kültürleri, katledilmiş yerlileri, yani tarihin hayaletlerini görür düşlerinde. Kuşaktan kuşağa, söylenceden söylenceye geçen varlıklarıyla tarihi yapanlar onlardır. İşte bu düşsellik hali, romanların doğrusal zaman akışını kırarken gerçek zaman algısını parçalar. Yazara anlatım özgürlüğü sağlayan, zamanı kendi zaman algısına uydurmasıdır. Ama bu tarihin ilgası anlamına gelmez; başka bir sürekliliğin, hatırlama anlarında parıldayan bir tarihin peşindedir Fuentes.
Bir kez özgürleştikten sonra tarih içinde seyahat başlar. Mitoloji ve efsanelerden beslenen yapıtlarında geçmiş ve şimdi içiçedir. Tinsel dünya ile nesneler dünyasındaki gerilimi bu karşıtlıklar sağlar. “Hayatın ayrıştırdığı, kaybolduğunu sandığımız, birbirini duyamaz, göremez diye düşündüğümüz her şeyi birleştirir”; aşklar ve ölümler zaman ve mekanda - zengin imgeler, metaforlar ve şiirsel bir dille- yoğunlaşır. Allegorik ve imge yüklü romanların yazarıdır.
Fuentes, melez bir anlatım tekniği geliştirmişti. Klasik anlatı geleneği kadar iç monolog ve bilinçakışının da ustasıdır. Bir roman içinde pek çok bakış açısını bir araya getirir. Bazen birinci tekil şahıs anlatır başından geçenleri, bazen bilnmeyen bir anlatıcıya verir sözü. Bu çeşitlenme toman tekniğine hakimiyetini sergilemek isteyen gösterişçi bir tavır değil. Fuentes kişilere, karakterlere, olaylara daha iyi nüfuz edebilmek, romanı daha demokratik kılabilmek ve gerçekliğin farklı yüzlerini ortaya çıkarmak için her zaman arayış içindedir... Dili de melezdir Fuentes’in. Farklı anlatım tekniklerini, farklı uygarlıkların söylenceleriyle birleştirirken yerli dillerindeki isimleri, deyişleri ve kavramları da kullanır. Bu yerli kültürüne duyduğu saygının bir göstergesidir. Anlatının gövdesini çağdaş bir dille kurar, ama Meksikalı yerliler sahneye kendi dilleriyle çıkacak, bölgesel hatta unutulmuş dilleriyle konuşacaktır.
Fuentes’i Fuentes yapan ne tek başına tarih ve zaman algısıdır ne de teknik becerileri. Önemli olan hikayesini, dünya görüşünü, dilini ve tekniğini kaynaştırmış bir yazar olması. Düşler arasında gerçekliği kaybetmemesi, bireysel ve toplumsal trajedileri gözden kaçırmaması. Ve yaratıcılığını kışkırtan öfkesi. Meksika ’ya duyduğu nefret ve sevgi gerilimi arasında titreşen bir öfke. Dille durmadan oynarken, diğer postmodern romancıların tersine, sadece haz ve keyif değil; aynı zamanda bir şiddet, bir elektirik de ileten saplantılı oyunculluğu…
Ülkesi Meksika kadar Latin Amerika ’nın siyasi ve toplumsal tarihine de ilgi duyan, bu tarih üzerine yoğunlaşan, romanlarının merkezine her zaman Meksika’yı ve bir kimlik arayışını yerleştiren Fuentes belki de bir dönemi kapatarak ayrıldı aramızdan. Sanıyorum gözü arkada kalmamıştır. Genç Güney Amerika kuşağı, tıpkı Fuentes’lerin kuşağı gibi, geleneği yeni bir bakışla zenginleştiriyor. Tarih devam ediyor. Tıpkı Fuentes’in söylediği gibi; “Son sözümüzü söylemediğimiz sürece tarihin sonu nasıl gelebilir?”

Renkli bir hayat
Carlos Fuentes Macías, 11 Kasım 1928 Panamá’da dünyaya geldi. Babasının dış ilişkiler görevlisi olması nedeniyle çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Güney Amerika ülkelerinde geçirdi ve iyi bir eğitim aldı. BM Uluslararası Hukuk Komisyonu nezdindeki Meksika heyetinde kâtip olarak çalıştı. 1953 yılında Meksika ’ya döndüğünde uzun süredir üzerinde çalıştığı ilk öykü kitabı ‘Maskeli Günler’i yayımladı. Bu kitabını ilk romanı ‘Saydam Bölge’ takip etti. Bu yıllada Meksika ile Avrupa başkentleri arasında gidip gelen bir hayat sürdürmesi Fuentes’in edebiyat kültürüne olumlu katkılar yapmış ve melez bir anlatım tekniği geliştirmesini kolaylaştırmıştır. ‘Artemio Cruz’un Ölümü’ Fuentes’in anlatım tekniğindeki ustalığını sergilediği en önemli romanlarından birisidir.

***

Acıyı bilmek gücümüzü kırar, bizim düşüncemizi sarmayan, bizim farkımıza bile varmayan acının farkında olduğumuz anda onun kurbanı oluruz." (s.68)

"İnsan tablolarda doğaya ya da başkalarının yüzlerine sahip olabilir." (s.154)

"Yaşamınla yazgının aynı olduğu bugün anı, doyuma ulaşmış istek demektir." (s.230)

"Zenginliklere sahip oldu mu her şeye sahip olduğunu sanan insanın anısı ne acıdır." (s.272)

"Gerçek güç her zaman başkaldırıdan doğar." (s.297)

"Devrim adına yağmacılık, devrimin yararına çalışmak bahanesiyle kendini sivriltmeyi haklı gösterecek bir şan ve şeref kalkanı." (s.306)

"Yaşamının, aynı anda hem önünde koşturacağı hem arkanda düşüp öleceği ve zamanın kendi kendini yuttuğu bir ölüm dansı bu." (s.344)

Carlos Fuentes - Artemio Cruz'un Ölümü (Can Yayınları)

Thursday, July 26, 2012

“Doğunun Limanları”nda bir küçük hayat

Resmi tarih kitapları şan ve şöhretleri büyük kitleler tarafından tanınmış büyük adamların hikayeleriyle doludur. Siyasi veya askeri önderlerin, devrimcilerin, kaşiflerin, bilim adamlarının… Neredeyse herkesin kahramanıdır onlar. Sıradan olmayanın peşinde koşmuş, sıradan olmayan şeyler yapmışlardır çünkü. Edebiyat ise tam tersine kalabalıkların sıradan bir parçası olan, yalnızca kendi küçük dünyalarında kurban veya kahraman olma potansiyelindeki küçük adamların hikayeleriyle örülü bir dünya sunar okuyucuya.

Edebiyat kahramanlarının hayatları gösterişsiz ve sadedir. Ancak asla durağan değildir. Bazen yaşadıkları hayatın kurbanı olurlar, bazen de birilerince kahraman ilan edilirler. Hayatın keskin iniş çıkışlarını dolaysız olarak deneyimlerler. İçine sığınacakları veya ardına saklanacakları gösterişli apoletlerden yoksundurlar çünkü. Lübnanlı yazar Amin Maalouf’un Doğunun Limanları adlı romanı, parçası olduğu kalabalıktan ancak yüzündeki saf heyecanı ve masum çizgileriyle ayırt edilebilen eski bir Fransız direniş örgütü üyesinin büyük ölçüde savaşla şekillenen inişli çıkışlı hayatının öyküsüdür. Bazen kahraman, bazen kurban ama her daim insan bir genç adamın Beyrut, Hayfa ve Paris ekseninde gidip gelen hikayesi…
Adı İsyan. İki büyük savaşa tanık olmuş bir yüzyılda köklü bir Osmanlı ailesine Türk bir Osmanlı prensi ile Ermeni bir annenin üç çocuğundan ikincisi olarak doğar. “Bir insan hayatının doğumu ile başladığından emin misiniz?” sorusuyla anlatmaya başladığı hikayesi boyunca, asla kendi hayatının bağlı olduğu bu tarihsel gelenekten ayrı düşünülemeyeceğini aksettirir. O “devrimci” bir babanın “devrimci” olmakla mükellef büyük oğludur. Ondan bağımsız bir şekilde babasınca çizilmiştir yolu. Ancak İsyan’ın başka idealleri vardır. Taşıdığı ad bile ağır bir yüktür onun için. Bilindik şekliyle isyan etmek, devrim yapmak peşinde değildir; kendi deyimiyle “lider” veya “kahraman” olacak bir kişilik yapısı yoktur. Ona göre, devrim yapmak insan hayatı kurtarmaktır. Bu bakımdan evet o da “değiştirecektir dünyayı” ancak savaşarak değil, tam aksine iyileştirerek.. Ablasının da yardımıyla tıbbın da bir tür devrim yaratabileceği fikrine kani olmuş babasını henüz yirmi yaşında Fransa’nın Montpellier kentinde tıp tahsili görmek üzere terk eder. Baba evinden ayrılışı bir nevi kurtuluştur İsyan için. Kimden veya neden kurtuluş? Bunu şu sözlerle anlatır:
Kendi kendime işte mutluluk! demiştim. Başka bir yerde olma mutluluğu. Aile sofrasına oturmama mutluluğu! Ağız kalabalığı ya da bilgileri ile parlamaya çalışan davetliler yok! Baba gölgesi yok. Bakışlarıma, tabağıma, düşüncelerime dikilmiş bakışları yok! Mutsuz bir çocukluğum olmadı, yo hayır! Şımartılmış, yoksulluk çekmemiş! Ama bir bakışın ağırlığını sürekli üzerimde hissetmek. Muazzam bir sevgi, umut dolu bir bakış, ama aynı zamanda beklenti dolu bir bakış. Ağır. Tükendirici.
İsyan’ın idealindeki Fransa’da tıp tahsili görme fikri işte böyle ağır bir yükten kurtulmak ve özgürlüğe açılmak anlamına gelmektedir. Ancak hayat onu kendi arzuladığı türden bir özgürlüğe değil de babasının hayal ettiği türden bir özgürlük mücadelesinin içine taşıyacaktır. Kendini bir anda Özgürlük adlı bir Fransız direniş örgütünün içinde bulur. Nazi işgalcilerine ve işbirlikçi Vichy hükümetine karşı mücadele edecektir artık. Bir de savaş adı edinir: Bakü. Örgütteki görevi ise kuryeliktir. Kendi ifadesiyle, pek öyle önemli olmasa da, gerekli bir görev.
Sahte belge ihtiyacını karşılamak üzere irtibata geçtiği Kalpazan Jacques’in ofisinde, o anda farkına varamasa da hayatının kadınına rastlayacaktır İsyan. Clara adında ufak tefek, kısa kesilmiş simsiyah saçlı, her gülümseyişinde kapanan çekik yeşil gözlü genç kız İsyan’ın gözlerini esir alacaktır. Ofisteki bekleyiş sırasında ikili arasındaki diyalog savaşın gidişatı, kamuoyunun durumu, direnme ruhu ve birtakım parlak eylemlerin ötesine geçemez. Ancak o akşamı birlikte geçirecekler, geçmişe dair pek çok şeyden konuşacaklardır. Geleceğe dair ise neredeyse hiçbir şey konuşulmayacaktır. Savaş sayesinde kesişen iki hayat ve sonrasına dair koca bir belirsizlik…
Örgütü ele vermemek için gizli bir gemi yolculuğuyla döndüğü Beyrut’ta bir kahraman gibi karşılanır İsyan. Örgütteki konumu, mücadelesi daha o gelmeden çok önce dört yanına yayılmıştır kentin. Babasının rüyası gerçekleşmiştir bir nevi. Günlerini savaşa ve mücadeleye dair konferanslar vererek geçirir. Söylevlere alışmış bir halk, bu türden içi dolu ve alçakgönüllülükle yapılan konuşmaları en başta yadırgamış fakat zamanla benimsemiştir. Karşılıklı bir etkileşim başlamıştır İsyan ve dinleyicileri arasında. Bir yandan da henüz savaşın patlak vermediği bu görece sakin günlerde, kader ağlarını örmüş Clara ve İsyan’a bir şans daha vermiştir. Clara, bir röportaj için geldiği Beyrut’ta İsyan’ı bulmayı başarır. Bu ani ziyaret karşısında şaşkına dönen İsyan ne yapacağını bilemez bir halde sımsıkı sarılır Clara’ya. Bir defa daha her şeyi tesadüfler tanrısının eline bırakamayacağına karar verip, Clara’ya olan duygularını açıkça ifade eder. Aldığı olumlu yanıtla bir Müslüman ve bir Yahudi savaşa inat birleşmeyi başarır. Gerçek bir başkaldırı gerçekleşir.
Ancak 1948’de patlak veren Arap-İsrail savaşı, İsyan’ın kişisel savaşının da başladığı yıl olur. Babasının ölümcül hastalığı nedeniyle geldiği Beyrut’ta sınırın tamamen kapatılması sebebiyle esir kalan İsyan, Hayfa’daki hamile eşinden ayrı düşer. Karı kocanın ve doğacak çocuk ile babanın arasına geçit vermez bir sınır çizilir. Böylece geleceği asla öngörülemeyen bir ayrılık süreci başlar. İsyan savaş nedeniyle içine sürüklendiği ruh halini şu sözlerle ifade eder:
Ben, bu aşılmaz sınırın öbür yanında, dünyadaki en değerli varlığımı bırakmıştım. Yazgının karşısında, kedinin öldürmeden önce oynadığı fare gibiydim. Farenin, o anda, çıldırarak, kaçmayı beceremeyerek, bir çıkış yolu bulamayarak, kendi çevresinde dönüp durduğu söylenmez mi? Başkaları, savaştaki gelişmeleri izlemekteydi, ben değil. Kim kazanacak? Kim kaybedecek? Umrumda değildi. Kendi savaşımı, diğeri başladığı anda yitirmiştim.
Böylesi bir kayıp, sonu birilerince “delilik” olarak tanımlanan büyük bir ruhsal çöküntü sürecine sokacaktır İsyan’ı.. Uzun klinik yıllarının eşlik ettiği bir süreç. Çeşitli ilaçlarla uyuşturulduğu, bir kadavradan farksız yaşadığı uzun yıllar.. İçine kapatıldığı “Yeni Yol Malikanesi” adındaki modern klinik, “çitli bir ağıl”dan farksızdır İsyan’ın gözünde. Bakıcılarının birer hayvan terbiyecisinden, hastalarının da hapsedilmiş, zincirlenmiş hayvanlardan farksız olduğu bir ağıl. İsyan her ne kadar akıl sağlığını tam anlamıyla yitirmiş olmasa da, başeğmek veya isyan etmek arasında hür iradesiyle kendi kararını veremez bu yıllarda. Eylemsizliğe yazgılanmıştır. Sorumlusu ise uyuşturucu ilaçlardır. Tek yapabildiği umut etmek ve beklemek olur. Kızını beklemek, karısını beklemek, savaşın bitmesini beklemek, iyileşmeyi beklemek… Kabusa dönmüş bir hayatın mucizevi bir şekilde rayına oturmasını beklemek. Ya da Godot’yu beklemek… Ancak Beckett’in kahramanları Vladimir ve Estragon’unkinin aksine Godot’su gelmiştir İsyan’ın.. Öyle ya da böyle mucize gerçekleşmiştir, ama nasıl?
Okuyup görmeli.

Neşe Aksoy

Tuesday, July 24, 2012

Azınlıklar


Baskın Oran
İstanbul gayrimüslimlerinin öyküsü, Türkiye Cumhuriyeti’ni Müslüman Türkleştirmenin ve ülkede bir “milli/Müslüman burjuvazi” yetiştirmenin öyküsüdür.
II. Mehmet 1453’te Bizans’ın başkentini fethetti ve onun hemen dibindeki Galata kolonisinin anahtarları Cenovalılar (Cenevizliler) tarafından kendisine sunuldu. Bir anda –Osmanlı Rumları ilk defa fethetmiyordu, ama– kendisini o zamana kadar görmediği yoğunlukta (uygarlık, vs.) bir gayrimüslim tebaaya sahip buldu. Kentin nüfusu, çok az miktarda Müslüman sayılmazsa tamamen gayrimüslimlerden oluşuyordu. Bu nüfusun azdan çoğa doğru genel bir dökümünü yapmak gerekirse: Ortodoksluğun bir kolu olan Süryaniler, “Romaniot” olarak bilinen Museviler/Yahudiler, genelde “Cenevizli” olarak bilinen İtalya yarımadası kökenli Katolikler, günümüzde “Gregoryen” olarak bilinen Ortodoks Ermeniler ve tabii ki İstanbul’a esas ekonomik, toplumsal ve kültürel rengini veren Grek Ortodokslar (Rumlar).
Sadece silaha dayanarak fetheden galipler, mağlupların kültürünü edinirlermiş. Bu kural  İstanbul’da tam anlamıyla işledi. Osmanlı, Rumlardan sayısız olumlu ve olumsuz kültür
öğeleri edindi: Harem-selamlık, kardeş öldürme, bürokratik yapı, devletin din üzerinde egemenlik sağlaması anlamında laiklik, vb.
Bu durumun yanısıra, imparatorlukta gayrimüslim oranının birdenbire artması fethin hemen ertesi yılı (1454) Osmanlı için yepyeni ve çok temel bir düzenin başlatılmasını gerektirdi:
Millet Sistemi. Tebaa “Millet-i Hâkime” ve “Millet-i Mahkûme” olarak iki temel bölüme
ayrıldı. Yani hüküm veren cemaat, Müslümanlar bir yanda; kendisi hakkında hüküm verilen
cemaat(ler), gayrimüslimler diğer yanda.
Bu terimlerden de anlaşılabileceği gibi, bu düzen tam bir “eşitsizlik” getiriyordu. Fakat aynı zamanda da, gayrimüslimlere çok ciddi bir “özerklik”. O kadar ki, patrikler ve hahambaşı gibi dinsel liderler, yönetim, eğitim, dindaşlardan vergi toplama ve hatta dinden çıkmaya kalkanları Sultan’a şikâyet edip cezalandırtmaya kadar çok sayıda özerk yetkiye sahip kılınmıştı. Çünkü başka türlüsü olamazdı. İmparatorluğun doruk noktasında toplam nüfusun 1/3’üne ulaşan gayrimüslimleri şeriat temelli hukuk kurallarıyla yönetmek mümkün değildi.
Zaten bütün gerçek imparatorluklar (Eskiçağ ve Ortaçağ) ulus-devlet ortaya çıkıp da
insanların ve cemaatlerin A’dan Z’ye her şeyine karışmaya başlayana kadar yaşamlarını bu
özerklik ilkesi üzerine kurmuşlardır.
Fakat, özerklik düzeninin ötesinde, Osmanlı bu insanları kadife eldivenle tuttu. Çünkü,
Anadolu’nun kıraçlığı ve o dönemde tarımın sadece “doyumluk” olduğu düşünülürse,
Osmanlı Müslümanı değer üretmiyordu. Müslümanlardan oluşan ordu (gayrimüslimler silah
taşıyamıyordu) ilkbaharda çıktığı seferlerle Güneydoğu ve Doğu Avrupa’nın artıdeğerini
yağmalayıp ve yönetimlerini haraca bağlayıp geri dönüyor, Osmanlı da onunla geçiniyordu
(zaten bu yüzdendir ki bu yayılma durduğu anda otomatik olarak gerileme başlayacaktır).
Oysa gayrimüslimler, Batı Avrupa tüccarı ile Doğu ve Güneydoğu Asya üreticisi arasındaki ticaret köprüsü ve ayrıca, sanatkâr ve zanaatkâr olarak yüzyıllardır değer üreten unsurlar olagelmişlerdi. Batı Avrupa tüccarının coğrafi keşifler sonucu (1492’de Amerika, 1498’de de Ümit Burnu yolu) ticareti artık buradan geçirmeyeceği korkusu ve gerçeğidir ki imparatorluğun en güçlü döneminde (Kanuni) en önemli kapitülasyonların verilmesine yol açacaktır (1536).
İşte bu nedenle Osmanlı politikası İstanbul gayrimüslimlerini hep iyi tutmaya çalıştı. Nitekim fetihten hemen sonra bugünkü Fener Rum Ortodoks Patrikliği’ni ferman çıkartarak ihya etti.
Arkasından, Bursa’daki Ermeni ruhani liderini 1461’de Samatya’ya getirterek patrik ilan etti (Patrikhane 180 yıl sonra Kumkapı’ya geçecektir). Yine arkasından, 1493’te İberya
yarımadasına gemi yollayarak buradan kovulan “Sefarad” Yahudilerini Selanik ve özellikle
de İstanbul’a yerleştirdi. Anadolu’daki gayrimüslimler de zaman zaman İstanbul’a göçürülmüşlerdir.
Bizde çoğu insan bütün bunları “Osmanlı’nın hoşgörüsü”ne yorar. Oysa bütün olay
imparatorluğun atardamarları olan ticaret, sanat ve zanaatı kesintiye uğratmama çabasından ibaretti. Tabii bu arada Osmanlı’nın geleneksel denge politikası İstanbul içinde de sürdürüldü:
Tek bir gayrimüslim cemaatin tekel sahibi olmaması için üçü birden güçlendirilmişti.
Osmanlı’nın yıkılıp yerine 1923’te bir “ulus-devlet” kurulması üzerine durum tam tersi yönde değişti.
 “Ulus-devlet”, yaratmaya giriştiği ulusun tek bir etnik/dinsel/kültürel birimden olduğunu farz eden devlet türüdür. Tabii, böyle bir durum olmadığı için de ulus-devlet onu bir biçimde gerçekleştirmeye girişir. Bunun için iki temel yöntem kullanır: Asimile edebileceğini asimile etmeye koyulur, edebileceğini gözünün kesmediğini de kovmaya çalışır. Din’in kimlik saptamada tek unsur olduğu bir ortamda Türk ulus-devleti de Türk olmayan Müslümanlar için (Boşnaklar, Çerkesler, Kürtler, Araplar, vb.) birinci, gayrimüslimler için de ikinci yöntemi kullanacaktır.
Hemen aşağıda, gayrimüslimlere Türkiye’yi terk ettirme amacını taşıyan devlet politikası
özetlenecektir. Hatırlatmak gerekir ki, bu politika toplumsal gücünü ve esprisini, yukarıda sözü edilen Millet-i Mahkûme’nin eşitsizliği ilkesinden almıştır. Buna iki unsur daha katkıda bulunmuştur. Birincisi, laik ulus-devlet’in dinsel cemaat özerkliğine tahammülü olmaması, ikincisi de azınlıkların (özellikle Rumların ve Ermenilerin) yabancı devletlerin Beşinci Kol’u olarak hain, hatta bizzat “yabancı” oldukları varsayımı. Yani, Osmanlı’dan TC’ye geçişte “özerklik” unsuru tamamen kaldırılırken “eşitsizlik” unsuru korunmuş ve üzerine de “tehlike” unsuru eklenmiştir. Bu ortamda İstanbul’un gayrimüslimleri yavaş yavaş eriyeceklerdir.
Eritileceklerdir.
Eritileceklerdir ama, gayrimüslimlerin temel işlevi, yani ekonomi ne olacaktır? Birinci
paragrafa dönüyoruz: Ulus-devlet bunların yerine Türk ve Müslüman bir burjuvazi yaratmaya girişecektir. Bu zaten İttihatçılardan beri süregelen temel politikadır. Bundan dolayıdır ki bu süreç İstanbul gayrimüslimlerinin üzerine bir çizgi çekmek anlamına gelecektir. Şimdi bu süreci görelim.
Aşağıda sözü edilecek baskılar yalnızca devlet tarafından yapılmış veya devlet destekli
baskılardır. Halk tarafından spontane olarak yapılmış ihlaller, saldırılar vs. anlatılmayacaktır.
Diğer yandan, dikkate alınması gereken bir husus da, II. Dünya Savaşı, İsrail’in kurulması,
anarşi dönemleri ve özellikle de Kıbrıs sorunu gibi konjonktürel unsurların bu hüzünlü süreci
tetikleyici ve hızlandırıcı rol oynamış olduğudur.
Baskılar:
Tümü de Lozan Barış Antlaşması’nın “Azınlıkların Korunması” başlığı altındaki 37.-43.  maddelerinin ihlali niteliğinde olan bu baskılar şöyle özetlenebilir:
1) 1924’te çıkarılan Avukatlık Kanunu uyarınca İstanbul Barosu’na kayıtlı tüm avukatların
dosyaları “iyi ahlak” gibi öznel ölçütlere göre incelenmiştir. Bu arada Rum avukatların yüzde 75’inin, Ermenilerin ise yüzde 73’ünün mesleğe devam edemeyeceğine karar verilmiştir.  Müslüman avukatlar arasında bu oran yüzde 47’dir. Böylece Rum ve Ermeni avukatların sayısı eskiye oranla dörtte birine inmiştir.
2) 1924’te Kayserili Karahisarlıoğlu ailesinden Keskin Piskopos Vekili Pavli’nin (I. Papa
Eftim, Zeki Erenerol) “Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesi”, Fener’e rakip olarak
desteklenmiştir. Cemaati birkaç yüzü aşmayan bu kilisenin Galata’da Fener’e ait üç kiliseye el koyması sağlanmıştır. Fakat Erenerol ailesinden ibaret bu kuruluş özellikle 1940’lardan sonra unutulmaya terk edilecektir.
3) 1920’lerde ve 30’larda yarı resmî Türk Ocakları liderliğinde “Vatandaş, Türkçe Konuş!”
kampanyaları düzenlenmiştir. Sokaklarda gayrimüslimlere müdahale edilmiştir. 1940’larda
bir milletvekili TBMM’de şöyle demiştir: “Evlerinde istedikleri dili kullanabilirler… Fakat
umumi yerlerde… Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen, Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide et me.”
4) Şubat 1925’ten 1932’ye kadar süren idari bir yasakla, gayrimüslimlerin İstanbul il sınırları dışına izinsiz çıkmaları engellenmiştir. Bu yasak, özellikle Anadolu’ya mal satan gayrimüslim toptancı tüccarı sarsacaktır.
5) 1925 sonunda Medeni Kanun’un yapılması üzerine Rumlar başta olmak üzere İstanbul’un bütün gayrimüslimleri Lozan’ın 42/1. maddesiyle kendilerine tanınmış “gelenek ve görenek” ayrıcalıklarından (özellikle de kilise nikâhından) vazgeçmeye zorlanmışlardır. Bunun için tutuklamalara girişilmiştir. Yahudiler hemen, Ermeniler epey direndikten, Rumlar ise çok direndikten sonra kabul etmişlerdir. Bu zorlamanın (ve sonucunun) hiçbir uluslararası ya da ulusal dayanağı yoktur ve azınlık hakları teorisine de aykırıdır.
6) 1926’da yabancı şirketler, personellerinin yüzde 75’inin Müslüman-Türk olması için idari baskıya maruz kalmışlardır. Yine 1926’da, 788 sayılı Memurin Kanunu memuriyete giriş koşullarında vatandaşlıktan hiç söz etmeyip “Türk olmak” şartını getirmiş ve gayrimüslimlere devlet kapısını kapatmıştır. Çünkü devlet için “Türk vatandaşı” ve “Türk” terimleri farklı anlamlar taşımaktadır (nitekim 1924 Anayasası’nın 88. maddesi “…vatandaşlık itibariyle Türk denir” demektedir. Bu şart ancak 1965’te “Türk vatandaşı olmak” biçiminde
değiştirilecek, fakat pratikte bir şey fark etmeyecektir. 2008 itibariyle, sanat (ör. opera) ve bilim (üniversite) dışında Türkiye Cumhuriyeti’nde gayrimüslim memur yoktur. 1940’ların sonuna kadar Avrupa’ya öğrenci olarak gitmek, veteriner okuluna girmek, özellikle de askeri okullara girmenin şartı duruma göre “Türk olmak”, “Türk soyundan olmak”, hatta “Türk ırkından olmak” olarak kalmıştır.
7) 1927’de çıkarılan 1151 sayılı yasanın 14. maddesiyle, İmroz ve Bozcaada’daki Rum
okullarında Rumca tedrisat yasaklanmıştır. Bu yasak Demokrat Parti gelince 1952’de 5713
sayılı yasayla kaldırılacak, 1964’te İsmet İnönü hükümeti gelince 502 sayılı yasayla tekrar
konacaktır. Zaten arkasından 1960’ların sonunda, aşağıda sözü edilecek 1936 Beyannamesi
uygulaması başlatılarak bu iki adadaki Rum köylüler Yunanistan’a gitmek zorunda bırakılacaktır.
8) 16 Mayıs 1929’da çıkartılan 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları
Kanunu’na (ve Nizamnamesi’ne) göre, borsa acentesi kurucusu ve çalışanlarının Türk
vatandaşı değil, “Türk olması” gerekmektedir. Gayrimüslim işadamının önüne çıkarılan bu
engeller yaklaşık aynı tarihlerde “Vatandaş Türk Malı Kullan” kampanyalarıyla devam edecek, sonradan “Vatandaş Yerli Malı Kullan” biçimini alacak bu kampanyalar Kıbrıs sorununun etkisiyle 1950’lerde “Türk olmayanlardan alışveriş etmeyin” kampanyalarına dönüşecektir.
9) 1930’da Yunanistan’la yapılan ve iki taraf vatandaşlarına da serbest dolaşım, ticaret ve ikamet hakkı getiren uluslararası antlaşmadan hemen sonra, 4 Haziran 1932’de onaylanan 2007 sayılı yasayla kapıcılıktan şoförlüğe ve konsomatrisliğe kadar çok sayıda meslek “güvenlik nedenleriyle” Türk vatandaşlarına tahsis edilmiştir. Bu yüzden, 19. yüzyıl sonundan beri Yunan uyrukluğunda bulunan kimi İstanbullu Rumlar başta olmak üzere binlerce insan Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Bu, özellikle Rumların ilk toplu gidişidir.
10) 1934’te Trakya illerindeki Yahudiler tek parti CHP’nin il örgütlerinin desteğinde
tehditlere ve tecavüzlere uğramışlar, evlerini ve işyerlerini terk ederek İstanbul’a
sığınmışlardır. Aslında 1923’ten beri süregelen bu tacizler Yahudileri İstanbul’da da takip
etmiş, basında Türk tüccarların bir araya gelip örgütlü şekilde Yahudilere karşı mücadele
etmelerini isteyen yazılar çıkmaya başlamıştır. 14 Temmuz 1934 tarihli bir hükümet bildirisi,
 “Yahudilerin yabancı dil ve harsta kalmakta ısrar ettikleri ve içlerinde demilitarize
mıntıkalarda memleketin emniyeti için zararlı ve casus adamlar bulunduğu hakkındaki zanlar
mevcuttur” denmektedir.
11) Mayıs 1941-Temmuz 1942 arasında İstanbul ve Trakya’daki gayrimüslim erkeklerin 18- 45 yaş arasında olanları, askerliklerini yapmış olanlar da dahil, askere alınmıştır. Buna “Yirmi Kura İhtiyatlar Olayı” denir. Bunun ilk sinyali, Kasım 1940’taki bir CHP grup toplantısında “…tehlikeli unsurları Anadolu’ya transfer etmeliyiz. Bu unsurların terk ettiği evleri, özellikle Beyoğlu’ndakileri, Türklere vermeliyiz… Türklerin kanını emen bu unsurlar en güzel evlerde otururken…” diyen Kâzım Karabekir’den gelmiştir. Bu insanlar, silahsız olarak “amele taburları”na yol inşaatı için gönderilmişlerdir.
12) 11 Kasım 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi kanunu gayrimüslimlere en büyük darbeyi
vurmuştur. Vergi, kanunda bulunmayan M (Müslüman), D (dönme), G (gayrimüslim) ve E
(ecnebi) kategorilerine, yani din esasına göre alınmıştır ve itirazı yoktur. Fahiş ve eşitsiz
vergileri ödeyemeyen, tümü İstanbullu gayrimüslimlerden oluşan ilk kafile Ocak 1943’te
Erzurum Aşkale’de taş kırmaya doğru yola çıkmıştır. Verginin gayrimüslim vatandaşları
“yabancı” olarak algıladığı Başbakan Saraçoğlu’nun 16 Ocak 1943 tarihli Times gazetesine
verdiği şu demeçte açık biçimde görülmektedir: “…Bu memleket tarafından gösterilen
misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçan kimseler hakkında bu kanun bütün şiddetiyle tatbik edilecektir.” Miktarı varlıklarını bile aşan vergileri ödeyemeyenlerin işyeri ve evleri, eşyalarıyla birlikte yok pahasına satılacak, Müslüman tüccar tarafından alınacaktır. Türkiye’de gayrimüslimden Müslüman’a en büyük sermaye “transferi” budur.
13) Selanik’teki Atatürk evinin bahçesine bir MİT ajanı eliyle attırılan ses bombası İstanbul ve İzmir’de Levantenler (gayrimüslim mukim yabancılar) dahil bütün gayrimüslim evlerinin, işyerlerinin, kiliselerinin, hatta mezarlıklarının 6 ve 7 Eylül 1955’te tahrip edilmesi ve yağmalanmasıyla sonuçlanmıştır. Ölümlere ve tecavüzlere de yol açan bu olaylara polis aldığı talimat gereğince tamamen seyirci kalmıştır. “Pogrom” terimine tam uyan 6-7 Eylül’den sonra dışarıya ciddi bir gayrimüslim göçü olmuştur. Kıbrıs olayının Türk-Yunan ilişkilerini zehirlemesinin de başlangıcı ve başlıca hadisesi olan 6-7 Eylül’ün acısı Yunanistan’daki Batı Trakya azınlığından çıkarılacaktır.
14) 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra, Londra ve Zürih anlaşmaları yeni imzalanıp
Yunanistan’la ilişkiler düzeldiği halde Aralık 1962’de gizli bir kararnameyle “Azınlık Tali
Komisyonu” kurulmuştur. Türkiye gayrimüslimlerinin yaşamı bundan sonra daha
zorlaşacaktır. Ancak Ocak 2004’te yine gizli bir kararnameyle kaldırılacak (veya “Azınlık
Sorunlarını Değerlendirme Kurulu”yla değiştirilecek) olan bu kuruluş zamanında, Aralık
1963’te Kıbrıslı Türklere yaşatılan kanlı olayların da etkisiyle, Türkiye’de gayrimüslimlere
karşı özellikle eğitim alanında yasadışı mukabele bilmisiller başlamıştır.
Azınlık okullarında ilk defa Şubat 1937-Ağustos 1949 arasında yaşanan “Türk müdür
yardımcısı” uygulaması 1962’de yeniden uygulamaya konmuştur. Bu görevli Haziran 1965’te çıkartılan 625 sayılı kanunda “Türk asıllı ve TC uyruklu” olarak tanımlanmaktadır ki, bu tanım ancak Şubat 2007’de 5580 sayılı yasayla kaldırılacaktır.  Kasım 1964’te 3885 sayılı genelge çıkartılarak Rum okullarında sabah duası yasaklanmıştır.
Fener’in 1672’den beri faaliyette olup yalnızca ilahiyat kitapları basan basımevi “ancak özel
ve tüzel kişiler basımevi kurabilir” gerekçesiyle kapatılmıştır. Temmuz 1971’de Fener’e bağlı
Heybeliada İlahiyat Okulu “özel üniversite kurulamaz” gerekçesiyle kapatılmış ve sonradan
özel üniversiteler açıldığı halde kapalı tutulmuştur.
1968’den 2000’lere kadar kimliğinde Rum, Ermeni gibi nitelikler yazılmamış çocuklar azınlık
okullarına kaydedilememiş, mahkeme kararıyla sonradan yapılan düzeltmeler de kabul
edilmemiştir. Lozan’ın 40. maddesinin açık hükmüne rağmen okul açmalarına izin
verilmeyen Süryanilerin çocuklarının da Rum okullarına kaydı 2000’lere kadar
yasaklanmıştır. Öğrencilerin oturdukları çevre dışındaki başka bir okula kaydedilmesi
önlenmiş, böylece kimi okullar öğrencisiz kalarak kapanmıştır. 1980’den itibaren de
gayrimüslim azınlık okullarında müdürün pratikte bir yetkisi kalmayacak, maaş bordrolarının
imzalanması dahil yetkiler “Türk müdür yardımcısı”na verilecektir.
15) Kıbrıs yüzünden girişilen en radikal resmî eylem, 1930 antlaşmasının tek taraflı olarak 1964’te feshedilmesi sonucu, Yunan uyruklu İstanbullu Rumların yanlarında yalnızca 200 dolarla, mal varlıkları ve banka hesapları da bloke edilerek sınırdışı edilmesidir (bu mal varlıkları ancak 1988’de iade edilecektir). Sayıları 12.000 olan bu insanlarla birlikte, akrabaları olan gayrimüslim Rum vatandaşlar da gidecektir. Bu, ikinci ve büyük gidiştir.
Bundan sonra İstanbul’da Rum neredeyse kalmayacaktır. 1974’teki Kıbrıs çıkartması bu süreci tamamlayacaktır. Bunun da acısı yine Batı Trakya’daki azınlıktan çıkacaktır.
16) Gayrimüslimler üzerinde çeşitli yöntemlerle uygulanan dinsel baskılar 1971 ve 1980
darbeleri sırasında artmış, 1990’dan sonra azalarak devam etmiştir. Ekim 1993’te Ermeni
okullarında müfredat dili olarak Ermenice M.E.B. tarafından yasaklanmış, din dersinin bile
Türkçe okutulması istenmiştir, fakat ortam daha farklı olduğundan kamuoyu tepkisiyle yasak
kısa sürecektir. 1998’de Ermeni patriği seçimleri aylarca engellenmiş, fakat sonunda yapılmıştır.
Bununla birlikte 2005’ten sonra yükselen “Sevr Paranoyası”nın sürüklediği Batı
düşmanlığının bir görünümü olarak, İslami propagandanın yasak olmadığı laik Türkiye’de
Hıristiyanlık propagandasına müdahale başlamıştır. Hıristiyanlık literatürü dağıtmak ve
Protestanlığı yaymak nedeniyle misyonerler mahkemeye verilmiş, ayrıca kendilerine
“Türklüğe hakaret”ten davalar açılmıştır. Hıristiyanlığı “tehdit” sayan bu resmi atmosferden
cesaretlenen kimileri, Hıristiyanlığa geçen çok az sayıda vatandaşa ve misyonerlere
2000’lerde saldırmaya başlayacaklardır. Bu arada gazeteci Hrant Dink, Ermeni diasporasını
eleştirdiği yazı dizisinin “Türklüğe hakaret” (TCK md.301/1) olarak yorumlanarak TCK md.301/1’den mahkûm edilmesinin ardından Şubat 2007’de gazetesi Agos’un önünde öldürülecektir.
17) En önemlisi, 1960’ların sonunda başlayan ve bugün hâlâ halledilmemiş olan bir gasp
sürecinden söz etmek gerekir. Bu süreç bir azınlığın ekonomik, toplumsal ve kültürel
kimliğinin temel direği olan vakıfları hedef almıştır. 1960’ların sonlarından itibaren devlet,
gayrimüslim vakıf mallarına bedel ödemeksizin el koymaya başlamıştır. Kullanılan yöntem,
“1936 Beyannamesi” olarak bilinir. O tarihte, İslamcı vakıfların mallarına el koymak isteyen
Atatürk bütün vakıflardan bir mal sayım beyannamesi istemişti. Bunun ardından kendisi
ölünce uygulamaya geçilememişti. Kıbrıs olayları alevlenince devlet Yunanistan’ı sıkıştırmak
için İstanbul’da kalmış Rumları da göçe zorlamak istemiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü
(VGM) bütün gayrimüslim vakıflarına bir yazı göndermiş ve vakıfnameleri istemiştir. Buna
göre, vakıfnamede “mal edinebilir” ibaresi yoksa, 1936 Beyannamelerinde bulunmayan
mallara el konacaktır. Oysa, bütün gayrimüslim vakıfları Cumhuriyet’ten önce padişah özel
fermanlarıyla kurulmuştur; vakıfnameleri bulunmamaktadır. Bu durumda VGM vakıfname
yerine re’sen 1936’daki mal sayımını geçirmiş ve bu tarihten sonra herhangi bir biçimde
edinilmiş mallara bedel ödemeksizin el koymaya başlamıştır.
Vakıfların mahkemeye başvurması üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kesin karar
çıkarmıştır: “Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin taşınmaz
mal edinmeleri yasaklanmıştır” (1971/2-820 Esas, 1974/505 Karar s. 08.05.1974 t. Karar).
Böylece, Türk adaletinin en yüksek organı gayrimüslim vatandaşların “yabancı” olduğunu
tescil etmiştir. Bu uygulama ancak 2001-2004 arası kabul edilen AB Uyum Paketleri’nde üç
kere üst üste çıkarılan yasalarla durdurulacaktır. Bununla birlikte, bu yasaların icabı 2008
yılına kadar yerine getirilememiştir. Sonunda, kaçınılmaz netice ortaya çıkmıştır: Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, Temmuz 2008’de Büyükada Rum Yetimhanesi konusunda Türkiye’nin mülkiyet ihlalinde bulunduğuna karar verdikten sonra birbiri ardına verdiği kararlarla, gayrimüslim vakıf mallarının iadesini veya tazminat ödenmesini istemeye başlamıştır. Son olarak Haziran 2010’da, Yetimhane’nin (tazminat ödenmek yerine)
mülkiyetinin Fener’e devrini istemiş olmakla, Patrikhane’nin tüzel kişilik sahibi olmasının
kapısını da açmış bulunmaktadır.
18) Yine 2000’lerde, çıkartılan AB Uyum Paketleri’ne rağmen Fener üzerinde çeşitli baskılar
devam etmiştir. Örneğin, mahkemelerde Patrik gayrimeşru çocuk sahibi olmakla, ayrıca
Bulgar kilisesine (Demir Kilise) müdahale etmek istemekle suçlanmıştır. Tamamen Ortodoks
ilahiyatına ilişkin bir sıfat olan Ekümeniklik devlet tarafından bugüne kadar sürekli reddedilmiştir.
Büyük oranda bu sistematik politikalar sonucu bugün İstanbul gayrimüslimlerden
boşaltılmıştır. Toplam nüfusun yaklaşık 13,5 milyon olduğu 1927 nüfus sayımında
gayrimüslimler 339.486 kişi, yani toplam nüfusun yüzde 2,5’iydi. Bugün genel nüfus 72
milyona yükselirken bu insanlar 100.000 civarındaki nüfuslarıyla on binde 13,88’e, yüzdeyle
söylersek % 0,0014’e düşmüşlerdir. Bu korkunç bir düşüştür ve bu insanlar hâlâ “tehlikeli”
ilan edilmektedirler. Büyük çoğunluğu İstanbul’da yaşayan gayrimüslimlerin tahminen
60.000 kadarı Ermeni (temelde Gregoryen, ayrıca Katolik ve Protestan), yaklaşık 23.000’i
Yahudi, yaklaşık 20.000’i Süryani, yaklaşık 2000’i Rum Ortodoks, bir miktarı da Bulgardır.
Fakat, son yıllarda gayrimüslimlere şimdiye kadar yapılan haksızlıkların düzeltilmesi
açısından olumlu çabalar göze çarpmaktadır. Son olarak Mayıs 2010’da çıkarılan ve bir ilk
olan Başbakanlık Genelgesi önemlidir. Burada, “… devlet önündeki iş ve işlemlerinde
kendilerine güçlük çıkarılmaması, haklarına halel getirilmemesi, ilgili mevzuat gereği olduğu
gibi, devletimizin ve Türk ulusunun bir parçası olduklarının kendilerine hissettirilmesi”
denerek, gayrimüslim vatandaşların çeşitli açılardan gözetilmesini istemiştir. Nefret söylemi içeren yayınların engellenmesi, gayrimüslim vakıflarının tapu dairelerindeki işleri, cemaat liderlerinin protokole dahil olması ve mezarlıklarının korunması, bu meyanda söz konusu edilen hususlar arasındadır.
Son iki yıl içindeki bu olumlu gelişmelere rağmen, artık İstanbul’un (Türkiye’nin)
gayrimüslim insanları, geriye dönüşünün muhtemelen olmadığı bir yok olma tablosundan
kurtulamamıştır. Genellikle üst kültürden olan bu İstanbul azınlıklarının yerini, “Tabiat
boşluk kabul etmez” kuralı gereği Anadolu’nun kırsal alanlarından göç eden Müslümanlar
doldurmuştur. Olayın İstanbul kenti açısından sonucu budur.
Türkiye açısından sonuçları ise çok çeşitlidir: 1) Devletin kendi vatandaşına yaptığı bu
muamele bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan insanları milliyetçilik icabı söküp atmış, bu insansal tablo Türkiye’ye ciddi uluslararası prestij kaybettirmiştir; 2) Ekonomide hiçbir tecrübesi (ve yüzlerce yıl tarafından biçimlenen yeteneği) olmayan bir burjuvaziyi “tam bağımsızlık” amacıyla sıfırdan yaratmak, Türkiye’nin sınaileşmesini ve kalkınmasını en azından yarım yüzyıl geciktirmiştir; 3) Bu “pahalı” milliyetçilik bu amacına da ulaşamamıştır.Çünkü kârın maksimizasyonu uluslararası ekonomiye eklemlenmeyi gerektirdiği anda, burjuvazinin “milli” olanı veya olmayanı diye bir ayrım ortadan kalkmaktadır

Monday, July 23, 2012

Tanrı zar atar mı atmaz mı?

CERN'in son 'keşfi', 'Tanrı' parçacığıyla 'fizik' yeniden hayatımıza girdi. Bu konuda Türkçeye çevrilen kitaplar kuantumu da, Einstein ve arkadaşlarını da, günlük hayatı da pek güzel anlatıyor. İşte bir seçki...

Tanrı zar atar mı atmaz mı?
Solvay Konferansı nda. 1927. Einstein dan Heisenberg e, Curie den Lorentz e dönemin bilim insanları bir arada.



Hayatımda bir kitapta okuyup da unutamadığım en güzel pasaj, Einstein ve Bohr’un ünlü Solvay Konferansları’ndaki atışmaları ve birbirlerine problem üstüne problem üreterek sataşmaları üzerineydi. “Brüksel’deki en lüks otellerden birinde 1927’de toplanan 5. Solvay Konferansı’nın katılımcıları da en az otel kadar şıktı. Resmi kıyafet giyinmekten nefret eden Albert Einstein bile konferans için koyu renk takım giymiş, kravat takmıştı. Niels Bohr’un kuantum fiziğine dair kuşkuları artan Albert Einstein’ı ikna etmek için konuşması hazırdı, Einstein’ın da ünlü düşünce deneyleri. İlk raund çözümsüz kapandı ve 1930’daki konferansta Einstein E=mc2 formülünü kullanarak yeni bir düşünce deneyi ortaya attı. Bohr şok olmuştu. Çözümü bir türlü bulamıyordu. Eğer Einstein haklıysa bunun fiziğin sonu olacağını söylüyordu. İki rakibin kulübü terk edişi ise unutulmazdı: Einstein yüzünde alaycı bir gülümseme, heybetli bir şekilde sessizce yürüyor, Bohr ise son derece heyecanlı sanki Einstein’ı yakalamak için koşturuyormuş gibi görünüyordu.”
Ve en sonunda tartışma ‘Tanrı zar atar mı, atmaz mı’ya kadar gidiyordu. Bu, benim gibi fizik eğitimi alıp sonrasında bambaşka bir dünyaya açılan bir kişi için inanılmaz keyifli bir tartışmaydı. Ve fizikten hiç ayrılamadım.
İsviçre ’deki CERN laboratuarının son ‘keşfi’, ‘Tanrı’ parçacığıyla fizik yeniden sıradan insanların kapısından içeriye girdi. Herkes anlamlandırmaya ve bunun ne sonuç doğuracağını tartışmaya heveslendi. Bu heves sakın kırılmasın. Çünkü yayınevlerimiz bu hevesi büyütmek için yıllardan beri çalışıyor. Benim gibi fizik meraklıları için çevrilmiş kitaplar hayatı, kuantumu, deha Einstein’ı ve nicelerini hem günlük hayatları hem de kuramlarıyla anlamamıza yardımcı oluyor.
İşte size benim kitaplığımdan seçme hayatı anlama kılavuzları.

İZAFİYET TEORİSİ
Albert Einstein, Say Yayınları
Temel eserle başlamakta yarar var. Einstein 1916’da teoremini fizikle pek uğraşmamış ama “üniversiteye giriş sınavı için gereken eğitimi” almış herkese anlatma hedefiyle kitabı kaleme aldı. Kuramsal fiziğin fazla temeline inmez okurun “ayrıntılara boğulup ağaçlardan ormanı göremez” hale gelmesini istemediği için. Ancak biraz da sabır ister okurlarından çünkü konuya özgü güçlükleri okuyucudan saklamadığı için. Öklit ile başlayıp Newton ile devam eder formüllere de yer verir zaman zaman ama sonunda dediği çıkar: “Umarım kitap okuyucuya düşünce dolu birkaç nefis saat geçirtebilir.”

RASLANTI VE KAOS
David Ruelle, Tübitak Yayınları
Gelelim yakın dönem fizik tartışmalarına. Kaos teoremi, yeni sonuçları ve tartışmalara ışık tutmayı hedefleyen kitap sizi de evrenin oluşumunda yer almaya davet ediyor. Cinsiyet ve zekâya, beynin geliştirdiği algoritmalara uzanan kitapta zamanda yolculuk yapıp birkaç binyıl geriye gitmek de mümkün.

FİZİĞİN EVRİMİ
Albert Einstein, Leopold Infeld, Evrensel Basım Yayın
Einstein’ın yine okuru için kaygılandığı bir kitap daha... İnsan aklının dünyayı yöneten yasaları daha iyi anlamasına yardımcı olmayı isteyen Einstein ve çalışma arkadaşı Polonyalı fizikçi Infeld kuantum için şunu yazar: “Klasik fizikte olduğu gibi kuantum fiziğine dayanarak bir temel taneciğin konumunu ve hızını bildirmek ya da onun gelecekte izleyeceği yolu önceden söylemek olanaksızdır. Kuantum fiziği yasaları bireyler için değil kalabalıklar içindir.”

FİZİK VE FELSEFE
Werner Heisenberg, Belge Yayınları
İlk baskısını 1976’da yapan kitap Türkçe olarak kuantum teorisi ve felsefesi üzerine yayımlanan ilk kitap olma özelliğini taşıyor. Kitabın ilk kısmı kuantum kuramının teorisyenlerinden Heisenberg’in İskoçya’nın dört üniversitesinde İskoç yargıç A. Gifford’un anısına düzenlenen dizi konferanslarda verdiği derslerden oluşuyor. Heisenberg fiziğin atom silahları kullanmanın korkunç sonuçlar doğurduğunu ispatladığını vurgular ve ekler: “Bütün düşünce türlerine açık olan fizik eskisi yenisi başka başka tüm kültür geleneklerinin bir arada pek ala yaşayabilecekleri, düşünce ile eylem arasında yeni bir denge kurabilmek amacıyla pek çok insanın birlikte mücadele edebilme umudunu yaratıyor.” Kitabın ikinci kısmı ise Aydın Çubukçu’nun tanımıyla ‘Türk filozofu’ Yılmaz Öner’in kaleminden çıkma.

MATERYALİZM VE AMPİRYOKRİTİSİZM
V.I. Lenin, Sol Yayınları
Lenin bu kitabı Eylül 1908’de 1905 devriminin yenilgiye uğradığı ve oldukça karışık yıllarda kaleme aldı. Madde ve atom tartışmalarının doruğa çıktığı Lenin’e göre bazı fizikçilerin idealist felsefenin tuzağına düştüğü zamanlarda yazılan kitap Marksist felsefeyi bilimsel doğrularla açıklamayı hedefliyor.

FİZİK YASALARI ÜZERİNE
Richard Feynman, Tübitak Yayınları
Fizikçiler aslında matrak insanlardır savımı kanıtlayacak insanlardan biridir Feynman. Her ne kadar onun fizik kitabını üniversitede okuyup ilk yıl kalmış olsam da. Kilitli kasaları açma yeteneği olan ve bunu kullanıp gizli bir kuruluştaki kasayı açıp gizli evrakı çıkardıktan sonra yerine ‘bilin bakalım kim’ diye not yazıp bırakan da Feynman’dır, ders notlarından oluşan kitabının kapağına bongo davullarını çalarken fotoğrafını basan da. Bu kitap ise ABD ’de Cornell Üniversitesi’nde verdiği Messenger Konfedarsları’ndaki konuşmalarından oluşuyor. Yazılı bir metin olmadan kalabalık bir öğrenci grubuna konuşan Feynman kitabı “Hâlâ keşifler yapabildiğimiz bir çağda yaşadığımız için şanslıyız” diye bitirir.

MARIE CURIE
Françoise Balibar, Yapı Kredi Yayınları
Kadın olmanın bile zor olduğu yıllarda acaba bilim kadını nasıl olunur? İşte bu kitap bunun en acı yanıtını veriyor. Polonyalı yoksul bir genç kadın kocasıyla birlikte bir hangarda radyoaktiviteyi keşfetti ve Nobel ödülü alan ilk kadın oldu. Ama ne zamanki kocası öldü ve öğrencisiyle çalışmaya başladı işte o zaman paparazilerin kurbanı olmaktan kurtulamadı. Manşetlere çıkarıldı, sokak serserilerinin saldırısına uğradı.

URANYUM SAVAŞLARI
Amir D. Aczel, Alfa Yayınları
Hiroşima ve Nagazaki’yi yakıp yıkan binlerce insanı yokeden atom bombası nereden çıktı? Radyoaktivitenin keşfinden bunu atom bombasına dönüştürecek teknolojilerin keşfi, bilim insanlarının bu vahşetteki rolü... Hatta ilk kez 2005 yılında üzerindeki gizlilik kaldırılan ABD ’nin Japonya ’ya atmayı kararlaştırdığı atom bombası için yaptığı yazışmalar da kitapta yer alıyor. Teslim olmaya hazır Japonya ’ya ABD ’nin nasıl göz göre göre ‘hazır yapılmış’ olduğu için attığını okumak tüylerinizi diken diken edecek.

YANILIYORSUNUZ EINSTEIN
Harald Fritzsch, Metis Bilim
Fikir muhteşem. Newton, Einstein, Heisenberg ve Feynman’ı bir odaya koy tartıştır. Ancak tartışmayı yöneten kurmaca fizik profesörümüz gerçekten fizikçi! Ama kitabın en harikası kuantum konusunda kör cahil Newton’un anlama çabaları sırasında yönelttiği sorular ve Einstein’in fırlama yanıtları...

EINSTEIN
Jeremy Bernstein, Tübitak Yayınları
Einstein’in Belçika Kraliçesi ile olan ahbaplığını öğrenmek için bulunmaz nimet. Dostoyevski ve Tolstoy hayranı olduğunu bilmiyorsanız sakın kaçırmayın. Einstein’ın kuramını geliştirirkenki ruh halini, günlük yaşantısını ve mektuplaşmalarını da yansıtan kitap aynı zamanda onu tanıyanların ağzından Einstein anılarına da yer veriyor.

KUVANTUMU ANLAMAK
Barry Parker, Güncel Yayıncılık
Mikrodalganın, bilgisayarın, televizyonun ve günlük hayatta sürekli kullandığımız cihazların temelinde yatan ‘kuantumu anlamak’ için yazılmış basit ve bir o kadar da eğlenceli kitap. Kuantuma katkıda bulunan tüm bilim insanlarının geçit töreni ve hayat hikayeleri. İnsan daha ne isteyebilir ki?

BİLİMİN ÖNCÜLERİ
Cemal Yıldırım, Bilim ve Gelecek Kitaplığı
Bilim için inandıklarını söyledikleri için bazen yarı tanrı mertebesine çıkarılan çoğu kez de cezalandırılan bilim insanları bu kitapta buluşuyor. Arşimet’in kanunlarının Roma ’nın Arşimet’in kentini işgal etmesini nasıl 3 yıl engellediği, Galileo’nun Engizisyon mahkemelerinden çektikleri, Da Vinci’nin mekanik dalında ulaştığı sonuçlarla nasıl Galileo ve Newton’a yol gösterdiği bu kitapta.

Sunday, July 22, 2012

Bir Dersim Hikâyesi

Bir Dersim Hikâyesi

<em>Bir Dersim Hikâyesi</em>
"Murathan Mungan'ın Seçtikleriyle" başlığıyla yeni bir kitap geliyor: Bir Dersim Hikâyesi.

Adından da anlaşılacağı gibi 1938 Dersim katliamını eksen alan kitap; "ortak bir tema üzerine çeşitlemeler" diye nitelendirilebilecek öykülerden oluşmaktadır. Yazarların önceki yazdıklarından bir derleme olmayıp, bu seçki için özel olarak kaleme aldıkları öyküleri içermektedir. 

İçindekiler:
Önsöz: Süt, Kan ve Kelimelerin Kemikleri, Murathan Mungan
Herkes Ana Kuzusu, Ahmet Büke
Karganın Merhameti, Yalçın Tosun
Yıkımın Tarihi, Ayhan Geçgin
"Bunlar Masal mı Munira Hala?", Cemil Kavukçu
"Lori... Lori...", Behçet Çelik
Yük, Ayfer Tunç
"Tarih Öncesi Köpekler", Burhan Sönmez
Beyaz Kartal, Hatice Meryem
Çok Uzakmış, Ancak Tayyareyle Gidilebilirmiş, Şule Gürbüz
Zerre, Hakan Günday
Işık Ağaçları, Ayşegül Çelik
Masal Bitti O Gece, Haydar Karataş
Üç Dersim, Murat Yalçın
Sabiha, Karin Karakaşlı
Kaju, Murat Uyurkulak
Pepuk Kuşu, Gaye Boralıoğlu
Yıllar Önce Ben Bir Meydandaydım, Sema Kaygusuz
Dedemin Madalyası, Yavuz Ekinci
Çifte Sultanlar, Seray Şahiner
Kalan, Murat Özyaşar
Ziyaret, Jaklin Çelik
Yasak Ülke, Gönül Kıvılcım
Ekber, Sen..., Barış Bıçakçı
  ***
"Tarih Öncesi Köpekler", Burhan Sönmez
 Kız geceleyin bileklerini keserken, bir şarkı mırıldandı. Her yerde kar var, dedi.
İngiltere’nin küçük bir şehrindeydi.
Kaçıncı intihar girişimiydi, bilinmez, sevgilisi acil servisi aradı, kızı hastaneye yetiştirdiler.
Ben tercümanlık yapıyordum.
Kız doktorların sorularına ağır ağır cevap veriyor, kendinden geçmiş halde bazen Zazaca bazen Türkçe konuşuyordu.
Ben küçüktüm, diyordu, köyümüz de küçüktü. Bir gece askerler gelip babamı ve annemi götürdüler. Aynı odaya soktular onları, anneme tecavüz edip, babama zorla seyrettirdiler.
Ablamla birlikte günlerce bekledik. Gözümüzü ufka diktik, ama her yerde kar yağıyordu. Annem ve babam bir gece yıkık geldiler.
Dünyanın bütün acılarını bir insanın sırtına yüklemek büyük insafsızlıktı. Annem bu yükü taşıyamadı, sırtında çarmıhla yürüyebilen evliya değildi o.
Köyümüzün yakınında bir uçurum vardı. Annem kendini oradan attı ve babam bize tek kelime söylemeden o gün çekip gitti.
Aklındaki yer her nerede ise, daha oraya varamadan vurdular babamı.
Ablam on beş yaşındaydı, geceleri ona sarılarak uyudum, birbirimizden gizli ağladık.
Sonra o da gitti.
Köylüler bana ablamın geri döneceğini söylediler. Sabır, sahte bir şekerdi o zamanlar, insanı kandırır, ama tat vermezdi.
Kaç mevsim geçti?
Bir gün ablamın cesedini getirdiler. Dağdakilere katılmış ve aylar sonra köyümüzün yakınındaki bir çatışmada ölmüştü.
Köyde zararsız deliler gibi yaşadım. Sakın dağa gidip ölme dediler her gün...
* * *