Friday, February 15, 2013

Tadını çıkara çıkara okunan mektuplar


İki Yazarın Mektupları


İki ünlü yazar Paul Auster ve j.m.Coetzee’nin Amerika ile Avustralya arasında iki yılı aşkın bir süre boyunca gidip gelen mektuplari ”Şimdi ve Burada Mektuplar 2008-2011” başlığıyla kitaplaştı.

ÖZET

Okyanusaşırı ülkelerde yaşayan çağımızın iki büyük yazarı, Paul Auster ile J.M. Coetzee, yazışmalarından bir kitap yaptılar.
Auster ve Coetzeenin iki yılı aşkın bir süre boyunca Amerika ile Avustralya arasında gidip gelen mektupları, sanattan siyasete, spordan savaşlara, ekonomiden insan ilişkilerine kadar iki yazarın pek çok konudaki duygularını, düşüncelerini, gözlemlerini ve çok ilginç saptamalarını içeriyor.
Bu mektuplar ayrıca, sadece iki romancının düşünce dünyasını ve çağımıza tanıklıklarını değil, aralarındaki insan sıcağını da aktardığı için benzersiz.
Sevgili Paul,
Dostlukları, nasıl kurulduklarını bazılarının böylesine uzun, kimi zaman (yanlış bir tanımla) açığa vurulmamış bir biçimi olarak yorumlandıkları tutkusal bağlardan da daha uzun sürmelerinin nedenini düşünüyordum.
Sevgili John,
Bu, yıllar içinde uzun uzun düşündüğüm bir mesele. Dostluk hakkında tutarlı bir görüş geliştirebildiğimi söyleyemem, ama (kafamda bir düşünceler ve anılar girdabını tetikleyen) mektubuna cevap olarak, belki de şimdi bu görüşü geliştirmenin zamanıdır.
Kitap Hakkında
Yazar : Paul Auster, John Maxwell Coetzee
Sayfa Sayısı : 272
Yayın Evi : Can Yayınları

Tadını çıkara çıkara okunan mektuplar

14.02.2013 01:00:00// SELİM İLERİ
Romancıların, hikâyecilerin dostluklarına bence pek güven olmaz. Gizli bir çekişme vardır aralarında. Auster ve Coetzee bunu yenmişler
Attilâ İlhan’a yazdığımız mektuplar –hepimiz hayatteyken- yayımlandığında çok şaşırmıştık. Aramızda küsenler, kızanlar, gücenenler olmuştu. O günlerde âdeta bir fırtına kopmuştu.
Benim anlayamadığım, kitabın çıkışından bir gün önce görüşmemize rağmen, Attilâ Ağbi’nin mektuplarımızı ele güne okutacağından hiç söz açmamış olmasıydı. Başka bir gücenikliğim olmadı. Dahası, çoğu gençlik yıllarımdan kalma mektuplarımı, o günlerdeki Selim’i hatırlamaya, kavramaya çalışarak okumuştum.
Az buz değil, 90 küsur sayfa! Yasada mı değişme oldu, işte ne olduysa, Attilâ İlhan’a mektuplar bir daha yayımlanmadı. Bazen, kendiminkileri ayrı bir kitapçıkta derlesem mi diye düşünürüm. Ne yazık ki, Attilâ Ağbi’nin cevapları bende yok. Bana yazılmış bütün mektupları çoktan yırttım.
Bununla birlikte, ‘gerçek’ mektuplardan oluşma kitapları çok severim. Nâzım Hikmet’in Piraye’ye, Kemal Tahir’e yazdığı mektupları defalarca okumuştum...
Stefan Zweig 1930’larda kaleme getirdiği ünlü denemesinde ‘mektup çağı’nın sona erdiğini söyler. Telefon ve telgraf her şeyi mahvetmiştir. Zweig yerinmekten kendini alamaz.
1970’lerde, 1980’lerde, hatta ‘90’larda hâlâ mektup yazma sevdalısıydım. Uzun uzadıya mektuplar, Behçet Necatigil’e mektuplar, Attilâ İlhan’a, Ferit Edgü’ye, Vedat Günyol’a, Enis Batur’a mektuplar, Adalet Ağaoğlu’na, Füsun Akatlı’ya, Emine Işınsu’ya...
Sonra mektup yazamaz oldum. Bilgisayar yazışmalarından da uzağım. Ama cep telefonundan ‘SMS’ çekebiliyorum!.. İşte, kısacık mesajlar, mesajlaşmalar mektup yerine geçiyor.
Oysa yazı masamda yepyeni bir mektup kitabı: Şimdi ve Burada (Can Yayınları). Paul Auster ve J.M. Coetzee’nin 2008-2011 arası mektuplaşmaları. İki ünlü romancının birbirlerine yazdıkları.
Paul Auster, itiraf edeyim ki, hiçbir zaman ‘benim yazarım’ olmadı. Ay Sarayı’nı sonuna kadar –güç bela- okumuş, Son Şeyler Ülkesinde’yi yarım bırakmıştım. Yazı Odasında Yolculuklar’la perimiz biraz barışmıştı Paul Auster’la. Hepsi o kadar.
Coetzee’yi Nalan Barbarosoğlu salık vermişti. Romancının Romanı’nı severek okudum. Taşra Hayatından Manzaralar’ı da çok sevdim.
Şimdi ve Burada’yı tadını çıkara çıkara okuyorum. Romancıların, hikâyecilerin, şairlerin dostluklarına bence pek güven olmaz. Çekememezlik demesem de, gizli bir çekişme vardır aralarında.
Auster ve Coetzee bu çekişmeyi yenmişler. Belki ‘okyanusaşırı’ ülkelerde yaşamaları işe yaramış. Her dakika birbirlerini görseler, aynı kentte yaşasalar, içki sofralarında sık sık bir araya gelseler, aynı içten dostluk sürer miydi, bilmiyorum.
Coetzee’nin ekonomik kriz konusundaki masum yaklaşımlarına, Paul Auster bıyık altı gülümsüyor gerçi, yine de gölgesiz devam ediyor yazışmalar. Belki, Şimdi ve Burada’nın planlanmış, kitaba dönüşeceği baştan belli mektupları içermesi de dostça görünümü pekiştiriyor...
Seçkin Selvi’nin yetkin çevirisi Şimdi ve Burada’ya ayrı bir tat katmış. Yeri geldiğinde, dipyazı yoluyla bilgilendirmeleri de. Bir kez daha ayırt ettim: Çeviri edebiyatımız değerli Seçkin Selvi’ye ne kadar çok şey borçlu!
Şimdi ve Burada çok hoş bir kitap. Birbirlerine, birbirlerinin yazdıklarına saygılı, sevgicil iki romancıyı öyle kolay kolay bulamayacağımıza göre, özellikle salık veririm.

Thursday, February 14, 2013

‘Romancı’ Melih Cevdet Anday


Anılara dalmak uğruna, şöyle bir karıştırayım dedim, bir kez daha kapılıp gittim. Gerçekten bir ironi başyapıtı ‘Aylaklar’

SELİM İLERİ

‘Şair’ Melih Cevdet’in unutamadığım şiirleri vardır. Unutamadığım şiir çevirileri de. Poe’unun öykülerini Fransızcaya Baudelaire çevirmiş. Bunun bir iyi talih olduğu söylenegelir. Melih Cevdet’in ‘Annabell Lee’ çevirisi olmasaydı, Edgar Allan Poe, Türk okurunca bunca tanınır mıydı, tartışmaya değer. Daha ilk dize, “Senelerce senelerce önceydi”, ikide birde kulaklarımda yankıyıp durur. ‘Garip’le başlayarak, Melih Cevdet’in şiirinde birkaç dönem geçip gitmiş. Bazı dönemlerini yadırgayanlar çıkmış. Aklın, sadece aklın yordamıyla yetinmesini yadırgayanlar. Mitologyadan zaman zaman çokça esinlenmesini de. Beni de çok etkileyen şiiri, galiba, 1981 tarihli “Gelinlik Kızın Ölümü”.
‘Denemeci’ Melih Cevdet’in sadık okuruydum. Ama hemen hep uzağında durarak. Bir ara, bulanık bir tartışmanın içine düştük. Anday beni “Genç Osmanlı aydını” diye sarakaya aldı. Geçmişin, özellikle Osmanlı tarihiyle ilintili geçmişin kesenkes yadsınmasından yanaydı.
Oyun yazarı Melih Cevdet, ‘Mikadonun Çöpleri’yle tiyatromuza eşsiz bir eser armağan etmiştir. Bir de ‘romancı’ Melih Cevdet var. Takma adla yazdıkları, kendi adıyla yazdıkları; Melih Cevdet roman alanında epey emek vermiş. Takma adla yazdıklarının tümü, öyle sanıyorum ki, henüz kitaplaşmadı. Gazete tefrikası halinde kalanlar söz konusu. Melih Cevdet, gazete okurunun isterlerini göz önünde tutarak yazdığı bu romanlarında bile etkileyicidir. 1985 tarihli ‘Aylaklar’ı çok severek okumuştum. Yayımlanışından bir iki yıl sonra okumuştum. Remzi Kitabevi’nin yayınıydı. Ferruh Doğan’ın romanın ironisine eşdeğerde, değerli çizimleriyle bezenmiştir bu ilk basım. Yazık ki sonraki basımlarda bu ‘güzellik’ten -her nedense- yoksun kaldık.
‘Aylaklar’ yenilerde, Everest Yayınları arasında bugünün okurlarına sunuldu. Anılara dalmak uğruna, şöyle bir karıştırayım dedim, bir kez daha kapılıp gittim. Gerçekten bir ironi başyapıtı ‘Aylaklar’. Geçmişin sert hesaplaşması ama, ‘yeni’nin bir türlü özümsenmediğini, yerleşiklik kazanamadığını da dile getirmekten uzak durmamış. Hatta, ‘yeni’ kimileyin trajikomik bir sancı olup çıkıyor.

Eski servet suyunu çekiyor

Erenköyü’nde koca konak. II. Abdülhamit çağından kalma, hep hazır yiyici bir aile. Eski günlerin saltanatı epeydir sona ermiş. Gerçi Leman Hanım’ın konağında sofralar yine kuruluyor, konağa gelip gidenler, daha doğrusu konağın yanaşmaları azımsanacak gibi değil. Ama bir şeyler değişmiş, adamakıllı değişmiş. Eski servet suyunu çekiyor. Kısacası, Erenköyü’nde bu konak, “ İstanbul ’un öyledir bahârı” filan demiyor, diyemiyor. Yahya Kemal’in hatırladığı semt ve zamanla, ‘Aylaklar’ınki karşılaştırılsa, kim bilir neler dökülüp saçılır... Konak, köşk yaşamasının, kalabalık aile geleneğinin bitmeye yazgılı olduğunu duyumsuyoruz. Bugünkü gibi kesenkes bitmemiş. Ne var ki ‘çöküş’ kapıya dayanmış. Melih Cevdet, belki, bir tür, ‘Kiralık Konak’ parodisinin ardına düşmüş. Yakup Kadri’nin içten üzüntüsüne karşılık, gerçekliği serinkanlılıkla, hatta bazen hain bir zekânın eşliğinde kabul ediyor.
‘Aylaklar’ bence edebiyatımızın en güzel romanlarından biri. Ayrıca, perspektif değiştirilerek yazılmış ikinci bölüm, “Muammer’in Günlüğü”, roman sanatı açısından atak bir davranışı sergiliyor. Melih Cevdet Anday’ın eleştirmenlerce en sevilen romanı ‘Raziye’ oldu. Fethi Naci, Rauf Mutluay, Vedat Günyol çok sevmişlerdi. Arada –harikulâde bulduğum- ‘Gizli Emir’ güme gitti. Hâlâ birebir ‘yaşadığımız’ ‘Gizli Emir’. ‘Aylaklar’ ve ‘Gizli Emir’! İkisini de salık veririm.

ANI

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil bu anılacak şey değil
Apansız geliyor aklıma

Neredeyse gün doğacaktı
Herkes gibi kalkacaktınız
Belki daha uykunuz da vardı
Geceniz geliyor aklıma

Sevdiğim çiçek adları gibi
Sevdiğim sokak adları gibi
Bütün sevdiklerimin adları gibi
Adınız geliyor aklıma

Rahat döşeklerin utanması bundan
Öpüşürken bu dalgınlık bundan
Tel örgünün deliğinde buluşan
Parmaklarınız geliyor aklıma

Nice aşklar arkadaşlıklar gördüm
Kahramanlıklar okudum tarihte
Çağımıza yakışan vakur, sade
Davranışınız geliyor aklıma

Bir çift güvercin havalansa
Yanık yanık koksa karanfil
Değil unutulur şey değil
Çaresiz geliyor aklıma.

Melih Cevdet ANDAY

Not:
Julius ve Ethel Rosenberg, 19 Haziran 1953’te, New York’ta idam edildiklerinde, casusluk nedeniyle idam edilen ilk ABD yurttaşları oldular. Suçlu olup olmadıkları uzun süre tartışıldı. Bugün, idamları McCarhty döneminin baskıcı havasına yorulmaktadır.

Wednesday, February 13, 2013

Selim İleri’nin merakla beklenen yeni romanı “Mel’un”



“Sayru! Geri dönemezsin!”
Selim İleri’nin merakla beklenen yeni romanı “Mel’un” mart başında Everest Yayınları’ndan çıkacak. O vakte kadar sabredemeyip romandan tadımlık bir bölümü sizlerle paylaşalım istedik.
Ne kadar sürdü, kaç gün, kaç hafta, kaç mevsim, kaç sene, bilmiyorum. Fakat ıstırap kasırgasından sonra büyük ümitlerle yeniden başlıyorum.
Güzel bir sabah. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüşüyorlar. Kuşların korosunu dinleyerek balkonumda tek başıma oturuyorum ve bu satırları yazıyorum. İnsanın her şeye kırıldığı anlar gelip geçicidir. Benimkiler de işte gelip geçti. Mâzinin yaralarını unutmaya kararlıyım.
Kuşlar hep bir ağızdan ötüşüyorlar, “Evet! Evet!” diyorlar, “Unut artık!”
Çocukken bilhassa hanımların yanımda bağıra çağıra konuştukları kuş dilini bir türlü öğrenememiştim ama, şimdi hakikî kuşların söylediklerini açık seçik tercüme edebiliyorum.
Mesudum.
Asabım bozuk kalktım. Zira yelloz, cesaretimi kırmak için “Bu ‘büyük ümitler’, Charles Dickens’ın Büyük Umutlar’ını çağrıştırıyor” diyecek. Adım gibi biliyorum. Memleketimizde kelimeler, taa Reji İdaresi’nden beri, yabancının tekelindedir.
Ne kadar kayıtsız kalmaya çalışırsam çalışayım, hatta, oradaki umudun bekleyiş olduğunu bilmeme rağmen, yine kaygılar kuşanacağım. Esasen bu sabah kuşlar ötmüyorlar.
Yellozlar ve et kafalı oğlanlar yazdıklarımı boyuna gözetliyorlar. Yayınevleri onlara teslim edilmiş. Alnımın kara yazısı!
Yelloz, tek kaşı kalkık, soracak: Nedir bu yazdıklarınız?!
Hayatımdan hakikî hayat sahneleri.
Kara cahillere Reji İdaresi’ni anlatmak, açıklamak gerekecek.
Dickens (1812-1870), para ve şöhret hırsıyla, ikinci sınıf okurların taleplerini göz ardı etmez; kapısına yapışıp kalmış matbaacılardan talepleri tek tek öğrenmeye çalışır, bu talepler çerçevesinde orta malı şeyler yazardı. Zannım odur ki, bugünün çok satan muharrirleri de aynı metodu uyguluyorlar.
A yelloz! A et kafalı oğlan! Peşinen yanlış tercüme etmişsiniz: Umutla bekleyiş aynı şey değildir. Umutta bekleyiş, beklenti vardır ama, her bekleyiş umutlu değildir. Esasen bütün bekleyişlerim ümitsizdi.
İçim kapkaranlık.
Vaktiyle bu yellozlardan biri bana “Hayatın güler yüzünü yazınız” demişti. Bugünün okuru karanlık, karmaşık metinlerden hoşlanmıyormuş.
Bizde vaftiz ve aforozun olmayışına oldum bittim üzülürüm.
Dün yazdıklarımı okudum; Dickens dolayısıyla ecnebînin yazdıklarına karşı olduğum zannedilebilir. Ecnebînin yazdıklarını bilmez değilim. Hatta, ecnebînin yazdıklarına hayranlığım vardır. Fakat ortalığa düşmüş örneklerden hoşlanmam.
Meselâ hiçbirinin aklına Kızıl Oda gelmez. Bu eser bohem çevrelerin içyüzünü aksettirir. Uzaktan şatafatlı sanatkâr dünyası şimdi mercek altında bütün süflîliğiyle gözler önüne serilmiştir. Fransızca tercümesini bir türlü bulamadım -dilimize çevrilmemiştir-, bu sebeple Kızıl Oda’yı okuyamadım. Bununla birlikte, yazdıklarımda -on binlerce sayfa!- yer yer Kızıl Oda’nın havası eser. Strindberg’in Baba’sı yetip arttı bana.
Ibsen’e zaafımı da saklamam.
Muhsin, Baba’yı Cehennem yapmış. Bizans’ın müesseselerinden başlayarak, hayatımız bir adaptasyonlar silsilesidir.
Muhsin, Heinrich’e beş kuruş telif hakkı ödemeden, Mavi Melek’i -Profesör Unrad- Şehvet Kurbanı yapmıştır. Hoş, Profesör Unrad’ı okuyup okumadığı da meçhuldür.
Öyleyken, edebiyatımız ve sanat hayatımız çalıntılar üzerine kuruludur.
Cahide’yi ilk kez Şehvet Kurbanı’nda gördüm. Gördüm ve seyrettim. Cahide, Muhsin’in yuvasını yıkıyordu.
Defterimin sayfaları çok güzel. Yukarıdakiler ve şimdi yazdıklarımın dışında defterimin sayfaları bomboş. Yazdıkça hepsinin ırzına geçeceğim.
Libidom yüksekti. Hep elimde dolaşırdım.
Benim bütün derdim bir ilâhe düzmekti.
Yellozlar ve et kafalı oğlanlar bu cümleyi beğenecekler: Hızlı, uçuk, porno girizgâh!
Yellozun Dickens’ı kolay yazamazmış. Saçımı başımı yoluyorum diyor. Yazmak için oturuyormuş, hiçbir şey yazamıyormuş. Yazdıklarını yırtıyormuş. Böyle günlerinde kendini sokağa atıyor, geceyarıları Londra’nın sefil mahallelerinde dolaşıyor.
Kaç geceler İstanbul’u öyle köşe bucak dolaştım.
Hepsi geçer Sayru, hepsi geçer!
Bir de şunu ekleyeyim: Yazdıklarımı okudum; vaftiz, aforoz meselesinin anlaşılmayacağını fark ettim. Efendim açıklayayım: Yazar burada yellozun editörlük koltuğuna apar topar oturmuş oturtulmuş olduğunu kast etmekte; oraya oturabilmek için, tıpkı Hıristiyanlıkta olduğu gibi, bir rahibin kabulüne ihtiyaç duymaktadır. Yine aynı şekilde, zorunlu hallerde koltuğun boşaltılması için edebiyat kilisesinin aforozundan medet ummaktadır...
Anlayana sivrisinek saz!
Günlerden pazar. Hava sıcak. Gökyüzü masmavi. Kahvemi balkonda içtim. Mevsim erken geldi. Gerçi sonra bozar.
Pazar günlerinden nefret ederim. Çocukluğumda, erkeklerin çizgili pijamalarını çıkarmadıkları, traşlı suratları, kirli fanilalarıyla gezindikleri, marsık kokulu, lâubâli, iğrenç bir gündü. Erkeklerden gecelik entarisiyle dolaşanlar büsbütün ortalıktan kaybolmamıştı. Kadınlar mutfakta boyuna bir şeyler pişirirler, kızartırlar, kavururlar. Annem leğende sararmış çamaşırları çivitlerdi.
Hamam yakılır, ev hamam otu kokardı. Pazar günlerinin iğrençliği o hamam otu kokusundandır. Kokunun ne kadar müstehcen olduğunu kimseye anlatmadım. Halbuki anlatılmaya değer.
Müstehcen kokuya mutfaktan kabak, patlıcan kızartmasının kokusu karışırdı. Başka ne pişerdi? Kışsa, kıymalı karnabaharın, kapuskanın ağır kokuları.
Cahide pişirmezdi. Cahide’yi puf böreği kızartırken gözümün önüne getiremiyorum. Sarah da herhalde pişirmezdi, omlet, kotlet filan. Tiyatroya yetişecekler. Ah Sarah, büyük aktris!
Tahayyüllerimde Sarah daima Queen Elizabeth’tir.
Hamam otu kullanmaya başladıktan sonra etek tıraşımı daima yarısı traşlı yarısı traşsız bıraktım.
Pazar günleri futbol maçları radyodan naklen verilirdi. Komşulardan gelen maç seslerine büyük matematik âlimi tahammül edemezdi. Derken kavga çıkar; Havva annemle babam her pazar kavga ederlerdi. Büyükannem bizdeyse, uluyarak dualar okur. Sonra dayak faslı başlardı. Dayağı çocuklar yer.
Aynı gün fakat akşamüzeri yazıyorum:
Bir kadeh rakının yanına kirlihanım peyniri iyi giderdi, fakat artık bulunmuyor, fıçı peyniri, dışı küflü. Kirlihanım peynirinin yerine ithal rokfor modası başladı, parası olana.
Balkonda oturuyor, bir kadeh rakımı yudumluyorum.
Pazar akşamlarından hâlâ, ertesi sabah leylî mektebe gidecek bir çocuk kadar korkarım. Pazar gününden, bu evden, dayak faslından kurtulacağıma sevineceğim yerde, annebaba ihtiyacı duyar, bir köşeye siner, büzülüp kalırdım.
Art arda kapanan büyük kapılar, demir kapılar, sireni andırır zil sesleri, geniş ve karanlık koridorlar. İşkenceler avlusu. İstiklâl Marşı’ndan sonra bizi sınıflara tıkarlardı.
Balzac’ın hayatında yatılı okul dönemi bir yıkımdır. Edebiyat, daima edebiyat! Bu sebepten ötürü Honoré de Balzac’la aynı kaderi paylaştığımızı düşünürüm.
Rokforu -alabildiğim zamanlar- tereyağıyla karıştırıp çoğaltıyorum.
Avluda top oynayan çocuklar bağırışıp çağrışıyorlar. Çiçeklerin, tarhların, mermer havuzdaki nilüferlerin ve kurbağaların, tatarcıkların arka bahçesi. Ben daima arka bahçedeyim. Mehtaplı gecede -o zamanlar aysar olduğumu bilmiyordum- yatakhaneden kaçarak, merdivenleri sessizce inip arka bahçeye çıkıyorum. Dolunay gümüş rengi parlıyor. Serin güz gecesi. Rüyalar içinde. Havuz kenarında mermer deniz kızı oturuyor. Ona âşığım; ilk aşk! Ona gerçekten âşıktım. Gümüşî ay ışığında yavaş yavaş yürüyorum. Artık baş başayız! Alnındaki mermer büklümleri gizlice okşardım.
Arka bahçeye bakan mutfaktan kışladakileri andırır aş kokusu geliyor.
Hangi acıyı, hangi kederi yazmam gerektiğini bilmiyorum.
Sonra ses patlıyor: “Sayru! Geri dönemezsin!”

Sunday, February 10, 2013

Ötekileştirilen Ben’den hortlayan ÖTEKİ



Nobakov’un edebiyattaki fikirsizliğine sağlam bir yanıt: Ötekileştirilen Ben’den hortlayan ÖTEKİ – Berivan Kaya

09 Şubat 2013   
Rus asıllı ABD’li yazar ve eleştirmen Vladimir Nabokov, “Öteki Ben, Dostoyevski’nin yazdığı en güzel şeydir.” der. Nobakov’un edebiyat anlayışıyla genel olarak örtüşmesem de, Dostoyevski’nin çoğu eserini okumuş biri olarak bu görüşünü paylaşmaktayım. Nobakov, Gogol üzerine yazdığı incelemesinde, yazara ait eserlerin hiçbir toplumsal ileti veya mesaj kaygısı taşımadığına, örneğin Ölü Canlar’ın, Çarlık Rusya’sının kokuşmuş bürokrasisine, yozlaşmış devlet yönetimine karşı herhangi bir eleştiri içermediğine; yazarın o an içinden geçtiği gibi, öylesine yazdığına değinir. Nobakov, genelde sanata ve edebiyata bakışını yansıtan bu “ideoloji karşıtı” görüşünü Gogol üzerine yazdığı incelemesinde şöyle dile geliyor:
“Elbette sanatın bu en üst noktasında, edebiyatın derdi, mazlumlara acımak yahut zalimleri lanetlemek değildir. Edebiyat şimdi insan ruhunun gizli derinliklerine hitap etmektedir ki, buralarda diğer dünyaların gölgeleri, isimsiz ve sessiz gemilerin gölgeleri misali gelip gider.”
Edebiyatı, toplumsal anlamdan soyarak salt iç dünyanın gizemi haline getirmek, diğer dünyaların birey dünyasıyla olan bağlantısını koparmak; postmodern anlayışın toplumu, bütüncül insancıl görüşlerden, sosyalist tasarımlardan kapitalist tahakkümün tekilliğine gömen saldırısını açıkça gözler önüne seriyor. Sanatın derdi elbette ki mazlumlara acımak değil ama mazlumlardan yana olabilmektir. Çünkü mazlumlar, mağdurlar dünya insanlığının yüzde doksan beşi. Nobakov’un yaşadığı döneme göre bugün sadece sınıfsal bileşim yoksul köylülükten ve küçük esnaftan proleter nüfusa doğru kaydı ama yüzde doksan beşin sömürüsü, eşitsizliği, hak ihlalleri değişmedi, derinleşerek devam etti. Öyleyse sanatın böyle bir derdi olmadığını söylemek sanatın toplumun genelini oluşturan ezilen sınıf ve topluluklar için var olmadığını söylemektir. Geriye ne kalıyor; yüzde beşlik ezen sınıflar… Demek ki Nobakov ve benzeri anlayışta olan ‘elit sanat düşünürleri’ sizler sanatı ezen sınıflar için var etmektesiniz, o yüzden toplumsal düşünceden soyutlayarak ruha ait bir iç gizem derinliği saçmalığına dönüştürmektesiniz.
 Dostoyevski, Gogol’un 1842’de yayımlar yayımlamaz Rus soylu aristokrasisinin, düzen koruyucularının saldırılarına ve baskılarına maruz kaldığı Palto öyküsüne dönük “hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” derken elbette ki gerçekçi edebiyatın düzenle olan eleştirel, çatışmacı özelliğini gözler önüne seriyordu. Nitekim Dostoyevski Palto’nun yayınlanmasından dört yıl sonra Öteki’yi yazacak ve roman içerik ve üslup olarak Palto ile belirgin benzerlikler taşıyacaktı. Öteki, gerçeği bulup ortaya çıkarması, eleştirel, çatışmacı bakış açısı, insanı içine çeken iğneleyici ve mizahi dili, ironi gücü, coşkun ve samimi anlatımı, deyim ve eğretilemedeki zengin kullanımı ile Gogol’un genelde öykü ve romanlarındakine benzer bir farkındalık bilinci ve haz duygusu yaşamamıza izin vermekte.
Nobakov’un gerçekçi edebiyatta, düzene yönelik eleştiri ya da fikri anlamamasının nedeni aslında Nobakov ve sanattaki benzeri “ideoloji düşmanlarının’, gerçekçi duruşun, gerçekliği saptırmadan, abartmadan, tarafsız verebilme özelliğini görmek istemeyişinde yatar. Nobakov’un mesaj veya fikir diye sinirlendiği ve asla olmadığını dile getirdiği ileti aslında gerçekçiliğin bu müdahale edilemez, nesnel kendindenliğidir. Bir gerçekliğin nesnel bir şekilde açıklanması onun oluş biçiminin tarifinden çok öte bir şeydir. Nerede bir gerçekten bahsediyorsanız sadece olgusal ve genelde egemen ideoloji tarafından üstü örtülmüş (çarpıtılmış) bir gerçekten bahsediyorsunuzdur; nerede bir gerçekten sınıfsal, toplumsal, siyasal ve tarihsel ilişkileri ile bütünsel bahsediyorsanız orada gerçeği açıklıyorsunuzdur. Oluşun ya da gerçeğin örtük verilişi, insanda esere dönük sadece duygusal bir özdeşleşme yaratır; üzüntü, hüzün, öfke, sevinç, acıma, gücenme, nefret duyguları gelir gider. Ama oluş, neden ve sonuçlarıyla, toplumsal ve tarihsel karakteristiğiyle ve çelişkisiyle birlikte verilirse aynı zamanda bir düşünce oluşturur. İşte birinci durum oluşun romantik, natüralist, görünen ve ya dışa vurumcu kurgusuyken ikincisi gerçekçi kurgusudur. Birincisi, canlanan duygu durumlarıyla beraber oluşa karşı bir kapılma, durağanlaşma oluştururken diğeri ortaya çıkardığı düşünceyle birlikte farkındalık ve değişimcilik oluşturur. Sanatın anlamı tam da bu değişimciliğin fakat insan ve toplumu ileriye, özgürlüğe (ki sınıflar ortadan kalkmadan özgürlük olmaz) taşıyan devrimci değişimciliğin coşkusal ve estetiksel hazzıdır. Gogol ve Dostoyevski’nin başarısı, son derece yalın bir anlatımla gerçekliğin kendinden sahip olduğu bu düşünceyi ve iletiyi diyalektik akışında göstermiş olmalarındadır. Palto ve Öteki, Nobakov’un algısıyla, iki zavallı devlet memurunun başına gelen kötü olayları edebi kaygıyla anlatan salt lisan fenomenleri yapısında estetik ve üslup başarısı metinler değildir. Maalesef, bizim gibi kurcalayıcılar bir yana herhangi bir okuyucunun bu eserlerdeki insana ve topluma dokunan anlamı görmesi ve heyecan duyması hiç de zor olmamaktadır. Bu notlar ışığında şimdi Öteki romanına dönebiliriz.
Hepimizin içinde bir öteki vardır: Uyumlu olan, toplum içinde kabul gören, verili değer ölçütleriyle kalıplanmış diğer “ben.” Bir bakıma Sigmund Freud’daki egoya, Carl Jung’daki personaya denk düşer. Bu bağlamda Dostoyevski’nin, toplumun alt sınıf insanının sağlıklı birey olma zorluğunu ele alan Öteki romanı, gerçek ben ile bürünmek zorunda kalınan maskeler-toplumsal ahlaki yasa ve değerler- arasında yaşanan gerilimin; ortaya çıkan yabancılaşma ile özbenlik üzerinde gelişen parçalanmışlığın öyküsüdür. Doğal ortamında zararsız olan, temel ihtiyaçlarını kolektif bir çabayla karşılama eylemini öğrenen, kendi halinde yaşayıp gitme eğilimi gösteren insan toplumsal/sınıfsal alanda bencil, çıkarcı, entrikacı, üçkâğıtçı, yalaka, rekabetçi, acımasız bir yabancıya dönüşmeye nasıl zorlanmaktadır? Doğasına ters bir yabancıyla yaşamak hele ki ona dönüşmek, bütünleşmek istemeyen insanın ruhsal yapısını nasıl bir parçalanmışlık beklemektedir?
19. yüzyıl Çarlık Rusyası’nda geçer hikâye. Yedinci dereceden memur Yakov Petroviç Goladkin, bir devlet dairesinde masa şefi yardımcısı olarak çalışmaktadır. Burun bükülmeyecek memuriyet işinin yanı sıra tembel, huysuz, üçkâğıtçı uşağı ile bir apartman katındaki minnacık dairesinde etliye sütlüye karışmadan kendi halinde yaşamaktadır kahramanımız. Görünürde huzurlu bir yaşam süren Goladkin, içinde giderek artmakta olan endişelerin varlığından haberdarıdır ve bunu romanın başında şöyle dile getirir:
“Çok şükür, her şey iyi gidiyor; dedi. Ya aksilik olsun diye suratımda bir sivilce filan çıksaydı, pek kötü olurdu doğrusu. Yok yok, her şey son derece yolunda” (Sf:5 öteki, Varlık yayınları 2004)
Dostoyevski’nın son derece ince bir kurgu ustalığıyla romanın başına oturttuğu, Goladkin’in önemsizmiş gibi görünen bu mizahi endişesi, aslında roman izleğinin bundan sonraki temel nüvesi olarak parçalanma eşiğine gelmiş bir kişilik yapısını deliliğe kadar götürecek olan sürecin habercisidir.
Goladkin sık sık kendini özü sözü aynı, dürüst, çalışkan, erdem sahibi biri olarak tanımlar. Yüksek topluma karışan, davetlerden balolardan eksik olmayan diğer memur ve müdürler gibi düzenbaz, entrikacı, ikiyüzlü asla değildir. Ne var ki erdem sahibi kalmaya çabalarken diğerleri arasında kabul görmemekten; sessiz, sinik bir kişiliğe dönüşmekten, yalnızlaşmaktan dolayı da acı çekmektedir.
Goladkin, iç dünyasında korkunç bir mücadele vererek sonunda, yüksek dereceli, varlıklı memurların düzenlediği bir davete gitmeye karar verir. Bu yağlı tabakanın arasında kabul görmek için eli sıkılığı bir kenara bırakarak yüksek fiyata bir kupa arabası kiralamış, uşağına ve kendine özel kıyafetler satın almış, yüksek sınıfın arasına katılmanın tüm gereklerini yerine getirmiştir. Fakat Goladkin için bu davete katılmak, başka bir kimliğe dönüşmeye zorlanmanın, kendine yabancılaşmayı kabullenmenin kırılma noktasıdır aynı zamanda. Kendisine rağmen başkası olamaya çalışmak, kişiliğindeki parçalanmayı hızlandırarak içine gömdüğü ötekinin hortlamasına neden olacaktır. Bu dönüşümün korkunçluğunu önceden sezen ve bu yüzden kaygıya kapılan Goladkin, davete gitmeden son bir çare olarak doktoruna başvurarak onu rahatsız eden ne varsa anlatmaya koyulur. Çalıştığı dairedeki adam kayırmalardan, entrikalardan yakınır; insanların taktığı maskelerden, yalakalık ve düzenbazlıklarından usanmıştır. Dürüst ve erdem sahibi biri olduğu için de bu sahte yüzlerin arasına karışmak istemediğini, yalnızlığı seçtiğini belirtir. Doktor ısrarla davetlere gitmesini, içki içmesini, kadınlarla ilgilenmesini salık verir; hatta ona deli muamelesi çekip ilaç yazmaya kalkar.
Burada Goladkin’in duygusal tepki ve özdeşleşim yaratan naturasının, zavallılığının yanı sıra asıl olarak bürokrasi ve devlet aygıtının yozlaşmışlığı eleştirel bir bakışla ele alınır. Öyle ki devletteki bu çürümenin gerçekte toplumun diğer üyelerine, insan kavramının en kutsal sayıldığı doktorluk mesleğine dahi nasıl nüfuz ettiğini fark ederiz. Doktor, Goladkin’in hastalığının asıl sebepleri üzerine düşünmez, hatta bunları dile getirdiği için rahatsızlık duyar, çünkü kendi de o yüksek toplumun bir üyesidir; oradan beslenir, para, kariyer, şöhret edinir.

Yedinci dereceden basit memur Goladkin, sonunda yenik düşmüş ve davete gitmiştir. Yine de istemediği bir şeyi yapmanın, istemediği kişi olmanın sıkıntısını yolda giderken kendisini o şık arabanın içinde şık elbiselerle ve şık uşakla görüp şaşıran, alaycı davranan ve az sonra uğradığı bir lokantada rastladığı iki daire arkadaşına şöyle açıklar:
“Evet baylar, şimdiye kadar tanımazdınız beni…
…Bazı insanlar vardır ki, eğri, çapraşık yollardan hoşlanmaz, ancak maskeli balolara gidince maske takarlar. Salonlarda kırıtıp reverans çakmayı kendine gaye edinmeyenler, giydikleri pantolonun kalıp gibi durmasını hayatta en büyük mutluluk saymayan, mutluluğu başka yerlerde arayanlar vardır. Farfaradan, yılışma ve yaltaklanmadan, ama en çok üstüne vazife olmayan şeylere burnunu sokmaktan hoşlanmayanlar da vardır…
….benim kendime göre kurallarım var. Başarısızlığa uğradığım zaman yılmam, başardığım şeye de dört elle sarılırım. Yalnız hiçbir zaman sinsilikle hareket etmem. Entrikacı değilim ve bununla övünmem. Anlayacağınız. Siyaset benim işim değil. (Sf: 23)
Ne var ki Goladkin, dizleri titreyerek heyecan ve ürküntüyle gittiği baloda uşaklarca içeri alınmaz, kovulur. Yüksek dereceden zengin memur Olsufi İvanoviç’in kızı Klara Olsufyevna’nın doğum günü için verilen bir davettir. Çalıştığı dairenin şefi Andrey Filipoviç ve yeğeni Vladimir Semyonoviç’de davetliler arasındadır. Daire şefi, yeğenini torpil yaparak terfi ettirtmiş üstelik Goladkin’in sevdiği Klara ile baş göz etmeye çalışmaktadır. Goladkin onlardan biri olan doktora tüm bu gerçekleri anlattığı için ev sahibesi Olsufi İvonoviç tarafından eve alınması yasaklanır.
Goladkin muhalif kişiliği ile yüksek toplum için bir ÖTEKİ’dir aslında. Dostoyevski, toplum birey sarmalında ‘öteki’ ilişkisini iki yönlü vererek düşünmemizi sağlar. Goladkin’in şu anki erdemli kişiliği; yozlaşmanın, çalmanın çırpmanın, yolsuzluğun kabul gördüğü toplum için kabul edilemezdir. O, genel toplum değerleri açısından bir ötekidir; dışlanır, horlanır, alaya alınır, küçük görülür.
Bu durum, sınıflı toplum gerçeğidir aynı zamanda. Sömürü ve yolsuzluk düzenine ayak uydurmayanlar, rahatsızlık duyanlar dışlanır ötekileştirilir, hatta muhalif olmaya kalkanlar sindirme ve baskıyla bir şekilde etkisizleştirilir. Adam kayırmak, torpil, yağcılık, rüşvet, entrika, dedikodu, ikiyüzlülük sistemin olağan işleyişidir ve merkezden aşağı doğru güçlendirilir; en dürüst, erdemli kişi bile zamanla değişime uğrar, batağa çekilir. Sistem erdemli olmaya çalışan insanı ötekileştirip dışlarken onun içinde çürümeye yüz tutan öteki beni yaratarak onunla özdeşleşir.

Kovulan, aşağılanan Goladkin’in, Öteki Ben’i yaratma süreci böylece başlamış olur. Bu durumu kabullenmeyen ve yara alan Goldkin, bir süre sokaklarda dolaştıktan sonra davet evine yeniden gider. Sahanlıkta ıvır zıvır eşyaların arasına gizlenir, eve dalmak için uygun zamanı kollamaya çalışır. İki saate yakın süre geçer. Başka dünyaların arasına kabul edilmemenin zorluğunu o karanlık soğuk köşede tüm çıplaklığı ile hisseder. İkinci girişimde eve girmeyi, Klara’nın yanına kadar yaklaşmayı başarır, hatta onu dansa kaldırmak için hamle de yapar. Fakat bu kez şatafatlı balo davetlileri, etrafını sararak gülüp kahkaha atarlar; azarlayıp, aşağılarlar; bir köşeye sessizce sinmek isterken bu kez yaka paça dışarı atılır. Bu an Glodkin’in kendini ölmüş, tam anlamıyla bitmiş hissettiği andır, yani hiçleştiği; Öteki’nin ise hortladığı an.
Goladkin davet evinden atıldıktan sonra, soğuk ve yağmurlu havada arkasına bakmadan sürekli koşmaktadır.
“Dışarıdan birisi Yakov Petroviç’in bu kös kös, acıklı tırısını görse onun o anda duyduğu acıyı, koşmasının da doğrudan doğruya kendinden kaçma olduğunu anlardı.” Sf: 39
Öteki, tükenişi hissettiği o soğuk gecede birdenbire Goladkin’in karşısına çıkıvermiştir. Fiziki benzerlik olarak Goladkin’in tıpatıp aynısıdır. Üzerindeki palto, şapka bile aynıdır. Büyük bir şaşkınlık ve korku yaşayan Goladkin heyecanla eve koştuğunda adamın kendi evine girdiğini, yatak odasında karyolasına oturduğunu görecektir. Aslında Öteki, Goladkin’in dönüşmekte olduğu yeni kişiden başkası değildir.
“Esrarlı adam da Yakov Petroviç gibi paltosunu, şapkasını çıkarmadan karyolanın kenarına oturmuş, gözlerini kısarak hafifçe gülümsüyor, Goladkin’e hafifçe başını sallıyordu. Goladkin bağırmak istedi-sesi çıkmadı. Bir şeyler yapmak, karşı gelmek gereğini anlıyor ama yapamıyordu. Saçlarının başında dikleştiğini hissetti ve olduğu yerde kendini kaybetti. Yol arkadaşını tanımıştı: Bu adam kendisi, yani Yakov Petroviç Goladkin’den başkası değildi!”sf:44
Ama Dostoyevski, Öteki’ni ayrı bir kişiye dönüştürerek hem gerçek hem de gerçek üstü bir kahraman olarak vermeyi seçecek, aslında bireyin toplumla-düzenle olan paradoksunu, deliliğe götüren dış ve iç çatışmasını gösterecektir.

Goladkin ertesi gün işe geldiğinde benzerinin hemen yanındaki masada oturduğunu görür. İşe alınmıştır. Ekselans’ın, yani genel müdürün torpillisidir. Öteki’nin adı bile kendi ismiyle aynıdır: Yakov Petroviç Goladkin. Her şeyiyle eşi olan bu tuhaf kişiye iş yerinde kimse şaşkınlık göstermez, akıl almaz bu benzerliği hiç mi hiç önemsemezler, sanki farkında değillerdir olanların. Aslında yeni Goladkin ya da Öteki onlardan biridir ve bu yüzden olağan karşılanmış, hatta kucaklanmıştır. Goladkin dürüst, erdemli kişiliği ile toplumdan itilirken, göz önünden uzaklaştırılırken, Öteki tüm düzenbazlığı, üçkâğıtçılığı ile toplumun çürümüş hücrelerine yağ gibi katışmaktadır.
Goladkin benzerinin, kendisini yok etme sürecini adım adım gözleyecektir. Öteki kendisinin tersine canlı, konuşkan, neşeli, esprili biridir; herkesle kolayca samimi olabilmektedir. Girdiği ortamda ilgi odağı olmayı, insanları neşelendirmeyi becerir. Bir o kadar da sinsi, kurnaz, kalleş, yalaka ve entrikacıdır. Daire şefi Andrey Filipoviç’e kendini sevdirir. Goladkin’in yaptığı işlere el koyarak Ekselans’ın gözüne girmeyi başarır; Goladkin bir kerecik olsun bile Ekselans’la görüşemezken o rahatça yanına girip çıkar, onun bazı özel işleri için görevlendirilir. Yıllardır hizmetinde olduğu masa şefi Anton Antonoviç, Goladkin’den uzaklaşıp Öteki ile yakınlaşır. Kademeli kademesiz tüm memurlar ona soğuk davranırken, ciddiye almazlarken Öteki Goladkin ile can ciğer kuzu sarması olmuşlardır. İyi arkadaşı saydığı Vahrameyev saf değiştirir, hatta hırsız uşağı bile onu terk eder. Sahtekâr benzer bununla da kalmaz her fırsatta Goladkin’i toplum içinde aşağılamaya, gülünç duruma düşürmeye çalışır, gittiği lokantalarda benzerlikten faydalanıp hesapları Goladkin’e ödetir. Goladkin bu durumdan kurtulmak için çareler arar. Önce uzlaşma yolunu dener; başarısız olunca mücadeleye girişir fakat sık sık karasızlığa ve cesaretsizliğe düşer. Müdürlere, Öteki’nin sahteliğini açıklamaya çalışır, ekselansla görüşmeye çabalar; fakat kimse ona inanmak istemez hatta önemsemez. Dahası, Öteki Ekselans’ın özel hizmetine terfi edilirken Goladkin’in en çok korktuğu şey başına gelir; işten atılır.
Glodkin’in benzerinin sahtekârlığını açıklama yönündeki tüm çabaları, Öteki’nin, ‘yozlaşmış toplum’ içindeki varlığını daha da güçlendirmeye yaramıştır. Bu adım adım deliliğe evrilen süreçte Goladkin sürekli yenilgiler yaşasa da, teslim olmak yerine hep mücadele etmeyi seçecektir. Ekselans’a yalvaracak noktaya geldiğinde bile erdemlerinden, değerlerinden vazgeçmez ve Ekselans’a akıl vermekten geri durmaz.
“-Söylemek istediğim şey, Ekselans… durum bu merkezde yani… diye başladı. Zamanımızda sahtekârlık geçer akçe değil. Aksini düşünenler aldanır…

… Yakov Petroviç bir adım daha ilerledi, kesin bir el işaretiyle korkudan dertop olmuş menhus benzerini gösterdi:
-İşte bu adam alçağın, ahlaksısın biridir Ekselans.” (Sf:128)

Goladkin, bürokrasinin en yukarısında yer alan general rütbesinde, genel müdür konumundaki Ekselans’a muhteşem malikânesinde en sonunda ulaşmayı başarmış ve yüzüne, benzerinin bir sahtekâr olduğunu haykırmıştır. Bu haykırış aynı zamanda, iç coşkusuyla, kendinden dürüstlüğüyle yaşamaya çalışan alt sınıf insanın, yozlaşmış devlet erkine attığı belirgin bir tokattır. Sistem sıradan insandan dürüstlüğü, erdemleri bir kenara atıp bir yabancıya dönüşmesini istemiş, Goladkin direnmiş; sistem bu kez Goladkin’i itmiş, önemsizleştirmiş, ötekileştirmiş, onun içinden yozlaşmış bir öteki çıkarmaya çalışmış, sonunda kişiliği parçalamıştır. Bu süreç aslında modern burjuva toplumlarda çok yakından tanık olduğumuz bugün misliyle yaşadığımız süreçlerdir. İngiliz yazar ve kuramcı Mark Fisher, Kapitalist Gerçeklik kitabında insanın bugünkü neoliberal kapitalist dünya içindeki sıkışmasını, yabancılaşmasını; depresyon, şizofreni gibi psikozların bu sıkışmanın ve siyasi sorumluluğun ürünü olduğunu dile getirir. Yozlaşmış toplumun Goladkin’i ötekileştirirken, onun içinden yarattığı diğer Öteki ile bütünleşme paradoksu, Goladkin’i deliliğe götüren süreçtir.

Nobakov’un edebiyatı anlamsızlaştırma, fikirden soyundurma, dil anlatım estetiğinin sınırlarına hapsetme çabalarının aksine, Dostoyevski’nin ortaya koyduğu gerçeği çözümleme becerisi; toplumsal, sınıfsal ilişkilere dayandırılan bir ruhsal çatışmayı derin bir şeklide yansıtmayı başarıyor. Dostoyevski bize öteki olmanın, yabancılaşmanın veya direnerek kendin kalmanın süreçlerini, salt bireyin iç dünyasının dışa vurumu anlamsızlığına bırakmayıp toplumsal, siyasal, sistemsel ilişliler içerisinde anlamlandırma boyutuna yükseltgemiştir.

Berivan Kaya
 (Bu yazı Berfin&Bahar Dergisi Ocak 2013 sayısında yayımlandı.)

Yararlanılan kaynaklar:
Öteki: Dostoyevski-Varlık; Analitik Psikoloji: Carl Gustav Jung-Payel; Kapitalist Gerçeklik: Mark Fisher-Habitus; Gerçekçilik Yeniden: Yılmaz Onay-Yordam; Nikolay Gogol: Vladimir Nobakov-İletişim; Edebiyat Eleştirisi: Terry Eaglaton-İletişim