Thursday, April 5, 2012

Karşıdevrimciler

ERGİN YILDIZOĞLU'NUN KARŞIDEVRİMCİLER ÜZERİNE CUMHURİYET KİTAP'TA ÇIKAN YAZISI
 “Karşıdevrimciler”(*)

Kaan Arslanoğlu’nun Nisan ayında yayımlanan Karşıdevrimciler başlıklı romanı, ilginç bir tarihsel ana, bu anın içinde yeniden patlak veren bir ideolojik kültürel mücadeleye denk geldi; hem de bir edebiyat yapıtına yakışır bir biçimde taraf olarak…

Bu yıl “1968 olayı”nın 40. Yıl dönümü dünyada daha önce hemen hiç görülmeyen bir ilgi, heves ve aynı zamanda kimi çevrelerde de büyük bir nefretle anılıyor. Bu “durum” bir rastlantı değil. “1968 olayı” söner, onunla yükselen devrimci dalga geri çekilirken, oluşan toplumsal şekillenmenin, ki ben bu şekillenmeyi tanımlarken “restorasyon” kavramını kullanmanın anlamlı olacağını düşünüyorum, yarattığı ekonomik, ideolojik hatta kültürel biçimler, yeni kimlikler, son yıllarda, giderek ve hızlanan bir biçimde etkinliklerini yitiriyorlar. Bu bağlamda bütünsel bir krizden, daha doğrusu kapitalizmin yapısal krizinin yine “bütünsel” (tüm çelişkilerin birden keskinleşmeye başladığı) bir tarihsel an yaratmaya başladığından söz edilebilir.

Bu “bütünsel” an içinde, Zizek’in bir deyimini ödünç alırsak, “sembolik sistemin verimliliğini” kaybetmeye, yeni anlam arayışlarının gündeme gelmeye başladığı söylenebilir. İşte “1968 olayı”na ilişkin bu canlı ilgi ve nefretin nedenlerini bu verimlilik kaybında aramak gerekiyor.

“1968 olayı” olarak bilinen kabaca 1967-73 arasını kapsayan dönemde Avrupa’dan Amerika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, hatta Çin’e kadar, aydınlar, öğrenciler işçiler, birden bire, “yaşam dünyalarıyla” daha önce görülmeyen yoğunlukta ilgilenmeye, toplumsal yapıyı, verili sembolik verimliği, kurumları davranış biçimlerini ve vaat edilen gelecek “projelerini” sorgulamaya başladılar. Türkiye’de bu süreç bir askeri darbeyle kesintiye uğratılmaya çalışılmış olsa da 1970’lerin sonuna kadar devam etti, ancak ikinci ve çok daha şiddetli bir askeri darbeyle kesilebildi.

İnsanlar, bu sorgulama içinde toplumla, birbirleriyle yeni ilişkiler kurdular, yeni kurumlar, yeni söylemler, anlamlar oluşturdular, eleştirel teoriyi, insanlık kültürünün sınıfsal ilişkilere karşı mücadele geleneğini yeniden canlandırdılar.

Alain Badiou’nun son yıllarda giderek daha fazla ilgi çekmeye başlayan teorik ürünlerinin[[1]] ışığında yaklaştığımızda, “1968 olayı”nın, “yapı içinde” birden bire patlak verdiğini, bu patlamaya ait yeni bir “hakikati”, bu “hakikatin” de kendi öznesini yarattığını görebiliyoruz.
Bir başka açıdan yaklaşıldığında, olayın, “1968 olayı”nın, yapıya ait çok sayıda pasif bireyi aniden, hiç beklenmedik bir biçimde ve şiddetle yapıdan kopararak yeni “öznelere” dönüştürdüğünü de söyleyebiliriz. Bu yeni “doğan” özneler, yeni doğan “hakikate” sadakat beyan eden özneler olacaktı kaçınılmaz olarak.

“1968 olayı”, her “olay” gibi bitti. Ama yarattığı özneler tarih sahnesinde, bu sadakat ve sorumlukla yapıya karşı mücadeleye, diğer bir değişle sözcüğün gerçek anlamıyla siyaset (siyaset ancak yapıya karşı yapılır) yapmaya devam ettiler. Olaya baştan karşı olanlar da olayın toplumsal bellekte ve kurumlarda bıraktığı izlere ve bu öznelerin siyasi projelerine karşı direnmeye devam ettiler.

Ancak kısa sürede bir üçüncü kategorinin de oluşmaya başladığına şahit olduk. Bu kategoriyi giderek olayın gündeme getirdiği ya da yeniden canlandırdığı siyasi projeyi yadsımaya, ondan uzaklaşmaya, giderek de yapının içine geri dönerek özne olmaktan vazgeçmeye, hatta olaya karşı başından beri mücadele eden kesime katılmaya başlayanlar oluşturuyordu.

Bu “yapıya dönüş”, tam da Matrix filminde, yapıya (Matrix’e) karşı mücadelenin sıkıntılarına, tehlikelerine, özne olmanın tüm sorumluklarıyla sürekli, karar vermek durumunda kalmanın basıncına, Mobious’un deyimiyle, “gerçeğin çölüne” dayanamayarak, Matrix’e geri dönmeyi seçen Cypher’nin tutumunu andırıyordu. Ama Matrix’in rüya alemine, “iyi bir noktadan”, bedensel hazlarını tatmin edebilecek bir koşulda geri dönebilmek için ödenecek bir fiyat olacaktı, doğal olarak: “Hakikate” ihanet!

“İhanet”, bunun için de, “etkin” özneden, “pasif” bireye dönüşmeyi başarmak, ilk anda sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Maurice Blanchot’un işaret ettiği gibi en zor olan bireyin fiziksel intiharı, biyolojik varlığına son vermesi değil, kendini öldürmesi değil, öznel intiharıdır: Kimliğini silerek bir yenisini edinmek. Bu uzun ve ağrılı bir süreçtir. Bireyi eski kimliğini terk ettikten sonra, yenisini kurabilmek için, hem kendine sembolik evren içinde yeni bir yer bulması, hem de hayali (imaginary) olanda, kendini yeniden belli bir tutarlılıkta oluşturması, gerekir. Diğer bir değişle, yeni biresy, yeni bir sadakat nesnesi (otorite merkezi vb..) bulmalıdır kendine…
Kaan Arslanoğlu’nun Karşıdevrimciler başlıklı çalışması, Matrix’e geri dönenlerin, toplumda yeni bir yer bulma ve sadakatlerini yeniden kurgulama, kendilerini yeniden hayal etme süreçlerini, kendilerine anlattıkları hikayeleri bir psikoloğun, mesafeli soğukluğuyla, diğer bir değişle başarıyla irdeliyor.

Karşıdevrimciler, ilginç, çözümleme sürecini geriye atmayan ama okuyucunun da ilgisini çekmeye devam edecek kıvamda bir gerginliği kitabın sonuna kadar koruyabilen, titizlikle inşa edilmiş bir izlek üzerine kurulmuş. Arslanoğlu’nun, duru ve minimalist sayılabilecek anlatısı okuyucunun, kendine sunulan karmaşık psikolojik denklemleri, örneğin ana karakterin yaşadığı radikal ve bilerek seçtiği kimlik değişimini izleyebilmesini ve çözümüne bizzat katılmasını kolaylaştırmış.

Kaan Arslanoğlu’nun, “1968 olayına” sadakatini korumaya devam ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle, bu sadakati terk ederek, yapıya dönenlere, ilişkin, her ne kadar “karşı devrimci” sıfatını (son derecede haklı gerekçelerle) kullanmasına karşın, neredeyse empati derecesine ulaşabilen bir anlama çabasıyla yaklaşmayı başarması, bu karakterlerin yaşadıkları, yaşamaya devam ettikleri sürecin ne kadar acılı, hatta trajik bir dönüşüm olduğunu bir an bile unutmaması bence özellikle önemli. Bu acılı sürecin en önemli yanı da, “olayı” unutarak yapıya dönmeye karar vermiş olanın ne yaparsa yapsın, olayın izlerini tümüyle silmeyi başaramaması ve başaramayacak olmasıdır. Bunu, silinemeyen izin sürekli bastırılmasının, yaşamın her anında çeşitli semptomlarla geri gelmesinden görebiliyoruz.

Öznenin “yapıya” geri dönerken yaşadığı intihar sürecini, “yapıda” kendine yer edinme yollarını, yapının bu tür intiharları kolaylaştıracak, maddi manevi ve finansal destek mekanizmalarını da, Karşıdevrimciler bize oldukça ayrıntılı bir biçimde gösteriyor. Bu anlamda Kaan Arslanoğlu’unun deyim yerindeyse dersini iyi çalışmış olduğunu söyleyebiliriz.

Ama bence Kaan Arslanoğlu bu çalışmada bir şeyi daha göstermeyi başarıyla gerçekleştiriyor. Bir kere, “olaya” sadakat terk edildikten, “yapıya” karşı eleştirel duruş ortadan kalktıktan sonra, demokrasi, bireysel özgürlükler gibi kavramlar, “toplumsal kurtuluş” aracı olmaktan çıkıp, düzenin en büyük, en yaygın adaletsizliklerinin gizlenmesinin, sürdürülmesinin aracı haline geliyorlar. O zaman da, kendimizi, adeta Orwell’in 1984’ünün, yalanlardan oluşmuş, her kavramın tam tersi bir anlam taşıyan dünyasını andıran, bir sembolik evren içinde buluyoruz.
“Karşı devrimciler” bir sanat yapıtı olarak, bu kabusun dünyasına ışık tutmayı başarıyor, yapıya karşı eleştirel mesafesini koruyarak toplumsal işlevini yerine getirmiş oluyor.

Tüm bu güçlü yanlarına karşın, Olaya sadık kalanlar, devrimciler söz konusu olduğunda, kurgulanan karakterlerin, Türkiye solunun, tipik değil, azınlığını oluşturan, sektler, dar çevreler ve tüm siyasi faliyetlerini polisle ölümcükl bir köşe kapmaca oyununa indirmiş kesiminden seçilmiş olması, “Karşıdevrimciler”in bence en zayıf yanını oluşturuyor. Çünkü, “devrimciler” özne olarak kalmayı, “gerçeğin çölünde” yaşamayı seçenler, bir kez izlek içinde okuyucuya sunulduktan sonra, ister istemez, son tahlilde yapıya dönenlerin anlaşılmasında önemli bir işlev üstlenmek durumunda kalıyorlar. Seçilen örneklerin bu anlaşılma sürecini, Kaan Arslanoğlu’nun tüm ayrıntılı gözlemlerine ve dikkatli çözümlemelerine karşın kimi zaman aksattığını düşünüyorum.

Sonuç olarak, Karşı devrimciler, “1968” olayının sonrasına ve “özne” olmaktan, yapıya, pasif birey olmaya geri dönüş süreçlerine ilişkin, duyarlı, dikkatli, esas olarak da başarılı bir çalışma.
“Karşıdevrimciler”in, okuyucusuna, salt “dönenlerin” zaaflarını, bu zaafları kendilerinden gizleme stratejilerini değil, bizzat kendi zaaflarını ve özlemlerini de anlayabilmek, buna karşılık, bir ahlak dersindeymiş hissine kapılmadan bunlarla, karşılaşabilmek açısından yardımcı olabileceğini de düşünüyorum.

[1] Alain Badiou, L’Etre et Evenement, Edition du Seuil, 1988, (Being and Even, 2005) Continuum; Le Siecle, Edition du Seuil, 2005 (The Century, Polity Press 2007)

[*]Kaan Arslanoğlu, Karşıdevrimciler, İthaki yayınları, Nisan 2008

TURGAY FİŞEKÇİ'NİN Cumhuriyet'teki YAZISI
KARŞIDEVRİMCİLER
 
Kaan Arslanoğlu 1980 sonrası toplumsal hayatımızı edebiyata taşıyan -Oya Baydar’la birlikte- önde gelen iki isimden biri. “Karşıdevrimciler” (İthaki Yayınları), 1988’de yayımlanan ilk romanı “Devrimciler”den bugüne onuncu romanı.

Yirmi yılda on roman. Her iki yılda bir yeni roman yazmış Arslanoğlu. Arada yine ülkemizin geçirdiği büyük sarsıntıların toplumsal ve insani dünyaları nasıl etkileyip değiştirdiği üzerine yazdığı düşünce kitapları da var.

Kaan Arslanoğlu, geleneksel bir çizgide, bir hikâye anlatmak için roman yazmıyor; eski deyimle “tezli roman” denilen, bir düşünceyi savunmak, açıklamak, okurlara iletmek için yazıyor.

Nedir Kaan Arslanoğlu’nun romanlarındaki tez?

Kaba bir tanımlamaya gidebilmek güç. Ama şunu söyleyebiliriz: 1980’den bugüne ülkemiz ve dünya yeni bir döneme girdi. Bu dönem insanoğlu için de, onun üzerinde yaşama alanı bulduğu yerküremiz için de pek olumlu bir süreç değil. İnanılmaz boyuttaki bilimsel ve teknolojik gelişimlere karşın, insanlığın düşüncede ve pratikteki olumlu birikimlerinin yok sayıldığı; daha vahşi, yok edici bir dünya düzenine ulaşıldı. Bu acımasızlığın geldiği noktada ise insan soyunun da, yerkürenin de varlığı tehlikede.

“Kuşbakışı“, “Yoldaki İşaretler” ve geçen yıl yayımlanan “Sessizlik Kuleleri -2084-” bu sorunlara küresel ölçekte yaklaşan romanlardı.

“Karşıdevrimciler”, ülkemizin bugününde hemen her gün türlü gazetede yazılarını okuduğumuz, akşamları televizyon kanallarında karşımıza çıkan günümüz “aydın”larının yaşamlarından kesitler getiriyor. Kimileri üniversitede öğretim üyesi olmuştur, kimi parti başkanı, kimi türlü vakıfların yöneticisi.

1980 darbesinin cezaevlerine, işkence odalarına, yurtdışı sürgünlere gönderdiği, arkalarında öldürülmüş, sakat bırakılmış yakınlar, arkadaşlar bırakan aydınlar, bu derin yenilginin intikamını alır gibi, yıllar içinde sol görüşlü ama iktidar çevreleriyle içli dışlı “liberal”lere dönüşmüşlerdir.

“Değiştiremiyorsak düzeni, bu kadar mı kulu kölesi kesilmek lazım?”

Üstelik artık “oyun” küresel ölçektedir. Küresel güçler, her şey gibi insanları, düşünceleri, siyasal oluşumları da kendilerinin bile sezemeyeceği inceliklerle alıp satmakta, süreci istedikleri gibi yönlendirmekte hiç zorlanmamaktadırlar.

“Karşıdevrimciler”de karşımıza çıkan “devrimciler” işte böylesi bireylerdir.

Kaan Arslanoğlu, yalnızca roman yazmış olmak için roman yazmıyor. Onun derdi başka. Toplumumuzun, insanlığın içinde bulunduğu çıkmaz yola, insani bir çıkış yolu gösterebilmek. Bunun için temel araçlardan biri de yalansız olabilmek. İçine gömüldüğümüz, kuşatıldığımız, inandırıldığımız yalanlardan kurtulmak.

Bunun için sorgulayıcı, ufuk açıcı düşünceler koyuyor okurun önüne. Gerçek diye bildiğimiz şeylerin başka yüzleri olabileceğini gösteriyor.

Tezli romanlar yazması, örnekleri edebiyatımızda çok görülen, düşünceye boğulmuş, zor okunan metinler ortaya çıkarmıyor. “Karşıdevrimciler”, ilginç olay örgüsü, birbiri içine geçen ajanlık, cinayetler, kayıplar vb. ögelerle kolay okunan, sürükleyici bir roman.

Ama Kaan Arslanoğlu’nun asıl önemli yanı, günümüzde söylenmeyeni söylemesi, dillendirilmeyeni dillendirmesi. Önümüze, yaşadığımız günleri sorgulamamızı sağlayacak pencereler açması.

Bu özelliği, onu günümüz edebiyatında benzersiz bir konuma yükseltiyor.
  

SERPİL GÜLGUN

DEVRİMİN “CEMAZİYELEVVEL”İ

Lenin dirilip gelse ne yapardı? Hikmet Kıvılcımlı Nazım Hikmet’e neden kızardı? Kaan Arslanoğlu, son kitabında hem bu soruları tartışıyor, hem de psikiyatriyi, felsefeyi ve genetiği harmanlayarak siyasete, sola ve tarihe bakıyor.

Kaan Arslanoğlu, Türkiye Komünist Partisi’nin efsane karakterlerinden Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın adını ilk kez 12 yaşındayken gazetelerden okumuş. Kaan Arslanoğlu, 1959 doğumlu olduğuna göre, tarih, 1971. Gazetelerden okuduğu ve çevresinden duyduklarına göre, gençleri silahlı eylemlere kışkırtıp sonra da sınır ötesine tüyen, aldatılarak ölüme sürüklenen solcu gençlerin kanına giren bir adam Kıvılcımlı. Gazetelerle, çevrenin dili böyle olduğuna göre 12 Mart günlerinde Türkiye. Kemal Tahir yaşıyor. Ama Orhan Kemal öleli bir yıl olmuş. Tanpınar öleli ise, 9 yıl. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü anan yok. Buna karşın “İnce Memed” rüzgarı hala durmamış. “Anayurt Oteli’nin yayımlanmasına iki, Yusuf Atılgan’ın Hacırahmanlı köyünden İstanbul’a taşınmasına daha beş yıl var. “Parasız Yatılı” yayınlanmış. “Tutunamayanlar” da.

Hayır, böyle bir edebiyat okuması yapmıyor Kaan Arslanoğlu.
Çünkü bu kitabın konusu edebiyat değil. Sol. Söz bir ara Nazım Hikmet’in şiirine gelse de rahatlıkla diyebiliriz ki “Evrimsel Açıdan Devrim” Kaan Arslanoğlu’nun bugüne kadar yayımlanmış en politik kitabı. Dolayısıyla, bu yanıyla politikayla, ama tabii, sol cenahtaki politikayla yakından ilgili okura çok şey söyleyecektir. 12 Mart’ı ya da 12 Eylül’ü bizzat yaşadıysanız ya da diyelim ki o dönemleri merak eden genç bir okursanız kitabın 1. bölümünü oluşturan, “Hikmet Kıvılcımlı’yı Anlamak”, fazlasıyla ilginizi çekecektir. Bu biir. Yalnız hemen uyaralım: Beş ana bölümden oluşan “Evrimsel Açıdan Devrim”, bir nostalji kitabı değil. Yani, hem geçmişi yadedeyim, hem de hisleneyim olayı yok! Bu da ikii.

Evet, Kaan Arslanoğlu, geçmişe, üstelik de sadece yakın geçmişe, 12 Mart ya da 12 Eylül’e değil, daha uzağa, Nazım Hikmet’li yıllara, 1940’lar Türkiye’sine gidiyor. Okurunu, komünistler, işkenceler, dönemin meşhur polisi Parmaksız Hamdi, Nazım Hikmet, ihanetler derken tek parti diktasının atmosferini başarıyla hissettiriyor. Fakat bunu duygulanımlar boyutunda değil, tarihsel bir zeminde oturtarak, verilerden, notlardan yola çıkarak yapıyor. Peki, didaktik mi bunu yaparken? Değil. “Politik Psikiyatri’de ya da kendi okurunun alışık çizgiye yakın bir üslupta, mümkün olduğu kadar anlatılanı sadeleştirerek, okuruyla doğrudan iletişime geçer bir üslupla yapıyor.

Arslanoğlu, siyaseten doğrucu bir yazar değil. Olmadığı gibi aykırı, hatta, ilk anda, özellikle alt bir okuma yapmazsanız ya da sonraki cümlelere bakmazsanız, provokatif gibi algılanabilecek cümleler (örnekse: “İnsan hakkı kavramını burjuva bir değer yargısı olarak sürekli küçümseyen biri olan ben..”) de kuran bir yazar. Üstelik de, bunu kendi cenahına ve ‘kutsal’larına (örnekse: Stalin’e, Stalinistlere ve anti-Stalinist’lere aynı anda karşı çıkarak) da rahatlıkla yöneltebilen bir yazar. Doğrusu bu ya, bu da, onu tıpkı Cemil Meriç gibi iki dünyada da yalnız bırakan bir etmen.

BUGÜNÜN İKLİMİ

Köylünün sefaleti. İşçinin direnişi. Küçük aydının bunalımı. Nasıl 1960’larla 1970’lerin edebiyatına ve sanatına nüfuz etti ve damgasını vurduysa, bugünkü iklim de dille oynamayana, ‘şiire’ yakın metinler yazmayana, ‘masalsı’ atmosferler yaratmayana, sırf anlatmak için anlatmayana, ‘yeni roman’ın örneklerini vermeyene mesafeli. Bunun sonucunda da görmezci, yok sayıcı. Eh, bu anlamda da değişen bir şey yok.

“Evrim Açısından Devrim”e gelince, görünen o ki, Kaan Arslanoğlu, bu kitabında da dilediği kadar günümüzün en parlak felsefecileri, (ki bu arada ikisi de Marksistler) Zizek’le Karatani’nin ya da Althusser (evet, şu karısını boğan ‘deli filozof’) üzerinden Marksizmi, Stalin’i tartışsa da, Lenin’i günümüze getirse de, psikiyatri bağlamında Lacan ve Derrida’yla konu alsa da, (bilim kurgu yazan genç birkaç yazarı saymazsak) ya da insan doğasına, zekasına ve genetiğe kafa yorsa da, ekonomiyi tartışsa da, 3. tekilin Tanrısal gücüyle konuşmadığı, dahası, meseleyi mümkün olduğunca sadeleştirerek anlattığı ve anlaşılır olduğu müddetçe kabul görmeyecek. Bu da iki kere iki dört!
 
ALINTI

Tuesday, April 3, 2012

Bu Kâbuslar Neden Cemil?

Bu Kâbuslar Neden Cemil?
Yeşilçam’da Erkeklik ve Mazlumluk
 

Popüler sinema her zaman kolektif arzu ve kaygıları seslendiren imgelerle doludur. Bu Yeşilçam için de geçerli. 70'li yılların Yeşilçam filmlerinde yer bulan imgeler de çoğu zaman modernleşmenin ve kapitalizmin sonuçlarına bağlı kolektif huzursuzluk, kaygı ve arzulara tercüman olmuşlardır. Kuşkusuz farklı biçimlerde. Dönemin Yeşilçam filmlerinde birçok farklı ses birlikte işitilir. Bunlardan biri güç ve intikam peşindeki saldırgan bir erkeğin sesidir. Hesap soran, başkalarına haddini bildirmek isteyen, her şeyi kontrol etmeyi arzulayan, bu arzusunun karşısına dikilen her tür engeli sınırsız bir şiddet kullanarak ortadan kaldıran bir erkeğin sesidir bu.


       Bu Kâbuslar Neden Cemil? bu sesi, bu sesin işitildiği erkek filmlerini konu alıyor. İki temel soru var: İlki, ne oldu da, Yeşilçam'ın hep anadili olmuş olan melodramın sesi, 70'lerle birlikte eril bir sese teslim oldu? Kolektif kaygıyı yatıştırmakta sıklıkla başvurulan Kurtarıcı Kahraman figürünün erkekliğin korkularıyla ilişkisini nasıl anlamalıyız? Diğeri, Türkiye'nin aynı dönemde yaşadığı siyasi, kültürel ve toplumsal hareketlenmenin Yeşilçamdaki izdüşümünü erkek filmlerinde nasıl kaydedebiliriz? 
       Baba, oğul, koca, sevgili olarak erkek — ezik ya da kahraman, polis ya da militan, patron ya da işçi, adil ya da değil, Türkiye erkekliğinin hallerinin, popüler sinema üzerinden ne denli başarıyla okunabileceğini kanıtlıyor bu kitap.


Kemal Varol, “Ulusun arzusu, erkeğin kâbusu”, Radikal Kitap Eki, 28 Ekim 2005


Hepimizin hafızasında mutlak yer edinmiştir: Kabadayı-baba, kanun adamı-komiser, müteahhit-işadamı olarak karşımıza çıkan kimi 'tipik' Yeşilçam kahramanları, tövbe edip silahlarını (iktidar araçlarını) savcı-polis kardeşlerine, sevgilililerine ya da geride bıraktıkları 'mücadele arkadaşlarına' teslim ederek tam da evlerine, dua ederek oğlunun bu 'kirli dünyadan' dönüşünü bekleyen annelerine ya da deniz kıyısında yol gözleyen sevgililerine kavuşacakken filmin 'kötü' adamı tarafından 'gaddarca' öldürülürler. Bu filmler, kavuşmanın imkânsızlığını, arzunun hep orada durduğunu ama ulaşmanın da mümkün olmadığını, 'kötüler' dünyasında yalnızca güç ve iktidarla ayakta kalınabileceğini fısıldarlar bize. Birçoğu 70'ler Türkiye'sinde çekilen bu türden filmler, kimi farklı özellikler taşımakla beraber, dönemin hâkim ruhunu taşımaları açısından gizli bir öneme sahipler. Ama ne yazık ki 70'ler Türkiye'sine yeterince önem atfedilmediği, bu dönem ürünlerinin dönemin ruhunu anlamak açısından yeterince incelenmediği de bir gerçek.
       Ancak, bugün durduğumuz noktadan 70'ler Türkiye'sinin hâlâ bir 'anlama' muhtaç olarak göründüğünü, bu yüzden, sınırlı olmakla birlikte söz konusu dönemin bazı yazarlar için hâlâ bir çekim alanı olduğunu da belirtmek gerek. Murat Belge'nin çeşitli alanlarla ilgili çalışmaları, Nurdan Gürbilek'in 70'ler Türkiye'si ile edebiyat arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye davet ettiği denemeleri, Meral Özbek'in, Orhan Gencebay bağlamında ele aldığı 'arabesk' müzikle ilgili incelemeleri, söz konusu dönemi aydınlatma ve bu dönemin 80'lere olan etkisini göz önüne serme anlamında büyük öneme sahipler. Umut Tümay Arslan'ın yazdığı Bu Kâbuslar Neden Cemil? de yukarıda adını andığımız kültürel çalışmalara bir yenisini ekleyerek, 70'ler Türkiye'sinde çekilmiş dört filmi, 'Yeşilçam'da Erkeklik ve Mazlumluk' alt başlığı altında inceliyor.
      Hepsinde de Cüneyt Arkın'ın başrollerini oynadığı, 1973 tarihli 'Çaresizler', 78 tarihli 'Kılıç Bey', 75 tarihli 'Babanın Oğlu' ile yine aynı tarihli 'Cemil' filmlerini inceleyen kitap, bu dört filmin içerik çözümlemeleri ile çekildiği dönemler arasındaki paralelliklerin izini sürüyor.
       Bu dört filmi de 'Yeşilçam erkek filmi' olarak niteleyen Umut T. Arslan, bu filmleri iki gruba ayırarak ilk grup filmleri ('Çaresizler' ile 'Kılıç Bey') muhafazakâr popülist, diğer iki filmi de ('Babanın Oğlu' ile 'Cemil') radikal popülist retorikten beslenen film kategorisine sokarak, öncelikle Yeşilçam'ın neredeyse hep anadili olarak nitelendirilen melodramın, 70'lerle birlikte neden eril bir sese teslim olduğunun cevabını arıyor kitabında.


Yeşilçam'ın eril sesi


Yeşilçam erkek filmlerinde, güvenli bir topluma ve cemaate duyulan özlem, şefkat, dayanışma, telafi arzusu, tehditkâr dış dünya, köşeye sıkıştırılmışlık hissi, komplo korkusu, kapitalizm ve modernleşme maliyetlerinin doğurduğu toplumsal kaygıların metaforik ve metonomik temsiller yoluyla farklı toplum tahayyüllerine yönlendirildiğini belirten Arslan, filmlerle toplumsal tarih arasındaki ilişkiyi şifrelenmiş bir ilişki olarak tarif ederek, film metinlerini Freud'un rüya yorumuna benzer bir biçimde incelediği kitabında birçok çarpıcı sonuca varıyor. (Söz konusu yönetimin Türkiye'de son zamanlarda şiir ve roman çözümlemeleri için de kullanıldığını ve bu yöntemin, içinde birtakım sorunlar barındırdığı kaydını da düşürmemiz gerekiyor).
       Dönemin Yeşilçam filmlerinde birçok farklı sesin birlikte işitildiğini belirten Arslan, bu seslerden birinin de, güç ve intikam peşindeki saldırgan bir erkeğin sesi olduğunu söyleyerek, bu sesin, "her istediğini keyfince cezalandıran, geçmişte kendisine yapılanların, uğradığı haksızlıkların, kaybettiklerinin, kendisinden çalınanların hesabını sorup, haddini bildirmek isteyen, dışarıdaki her şeyi kontrol etmeyi arzulayıp bu arzunun karşısına dikilen her engeli şiddet kullanarak ortadan kaldıran bir erkeğin sesi" olduğunu vurguluyor. Arslan, geçmişte yaşanılan acı ve haksızlıkların, kaybedilenlerin, hemen her zaman baba-oğul hikâyesine aktarılarak anlatıldığını belirttikten sonra, bu filmlerdeki güçlü eril sesli kahramanı psikanalitik bir incelemeye tabi tutuyor.


       Cüneyt Arkın'ın başrollerini oynadığı bu filmlerdeki esas meselenin, eril cinsel kimlik probleminin, erillik meselesinin çözüme kavuşturulmasından başka bir şey olmadığını vurgulayan yazar, bu noktadan hareketle, bu filmlerdeki baba-oğul arasındaki salınımı, kahramanın çektiği acıları görecek bir kadın bakışına neden ihtiyaç duyduğunu, güçlü bir kurtarıcı erkek (baba) figürü olarak ortaya çıkan kahramanın, eril cinsel kimlik krizini, erilliğin kaybına dair korkuyu nasıl açık ettiğini filmden alınmış fotoğrafların eşliğinde tartışmaya açıyor.
       Örneğin, Cüneyt Arkın'ın Uzakdoğu dövüş sanatlarına ilgi duyduğu ve birçok filminde bu dövüş sanatındaki hünerini gösterdiğini hepimiz biliriz. Ama Umut T. Arslan'ın da değindiği gibi Kılıç Bey'in (Arkın'ın) parmaklarını 'kötü' adamların boğazına sokması, gözü dönmüş bir şekilde kurbanlarını boğazlaması, eğer olay bir fabrikada vuku bulmuşsa, vinçten tutun da en küçük bir tornavidaya varana kadar tüm fabrika araç gerecini silah olarak kullanmasının gerekçesinin nasıl açıklanabileceğinin cevabını tam da toplumsal hafızanın katmanlarında saklı. Arkın'ın söz konusu filmlerdeki abartılı şiddet örneği sahnelerini, çoğu zaman yapıldığı gibi, komik birer unsur olarak geçiştirmek kolay. Ama asıl önemli olan, bu abartılı şiddetin tam da örttüğü şeyi açıklamakta. Bu açıdan, bu filmlerdeki eril kahramanın doğasını başarıyla çözümlüyor Arslan.


Eril ve mazlum


Bu erilliğe eşlik eden mazlumluk var bir de... Mazlumluğu Yeşilçam'ın karakteristik ruhu olarak tanımlayan Arslan, mazlumluğun sahneye her defasında farklı biçimlerle çıktığını vurguladığı kitabında, söz konusu filmlerin çocukluğu ve mazlumluğu sevmeye, bu durumdan haz almaya çağıran metinler olarak görülmesi gerektiğini de belirtiyor. Çocuklarla halkı özdeş kılan bu filmlerin, halkı suçsuz, yetim ve mahrum bırakılmış olarak tarif ederken, onu kendi kaderini tayin etmekten de aciz gösterdiğini belirten Arslan, halkın kendini koruyacak bir babaya ihtiyacı olduğu temasının gizliden gizliye verildiğini, geleceğin babasız da kurulabileceğine dair ortaya çıkan her olasılığın, kendi kaderini tayin etmek için gösterilen her iradenin dış dünyayı tümden kuşatan bir kötülük kurgusu içinde boğulduğunu vurguluyor: "Dolayısıyla" diyor Arslan, "bu filmler, bir yandan dönemin toplumsal hareketlerini ve yarattıkları iradeyi gösterirken, beri yandansa yaratılamayan alternatif sonucu mazlumluğa, çocukluğa, baba kucağına dönüşü sahnelerler". İncelemenin ortaya çıkardığı sonuç yaklaşık olarak şu: Ulusun arzularını yansıtan bu 'erkeklerin' de en az ulus kadar kâbuslarla sarmalanmış ve tıpkı ulus gibi 'yetim-eksik' olmakla tarif edildikleri.
       Kitabın işaret ettiği erillik problemi ve bu durumun toplumsal hafızadaki yansıması iyi takip edilince, nasıl oluyor da 'baba' sıfatını alan bir cumhurbaşkanının her kriz döneminde yeniden ortaya çıktığı, öldürülen bir emniyet müdürünün nasıl da 'baba' olarak nitelendirilip toplumsal hafızanın ulular makamına yükseltildiğini, bu ülkedeki kimi sanatçılara neden 'baba' payesinin verildiğini, Tayyip Erdoğan'ın, kendisine yetimleri olduğunu ve onlara iş bulmasını isteyen bir kadına, "bende 70 milyon yetim var, ben ne yapayım" derken kendisini neden ve nasıl yeni bir 'baba' olarak tarif ettiğini anlamak daha kolay.
       Bu Kâbuslar Neden Cemil?, 70'ler Türkiye'sinin Yeşilçam'daki erillik meselesine kapı aralaması kadar, söz konusu dönemin günümüzdeki uzantılarını anlamak açısından da kültürel çalışmaların son yıllardaki en yetkin örneklerinden biri.

Monday, April 2, 2012

Eşcinsel Kadınlar


Eşcinsel Kadınlar 
CENK ÖZBAY,SERDAR SOYDAN
 – 14 yaşından beri kendimi lezbiyen olarak tanımlıyorum.
– Dışarıda olsam bugün anne olmayı isterim açıkçası, ama Türkiye'de bununla nasıl başa çıkabilirim bilmiyorum.
– Kendimi bildim bileli kadınlardan hoşlandım. Hiçbir zaman erkeklere ilgi göstermedim.
– Orta ikide uzaktan âşık olduğum bir kız vardı, okuldan kaçardım onu görmek için.
– Lezbiyenler tam anlamıyla değil ama çoğunlukla erkeksidir.
– Farklı ölçülerde de olsa, ben her insanda hem kadınca hem erkekçe bir yan olduğuna inanıyorum.
– Erkeklerle ilişkide hiçbir zaman tam olarak olmayan birşeyler var, duygularla ilgili birşeyler...
– Bazı arkadaşlarım biliyor, ama ikimiz de ailelerimize açılmadık.
– Barlar bizi pek açmıyor, sonuçta barlarda maalesef tükettikçe varsınız.
–Bütün kadınların uğradığı ayrımcılığa zaten maruz kalıyoruz, bununüzerine bir de eşcinselliğimizden dolayı birçok ayrımcılığa daha maruzkalıyoruz. Bu yüzden bence lezbiyenler özellikle feminist olmalı...
CenkÖzbay ve Serdar Soydan'ın röportajları Türkiyeli eşcinsel kadınlarıncinsel ilgiler, aile ve büyüme ortamı, erkekler, arkadaşlık, dostluk vesevgililik, kadınlık durumu, iş ve eğlence, ayrımcılık, feminizm vekimlik konularında kendi deneyimlerini özgürce ifade etmelerine olanaksağlayan bir çalışma.
 rem: İçimde Kelebekler Uçuşuyordu
Derya: "İki Üç Ay Kadın Yüzü Görmediğim Oluyor"
Defne: "Öpüşmekten Nefessiz Kalıyorduk"
Demet + Ayça: "Çok Şanslıyız, Birbirimizi Bulduk"
Yeşim: "Lezbiyen Olarak Bildiğim Tek Ben Varım"
Nur: "Nur Kız Değildi..."
Müge: "Lezbiyen Beraberlik Artık Mucize Değil"
Nurhayat: "Belki de Hep İçimdeydi"
Filiz: Sappho-Bilitis-Filiz
Anne: "Burada Yaşlı Lezbiyen Yok"
E + D: "Görücü Usulü Sevgiliyiz"
Anıl: "Caddede Herkes Heteroseksüel Değil"
Zeynep: "Lezbiyenliğimi Bir Etiket Olarak Taşımak İstemiyorum"
Gia: "Dış Görünüş O Kadar Önemli Değil"
Bahar: "Gökkuşağının Altından Geçmeye Çalışıyordum"
Deniz: "Lezbiyen Ortam Gerçek Gibi Değil"
Elif: "Peri Kızları Gibiyiz"
Femidom: "Klişeleri Alaşağı Ediyorum"
Ebru: "Her Şey Gerçekten Çok İyiydi"
Guernica: "Utanç Bitti!"
Ayşe: "Erkekler de Bizimle Birlikte Feminist Oldu"
Esra: "Keşke Bütün Lezbiyenler Senin Gibi Olsa"
İki erkek olarak, böyle bir projeye girişirken, bugüne kadararaştırılmamış, düşünülmemiş, yazılmamış ve –çoğu gerçekle alakasıolmayan duyumlar dışında– bilinmeyen, bu "kapalı" ve "karanlık" konuda,bir ilk eser meydana getirmenin zorlu olacağının bilincindeydik. Buzorluluğa, kadın olarak ataerkil sistem tarafından, eşcinsel olarakheteroseksizm ve homofobi tarafından dışlanan, baskı altına alınan,hatta yok sayılan eşcinsel kadınların, kendileri hakkındaki bir kitabıiki erkeğin hazırlamasına –doğal olarak– önyargılı olabilecekleri ve busebeple projeden uzak durmayı tercih edebilecekleri gerçeği deeklenince, her şey iyice içinde çıkılmaz bir hale geliyordu. Bu açıdan,eşcinsel kadınların projeye güvenmelerini, ciddiyetimizden vesamimiyetimizden emin olmalarını sağlamak için, öncelikle üç aylık birsüre boyunca, konu hakkında okuyarak, bakışımızı ve tanımlamalarımızınetleştirdik.
 
24 Lezbiyenin Öyküsü
 
Üniversiteöğrencisi Cenk Özbay ile Serdar Soydan toplumun farklı kesimlerindenlezbiyen kadınlarla röportajlar yaptılar. Bu röportajların 24'ünü"Eşcinsel Kadınlar" adıyla kitap haline getirdiler.
Kendileriile yaptığımız röportajdan sonra Serdar Soydan, "gay" i Türkçeleştirip"gey" diye yazdıklarını, biz de böyle yazarsak çok sevineceklerinisöyledi. Onları kırmadık. Bu kitabı yazmaktaki amacınız nedir?
Cenk Özbay: Amacımız Türkiye'de benzeri olmayan gey-lezbiyençalışmalarından birini yapmaktı. Daha önce böyle kitaplar kurgusalolarak yazılmıştı, literatüre uygun değildi. Bu, Metis'ten çıkan'Cinsellikler' serisinin ikinci ayağı. İlki "Erkek Eşcinseller"di.
Nasıl bir araya geldiniz?
Serdar Soydan: Türkiye'de kadın eşcinselliği kitabı yoktu. Metis editörarıyordu, biz de istiyorduk. Bu şekilde bir araya geldik.
C.Ö.: Ben okulda toplumsal cinsiyet sosyolojisi çalışıyorum. Serdar dagey aktivist. Gey hareketler çalışma alanıma giren şeyler olduğu için,ortak arkadaşlarım Serdar'la tanıştırdı.
Bu kadınları kitapta buluşturan şey cinsel eğilimleri. Peki bukadınların lezbiyenliğe bakış açıları nasıl? Yani varoşta yaşayanla üstdüzey bir gelire sahip kadının lezbiyenliği yaşayışı aynı mı?
C.Ö.: Bizim Boğaz'da çok güzel evi olan bir katılımcımız, bir deMaltepe'de varoşta oturan bir katılımcımız da var. İkisi aynı yaşlarda.Varoştaki ciddi problemler yaşıyor. Lezbiyen olmanın getirdiği bazışeyleri yapamıyor. Bara gitmek, uygun kıyafet giymek, internete girmekgibi... Boğaz'daki kız ise bunları takmadan kendi evinde yaşıyor.Aktivist örgütlere katılmıyor ve yurtdışına gitmeye hazırlanıyor.
Kadınları ikna süreci nasıl geçti? Çok zorlandınız mı, yoksa hemen kabul ettiler mi?
S.S.: Direkt kabul edenler de istemeyenler de oldu. Kişisel çevremden bazı arkadaşlarım hemen destek verip kabul ettiler.
C.Ö.: Tabii, muhalefet eden de oldu. Serdar'ın en yakın arkadaşlarındanbiri röportaj vermeyi kesinlikle reddetti. Öte yandan hiç tanımadığımızbir kadın röportaj vermeyi hemen kabul etti. Sırf erkek olduğumuz içinmuhalefet edenler de oldu. Onlara böyle davranarak dışlandıklarısistemi baştan yarattıklarını anlattık.
C.Ö.: Lezbiyenlik gerçeğini tam da bu sokakta, yan dairede, otobüsteolabilecek hayatlarla anlatmayı tercih ettik. İlginç hikayeler var amabiz bunları cımbızla seçip kitabı onların üstüne kurmak istemedik. Bukitaptaki 24 kadın öyle bir ele alınabilir ki, hepsiyle tek tekröportaj yapıldığında inanılmaz sansasyona malzeme olurlar.
S.S.: Zaten eşcinsel bireyler sürekli marjinalize ediliyor.
Neden iki büyük şehirle sınırlı kaldınız? Anadolu'ya ulaşmaya çalıştınız mı?
C.Ö.: Çok çalıştık. Ama ulaşamazsın. İzmir'deki lezbiyenler biletoparlanıp da röportaj verecek hale gelemediler. Biz büyük şehir-taşrafarkını ortaya koymaya çalıştık. Ama yapamadık. Şu anda Diyarbakır'dayaşayan kadına ulaşamazdık çünkü orada "Ben lezbiyenim" diyen, röportajverecek bir kadın yok.
"Lezbiyenlerin erkeksi olması onları daha güçlü ve söz sahibi hale getiriyor"
Toplumun eşcinsel erkeklerle kadınlara bakışı arasında fark var mı?
C.Ö.: Eşcinsel kadınlar daima sayıca az olduklarını iddia ediyorlar. Buyüzden de güçsüz ve az görünür olduklarını söylüyorlar. Bir mesele çokönemli, o da erkeksilik. Erkeklerin kadınsılığı onlara daha çok saldırıgetirirken, lezbiyenlerin erkeksi olması onları daha güçlü ve birçokalanda söz sahibi haline getiriyor.
Lezbiyenlerle geyler iyi anlaşabiliyor mu?
C.Ö.: Ben pek iyi anlaştıklarını düşünmüyorum. Bu kadar röportajyaptık. İyi anlaştıklarını, iyi çalıştıklarını, beraber güzel işlerçıkardıklarını, iyi zaman geçirdiklerini sanmıyorum.
Kitaptaki röportajlardan...
"Annem öğrendiğinde 9 ay odadan çıkmadım"
o (...)Lezbiyenliğimizden hiç gocunmuyorduk, bizi hiç etkilemiyordu.Sarılıyorduk, çok açık şekilde öpüşmesek bile lezbiyen olduğumuzusaklamıyorduk. (...) Gerçekten ailemle bazı konularda sürekli yüz yüzegelmek durumunda olsaydım olaylar nasıl gelişirdi bilmiyorum. "Babamçok üzülüyor, bunu nasıl en aza indirebilirim?" diye çok düşündüm.(...) Anne olma fikrinde hakikaten zorlanıyorum, bir çocuklauğraşırken, ona şefkat verirken, böyle bir aşamada hissetmiyorumkendimi. (Ebru, 1979 doğumlu, öğrenci)
o (...)Kızlardan hoşlanmamın hiç sorun yaratmayacağını düşünüyordum,sonra bunun her şekilde karşıma çıkacağını anladım. (...) Bu öğrenilir,kulaktan kulağa yayılır, dalga geçilir, dışlanırım diye üzerimde bayağıbir psikolojik baskı oluştu. (...) O noktadan sonra inanmak istemedim,"Ben kesinlikle erkeklerden hoşlanabilirim, yapabilirim" diyerek birçokerkekle çıktım. (...) Birkaç sene öncesine kadar bu böyleydi. Baktımolacak gibi değil. (...) Lezbiyenlik medyada sadece erkeklerinfantezisine hizmet ediyor, gerçekten neler olduğuyla hiç alakası yok.Bir fotoğraf konacaksa sadece erkeklerin beğenisine hizmet etmesigerekiyor. (Defne, 1980 doğumlu, öğrenci)
o (...)Annem öğrendiği zaman, baskı kurdu üzerimde, ben sekiz-dokuz ayboyunca odamda yaşadım. Selamlaşmadık, konuşmadık, sadece işaretleştik.(İrem, 1976 doğumlu, ekonomist)
o Konuştukları 40 kadından 24'ünün röportajını kitaba koydular.
o Bu kadınların yaşları, eğitim seviyeleri, gey-lezbiyen harekete bakış açıları, toplumdaki konumları çok farklı.
o Aktivistlik anlamında Türkiye'nin en aktif lezbiyenleri de, hiç katılmamış olanları da var.
o Meslekleri de çeşitlilik gösteriyor. Varoştan da kız var,uluslararası kaptan olan da. Üniversitede profesör olan da varfotoğrafçı olan da.
o Kitaptaki en küçük kadın 17, en büyük kadın 46 yaşında. Yaş ortalamaları 28.

Yazarlar Hakkında:
Cenk Özbay,1980 yılında İzmir'de doğdu. STFA Anadolu Teknik Lisesi BilgisayarBölümü'nden mezun oldu. Halen Boğaziçi Üniversitesi SosyolojiBölümü'nde okuyor. Erkeksilik, popüler kültür, kimlik ve cinsiyetilişkileri konularında yayımlanmış yazıları ve projeleri var.
Serdar Soydan, 1980 yılında İstanbul'da doğdu.Ümraniye Anadolu Lisesi'nden mezun oldu. Mimar Sinan Üniversitesi GüzelSanatlar Fakültesi Sinema-TV Bölümü'nde okuyor ve televizyondizilerinde çalışıyor. "Türk Edebiyatında Eşcinsellik" konulu biraraştırma sürdüren Soydan, Legato ve Lambda İstanbul katılımcısı.

Ayşe A. Duru, “Yoğun ihtiyaç üzerine”, Radikal Kitap Eki, 11 Temmuz 2003

Türkiye'de lezbiyenlerin ve biseksüel kadınların uzun yıllardır yaşattıkları beklenti nihayet meyva verdi ve bazı marjinal romanların sayfa aralarından, belirsiz imalardan, telaffuz edilemeyen kelimelerden sonra ilk kez açık bir lezbiyen kitap yayımlandı. Eşcinsel Kadınlar'da toplam yirmi iki röportajda (iki tane de çift var) lezbiyenler ilk defa aracılandırılmadan, renk malzemesi haline getirilmeden, zorla hayatlarına erkekler katılmadan konuşma ve kendi seslerini duyurma imkanı buluyorlar. Demek ki bunu yaşamak için 2003 yılına dek beklememiz gerekiyordu.
       Kitapta hayatı aktarılan kadınlar büyük çeşitlilik gösteriyor ve hemen her röportajda, 'ayrıksı' olmayan, lezbiyenlerin yaşam pratiklerini tüm çıplaklığı ile, en acı ve sevimli yönleriyle birlikte sunmaya çalışan bir gayret görülüyor. Böylelikle Türkiye'de lezbiyen ve biseksüel kadın olmanın neleri beraberinde getirebileceğini kavrıyoruz.
       Ben iki noktayı daha vurgulama taraftarıyım. İlki biseksüel kadınlar. Kitabın başlığı özellikle 'Lezbiyenler' olmadığı için kendilerine bu kitapta yer bulabilmişler ve bugüne kadar Türkiye'de hiç konuşulmamış bu cinsel kimliği ilk kez dillendirebilmişler. (Bu, geçen yıl çıkan erkek eşcinseller kitabının da büyük eksikliği idi.) Bu anlamda Anıl ve Ebru'nun röportajları 'bir insan hem kızlardan hem erkeklerden nasıl hoşlanır?' sorusuyla ilgilenenler için mücevher değerinde.
       İkinci nokta da lezbiyen beraberlik yaşayan iki çift ile beraberce yapılan söyleşiler. Sevgililerini anlatan tek kadınlar da var, ama bir arada olmanın yarattığı ruhu bu iki röportajda duyumsamamak ve lezbiyen deneyime farklı gözle bakmamak mümkün değil.
       Kitabın iki genç yazarından Cenk Özbay bir sosyoloji öğrencisi ve mülakatların tümünü okuduğunuzda onun bazı kaygılarının izlerini sorularda görebiliyorsunuz. Serdar Soydan ise açık bir eşcinsel aktivist, Lambda ve Legato'lu. Katılımcı bulmak da onun büyük faydaları olduğu beli oluyor. Soydan, samimi ve kısa önsözüyle, Özbay da gay ve lezbiyen çalışmalarını toplumsal cinsiyet sosyolojisine oturtma konusundaki pek çok tartışmayı etraflıca ele aldığı makalesiyle kitabın açılışını yapıp sonra geri çekiliyorlar. Kadınlar konuşsun diye.
       Türkiye'de lezbiyen ve biseksüel kadınların kendi seslerini duyurmalarına fırsat veren bu ilk kitap umarız ki çok okunur, çok konuşulur ve yeni tartışmaları tetikler. Sosyal bilimci akademisyenlerin, öğrencilerin, feministlerin, ve elbette gay, lezbiyen ve biseksüellerin mutlaka okumaları gereken bir çaba. Tebrikler.
ALINTI