Wednesday, May 15, 2013

Protestodan Direnişe


“Protestodan Direnişe” sunuş yazısı

Ulrike Marie Meinhof, sahip olduğu şöhreti reddetmesine rağmen, daha doğrusu tam da gazeteci-yazar olarak şöhretin getirdiklerini elinin tersiyle itmesi nedeniyle ölümünün üstünden 36 yıl geçtikten sonra bile Avrupa solunun en çok tanınan ve en tartışmalı isimlerinden biri. 1970 yılında yazarlığı bırakıp yeraltında mücadele verme kararını aldığından beri yaşamı ve hatta ölümüyle de Almanya’da egemenlerin kabusu.
Hafızalarımızda ölümsüzleşerek yirminci yüzyıldan arta kalan birkaç andan biri olan 1968 yılında, dört genç, Frankfurt’ta iki alışveriş merkezine yerleştirdikleri, gece yarısına ayarlı saatli bombalarla Vietnam’ı Federal Almanya’nın göbeğine, Batı Avrupa’nın finans merkezine “ithal ederler.”
Almanya’da başka bir dönemi başlatacak olan bu eylem; doktora öğrencisi ve bir çocuk annesi Gudrun Ensslin, profesyonel serseri Andreas Baader, 1967 yılında Rainer Werner Fassbinder’in devralacağı Münchner Action-Theater’in kurucusu Horst Söhnlein ve sonradan yazar ve şair olarak ünlenecek olan Thorwald Proll tarafından gerçekleştirilir.
Eylemin esin kaynağı, kurucuları arasında şeytani zekasıyla “şaka gerillası”nın yaratıcısı, Kızıl Ordu Fraksiyonu ve Devrimci Hücreler ile birlikte 1970’ler Almanyası’na damga vuracak şehir gerillası örgütü  Haziran Hareketi üyesi Fritz Teufel’in [1] de bulunduğu Berlin’deki alternatif yaşam projesi Kommune I’in bir bildirisidir:
“Yakında bir yerler yanar, bir yerlerde bir kışla havaya uçar, bir stadyumda tribün çökerse, lütfen şaşırmayın. Tıpkı Amerikalılar sınır hattını aştığında, Hanoi şehir merkezi bombalandığında, deniz piyadeleri Çin’e girdiğinde şaşırmadığınız gibi.”

Savaşı, burjuva duyarsızlığına bir yanıt olarak, sorumluların topraklarına taşıma, “canavarın kalbinde” tüm dünyada olduğu gibi, Batı Avrupa’da da gerilla hareketlerine esin veren Ernesto Che Guevera’nın sözleri ile  “iki, üç, daha fazla Vietnam” yaratma fikri, Frankfurt’taki bombalı saldırı ile sınırlı kalmayacak, Ulrike Meinhof’un da hayatını sonsuza dek değiştirecektir.
Meinhof, konkret’te yayımlanan yazısında eylemi eleştirmekle birlikte, “insanları değil mülkiyeti koruyan” yasaya karşı bir isyan olarak değerlendirecek ve yazısını Fritz Teufel’in sözleriyle bitirecektir: “Bir alışveriş merkezini ateşe vermek, yine de alışveriş merkezi işletmekten daha iyidir.”
Bu yazı, Meinhof’un kaderini sonsuza dek değiştirecek olan bir olaya, Gudrun Ensslin ve Andreas Baader ile tanışmasına ön ayak olur. Aranan ikili, kaçak yaşadıkları dönemde bir süre Meinhof’un Berlin’deki apartman dairesinde de saklanırlar. Ardından yolları bir süre için ayrılır: Meinhof, 1970 için planlanan, ancak sansüre takılarak 1994 yılından önce yayınlanmayacak olan, Berlin’deki bir kız yurdunda otoriter eğitime karşı ayaklanmayı sahneleyen televizyon oyunu Bambule’nin senaryosunu yazmaya girişir. Baader ile Ensslin ise, devrimci mücadeleyi yeraltında sürdürmekte kararlıdır. Alman gizli servisinin kurduğu bir tuzak, Frankfurt’taki eylem nedeni ile hala aranan Baader’in silahlanma aşamasında yeniden cezaevine dönmesi ile sonuçlanır.
Ancak, Baader’in hapsedilmesi, bir sondan çok bir başlangıçtır: Ulrike Meinhof’un onunla sözde yazmayı planladığı bir kitap için görüşme talebi, cezaevi yönetimi tarafından kabul edilir. Söyleşi için gardiyanlar eşliğinde Almanya Toplumsal Sorunlar Enstitüsü binasına getirilen Baader, Ulrike Meinhof, Ingrid Schubert, Irene Goergens ve kimliği bugün hala bilinmeyen bir eylemci tarafından, silahlı bir çatışma sonucunda kaçırılır. Artık, 1970’lerden 1990’lara Almanya’da “komünizmin hayaleti” olacak olan Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF: Rote Armee Fraktion) doğmuştur.
Yeraltındaki yirmi kadar şehir gerillası, çok sayıda banka soygunu, mahkemelere, polise, Amerikan ordusuna ait binalara, bankalara ve şirketlere yönelik saldırılar gerçekleştirerek 1970-1972 yılları arasında Batı Almanya’yı sallarken, tutuklamalar ve RAF üyelerinin, polislerin öleceği çatışmalar ve şüphelilere yönelik yargısız infazlar birbirini izler.
1972 yılı, aralarında Meinhof, Baader ve Ensslin’in de bulunduğu kurucu kuşaktan birçok ismin yakalanarak, bir daha asla çıkamayacakları tecrit hücrelerine atıldıkları tarihtir. Artık yaşamları, bir propaganda sahnesi olarak algıladıkları mahkeme salonları, tecrite karşı yürüttükleri açlık grevleri ve “dışarıdakilerin” onları özgürleştirmek için yaptığı eylemlerden oluşacaktır. Ulrike Meinhof 1976 yılında Stuttgart-Stammheim özel güvenlikli cezaevindeki hücresinde asılarak öldürülür. (Federal Alman devletinin resmi beyanına ve yetkili mahkemenin kararına göre “kendini asarak intihar etmiş olarak bulunur.”) [2]
Ancak, Meinhof’un tarihi bir figür olarak önemi, yalnızca katıldığı askeri eylemler ile sınırlı değil: Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (birinci gerilla kuşağının) teorik metinlerinin önemli bir bölümü onun kaleminden çıkma. [3] İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın kalbinde silahlı propaganda aracılığıyla egemenlere ve devletlerine karşı bir halk ayaklanmasını başlatacak kıvılcımı çakma denemelerinin Batı Avrupa’yı sarmaya başladığı 1960-70’li yıllarda Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun başlagıçtaki hedefi, kitle mücadeleleri ile sürekli iletişim halinde olmak, kitleye öncülük etmekten ziyade “tamamlayıcı bir güç” olmaktı. ‘68 sonrası kitle mücadelelerinin güçten düşmesi nedeniyle olsun, gerilla ile iletişim ve dayanışma halindeki kesimlerin kriminalize edilmesi ya da çoğu kitle hareketinin silahlı mücadeleyi -prensipte ya da 1970’ler Almanyası’nın koşullarında- reddetmesi nedeniyle olsun, bu hedefine ulaşamayan RAF, tarih sahnesinde öncü savaş stratejisinin en önemli temsilcilerinden biri olarak yer edindi. Bu anlamda, Ulrike M. Meinhof Avrupa’da savaş sonrası dönemin önemli gerilla düşünürleri arasında yer alıyor.
Dolayısıyla Meinhof’un makaleleri başka bir gözle değerlendirmeyi hakkediyor. Elinizde tuttuğunuz kitap kadın mücadelesinde eşitlik ve özgürlük politikaları arasındaki gerilime işaret ettiği Yanlış Bilinç isimli makale hariç yazarın 1959-1969 yılları arasında konkret dergisinde yayımlanan yazılarından derlendi. Söz konusu yazılar Almancada Die Würde des Menschen ist antastbar ve Deutschland Deutschland Unter Anderm ismiyle iki cilt olarak; İngilizcede Everybody Talks about the Weather… We Don’t adıyla yayınlandı. Biz ise İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman tarihine dair ayrıntılı bilgi gerektiren görece “yerel” metinlerden ziyade Meinhof’un düşünsel dönüşümünde önemli uğraklara işaret edenleri gözeterek, Türkiyeli okuru yakından ilgilendirdiğini düşündüğümüz, 1960’ların Almanyası’nda göçmen işçilerin yaşam koşullarını ortaya koyan bir makaleyi de içeren yeni bir seçki hazırladık.
Protestodan Direnişe, hem gerilla Ulrike Meinhof ile ilgili, hem de değil: içerdiği yazıların tamamı, 1970 yılında silahlı mücadeleye atılmasından önce, gazeteci-yazar Ulrike Meinhof tarafından kaleme alınmış; ancak, kitabın başından sonuna yazarın radikalleşmesinin, “gerillalaşmasının” izini sürmek mümkün. Ancak yazılar değişim hattını gözler önüne seren bir biyografiden [4] daha fazla anlam taşıyor: Meinhof 1960’lı yıllarda Batı Alman siyasetinin, özellikle de “Parlamentodışı Muhalefet”in (APO – Außerparlamentarische Opposition) gündemini oluşturan ve bugün bile ana hatlarıyla güncelliğini koruyan konularla hesaplaşıyor.
Meinhof’un on yıl boyunca yazdığı (ve 1962-1964 yılları arasında genel yayın yönetmenliğini üstlendiği) konkret, 1955 yılında Klaus Rainer Röhl tarafından Das Plädoyer adıyla kurulmuş, ardından kısa bir süre Studentenkurier adını taşımış, 1957 yılında ise konkret adını almıştı. Meinhof’un yazmaya başladığı 1959 yılında konkret, Hamburg’daki yerel bir üniversite öğrencisi yayını olmaktan çıkıp ülke çapında okunan bir dergiye dönüşme yolunda önemli adımlar atmıştı. Dergi, 1960’lı yıllar boyunca sosyal demokrasinin solunda yer alan sokak muhalefetinin sesini duyurmasının en önemli aracı oldu. Kurt Hiller’den Arno Schmidt’e, Karlheinz Deschner’den (sonradan En Alttakiler [5] ile Türkiyeli okurun da yakından tanıyacağı) Günter Wallraff’a birbirinden alabildiğine farklı genç entelektüellerin yükünü taşıdığı konkret, siyasi yazılardan edebiyat eleştirisine, şiirden üniversitelerin sorunlarına son derece geniş bir konu yelpazesinden müteşekkildi.
Aynı şekilde, konkret’in sözcülüğünü yaptığı muhalefet hareketinin kendisi de bugünden bakıldığında biraraya gelmesi imkansız gibi gözüken çevre ve görüşleri bünyesinde barındırıyordu: Kiliselerin çevresinde şekillenen savaş karşıtı inisiyatifler, aydınlanmacılar, etkileri henüz son derece kısıtlı olan feministler, üniversite öğrencileri, sol sosyal demokratlar, KPD’nin 1956 yılında yasaklanmasının ardından oldukça kan kaybetmiş olan komünistler ve diğer radikaller… “Almanya’nın gidişatından hoşnutsuz olanlar koalisyonu” olarak tanımlanabilecek sokak muhalefeti, ancak ‘68 hareketi ile birlikte kendi özgün karakterini yaratacaktı.
1950’lerin ortalarından 1960’ların ortalarına şekillenme, kimliğini oluşturma evresinde olan yalnızca muhalefet değildi. Benzer bir biçimde, Batı Almanya da ne ve nasıl olacağının kararını vermekle meşguldü. Soğuk Savaş’ın doğuşu ile beraber Federal Alman devleti ABD’nin en sadık müttefiklerinden birine dönüşüyor, Komünist Parti yasaklanıyor ve binlerce komünist hapsediliyordu. [6] Kaybedilen savaşın ardından işgalci devletlerin dayatması sonucunda kararlaştırılan “Nazisizleştirme” politikası kağıt üstünde kalırken; Soğuk Savaş’ta açıkça taraf olmanın dayattığı “komünist avı”, Alman devletinin elinde olan bu konudaki en tecrübeli kadrolara, Nazilere bırakılıyordu. Kitaplar, dergiler, filmler sansürleniyor ya da tamamen yasaklanıyordu. 1945’in ardından, savaşın ve faşizmin açtığı yaraları yalnızca maddi değil, manevi olarak da sarma iddiasıyla “demokratik” ve “savaş karşıtı” bir anayasa ile yola çıkan Federal Alman devleti, büyük tepkilere rağmen yeniden silahlanmaya başlıyor, 1955 yılında NATO’ya katılıyor ve 1956’da zorunlu askerliği yürürlüğe sokuyordu. Polonya Dışişleri Bakanı Rapacki tarafından önerilen Orta Avrupa’da tarafsız ve nükleer silahsız bir bölge oluşturma teklifi tartışılmadan reddediliyor, Alman ordusu nükleer silahlanmaya yöneliyor, malum durumlarda temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması ve ordunun “içerideki düşmanlara” karşı da kullanılması anlamına gelen Olağanüstü Hal Yasası, 1960 yılında ilk taslağın hazırlanmasının ardından hükümetlerin gündeminden hiç düşmüyordu.
Soğuk Savaş’ın ikiye böldüğü Almanya’nın batısına egemen olan Zeitgeist, kesinlikle anti-komünizmdi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından on yıllar boyunca ülke yönetimini tekeline alan Hıristiyan Demokratlar, [7] seçim propagandalarını anti-komünizm üstüne kuruyordu (öne çıkan seçim sloganları, “Sosyalizmin tüm yolları Moskova’ya çıkar” ve “Deneylere yer yok” idi). 1966 yılında sosyal demokrat SPD ile “Büyük Koalisyon” kurana dek, 1959 yılında kabul edilen Godesberg Programı ile birlikte (pratikte çoktan sırtını dönmüş olduğu) sınıf siyasetini resmen terk ederek toplumun tüm kesimlerini temsil etme iddiasını ortaya koyan SPD dahi, Hıristiyan Demokratlar tarafından komünistlikle ya da en azından komünizme yakın olmakla itham ediyordu. “Deneylere yer olmayan”, paternalist bir anlayışla yönetilen “CDU Devleti”nde, kuşkusuz bir siyasi tartışma alanı, özellikle de soldan gelen eleştirilerin etki gösterebileceği bir siyasi tartışma alanı mevcut değildi.
Bu ortamda, Weimar Cumhuriyeti’nin kendini iktidarı denetleyen bir entelektüel güç olarak kurgulayan eleştirel yayın geleneğine bağlı kalan Ulrike Meinhof (ve genel olarak konkret), sol kulağı sağır olan iktidara seslendiği noktada dahi, aslında sosyal demokratlarla arasındaki bağları kopararak bağımsız ve radikal bir sokak hareketine dönüşmekte olan solun kimliğini bulmasına, oluşturmasına hizmet ediyordu. Tıpkı Ulrike Meinhof gibi hareketin kendisi de, iradi bir karar sonucunda ve bir anda değil, Almanya’da ve dünyadaki siyasi gelişmelerin yarattığı hayal kırıklığının, iktidarın aklına (Türkiye’deki popüler deyişle “vicdanına”) seslenmenin hiçbir şey getirmediğinin, tek başına sözün sözünün geçmediğinin defalarca kanıtlanması neticesinde radikalleşiyordu. Olağanüstü Hal Yasası’nı nihayet 1968 yılında çıkaran hükümette SPD’nin de yer alması, Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında (Almanya’nın savaş harcamalarının yüzde 60’ına tekabül eden) savaş tahvillerini desteklemelerinden sonra sosyal demokratların ikinci büyük tarihsel “ihaneti” ve belki de söz konusu hayal kırıklıklarının en büyüğüydü. Bu anlamda, gemileri ya- kan, sokak muhalefeti değil, egemenlerin kendisiydi.
Meinhof, Federal Alman siyasi sistemini teoride iyi, pratikte kötü olarak kavradığı, “aklın güçlerinin zaferini” arzuladığı ve SPD’yi muhalefetin amiral gemisi olarak görerek “gerçek muhalefet” olma gö-revini hakkıyla yerine getirmemekle suçladığı 1959 yılından, 1969’da “ya çözümün bir parçasısındır ya da sorunun” [8] söyleminde ifadesini bulan bir kopuş yaşar. Protestodan Direnişe bu anlamda, sistemin işlemeyen, hatalı yönlerini düzeltmekten kapitalizme cepheden bir karşı çıkışla yıkmak için eyleme girişmeye, geçmişin aksine Parlamento Dışı Muhalefet meclise giremediği için değil, kendini sokağa ait gördüğü için sokağa çıkmasına [9] ve aralarında Ulrike M. Meinhof’un da bulunduğu (kendisi) küçük (ama etkisi büyük) bir azınlık için yeraltında silahlı mücadeleye giden yolun önemli bir etabına ışık tutuyor.
Kızıl Ordu Fraksiyonu, üçüncü dünyada sömürge karşıtı mücadelelerin zaferler elde ederek sürdüğü, Küba’da gerilla savaşının devrime ulaştığı, Latin Amerika ülkelerinde ABD yanlısı diktatörlüklere karşı silahlı mücadelenin yoğunlaştığı, ABD’de siyah yurttaş hakları hareketinin Kara Panterler’e evrildiği, İtalya’dan Fransa’ya, Brezilya’dan Japonya’ya, Güney Afrika’dan Türkiye’ye dünyanın dört bir köşesinde gerilla örgütlerinin ortaya çıktığı bir çağda doğdu. RAF’ın, bugün maceraperestlik olarak görülen şehir gerillası deneyimini sözün bittiği yerde hayata geçirilmek zorunda olan devrimci bir deney olarak gördüğünü, örgütün ilk dönem metinlerinin belki de en önemlisi olan, Ulrike Meinhof’un da yazarları arasında yer aldığı Das Konzept Stadtguerilla (Şehir Gerillası Konsepti), “silahlı mücadeleyi şimdi örgütlemenin doğru olup olmadığı, bunu yapmanın mümkün olup olmamasına bağlı ve mümkün olup olmadığını ancak pratikte anlayabiliriz,” sözleri ile ortaya koyuyor.
Toplumsal hafızanın egemenlerin tarihine direnebilmesi, ancak toplumsal mücadeleler aracılığıyla mümkündür. Durgun sularda bulanıklaşmaktan başka seçeneği yoktur. Alman toplumunun bugün nisyanla malul kolektif hafızası, medya aracılığıyla yeniden üretildiğinde, varsın “terörü” lanetlesin; bir zamanlar Almanya’nın varoşlarında parkta bira içen gençler, heyecanla “sırada kimin olduğunu” tartışırdı. Nasyonal sosyalizmin kılcal damarlarına kadar sızdığı Almanya, egemenlerin tahtını bir daha asla sarsamamış olsa bile; iktidarlarını kaybetmekten korkmayanlar, bir zamanlar canlarını kaybetmekten korkardı. [10] O korku Alman devletine 1976 yılında kapatıldığı tecrit hücresinde asılarak öldürülmesi sonucunda gömülen bedeninin aksine gelecekteki “anti-terör politikaları”nda yardımcı olacağı umuduyla Meinhof’un beynini çalarak 26 yıl boyunca inceletecek kadar büyüktü.
Ulrike Meinhof’un “dergi, karşı-devrimin bir aracına dönüşmek üzere olduğu için ve orada çalışarak bu gerçeği gizlemek istemediğim için konkret’te çalışmayı bırakıyorum,” [11] sözleri ile 1969 yılında nokta koyduğu bu sürece dair belgelerin, 1960’lar Almanyası’nın, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun ve genel olarak Batı Avrupa’da şehir gerillası deneyiminin, kişi kültü yaratmaktan uzak durarak anlaşılması için yararlı bir araç olması dileğiyle.
  
Levent Konca, 20 Eylül 2012, Nürnberg

  1Teufel, Almancada şeytan anlamına geliyor.
2 Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kurucuları arasında tecritte öldürülen ve devlet tarafından intihar ettiği iddia edilen yalnızca Ulrike Meinhof değildi. Aynı şekilde, Andreas Baader, Gudrun Ensslin ve Jan Carl Raspe de 18 Ekim 1977 tarihinde “hücrelerinde ölü bulundu.” Federal Alman Adalet Bakanlığı, bu ölümler için “cinayet süsü verilmiş intihar” kavramını icat etti. Kısa bir süre sonra, 12 Kasım 1977 tarihinde, Indgrid Schubert de Münih-Stadelheim cezaevindeki hücresinde “ölü olarak bulunacaktır”.
3 Ulrike Meinhof’un tek başına ya da diğer üyeleri ile birlikte kaleme aldığı RAF metinleri şunlar: Die Rote Armee aufbauen. Erklärung zur Befreiung Andreas Baaders (Kızıl Ordu’yu Kuralım. Andreas Baader’in Özgürleştirilmesine Dair Açıklama), 5 Haziran 1970. Das Konzept Stadtguerilla (Şehir Gerillası Konsepti), Nisan 1971. Über den bewaffneten Kampf in Westeuropa (Batı Avrupa’da Silahlı Mücadele Üzerine), Mayıs 1971. Dem Volke dienen. Stadtguerilla und Klassenkampf  (Halka Hizmet Etmek. Şehir Gerillası ve Sınıf Mücadelesi), Nisan 1972. Die Aktion des Schwarzen September in München. Zur Strategie des antiimperialistischen Kampfes (Kara Eylül’ün Münih’teki Eylemi. Antiemperyalist Mücadele Stratejisi Üzerine), Kasım 1972. Erklärung zum Sprengstoffanschlag auf das Springer-Hochhaus in Hamburg (Hamburg’daki Springer Binasına Yönelik Bombalı Saldırıya İlişkin Açıklama), 20 Mayıs 1975. Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun bütün teorik yazıları ve yaptığı eylemlere dair basın açıklamaları için, bakınız: Rote Armee Fraktion. Texte und Materialien zur Geschichte der RAF, Berlin 1997.
4 Şimdiye kadar yazılan en ayrıntılı ve nitelikli Ulrike Meinhof biyografisi için bkz. Jutta Ditfurth: Ulrike Meinhof, çev. Saliha Nazlı Kaya, Agora Kitaplığı, 2010.
5 Günter Wallraff: En Alttakiler, çev. Osman Okkan, Milliyet Yayınları, 1985.
6 1950 yılından KPD’nin yasaklandığı, komünist muhalefetin kriminalize edildiği ve neredeyse tamamıyla ortadan kaldırıldığı 1956 yılına dek “komünistlik” suçlamasıyla kovuşturmaya uğrayanların sayısı yaklaşık 150 bin. Bkz: Rote Armee Fraktion. Texte und Materialien zur Geschichte der RAF, Berlin 1997, s. 14.
7 Federal Almanya Hıristiyan Demokrat CDU/CSU ortaklığının, tek başına hükümet olduğu 1960-1961 yılları arası hariç, 1966 yılına kadar milliyetçi-liberal FDP (Freie Demokratische Partei), milliyetçi-muhafazakar DP (Deutsche Partei) ve Nazi işgali sırasında işledikleri suçlar nedeni ile Doğu Avrupa ülkelerinden göçe zorlanan Diaspora Almanları’nın partisi olan GB/BHE (Gesamtdeutscher Block/Bund der Heimatvertriebenen und Entrechteten) gibi küçük ortakların olduğu koalisyon hükümetleri aracılığıyla yönetildi; Hıristiyan Demokratlar ile sosyal demokrat SPD arasında 1966 yılında kurulan“Büyük Koalisyon”, SPD’nin savaş sonrası hükümete ilk katılımıydı.
8 Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun birinci eylemci kuşağından, 9 Kasım 1975 tarihinde 33 yaşında açlık grevinde ölen Holger Meins’a ait olan sözün tamamı şöyle: “Ya sorunun bir parçasısındır ya da çözümün. İkisinin ortasında bir şey yok. Bu kadar basit bu ve yine de çok zor.” (Pieter H. Bakker Schut (Hrsg.): Das Info: Briefe der Gefangenen aus der RAF, 1973 - 1977. Kiel 1987.)
9 Ulrike Meinhof, 1967 yılında Alman televizyonunda yayımlanan, üniversite öğrencilerinin eylemleri ile ilgili bir tartışma programında: “İnsanın görüşünü açıklaması için sokağı asla özellikle uygun bir araç olarak görmüyorum, ancak insana yapacak başka bir şey kalmadığında, yani televizyona çıkamıyorsa, haftada en az bir ya da iki kere, bir iki saat ne düşündüğünü anlatamıyorsa, Springer’in gazetelerinin, dergilerinin milyonlara varan baskı adedine sahip değilse, bu durumda insan kamusal olarak tartışmak istiyor ve mekan ve toplantı yasaklarıyla karşılaşıyorsa, o zaman kendilerine kalan yegane kamusal alanı, yani sokağı kullanan insanların varlığını kuşkusuz son derece demokratik olduğunu düşünüyorum.”
10 Jan Delay, Söhne Stammheims şarkısında, Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun kimlerini korkuttuğunu çok güzel ortaya koyuyor: “Sonunda artık teröristler yok. Ortama sükunet, düzen ve barış hakim. [...] onlar için endişesiz zamanlar başladı, çünkü ticaretlerini yapmalarını engelleyecek biraz olsun patlayıcı yok. Sonunda artık korkmuyorlar, neşeli bir biçimde tanklarını satıyorlar. Her gün yedi çocuğu sınırdışı ediyor, başbakanla yemek yiyorlar. Sonunda artık teröristler yok. Ortama sükunet, düzen ve barış hakim. İnsan sonunda tekrar, lanet şeyler patlayıp durmadan, Mercedes’e binebilir.
11 Ulrike Meinhof, Frankfurter Rundschau, 7 Mayıs 1969.

Tuesday, May 14, 2013

Murray Bookchin'in "Özgürlük Mirası"

 
 
“Bookchin’in anarşizmi, devrimci ateşini Bakunin’den, pratik önerilerini Kropotkin’den alır” [Peter Marshall]

Murray Bookchin’in “Üçüncü Devrim” başlıklı dört ciltlik kitap dizisinin ilk cildi olan “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” kitabı Sezgin Ata’nın özenli çevirisiyle Dipnot Yayınları tarafından basılarak, okuyucularıyla buluştu. Serinin geriye kalan ciltlerinin telif hakları da aynı yayınevine ait olup hummalı bir çeviri çalışmasına devam edilmektedir. Murray Bookchin’in, Türkiye’de son dönemde en çok okunan, Türkçeye çevrilen bütün kitaplarının baskıları tükenmiş, cezaevindeki Kürt siyasal kadrolarından akademiye, ekolojik hareketlerden kent aktivistlerine ve anarşist gruplara kadar uzanan politik yelpazenin farklı uçlarında yer alan özneler arasında en çok konuşulan ve tartışılan radikal düşünür olduğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Bu ilgi de Kürt siyasal hareketinin şüphesiz önemli bir rolü vardır. Kürt siyasal hareketinin geliştirdiği “Demokratik Özerklik” projesinin Bookchin’in politik görüşlerinden önemli oranda besleniyor olması, Bookchin’e olan ilgiyi arttırdığı gibi, çağımızın sömürü ve tahakküm dünyasında hala güncel önemini koruyan tezlerinin yeniden keşfedilmesini ve tartışılmasını da beraberinde getirdi. “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” kitabına önsüz  yazan Bookchin’in en yakın yoldaşı Janet Biehl’de Kürt Hareketi’inin Bookchin’ne olan politik ilgisini selamlamaktadır. Bookchin’in görüşleri kısaca “ekolojik, adem-i merkeziyetçi, yüz yüze bir demokrasi aracılığıyla kendi kendini yöneten kentler”[1]inşa etmek olarak özetlenebilir. Ulus-devlet modelinin otoriter ve dışlayıcı karakterini iyi gören Kürt hareketinin, Kürdistan’da konfederal bir özyönetim politikasını hedef olarak belirlemesin de Bookchin’in tezlerielbette önemli bir referans kaynağı olmuştur.  Merkeziyetçiliğin, endüstriyel üretimin, cinsiyetçiliğin, hiyerarşinin ve temsili siyasetin sorgulanmasında Murray Bookchin’in fikirleri daha uzun süre birçokhareket için esin kaynağı ve modeli olma potansiyeline sahiptir.Bookchin’in siyaseti, sıradan insanlarla birlikte politika üretmeye davet çağrısıdır.  Politikanın, öncü profesyonellere, partilere ve karizmatik liderlere devredilmesihalkın kendi geleceğini belirlemesine ipotek koymaktır. Onun tabiriyle, “sıradan insanlar zamanlarının büyük bir kısmını günlük geçim meşgalelerine ayırmak zorunda kaldıkları sürece, politik yaşam genellikle küçük bir azınlığın elinde olacaktır”.

Kuzey Amerika’daki bireyci yaşam tarzı anarşistlerinin komünal bir yaşamın parçası olmaya yanaşmamaları ve bu bireyci anarşistler arasında gittikçe canlanan yeni ilkelciliğe sert eleştiriler yönelten Bookchin bu tür anarşizmlerle arasına kalın bir çizgi çekerek 2000 yılından itibaren kendisini “komünalist” olarak tanımlamaya başladı. Ancak bu ideolojik sınır çizgisi Bookchin’in kendisini toplumsal anarşist geleneğin bir parçası olarak görmesini engellememiştir. Rusya’da, Ukrayna’da ve İspanya’da vücut bulan toplumsal anarşist hareketlerin, anarko-sendikalizmin kazanımlarına ve tarihsel geleneğine her zaman sahip çıkmıştır. 1970’lerin başında geliştirdiği eko-anarşist fikirlerine “toplumsal ekoloji” adını veren Bookchin, 1987’de insandışı doğanın insanlardan öncegeldiğini söyleyen doğa mistisizmini savunan derin ekolojistlerle keskin bir tartışma başlattı. Gerici bulduğu bu ideolojilere karşı seküler, hümanist ve toplumsal bir ekolojiyi savundu. Ayrıca Bookchin, derin ekolojistlerin aksine ekolojik sorunları hiyerarşi ve hükmetme eleştirisi temelinde ele alarak sorguladı. Çünkü ona göre insanın insanla uyumu ve eşitliği sağlanmadıkça doğa ile uyumu sağlanamazdı. Bookchin’in İkinci Dünya Savaşından bu yana düşünce ve eylemde en yenilenmiş liberter düşünür olduğunu söyleyebiliriz. En büyük başarısı, bir “toplumsal ekoloji” oluşturmak için geleneksel anarşist iç görüleri modern ekolojik düşünceyle birleştirmiş olmasıdır. Üstadı Kropotkin gibi Bookchin’de, özgür topluma ilişkin görüşlerinin kanıtını antropoloji ve tarih bulgularında bulur. Tarihin hiyerarşi ve sömürü zincirlerinden “özgürlük mirası”nı çekip kurtarmaya çalışır. Bu özgürlük mirası içinden, Ortaçağın binyılcı Hristiyan mezheplerini, İngiliz Devrimi’ndeki Kazıcılar kolonisini, Amerikan Devrimi’nden sonra New England’daki şehir meclislerini, Fransız Devrimi ve Paris komünü sırasında Paris’te kurulan seksiyonları, İspanyol Devrimi’nin anarşist komün ve konseylerini geleceğin özgürlük formlarının modelleri olarak seçer. Klasik anarşist düşünürlerin devlet ve kapitalizme ilişkin itirazlarının ötesine geçer ve sınıftan çok “hiyerarşi”, sömürüden çok “hükmetme” argümanlarıyla insanlık tarihini analiz eder. “Tarihsel olarak, aslında hiyerarşilerin ortaya çıkışı sınıfların ortaya çıkışından çok öncedir ve ayrıcalıklı cinsiyetlerin, etnik grupların, milliyetlerin ve bürokrasilerin süregiden baskıları, ekonomik sınıflar ortadan kalksa dahi toplumda var olmaya pekâlâ devam edebilir”[2]. Murray Bookchin’in felsefesinde, devrim, iktidarı ele geçirmeyi değil onu dağıtmayı amaçlamalıdır. Özyönetim temelinde bir toplum özyönetimle gerçekleştirilmelidir. Devrimci süreç, topluluğun bütün üyelerini kapsayan ve onların bireyler olarak davranabilmelerini sağlayan halk meclislerinin ve toplulukların oluşmasını hedeflemelidir. Bookchin kendi “ekotopya”sının pratikte bir özyönetim komünleri konfederasyonu olacağını öne sürer. Her komün bir doğrudan demokrasi formuyla kendisini yönetecektir. İdari görevler rotasyon yöntemiyle yerine getirilecek, ancak temel siyasetler herkese açık halk meclislerinde belirlenecektir. Teknolojiyi topyekûn reddetmez. Ona göre teknoloji, aynı zamanda zorlu çalışmayı, maddi güvensizliği ve merkezi ekonomik denetimi ortadan kaldırarak, boş zamanı arttıran özgür bir toplumun ön koşulunu sağlayabilir. Ancak doğayla uyumlu, sadece yerel malzemeyi sağlayacak ve asgari kirliliğe yol açacak “ekoteknolojiler”den yanadır. Yine de Bookchin’in Hegel’ci teleolojisi, bolluk toplumuna ilişkin iyimser bakışı, insanı merkeze alan aydınlanmacı hümanizmi, Avrupa merkezci tarih anlayışı, nesnel akla ve modern teknolojiye olan güveni özgürlükçü siyasetler tarafından eleştirilmeye ve tartışılmaya açık konular olmaya devam etmektedir.

Son kitabı “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” dönecek olursak, kitap Ortaçağ’daki halk isyanlarından, köylü ayaklanmalarından, mezhep temelli iç savaşlardan başlayarak Fransız Devrimi’nin sonuçlarına kadar olan bölümü kapsamaktadır. Bookchin’in bu son kitabını bitirdiğimizde kendimize sorduğumuz temel soru şu olmaktadır: Modern toplumlardan önce ortaya çıkan ve ezilenlerin belleğinden silinmemiş halk isyanlarını ve başarısız devrim girişimlerini özgürlüğü ve eşitliği kaçırdığımız tarihi fırsat anları olarak mı göreceğiz yoksa yenilgiye uğramaları zaten kaçınılmaz olan ve özgürlük için modern kapitalizmin şafağını beklememiz gerektiğini buyuran Marksist teleolojiye mi iman edeceğiz? Bu sorunun cevabı günümüzde devrime bakışı ve politika yapma ufkunu belirlemeye devam etmektedir. Bookchin’e göre “Marx’ın görüşü tarihsel devrimci süreci genellikle çok kaderci kılma eğilimindedir. Öyle ki, bizleri dört yüzyıldan fazla süren büyük özgürlük hareketlerinin hiçbirisinin kapitalizmin nihai zaferine bir alternatif oluşturmadığını kabul etmeye zorlar”[3]. Tarihi, tabandan gelen halk hareketlerinin ve devrimlerinin ışığında yazan Bookchin, boş ve homojen zamanı esas alan modern tarih anlatılarını net bir şekilde reddeder. “Bu hareketlerin niyetlerini endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışının ve kendini sağlamlaştırmasının bir yansıması olarak görmekten kaçındım; bunun yerine farklı devrimci eğilimlerin arzularını, onların kelimeleriyle anlattım”[4] der. Bu kitabı okuyan her insan Bookchin’in derin tarih bilgisine, tarihi olayları ancak içinde yaşamış bir insanın bu derece vakıf olabileceği ayrıntılarla aktaran diline bir kez daha şaşıracaktır. Aktardığı direniş tarihinden kendisi de büyülenen Bookchin, o tarihlerde yaşaması durumunda hiç düşünmeden baldırı çıplakların 1793 ayaklanmalarında Jean Varlet ve Paris Komünü’nün savaş günlerinde Jean Varlin ile birlikte olacağını itiraf eder. Murray Bookchin, tarihi, Marx gibi sadece sınıfların savaşımından ibaret olarak görmez. Sömürenlerle sömürülenler arasındaki çatışmaların tarihin önemli bir bölümünü kapsadığını kabul etmekle birlikte yukarıdan aşağıya kontrole, merkezileşmeye, devlete, bürokrasiye, cinsiyetçi baskılara, dinsel kurumlara ve organik cemaat yaşamının parçalanmasına karşı direnenlerin de izini sürmekten vazgeçmez. Jakoben devrimlerin bağrında varlığını sürdürmeye çalışan, halk meclisleri, iş komiteleri, Sovyetler ve halk dernekleri şeklinde işleyen “en alttakilerin” devrim organizasyonlarını da görünür kılmaya çalışır. Büyük devrimci dalgalara katılan halk kitlelerinin mevcut öncülerin gelecek programlarını onaylamadıklarını, içinde bulundukları olumsuz yaşam koşullarını reddetmekten hareketle bu süreçlere dâhil olduklarını ortaya koyar. Bir dönüm noktasına gelindiğinde her devrimci iktidarın veya partilerin halkın komünal yapılarıyla girdikleri çatışmayı (Kronştadt-1921) bunun kanıtı olarak sunar. Ayrıca modern tarihin, devrimci oluşları yaratan insanları “bilinçsiz yığınlar” şeklinde göstermesine öfkeyle itiraz eden Bookchin, tam aksine “matbaacılar, demirciler, tekerlek yapımcıları ve bağımsız çiftçiler gibi köklü zanaatkârların takipçileri genellikle güçlü kişiliklere sahip, ifadece gücü yüksek bireylerdi”[5] belirlemesinde bulunur. Hiçbir devrimci yangının durduk yere ortaya çıkmadığını bu insanların komünal yaşamında, kültürel alışkanlıklarında kök salan eşitlikçi veotonom fikirlerden ateş aldığını vurgular.

Murray Bookchin’in bu kitapta önümüze serdiği “Devrimci Halk Hareketleri Tarihi” içindenOrtaçağ’daki Feodal Avrupa’nın bütün devrimci ve komünist hareketlerinin isyan alayı, Amerika’daki bağımsız koloni birlikleri ve Fransız Devrimi’nin baldırı çıplakları tüm görkemiyle akar. Heretik Hristiyan mezheplerinden (Anabaptistler, Özgür Ruh Kardeşleri, Thomas Münzer’in taraftarları) Alman köylü isyanlarına, Mezopotamya ve Mısır’daki kabilesel eşitlikçiliği talep eden halk isyanlarından, İngiltere’deki Düzleyiciler ordusuna ve Gerrard Winstanley önderliğindeki Kazıcılar kolonisine, Amerikan Devrimi’nden sonra kurulan bağımsız kolonilere,  New England Kent Meclisine ve Fransız Devrimi’nde “özgürlüğün kırmızı beresini” takan köylü ve işçilerin oluşturduğu Paris seksiyonlarına kadar tarihe yön veren bütün hareketler, toplumsal adaletsizliğin duvarlarında çatlaklar oluşturanisimsiz kahramanlar, kaybedenlerin tarihindeki onurlu yerlerini alırlar. Bookchin bu mücadelelerin başarılı olması durumunda, özellikle Batı Avrupa tarihinin merkezi ulus-devletler yerine şehir ve köylü konferasyonlarından oluşan bir yönde evirilmesinin yüksek bir ihtimal olduğunun altını çizer. Bookchin yine de geçmişe ağıt yakmak yerine ezilenlerin tarihinden aldığı cesaretle, devrimci ruhun yok olduğu hiçbir tarihsel dönemin parçası olmayacağını, her tarihsel dönemin kendi içinde devrimci imkânları da barındırdığını ısrarla göstermeyi sürdürür.


[1]Murray Bookchin, Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine, Çeviren: Sezgin Ata, Dipnot Yayınları, s.15
[2]A.g.e, s.47
[3]A.g.e, s.36
[4]A.g.e, s.18
[5]A.g.e, s.38

Sunday, May 12, 2013

Sivil Toplumu Yönetmek / Devlet İktidarı Kuramına Doğru (Mark Neocleous)

mark-neocleousBu kitap, devlet kuramına dönük önemli çalışmalarıyla uluslararası planda tanınan ve İngiltere’de Brunel Üniversitesi Siyaset ve Tarih bölümünde ders veren Marc Neocleous’un devlet kuramıyla ilgili en derinlikli çalışması olarak göze çarpıyor.
Daha Giriş bölümünün ilk cümlesinde “bu kitap devlet kuramına ilişkin Marksist bir yaklaşım önermektedir” diyerek iddiasını çıplak biçimde ortaya koyan Neocleous, bugüne dek Marksist bir devlet kuramı inşa edilemediğini ve bunu inşa etmek gereği üzerinden yola çıkıyor. Marksist devlet kuramına ilişkin yaklaşımların, tüm tarihsel süreç boyunca büyük çalkantılar geçirdiğini ileri süren yazar, bu çalışmasında bir yandan devleti ve sivil toplumu bağlamından tamamen kopartan yapısalcılık ve sonrasında gelişen “post” akımlarla hesaplaşmaktadır. Ancak “bu çalışma, hem devleti, hem de sivil toplumu birlikte dikkate almamız gerektiğini ileri sürerek, Marksizm içinde bu ayrımı görmezden gelen ya da kabaca ekonomistik altyapı – üstyapı modeline indirgeyen belirli geleneklerden de ayrılır.”
Neocleous kitabında Hegel’i yeniden yorumlamakta; Gramsci’nin olumlu katkılarını eleştirel bir süzgeçten geçirmekte; Foucoult, ve Althusser’e yönelik önemli eleştiriler yöneltmekte ve konuya ilişkin pekçok düşünürü ele alarak, onları yeniden anlamlı bir çerçeveye oturtmaktadır.
Siyaset bilimi, siyaset felsefesi, hukuk felsefesi ve Marksizmle ilgilenen herkesin kütüphanesinde bulunması gereken bir kitap…
Kitap adı: Sivil Toplumu Yönetmek / Devlet İktidarı Kuramına Doğru
Yazar: Mark Neocleous
Çeviren: Bahadır Ahıska
Yayınevi: NotaBene

Sıkıyönetim kanunu nedir? Tutuklular ve olağanüstü halin mantığı -Mark Neocleous

“Tutuklunun sosyal statüsünü bir köpeğinkine indirmek için otur, gel ve havla gibi dersler vererek başlandı. Tutuklu çok tedirgin oldu.”
Guantánamo gardiyanın günlüğü, 20 Aralık 2002
Tutukluk hali nedir? Terim, devletin sorgusuz sualsiz sayısız insanı gözaltına aldığı Dünya Ticaret Merkezine yönelik saldırıların ardından ortaya çıkan otoriterciliğin bir sonucu olarak yeni bir tanıma kavuştu. “Tutuklu” etiketi bu insanları hem hükümlü hem de “savaş esiri” statüsünden ayırmaya yarar ve serbest bırakılmaları ya da kendilerine yönelik muameleyi eleştirilmeleri için yasal manipülatif girişimlerin esası olmuştur. Bu tutukluların asıl meselesi, tutuklananların birçoğunun işkence gördüğü ve neredeyse hepsinin insanlık dışı muameleye tabi tutulduğu açık gerçeğini bir yana bırakırsak, liberal demokrasinin temel taşları sayılanlardan biriyle, mahkemeye çıkarılma hakkıyla ilişkili olmasıdır. Sorgusuz sualsiz gözaltına alınan tutuklu figürü, bu temel özgürlük hakkına ve bununla ilintili her türlü tutukluluk biçiminin hukukun üstünlüğüne riayet etmesi gerektiği inancına açıkça hakarettir. Tutukluluk hali, devletin temel insan hakları normlarını kaçınılmaz olarak geçersiz kılmasını gerektirir. Tutukluluk hali bu anlamda, liberal demokrasinin kendisini konumlandırmak istediği kanun türü (genellikle “totaliter” yönetim ya da “polis devleti” biçimleri) açısından kesinlikle esastır. “Tutuklu” kelimesi bize Fransızca détenus‘dan gelir ve asıl dayanak noktası on sekizinci yüzyıl Fransız “polis devleti”dir. Özellikle, daha geniş olarak “teröre karşı savaş” bağlamında düşünüldüğünde, tutukluluk hali aynı zamanda yönetim biçimini kontrol etmenin bir aracı olarak orduyu kullanan rejimleri andırır. Semptomatik bir şekilde tutuklular ordu tarafından kontrol edilen uzamlarda, kamplarda ya da hapishanelerde tutulur. Tutuklu, bir başka deyişle sıkıyönetim kanunun sembolik bir figürüdür.
O halde “tutukluluk hali nedir?” sorusu bir başka soruyu göz ardı eder: “Sıkıyönetim kanunu nedir?” Daha önemlisi, şimdi bu kadar çok insan, bir sıkıyönetim kanunu ilanı olmadan kendilerini gözaltına alan bu egemen kendilikler tarafından nasıl “tutuklu” olarak alıkonulabilmektedir? Gerçekten de bir yönetim biçimi olarak sıkıyönetim kanunu nedir? Bu noktada sıkıyönetim kanunun eleştirel soykütük tarihi yoluyla kanunun çağdaş mantığına uzanıyorum. Bu mantık ve soykütük, çağdaş kapitalist devletlerdeki kanunun doğası hakkında ilginç şeyler ortaya koyar. Bu kanunun, sıkıyönetim kanunun liberal demokrasilere uygun bir biçime dönüşümü içerdiğini varsayıyorum. İzini sürdüğüm şey kısmen sıkıyönetim kanunun liberalleşmesidir. Bu liberalleşme, liberal terimlerle daha kolay bir şekilde savunulan bir formda, sıkıyönetim kanunun uygulanacağı en önemli pratiklere olanak veren yeni kavramların (olağanüstü hal kuvvetleri ve milli güvenlik) oluşumuyla ortaya çıkmıştır. Sıkıyönetim kanunun tarihini yeni liberal otoriterciliğe bağlayan bu iki fikrin örtüşen bazı tema ve varsayımlarını birbirine bağlıyorum. Bu tür bağlar kurmanın arkasında yatan politik maksat güvenliğin eleştirisini daha ileri götürmektir. Bu, böyle bir eleştiri geliştirmekten ziyade, güvenlik konusundaki çoğu güncel tartışmanın liberal zeminini kabullenmeye meyilli sol açısından ivedi politik bir görevdir. “Hukukun üstün kılınması” amacıyla liberal taleplerin vurgulanması ya da özgürlük ve güvenlik arasında daha iyi bir “denge” ortaya konması çok daha fazlasının yapılmasını imkansız kılmıştır.[1]

Askeri Hukuktan Sıkıyönetim Kanuna

1830′lara kadar sıkıyönetim kanunu, askeri alandaki silahlı kuvvetleri yönetme usulleri, askeri hukukla eşitleniyordu. Terimin asıl anlamı bu yüzden kraliyet askeri ve yabancı düşmanlar üzerindeki yargı yetkisini kastediyordu. Örneğin 1628 Haklar Bildirisi, sıkıyönetim yasasını yalnızca askerlere uygulanabilir hale getirerek monarşik güçlerin suiistimalini sınırlamaya çalışmış ve bu nedenle Kraliyetin barış zamanı boyunca ülkede askeri hukuku uygulamaya hiçbir yetkisi olmadığını ileri sürmüştür. Aynı şekilde 1689 İsyan Hareketi, askerlerin sıkıyönetim mahkemeleri tarafından davalarının görülmesi ve cezalandırılmalarına imkan tanıdı ve kralın barış ve savaş sırasında ordunun idaresi amacıyla “sıkıyönetim ilan etmesine” olanak verdi. Hiç kimse sivillerin giderek bu kanuna tabi olacağını aklına getirmedi. Bu kanun on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda aynen kaldı.
Bununla birlikte on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında kavram, yavaş yavaş yeni bir anlam kazandı. Yeni anlamın gerisindeki başlıca unsur, işgal edilen toprakların idaresinde giderek sıkıyönetim kanunun uygulanmasıydı. Britanya devletinin düzeni sağlamak için zaman zaman İsyan Kanunu yoluyla işin içinden çıktığı her toprak parçasında sıkıyönetim kanunu, giderek standart politik deneyim yeri olan sömürgelerde (1805 ve 1816′da Barbados, 1823′te Demerara; 1831-32 ve 1865′te Jamaika; 1837-38′de Kanada, 1817 ve 1848′de Seylan Adası; 1848-49′da Kefalonya; 1834-35, 1849-51 ve 1852′de Ümit Burnu; 1863′de Vincent Adası ve her fırsatta İrlanda’da[2] ) uygulanmaya başladı. Bu tür ilanlar arttıkça, sıkıyönetim kanunun bir tür hukukun askıya alınmasını içerdiği açıklık kazandı. 1838 Kanada Olağanüstü Halinin ilan edilmesinden sonraki hukuki bir mütalaada Kraliyet hukuk danışmanları, “Lort Hale tarafından ortaya konan sıkıyönetim kanunun doğrusu bir kanun olarak kabul edilmesinden ziyade müsamaha gösterilen bir şey olduğu” yorumunu yapıyordu.[3] Nisan 1851′de Seylan Adasındaki isyanın bastırılmasıyla ilgili Avam Kamarasındaki hararetli bir tartışmada, Wellington ve Earl Grey dükü, sıkıyönetim kanunu orduyu kumanda eden generalin istencinden ne fazla ne de eksik olduğu için, sıkıyönetim kanunun aslında yasa anlamına gelmediğinde hem fikirdi.[4] Bu tür iddialar, zamanın anayasal otoritelerinin kriz zamanlarında anayasal normların terk edilebileceğini tartışmaya başlamasıyla hiç kuşkusuz destek gördü. Yaygın bir okuyucu kitlesi olan Henry Halam Constitutional History of England eserinde şu yorumda bulunuyordu:
Herkesin korunmasının azınlığın yasal haklarının feda edilmesini gerektirdiği, gerçekten de acil tehlike anları olabilir; anayasal biçimlerin geçici olarak terk edilmesini mazur göstermenin yanı sıra bunu gerektiren koşullar olabilir. Fiili bir isyan sırasında sıkıyönetim ilan etmek ya da sivil yargı yetkisinin askıya alınması bütün hükümetler açısından olağandır.[5]
Başka bir deyişle sıkıyönetim kanunun ordunun yanı sıra düzeni korumak üzere ordu için kullanımında da uygulanabilir olması ve bazı temel özgürlüklerin askıya alınması fikri yaygınlık kazanıyordu.
Bunun bir benzeri, 1841′de devletin yazılı bir anayasayı benimsemesi için militan Rhode Island’lıların can alıcı tartışmasının etkilediği ABD bağlamında bulunabilir. Rhode Island’lıların halk egemenliği arzusu, bir anayasa tasarlayarak, bu anayasayı onaylamaya sunup daha sonra bunu ilan ederek halkın seçtiği bir sözleşmede birleşmelerine neden oldu. Otoritelerin buna yanıtı sıkıyönetim ilan etmek ve devlet milislerini seferber etmek oldu. Hiçbir haklı neden gösterilmeksizin yüzlerce insan tutuklandı ve net bir suç isnadı olmaksızın hapsedildi. Birçok Rhode Island sakini, ordu Amerikan tarihinde daha önce görülmemiş bir biçimde kullanıldığı için bunun fiili yasaya tabiiyet testini kesinlikle desteklemeyeceğine inanıyordu ve bu yüzden 1843′ün sonu 1844′ün başında iki dava açtıla
r. Davalardan birisi özellikle sivil otoritenin yerini ordunun almasının meşruluğuna ve yargı sürecinin kasıtlı askıya alınmasına odaklandı. Seyyar Mahkeme üstünkörü oturumlardan sonra davalara son verdi, ancak söz konusu mesele o kadar önemli sayıldı ki 1849′da Anayasa Mahkemesine götürüldü.
Müdahale yıllarında sıkıyönetim kanunun tanımıyla ilgili bir tartışma çıktı. 1846′da sıkıyönetimi askeri hukuktan ayırmaya çalışan ve olağanüstü hal koşullarında sivil kurumlar kapanıp bastırıldığında tek savunma aracı olarak anayasanın aslında sıkıyönetim kanuna müsaade ettiğini ileri süren William C. Dehart’ın Observations on Military Law ve John Paul Jones’un Treatise on American Military Laws isimli iki kitabı yayınlandı. Bu arada 1846′daki savaş, şu anda sözümona Amerikan kurumlarına yabancı ve görünüşte öz-yönetimden aciz epeyce “yabancı” bir nüfusu barındıran sendikanın büyüklüğünü neredeyse iki misli arttırdı. İster istemez şu soru gündeme geldi: Sıkıyönetim kanunu bu tür bir durumda ve böyle bir halka yakışık alır mıydı? Rhode Island davası 1849′da kararlaştırılana kadar, Yargıç Joseph Story 1842′deki durumun “son derece ivedi olduğunu ve Rhode Island yasama organının en olağanüstü kaçınılmaz direniş araçlarına karar verdiğini ve bu nedenle sıkıyönetim ilan ettiğini” iddia edebiliyordu. Joseph Story “Sıkıyönetim kanunun, orduya acele yetki verme maksadıyla genel hukukun askıya alınması olduğunu” öne sürmeye devam ediyordu. Dahası mahkeme, isyanın “bir savaş durumu” yarattığını ileri sürüyordu ve Yargıç Taney’e göre, “bir devlet silahlı bir ayaklanmayı bastırmak için kendi askeri gücünü kullanabilirdi.” Mahkeme ayrıca devletin kendisinin böyle bir kararda nihai söz sahibi olduğunu ileri sürüyordu. Mahkeme bu yüzden, bu tür hükümet eylemlerinin bir mahkemede sorgulanmaması gerektiğini ekleyerek, sıkıyönetim ilanının Rhode Island ayaklanmasını bastırmak için münasip olduğuna karar verdi.[6] Bu hüküm -Luther’in ilk olarak evinde aramaya ve tutuklanmaya karşı çıktığı Luther-Burden davasından sonraki Luther hükmü- 1830′ların başından beri gerçekleşen bir süreci doğrulayarak, Amerika’da sıkıyönetim kanuna ilişkin anlayışı değiştirdi: Sıkıyönetim kanunu artık bir tür olağanüstü hal krizini meydana getirdiği düşünülen durumlarla ilgili ayrıcalıklı hükümet güçlerinin oluşturulmasını ima ediyordu. İsyanlar bir savaş biçimi meydana getirdikleri için, sıkıyönetim kanunun uygun hale geldiği temel özgürlüklerin askıya alınabildiği bir tür krizi biçimlendirmeleri gerekir. Bu sav o zamanlar ulusal düzeyde kolayca uygulanabilirdi. Neticede Lincoln yönetimi ve yirminci yüzyıl boyunca sıkıyönetim kanunun Luther hükmü içerisinde uygulamaya konduğu görülür.
O halde on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan sıkıyönetim kanunun mantığı ve odak noktasıyla ilgili muazzam bir tarihsel dönüşüme, devlete “kamu güvenliği ve düzenin” tehlikede olduğunun düşünüldüğü durumlarda özel, anayasal olarak saptanmış güçleri kullanma hakkı tanıyan bir dönüşüme tanık oluyoruz. Bu dönüşümün bir benzeri, medeni hukukun içerisindeki “örfi idare” anlayışında oldu. Örfi idare kendi emsali olarak hem Roma diktatörlüğünü hem de kuşatılmış bir kalenin komutanına verilmiş mutlak yetkili güçlerin tarihini seçti. Ancak on dokuzuncu yüzyıl boyunca kavram askeri alandan politik alana kaydı ve olağanüstü kriz dönemlerinde sivillere uygulanabilir oldu. Örneğin 1815 Ek Sözleşmesi, genel istisna halini tanımlamak için “örfi idare” terminolojisini benimserken, 1800 Fransız anayasası “devletin güvenliğinin icap ettiği” zaman ve yerlerde sivil özgürlüklerin ve hakların askıya alınmasına imkan tanıyordu. Ancak asıl değişim Paris’te 1848 Haziran ve Ekim ayları arasında örfi idarenin dayatılması ve bu tür devletleri çevreleyen meseleleri düzenlemeye çalışan 9 Ağustos 1849 tarihli yeni bir “Örfi İdare Kanunu”yla başladı. O zamana kadar hukuka içkin olan mantık, örfi idarenin sıkıyönetim kanununki gibi benzer süreçleri (yasama ve yargı organıyla karşılaştırıldığında yürütme gücündeki artış ve gözaltına alma yetkisini içeren temel özgürlükler ile hakların askıya alınması) gerektirdiği yönündeydi. Sıkıyönetim kanunun gelişimiyle birlikte “örfi idare”, giderek düşman güçlerle daha az askeri mücadelelere ve daha fazla iç karışıklık sorunlarına değinerek, yavaş yavaş askeri üsluptan politik bir üsluba kaydı.[7]
Hem sıkıyönetim kanunu hem de örfi idarenin tarihi, devlet yapısındaki ordunun düzenlenmesinden devlet adına bütün toplumsal düzenin ordu tarafından düzenlenmesine geçişin tarihidir. “Sıkıyönetim kanunu” ve bununla ilişkili “örfi idare”, askeri gücün iç yönetişim yönetmeliğinden temel özgürlük ile hakların ve hatta kısacası hukukun askıya alındığı toplum nezdinde, askeri gücün kullanımı yönünde bir rasyonalizasyona geçer. Bu birkaç kilit davayla gösterildiği gibi, on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar rahat bir şekilde yürürlükte kaldı. 1902′de Kraliçenin Hukuki Danışma Kurulu Ex Parte D.F. Marais, savaş çok yayıldığı ve olağanüstü hal koşulları çeşit çeşit olduğu için, sıkıyönetim yasasının ancak sıradan mahkemeler artık maddi olarak işlevsel olmadığında başvurulabilir olduğuna karar verdi. Law Quarterly Review‘da yazan Fredrick Pollock’a göre, “sıkıyönetim kanunu, ülkede savaş olduğunda devletin korunması zorunluluğuyla yapılan eylemlerin” adı olduğunda; yargı, “sıkıyönetim kanunun askeri hukukla benzer ya da mantıksal olarak bağlantılı olduğu yönündeki temelsiz fikri canlı tutmaya” çalışıyordu.[8] ABD’de Vali Peabody 1903 ve 1904′de, ihzar emrini askıya alarak, sokağa çıkma yasağı uygulayarak ve madenci sendikasının başkanı Charles Moyer’i davası görülmeden hapsederek Colorado’da sıkıyönetim ilan etti. Moyer özgürlükten mahrum edildiğini ileri sürerek, davası görülmeden hapsedilenler için tazminat davası açtı. Moyer-Peabody (1909) davasında Anayasa Mahkemesi, valinin haklı olarak nihai hakim olduğunu ve özgürlük yönündeki her türlü bireysel hakkın anın gerekliliklerine tabi olması gerektiğini öne sürerek, kararın reddini olumladı. Mahkeme böylece 1849 Taney hükmünün büyük kısmını bağlayıcı yasaya dönüştürdü.[9]