Saturday, April 28, 2012

Radikal Tiyatro

Bir şeyler eşelemek isteyenlere “Radikal Tiyatro”

Oyuncu ve yönetmen Aydın Orak‘ın yazdığı Radikal Tiyatro adlı kitap Belge Yayınları‘ndan çıktı. Tiyatro ile ilgili yazdığı analiz, eleştiri ve makalelerinden oluşan Radikal Tiyatro bir dönemin de teatral tanıklığını yapıyor.

Radikal Tiyatro’nun tanıtım metninden:

Statik sistemin özellikle sanat, insan ve doğa konusundaki sığ, tekçi, gelenekçi ve sansürcü tutumuna dair eleştirilerin varlığı, okuyucuları bir şeyler eşelemeye sevk ediyor. Sadece güç odaklarını, hegemon medyayı ve despot hükümetleri yerden yere vurması ile değil; kendisi gibi Kürt Tiyatrosu’nu var etmeyi kafasına koyanları da es geçmemesi, yani bir nevi özeleştiri yürekliliği göstermesi dikkate değer. Ve bu eleştirileri belirsiz nesneler üzerinden yapmayıp, direkt kişi ve kurumları afişe etmesi de gözden kaçmamalıdır. Tiyatronun sanat olmaktan öteye geçmesi; insan için vazgeçilmez bir yaşam gerekliliği ve gerçekliği durumuna gelmesi düşüncesiyle ele alınıp işlenen metinler birer samimiyet göstergesi.  Önemli tiyatro günleri, oyunları, etkinlikleri, yazarları ve  oyuncularının varlığıyla metinler arası yolculuğu keyifli kılması ve beraberinde tiyatroyu “radikal” bir yaşam pratiği olarak işlemesi, okura da bunu taşıyabilecek argümanlara sahip olması açısından tüm metinler yeniden okunabilir: Bir şeyler eşelemek isteyenler için.

Aydın Orak: 1982’de doğdu. Tiyatroya 1997’de başladı. 2000’li yıllarda Mezopotamya Kültür Merkezi’nde devam etti. 2003 yılında Tiyatro Avesta’yı kurdu. Gösteri Sanatları Merkezi Tiyatro Yönetmenliği’ni bitirdi. İstanbul Bilgi Üniversitesi-Sahne Sanatları’nı terk etti. Radikal İki, Özgür Gündem, Özgür Politika, Azadiya Welat, ANF ve çeşitli tiyatro ve internet sitelerinde tiyatro ile ilgili yazı – makaleler yazdı. ‘Radikal Tiyatro’ kitabı bu yayın organlarında yayımlanan bir kısım yazı ve makalelerinden oluşmaktadır. Orak, oyunculuğun yanı sıra yönetmenlik ve çevirmenlik de yapmaktadır. Aydın Orak birkaç sinema filminde oyuncu olarak yer aldı. Bir kısa bir de belgesel olmak üzere iki filmin yönetmenliğini yaptı.
Rol aldığı oyunlardan bazıları: Zincire Vurulmuş Prometheus (Aiskhylos), Ada (Athol Fugart), Bir Delinin Güncesi (Gogol), Sen Gara Değilsin (Aziz Nesin), Araf/İki Ülke Arasında (Cihan Şan), Bir Dilin Ölümü (Mehmed Uzun-Harold Pinter), Nora (Henrik İbsen), Kapan(Aydın Orak)
Yönettiği Oyunlar: Araf/İki Ülke Arasında, Bir Dilin Ölümü, Damga
Kürtçeye Çevirdiği Oyunlar: Bir Delinin Güncesi (Gogol), Teneke (Yaşar Kemal), Theodora (Haşmet Zeybek), Nora (Henrik İbsen)

Yayınlanan Kitapları:
Hestên Veşartî-Saklı Duygular(Şiir 2005)
Teneke – Yaşar Kemal (Çeviri 2006)
Daf – Kapan (Oyun-Yayına hazırlanıyor)
Radikal Tiyatro Yazan: Aydın Orak  Belge Yayınları, 2012.

Diyarbakır’da düzenlenecek olan 1. Amed Tiyatro Festivali’ndeki oyunların çoğunluğu Kürtçe’nin Kurmanci, Sorani ve Zazaca lehçelerinde, ikisi de Türkçe olarak sahnelenecek. 29 Nisan’da başlayacak festival bir hafta sürecek.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi İran ve Kuzey Irak’tan gelecek tiyatro topluluklarının da katılacağı bir festival düzenliyor.
1. Amed Tiyatro Festivali‘nde görülebilecek 17 oyun ikisi de dışında Kürtçe’nin Kurmanci, Sorani ve Zazaca lehçelerinde oynanacak, iki oyun da Türkçe sahnelenecek.
Bir hafta boyunca, 29 Nisan – 6 Mayıs arasında gerçekleşecek tiyatro festivaline katılacak topluluklar içinde İran’ın Urumiye, Kuzey Irak’ın Duhok, Süleymaniye, İstanbul ve Ankara’dan toplam 16 tiyatro grubu bulunuyor.

Kürtçe oyun yazımına yoğun ilgi

İstanbul Mezopotamya Kültür Merkezi Dans Topluluğu’nun ilk kez sahneleyeceği Jenosit adlı dans performansı ile açılacak olan festivalde, iki yıldan bu yana sürdürülen bir çalışmanın da sonuçları görülecek.
 Kürtçe oyun metinleri yazmaya teşvik amacıyla başlayan çalışma sonucunda geçen yılki yarışmada dereceye giren metinler Şehir Tiyatrosu Repertuar Kurulu tarafından değerlendirilmiş, birincilik ödülüne layık görülen Qeyd adlı oyun da daha önce Diyarbakır’da sahnelenmişti.

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir‘in verdiği bilgiye göre, bu yıl ikincisi yapılan çalışmaya ise geçen yılın iki katı başvuruyla 44 oyun gönderildi.
 44 oyun içinde dereceye girenler 29 Nisan Pazar günü festivalin açılış resepsiyonunda açıklanacak ve ödüller dağıtılacak.
 Kürtçe Oyun Yazma Yarışması 1918′de ilk Kürtçe tiyatro metni olarak bilinen Memê Alan’ın yazarı Evdirehîm Rehmî Hekarî onuruna düzenleniyor. Yarışmaya geçen sene 22 metin katılmıştı.


.Godot'yu Beklerken


Godot’yu bekler gibi.
 Tanca’da Bir Çay, Tahar Ben Jelloun’un Beckett ve Genet’yi bir yaz günü Hafa kahvesinde buluşturan düşsel hikâyesi. Bir tarafta tüm ekşiliği ve enerjisiyle Jean Genet, diğer tarafta heykeltıraş Giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif Samuel Beckett. Ve ikisinin nefis, hayali diyalogları…

Sel Yayıncılık, 1987 yılında Kutsal Gece adlı romanıyla Goncourt ödülünü kazanan Tahar Ben Jelloun’un, Beckett ve Genet-Tanca’da Bir Çay’ını Işık Ergüden’in güzel çevirisiyle yayımladı. Pierre Chabert’in anısına sunulan kitap, 1944 Fas doğumlu Jelloun’un Godot’yu bekleyen düşsel bir hikâyesi gibi. Diyaloglarla çatılmış hikâye. Bir yanda Beckett, diğer yanda Genet. 1974 yılında Jean Genet ile tanışan ve ölümüne değin dostluğunu sürdüren Jelloun’un bu ilginç hikâyesinin mekânı, Fas’ın Tanca şehrinde, âşıkların, turistlerin ve entelektüellerin müdavimi olduğu denize nazır ünlü Hafa Kahvesi. “Taraçalardaki masalarda naneli çaylarını yudumlayan gençlerin arasında tanıdık bir sima, Jean Genet, tüm ekşiliği ve enerjisiyle siyah tarafta hayata diklenmekte. Heykeltıraş Giacometti’nin elinden çıkmışçasına zarif, Samuel Beckett, bu hayali karşılaşmanın beyaz tarafında. Godot’yu beklercesine hayali bir metin...”

Godot aslında kim?

Editör’ün alıntısına bakalım ilkin:

“GENET: Haydi, haydi, kaçıyorsunuz, Samuel, hiç fikriniz olmadığını söyleyecek değilsiniz ya bana? İngilizce öğrenmemekle övünsem de, herkes gibi ben de biliyorum ki Godot’da ‘God’ var, TANRI!

BECKETT: Benim piyesimde eğer Godot Tanrı olsaydı ona Tanrı derdim, Bay Genet. Başka şeyden söz edelim, bu Allahın belası piyesten gına geldi. Eğer devam ederseniz sizi cezalandıracağım: Sizin yazdığınız en tumturaklı bölümlerden küçük bir demet okuyacağım size. Claudel’den beter.”

Claudel’i tumturaklı bulan Beckett’ın nasıl bir ‘tumturak’ ürettiğini, absürt olandan neyi anladığını tartışmalı bir sorun olarak açık uçlu bırakıyor, Genet’nin Godot’daki ‘God’u nasıl çıkarsadığını düşünüyorum. Eliot, Rilke ve Claudel’in, Nietzsche’nin pazaryerinde, “Tanrı’yı öldürdünüz, onu çürüttünüz, çürüyorsunuz!” diye bağırarak gezen meczubunun kehanetini haklı çıkarırcasına, ruhsuz bir dünyanın ruhu, merhametsiz bir dünyanın iniltisi olmaya çalıştıklarını söz konusu bile etmek istemiyorum.

Tanca’da Bir Çay, bir yaz günü, öğleden sonra Hafa kahvesinde başlıyor. Genet ve Beckett başroldeler. Moha, Muhammed, Giacometti’ye benzeyen bir adam, Fahişe, Jacky, Vladimir’i oynayan aktör, Estragon’u oynayan aktör, kahvenin yaşlı garsonu ve bekçi kadın ikinci-üçüncü derece rollerdeler. Kahvenin genel görünümü ve yıl boyunca aldığı başkaca hallerin tasvirinden sonra o nefis diyaloglara sıra geliyor. Genet’nin Tanca’yı niçin sevmediğine ilişkin girişinde Moha’nın Hırsızın Günlüğü’nden yaptığı alaycı seçim göze çarpıyor. Nuri Pakdil’in piyeslerini andıran bu kışkırtıcı/düşündürücü ve betimleyici diyaloglar boyunca kişileri ve onların dünyayı nasıl algıladığını öğreniyoruz. Genet’nin İmam Humeyni’ye ilişkin düşünceleri örneğin: “Baksana, kahvelerin duvarlarında artık Humeyni portreleri yok! Fas, İslam devrimi istemiyor. Ah, Humeyni, Batılıların ağzının suyunu akıttı. Onların salyasının aktığını görmek hoşuma gidiyor. Onlardan kurtuldu ama.” Bir siyasetbilimcinin “Amerika’nın söndürülemez balonunu patlattı” nitelemesini çağrıştırıyor. Lakin Genet’nin dileği de örtük olarak dile gelmiş oluyor: Fas, İran devriminden etkilenmemeli. Moha acımasız: “Özellikle kendi halkını boğdu. [Humeyni için söylüyor.] Ve çok uzak çağlara geri gönderdi. Fas’ın dini bir diktatörlüğe ihtiyacı yok. Hem Sünnilerde dini hiyerarşi yok. İmam, Ayetullah yok...”

Jelloun’un düşsel görünen metni bir sinema-göz izleyicisi, yönetmenin objektifi gibi her şeyi kaydediyor ve insanların üzerinde gezinmeyi sürdürüyor. Nihayet Beckett beliriyor ve Genet’yle söyleşi başlıyor. Bir yerde Godot’yu Beklerken’in hangi saik ile yazıldığını da öğreniyoruz:

“Beckett: Dinleyin, Jean, ben burada Tanca’da, eski deyimle sayfiyedeyim. Kısacası denizden ve güneşten yararlanmak için, gevşemek için geldim. Bana tiyatrodan, edebiyattan, teoriden söz etmezseniz sevinirim. Tiyatro üzerine hiçbir teorim yok. Tiyatroyu bilmiyorum. Hiç gitmem, kendi piyeslerim üzerine de hiçbir fikrim yok. Şu Godot’yu yazdım, nedendir bilmem başarılı oldu. Bir hata ya da yanlış anlama olduğunu düşünmek için çok nedenim var...” Sonrasında Beckett, Godot’yu eğlenmek için yazdığını söylüyor. Kendisini tüketen romanların ağırlığından kaçmak için bir firar anında piyesin belirdiğini öğreniyoruz. Uyumsuz veya absürt, bu dil’in neye karşılık geldiğini, Beckett’ın nihilist veya ‘avangart ustası’ olarak nitelenmeye de ironik bir itirazı oluyor. Genet’yi tatmin etmiyor bu açıklama, Beckett’ın hiçbir fikrinin olmamasını anlamlı bulmuyor. Beckett’ın paraya ve Fransız kimliğine ilişkin düşünceleri izliyor bunu. Ve bir ‘oyun’ başlıyor.
 Genet’nin Filistin’de Gördükleri :

İkinci sahnede kahve boşalmıştır. Godot’yu Beklerken’in son sahnesini Arapça tekrarlayan oyuncular görüyoruz. Beckett’ın Genet’yi daha çok hırpaladığına tanık oluyoruz. Dördüncü sahnede, Genet’nin Kara Eylül katliamlarının hemen ardından Filistin mülteci kampları ziyaretinin akabinde, Filistinlilerin uykuda öldürüldüğü Sabra ve Şatila kampına gidişinden sonraki bir gelişmeden söz ediliyor: “Claude Mauriac, Figaro’da bana bir sayfa ayırmıştı. Ona şöyle dedim: ‘Ben edebiyattan asla söz etmem. Sayfanızı Filistin’de kendi gözlerimle gördüklerimle dolduracağım. Çocukların susuzluktan öldüğü kamplarda, annelerin onları ağlamadan gömdüğü, çünkü acıları öyleydi ki, bu kadınları gözyaşları bile teselli edemiyordu, evet, bu kamplarda gördüklerimi. Bunun üzerine Claude bana, o yumuşak, nazik sesiyle şöyle dedi: (Taklit eder) ‘Hayır Jean, yapamam...’”

Tanca’da Bir Çay’da böylesi konuşmalar kitap boyunca sürüyor. İsrail, Lübnan saldırılarında insanların evlerini başlarına yıkarken, gazetelerindeki köşelerinde yemek tarifleri ve moda trendleri yazan, tarihin çöp sepetinde gizlenmiş arkaik konuları eveleyip geveleyen ediplerin kulakları çınlasın! Sel Yayıncılık’a ve Işık Ergüden’e Jelloun’un bu kitabını bize ulaştırdıkları için teşekkür borçluyuz. ALINTI

Friday, April 27, 2012

Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru


Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru
Vilem Flusser
 “Fotoğraf felsefesinin amacı, insan ve aygıt arasındaki mücadeleyi fotoğraf alanında ortaya çıkararak, sözkonusu karşılığa olası bir çözüm aramaktır”

Kameraya basit bir araçmış gibi bakamazsınız- tıpkı fotoğrafı herhangi bir ürün, hatta genel olarak meta diye kabul etmekle yetinemeyeceğiniz gibi. Belli birtakım fenomenolojik mülahazalar devreye sokularak bu konuda birtakım şık şeyler söylenebilir. Vilem Flusser’in “Bir Fotoğraf Felsefesine Doğru” isimli eseri bu şık şeylerin üzerinde fazla durmaz. Onun için önemli bir aygıt olarak fotoğrafın yaşadığımız dünyanın gelişimi ve değişimi ile olan ilgisidir. Hayalbaz Yayınları fotoğraf dizisinden çıkan kitapta fotoğrafın teknik bir görüntü olarak ortaya çıkışından itibaren tüm evreleri ve modern düntyada fotoğrafın anlamı derinlemesine inceleniyor.

Flusser metninin ilk bölümünde fotoğraf ve metin arasındaki ilişkiyi tarihsel bağlamda masaya yatırıyor ve 19. Yüzyılda ortaya çıkan metin imparatorluğunun yerini yirminci yüzyılda görüntüler krallığının aldığı sonucuna varıyor.

“Metinperestlik 19. Yüzyılda çok kritik bir aşamaya gelmişti. Bu en açık anlamda tarihin sonu demekti. Bu anlamda tarih görüntülerin kavramlara dönüştürülmesi, görüntülerin açıklanması, gelişen kavramsallaşma anlamına geliyordu. Tam bu kritik dönemde teknik görüntüler icad edilmiştir. Ve tekrar metinler görsel olarak açıklanabilmiş, tarih de içinde bulunduğu güç durumdan kurtarilmıştır.”

Bir kurtarıcı görevi gören teknik görüntüleri deşifre etmek zordur. Geleneksel görüntülerde (resim gibi)  rastladığımız simgelere teknik görüntülerde rastlamak zordur. Geleneksel görüntüde izleyici ve anlam arasına görüntüyü oluşturan kişinin zihni girer ve örneğin resimde biz izleyici olarak resmi yapanın zihinden süzülenlerin tuval üzerine yansımasını görürürüz. Ancak teknik görüntülerde böyle bir araya girme sözkonuzu değildir. Teknik görüntülerdeki ana unsur kara-kutudur ve eleştiriler onun üzerinden gerçekleştirilmektedir. Teknik görüntüler geleneksel görüntülerin aksine aygıtlar tarafından üretilirler ve her yeni fotoğraf ile aygıt programının gizli yeteneklerinden biri ortaya çıkar. Vilem Flusser’e göre bu yeteneklerin bir sınırı yoktur ve her bir fotoğraf makinesinin özellikleri onu kullanan kişinin hayalgücünden daha geniş olanaklara sahiptir. Bu da demek oluyor ki, fotoğraf çeken bir kimse hiç bir zaman elindeki makinenin olanaklarını yüzde yüz kullanmaya muktedir değildir. Flusser metninin ilk bölümünde aygıt ve görüntü arasındaki ilişkiyi incelerken, kitabıının ikinci bölümünü görece daha çağdaş bir konuya ayırıyor; Fotoğrafik Evren.

Eseriyle bir fotoğraf felsefesinin temel metinlerini ortaya çıkaran Flusser, bu unsurlardan ilkini fotoğraflama davranışı olarak betimliyor. Fotoğrafçının fotoğraflama davranışı içindeki halini fotoğrafik ormandaki bir avcıya benzeten Flusser bu ormandaki çeşitliliğin tüketilemeyecek kadar çok olduğunun altını ısrarla çiziyor. Hiç bir fotoğrafçı olası bütün fotoğrafları çekmeyi düşünemezken, fotoğrafların dağıtımında tersi bir ilişki karşımıza çıkıyor.

Eserinin son ve belki de en önemli bölümünü fotoğrafların alımlanmasına ayıran Flusser’e göre burada iki türlü fotoğraflama davranışından bahsetmek mümkün. Anı fotoğrafı çekenler ve gerçek fotoğrafçılar. İsminden de anlaşılacağı üzere anı fotoğrafı çekenler gerçek fotoğrafçılara kıyasla ürettikleri üzerine felsefi yorumlar geliştiremeyeceğimiz kişilerdir. Çünkü bu türden fotoğraflama davranışı içerisinde olanlar genellikle ürettiklerini kendiliğinden oluşan görüntüler olarak yorumlarlar ve bu da bu türden fotoğraflar çoğaldıkça açımlamanın daha az yapılacağı gibi bir paradoksa götürüyor bizleri. Eserin bu bölümünde bu çağdaş paradoksu inceleyen Flusser, fotoğraf felsefesinin en temel metinlerinden biri olmaya aday eserini böyle bir felsefenin gerekliliğini anlatmakla sonlandırıyor:

“Fotoğraf felsefeisnin amacı; aygıtın egemen olduğu bir dünyada özgürlük olasılıklarının incelenmesi olmalıdır. Böyle bir felsefeye gerek vardır çünkü bu bizim tanık olabildiğimiz en son devrimdir”

Fotoğrafa kıyısından bucağından bulaşmış olan herkesin başucu kitabı olmaya aday olan ve neden bir fotoğraf felsefesine gerek vardır sorusunun cevabı niteliğindeki bu önemli eser, Hayalbaz Yayınları’ndan İhsan Derman’ın duru Türkçesiyle okuyucularını bekliyor.

ALINTI

Thursday, April 26, 2012

Varoluşçuluk Nedir?

Varoluşçuluk Nedir?

 Varoluşçuluk, (Egzistensiyalizm), Varoluşçu felsefe düşüncesini temel olarak alan bütün düşünsel uğraşılara verilen isimdir.
 Varoluşçuluk teriminin tercümeleri: Almanca: Existenzialismus, Fransızca: Existentialisme, İngilizce: Existentialism
Varoluşçuluk Akımının Temsilcileri:
 Varoluşçuluk akımının temsilcileri, Jean Paul Sartre, Albert Camus, Merlaeu-Ponty, Simone de Beauvoir, Gabriel Marcel, Martin Heidegger ve Karl Jaspers’dir.
 Varoluşçuluk, Fransa’da bir felsefe – edebiyat akımı olarak biçim almıştır.

J. P. Sartre‘a göre; varoluş özden önce gelir ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; insan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur. İnsan kendini kendi yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin elverdiği ölçüde kendine biçim verir, kendini oluşturur.

Heidegger‘e göre de, “İnsanın özü varoluşundadır.” yani “dünyada-olma”sındadır. Yalnızca insan “gerçek varoluş”tur. Çünkü yalnız insan var olanın (kendisinin) sınırlarını aşıp varlığa adım atabilir. Yalnız insan var olan olarak kalmaz, kendini var olan olarak anlayabilir: bütün öteki şeyleri anlayabilmesinin temeli de budur. Böyle olunca varlıkbilim bütün öteki bilimlerin dayanağıdır; Heidegger ağırlık merkezi ahlak felsefesi ve insanbilim ile ilgili sorunlar olan her varoluşçu felsefenin karşısına bilinçli olarak bir varoluşçu varlıkbilim koymak ister; böylece varlığı var-oluşta arayarak felsefenin temel sorunu olan varlık felsefesine dönmüş olur. Varlığın (Sein) araştırılması gereken yer varoluştur (Existenz). İnsanın özü varoluşunda olduğuna göre, varoluştan kalkarak varlık sorusu yeniden düzenlenmelidir.
 Jaspers, her varlıkbilimde, varoluşsal olanın bir katılaşması ve yozlaşması tehlikesini görür; onun yöntemi varoluşu açma, aydınlığa çıkarma (varoluş aydınlanması) yöntemidir; ama, kendi felsefesinin salt bir varoluş felsefesi olduğunu ileri sürmekle birlikte, kendisi de bilincin ötesine geçen bir fizikötesine yönelişiyle varoluş felsefesinin dışına çıkar.
Varoluşçuluk deyimi ilk kez 1929 yılında kullanılmıştır. Varoluşçuluk “ben”le “varoluş”un ayrılmazlığı düşüncesinden yola çıkar. Bunu yaparken de gizemci bir filozof olan Kierkegard’ı temel alır. Bu düşünüre göre insan tanrı ve ne etse önleyemeyeceği ölümsel hiçlik karşısında tir tir titreyen zavallı bir yalnız yaratıktır. Tanrı korkusu veya ölüm korkusu ile titreyen bu insan ne olduğunu bilmiyor, sadece varolduğunu biliyor. Demek ki ben’le varoluş özdeştir. Öyleyse bu bensel varoluş sorunu ölümsel hiçlik karşısında nasıl konulmalıdır?
Varoluşçuların (özellikle 1905-1980 yılları arasında yaşayan 68 Kuşağının fikir babası Jean-Paul Sartre’ın) bu soruya yanıtı özetle şöyledir: İnsan özünü kendi yaratır, özünü kendi yaratan tek nesne insandır. İnsandan başka her nesnede yapış varoluştan önce gelir. Önce varolup sonra kendini yaratan sadece insandır. Yalnız insandır ki önce varlaşır, sonra özünü yaratır; nasıl olacağını, neye yarayacağını kendisi çizer. İnsan varolmadan önce tanımlanamaz, çünkü varolmadan önce hiçbir şey değildir. Ancak varolduktan sonra bir şey olacaktır, hem de kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Yani insan insanlığını kendi yapar. Demek ki bu yapış keyfe bağlı bir yapıştır. Öyleyse bu keyifsel özgürlük de ölümün ötesindeki hiçlik karşısında boşuna bir çabalamadan ibarettir. Ama varoluşçular böyle demiyorlar elbet. Descartes’ın “düşünüyorum, öyleyse varım” denilen cogito’sundan yola çıktıklarını söylüyorlar. Onlara göre bilincin kendiliğinden ulaştığı mutlak gerçek sadece budur. Herhangi bir gerçeğin olabilmesi içinse ortada mutlak bir gerçeğin bulunması gerekir. Bu gerçek, insanın bir aracıya başvurmaksızın kendini anlaması, özünü bilmesi gerçeğidir. İnsan, bu gerçekle, kendinden başkalarına da varmaktadır. İnsan, kendi gerçeklerine varabilmek için başkalarının içinden geçecektir. Başkaları, insanın hem varolması, hem de kendini bilmesi için gereklidir. Oysa gene de kendini yapan sadece insanın kendisidir. Başkalarının içinden geçmesi yaptığını değerlendirmek içindir.
 Yani insan geleceğe doğru bir atılıştır, bir gelecek bilincine varıştır, kendini yaşayan bir tasarıdır. İnsan özünü kendi yaratır: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak… İnsan sorumludur. Varlık özden önce geldiğine göre, insan ne olduğundan veya olmadığından sorumludur. Özünü kendisi tasarladığına göre sorumluluğunu da omuzlarına yüklenmesi gerekir. Hem, bu sorumluluğu sadece kendisine karşı değildir, bütün insanlara karşıdır. Çünkü insan kendisini seçerken bütün insanları da seçmiş olur, olmak istediğini yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de tasarlar. Yeşil güzeldir derken yeşilin bütün sorumluluğunu da yüklenir. İnsanın sorumluluğu bütün çağına yayılır, bütün evreni kucaklar. Bu sorumluluk korkunç bir sorumluluktur, uçsuz bucaksızdır. İnsan bu sorumluluğun bütün yükünü omuzlarında taşımakla insanlaşır. İnsan kendini seçerken bütün insanları seçtiği gibi, bütün insanları seçerken de kendini seçer, kendine karşı sorumlu olunca bütün insanlara karşı da sorumlu olur. Bunaltı sorumluluğunu duymaktır. Öyleyse insan bunaltıdır. Sorumluluklarını maskeleyen bu bunaltıyı azaltabilirler, gene de içleri rahat değildir. Çoğu kimseler yaptıklarının yalnız kendilerini bağladığına, yalnız kendilerini sorumlu kıldığına kendilerini inandırmaya çalışırlar, gene de bir türlü rahat edemezler. Çünkü sorumluluk da, bunaltı da insanın insanlığından gelmektedir, edimlerinin sonucudur. Bunaltı insanı eylemden ayırmaz, tersine eyleme götürür, eyleme zorlar.
 İnsan özgürdür. Hem sadece özgür de değildir, özgür olmak zorundadır. Çünkü yaratılmamıştır, kendi kendisini yaratmıştır. Çünkü bütün yaptıklarından, tutkularından bile sorumludur. Tutkular kötü edimler için bir özür değildir. Çünkü yeryüzünde insana yol gösterecek kendisinden başka hiçbir şey yoktur. Çünkü her insan kendisinden öncekileri istediği gibi yorumlayabilir. İnsan yardımsızdır, desteksizdir, bir başınadır, bırakılmışlık içindedir. İnsanın yapacağı el değmemiş bir gelecek vardır, insan insanın geleceğidir. Bunun içindir ki, insan insanı bulur. İnsan değerlerini kendi yaratır. İnsan yaşamaya başlamadan önce hayat yoktur, hayata anlam veren yaşayan insandır. Değer denilen şey insanın seçtiği bu anlamdan başka bir şey değildir. Yorumlar farklı olduğu için genel bir ahlâk yoktur, zira anlamı seçen sonuçta gene bizleriz. Çünkü öğüt alacağı kimseyi seçmekle insan kendini seçer. Yapacağınız şeye sonuçta ancak kendiniz karar verirsiniz.
 Gerçekte insan kendi hayatından başka hiçbir şey değildir. İnsan erdemlerini kendi yaratır. Korkak ya da kahraman olmak insanın kendi elindedir. İnsan ancak elinden geleni yapabilir ama, yapmayı tasarladığı her şey de elinden gelir. Herşey bir seçiş meselesidir ve her seçişin bir sebebi vardır. Peki bu sebep duygularımızdan mı doğmaktadır ? Hayır diyor varoluşçular. Zira harekete geçmemiş duygu hiçbir şey değildir. Duygu insana doğru yolu göstermez. Varoluşçuluk “özgürsünüz, yolunuzu kendiniz seçin” demektedir. Bir insan için toplumda değişmeyen bir zorunluluk varsa o da şudur: Dünyada yaşamak, bir iş görmek, başkaları arasından bulunmak, ölümlü olmak…
 Bu düşünce sistemine yöneltilen birçok eleştiri bulunmaktadır. Benim kişisel görüşüme göre insan toplumsal bir varlıktır ve toplumdan koparılırsa ölüm korkusuyla titremekten başka yapacağı hiçbir şey kalmaz. İnsan kendisini nasıl isterse öyle yapamaz, insanın gelişimi ve konumu karmaşık dış ve iç koşulların dayattığı zorunluluklara bağlıdır. Varoluşçuluğun ayırıcı niteliği kişisel tedirginliği, bu tedirginliğin nedenlerini çözümlemeye çalışacağı yerde, topluma karşı çıkmaya yönelterek gidermek istemesidir. Bu istekse toplumsal anarşi doğurarak kişisel tedirginliği büsbütün artırmaktan başka sonuç sağlayamaz. Önemli olan tüm olumsuzluklar ve dalgalanmalara rağmen geminin rotasının huzur ve barış limanına yönelik olmasıdır. En kutsal değerin insan olduğu her insanın gönlünde yatan limana…”
 Kaynak: Düşünce Tarihi, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi, 6.Basım-s.425-430.

KITAP:

Wednesday, April 25, 2012

Medya tembel klişe basım motorudur

İyi göçmen - kötü göçmen " – Medya tembel klişe basım motorudur.

Göçmenler üzerine olumsuz yönde yapılan haberlerin en iyi etkisi onların yaşamında baş gösteren iyi şeylerin dahi bize garipçe gelmesidir.
Yazar: Ferda Şen ATAMAN
Aslında insan kötü göçmenlere, okumamış ve suça yatkın olanlarına yâni, ‘’iyi göçmenler’’diyebilir. En azından bu kısımda bazı açılardan olay böyle görülebilir: Kabaca Medyada „Only bad news are good news“, sadece kötü haberler iyidir de ondan. Genç bir Türk kadınını ağabeysinin öldürmesi haberi, Duisburg-Marxloh da yaşayan genç bir Türk girişimcinin başarılarını anlatan yazıdan daha çok ilgi görecektir.
Göçmenler ülkesi Almanya'da medya kuralı şuna kânidir ki: "Kötü göçmen iyi göçmendir. "  Buna karşılık iyi göçmenler, - gayri safi milli hasılata katkıda bulunabilen ve göze batmayacak şekilde toplumda yer alanları - medya gösteri aracı olarak iyi değildirler. Bu grup gazeteciler tarafından dikkate alınmaz. Zaten aralarından çoğu Alman vatandaşlığına geçmişlerdir, istatistiklerde yabancı gibi belirtilemeyeceklerinden ötürü de bu onların gazeteciler tarafından kolayca göz ardı edilmelerini sağlar, göze batmayan yabancı kökenliler genelde Almanlar arasında kaybolurlar...
Vatandaşlık değiştirmiş göçmen kökenlilere bir göz atmakta yarar var: Örneğin, Kuzey Ren-Vestfalya Göçmen Uyumu Raporunda, ‘’Yeni Almanlar’’ adı altında, % 30 lise mezunu varken, bu sayı yerli Almanlar arasında sadece % 27 de kalıyor. Raporun bulgusu ‘’Zavallı göçmen çocuğu’’nun önyargılarda yeralan ‘’eğitimsizlik’’ klişesini yükseltir ve entegrasyon çabalarının şimdiye kadarki tek başarısı bundan ibâret de değildir.
Göç ülkesi Almanya'da medyanın yıldızları ise hâlâ göçmen sorunları, ve onların başarısız yaşamları ya da kanlı aile içi davâları hemen hemen her raporda devamlı yeralıyor. ‘’Vurucu kırıcı Ali, Zorla evlendirilen Fatma, en fazlasından uyuşturucu satıcısı kariyerine sahip olabilen Hasan’’ - onlar göç ülkesi Almanya'da medya yıldızlarıdırlar.
Alman medyasından bir gazeteci olarak Kreuzberg ve Neukölln Berlin bölgelerinde kendimi ‘’Gazeteci’’ olarak tanıttığımda genelde ilk reaksiyonları:  "Neden bizim hakkımızda sadece kötü şeyler yazıyorsunuz?"  oluyor. Anadolulu vatandaşlarım öfkeliler. Medya aynen  politikacılar gibi ‘’geri dönüşü teşvik politikası"nı destekler görünüşte. Medya Alman politikacılardan daha âdil değil! En azından çoğu bunu böyle hissediyorlar. Haksız da değiller. Bilinçli bir integrasyon gerek göçenlerde gerekse göçü kabûleden halkta, beyinlerde başlar.
Televizyonda ve haber görüntülerinden süzülen "namus cinayeti, İslam, başörtüsü," gibi olumsuz deyimler Almanların kafasına yereder. Ve aynen birisi hakkındaki düşüncelerimiz ona karşı davranışlarımızı etkiler. Bu toplumu etkileyen bilgi yayan kimselerin, kitle iletişim araçlarının sosyal yaşamda vatandaşlara karşı sorumluluğu  vardır.
Göçmenler hakkında olumsuz raporların bu tehlikeli dengesizliği sık sık gündeme getirildiğinden kimse bunu inkâr edemiyor. Bu nedenle, bazı medya yapımcıları aralara olumlu göçmen hikayeleri serpiştirmek için çalışıyorlar.Bir gerçek ki, medya olumlu konuları işlerken ya anlamsız zamanlarda ya da bunu çok sıkıcı bir şekilde hazırlıyor
Tıpkı 2007 yılında "Stern" dergisinin ana konusunda iyi niyetle işlediği "Misafir işçi Çocuklar: Bizim süper Türkler" bunun etkisiz hantal girişimiydi. Dokuz sayfada  tam sayfa fotoğraflar..(!! )), sıkıcı başarı öyküleri,  - Dokuz Alman vatandaşı Türkler  birkaç satır içinde öykülerini açıklamaları istendi. Bunlar arasında: genç pop yıldızı Muhabbet, ayrıca  bir mâlî müşâvir ve iş hukuku profesörü hanım…
Sonuncusu "altı önemli göçmen" den biri olarak vitrine konmuş Türk kadını vazifesiyle haftalık gazete "Die Zeit" de de kendini anlattı. Elbette Almanya'da sadece tek bu süper-Anadolulu olduğunu düşünebilir insan.
Oysa büyük olasılıkla, gazeteci yeni bir şahsiyeti araştırma yorgunluğuna girmemiş, ve Stern’daki ismi aşırmış olmalı.
Azınlıkta kalan birkaç olumlu medya yapıtlarında kaliteli gazetecilik oyun kurallarının çok fazla rol oynamadığına şahit oluyoruz. Kalıcı bir yapıta şahit olamadım şimdiye dek.
Benim gözlemlerime göre, yaratıcılık ve kapsamlı araştırma yoluyla bulunmuş kişilikler yerine,  sadece on onbeş tane siyasetçi, yazar, oyuncu, yönetmen ve akademisyenlerin, hep aynılarının - başarı öyküleri söz konusu olduğunda sürekli olarak onları okur veya izleriz.
Nadiren bir gazeteci günümüze kadar heyecan verici bir hikayesiyle yeni bir yüz arar bulur.
"Bakın hele, buraya bakın, bir başarıya imza attık: Olumlu, başarılı göçmenler de vardır!" diyerek. Ayrıca, bunlar istenen 'wow' faktörünü elde olup olmadığını şüpheci: Ben zor küreselleşmiş "Almanya" hayır başarılı Hintliler, İranlılar ve Türkler bir araya geldi yine Alman "zaman" abone gerçekten var olduğuna inanmak bulabilirsiniz.
Bunları kimler okumalıdır? Böyle yapıtlar, makaleler kitle iletişim araçlarının yapımcılarının suçlu vicdanlarını rahatlatmak üzre hazırlanırlar diye de düşünebilirsiniz. Ama tüketicilere zevkle sunacakları, onları görsellik açısından ve rûhen tatmin edecekleri ürünlerini aranır yapmak için didinen yazarlar ve haber şefleri nerede?
Madem ki böylesi yok, hiç yapmasınlar o olumlu dediklerini bence daha iyi. Mehmet Daimagüler adlı eski bir FDP politikacısının görüşlerini sunma yerine, Paderborn’dan ilk Türk skorer Emin Özel ile olduğu gibi bir çekim daha iyi olmaz mıydı? Ama her şeyden önce, bu konuda gazeteciyi heyecanlandıran nedir, bu önemli?
Gençler arasında yüksek işsizlik ve suç ile bir odak noktası olarak bilinin Neukölln gibi ilçelerde  dahi tuhaf bir canlılık ve yaratıcılık dolu çok güzel hikayeler vardır. Örneğin, lise öğrencileri, kendi sorunlu mahallerinde bir tur atarak, Hotdog satıcılarını uyuşturucu satıcılarının teşhisinde mobilize etmek, veya seksi kıyafet taşıyan genç hanımlara başörtüsü vb giysileri giydirterek, dışarıdan gelen tepkilerin onları nasıl incitebileceğine hassalık yaratmak vb..  kurtuluşları elbise ilaç çevreleri ticaret veya kızlara karşı seferber etmek.
Medya yapıcıları günün birinde kendilerini entegrasyon konusu hakkında derinleştirmek isterlerse, sözün özü: daha bir hassaslıkla zora koşarlarsa kendilerini, o zaman yeni ‘’iyi’’ göçmenlerin arasından medya kahramanları bulacaklardır.
Başka bir kural ki bu genellikle ihmâl edilir: Çünkü: İngilizce „Man-bites-dog“- yâni: "insan ısırığı-köpek ısırığı" formülü. (Bir köpek bir adamı ısırırsa bu ilginç olmayabilir. Çok muhtemelen ilginç gelecek şey ama bir adamın köpeği ısırması olacaktır. )Yani illâ kötü konular değil, aynı zamanda sıra dışı olayları bulup çıkarma san’atı işletilmeli bence..
Göçmenler hakkında sürekli negatif haberlerin en iyi etkisi artık olağandışı görünen iyi şeylerin baygınlık getirttirmiş olan kötü şeylerden daha çok ilgi çekmesi. Zira halk da hep aynı olumsuz haberlerden bıktı usandı. Meselâ:Artık Kreuzberg’li genç uyuşturucu satıcısı göçmenlerin ne yaptıkları hiç ilgi uyandıramazken, tam tersine onları deşifre etmek üzere yapılanan bir kahraman gönüllü genç grup ilgiyle okunmakta..!!
Ferda Şen ATAMAN, 2008

Tuesday, April 24, 2012

Aşkın Metafiziği


Aşkın Metafiziği
Erkek doğası gereği aşkta vefasızlığa, kadının ise sürekli sadakata eğilimli olduğu gerçeği bu incelemeye girer. Erkeğin aşkı, doyum bulduğu andan itibaren belirgin bir biçimde azalır: Hemen hemen bütün öteki kadınlar onu, sahip olmuş olduğu kadından daha fazla çekerler: Erkek değişiklik özler. Kadının aşkı ise, özellikle o andan sonra artmaya başlar,
Bu, türü koruyup onun varlığını sürdürmeye bu bakımdan da olabildiğince fazla çoğalmaya yönelik doğanın doğanın amacının bir sonucudur.
Bildiğimiz gibi erkek, kendisine yeterince kadın sunulduğu taktirde , kolayca yılda yüz çocuk meydana getirebilir; kadın ise, istediği kadar çok erkeğe sahip olsun, ikiz ihtimalinin hesaba katmazsak, yılda sadece bir çocuk dünyaya getirebilir. Bu nedenle erkeğin gözü hep başka kadınlardadır; kadın ise buna karşılık tek bir erkeğe sımsıkı sarılır: Çünkü doğa onu içgüdüleri gereği ve hiç düşünmeden gelecekteki doğumun besleyicisi ve koruyucusunu yanında tutup korumaya sürükler. Bundan ötürü erkeğin eşine sadakati yapaydır, kadınınki doğaldır; dolaysıyla da, kadının ihaneti, nesnel olarak, sonuçları bakımından olduğu kadar, öznel olarak doğaya aykırılığı bakımından da erkeğinkinden çok daha az bağışlanabilir bir ihanettir.

Farklılıklara rağmen sevmek ne zordur bilir misiniz?
Aynı olanla çabuk kaynaşır, hızla sarmaş dolaş oluruz. Çünkü benzerinde kendi yansımanı görmek kolaydır.
Aynı filmleri izleyip, aynı kitapları okuduğunuzla, aynı müziği dinlediğinizle paylaşımınız da çoktur ve onunla arkadaş olabilmek bundan dolayı da daha kısa süre alır...
Sevgi üretmek de zor değildir, benzerler arasında. Çünkü; karşında gördüğün zaten kendinden izler taşır, sana benzer ve insanoğlu en fazla kendini sevdiğinden ötürü de, bir benzerini de kolay sever...
Zamanla fark edersiniz ki; aslında benzer olduğunuzu düşündükleriniz bile sizden çok farklıdır .

Benzemez birinin ne yüzündeki ışık, ne parmak ucundaki iz ötekine...
Benzemez aslında bir diğerindeki ne bir çizgi, ne de bir kırışık bir diğerine...
Benzemeyiz hiç birimiz, kardeş de olsak, aynı kandan da birbirimize...
Aynı şeyler de olsa bizi ilgilendiren; sonra sonra görürüz ki, ilgi duyma nedenlerimiz ayrıdır...
Aynı filmi izlediğinizde ikinizde beğenseniz de; haz alma sebepleriniz farklıdır...
Aynı resme bakmaktan keyif alırsınız; ancak gördükleriniz, algıladıklarınız, hissettikleriniz ve o resmin size çağrıştırdıkları ve kattıkları ile benzerinize verdikleri başkadır...
Çünkü: Dünya yüzeyine serpiştirilmiş altı milyar nüfusun tamamı her açıdan farklıdır...
Duygu, algılayış, düşünce yapısı, değerler, yaşanmışlıklar, hisler, beklentiler, idealler, sevindikleri, mutsuz oldukları, kaşı, gözü, gülüşü, bakışı, parmak izi farklıdır...
Ve siz de tam da bu farkların en fazla olduğuna, tutar aşık olursunuz...
Belki de zaten bu farklılıklardır aşık olma da ki ana sebebimizdir...
Siz ne dersiniz?
Farklar çekime neden olur. Aynınızla beraberlik istemezsiniz. Çünkü bir benzeriniz sizi pekala yansıtsa da; tamamlayamaz. Aşk ise; bütünlenme itkisidir...

Bir bilimsel teoriye göre: İlkel bazda, var oluşun devamlılığı için üreme güdüsünün tetiklenmesi uyarınca kimyasal bazda kanımıza enjekte edilen farklı hormonların etkisinde geçirilen sürece; aşk denir.
Bundan ötürü de sizi tamamlayacak olan, eksik bulduğunuz özelliklerinizi gidereceği güdüsüyle biolojik olarak yöneldiğiniz fiziksel, ruhsal ve duygusal kutbunuz olanı çeker ve onun tarafından da çekilirsiniz.
Farklılıklardır; soyu çeşitlendiren, dünyayı renkli ve benzersiz kılan...
Kendini tekrar eden hiç bir varlık gelişim kaydedemez. Varoluşun mükemmeliyete doğru taşınabilmesi içinse gelişim gerek şarttır. Çeşitlilik ve farklılık olmaksızın da, gelişim mümkün olamaz.
Aşkta da, farklılıklar maksimumda olduğunda; aşık olunan gözde büyür, ulaşılmaz gibi gözükür ve bu yönelim tutkuya dönüşür. Erişilebilirliği hissedildiğinde, çoğunlukla düşüş trendine giren hislerimizin de sebebi ekseriyetle budur.
Çünkü kolay erişilebilir olan zayıf; zayıf olan soyun devamlılığı için kalitesiz olandır. Evrimsel bazda bakıldığında, en çok yorularak elde edilen av; aynı zaman da en güçlü yapıya sahip olan soydandır. Güçlü olan o dur, hayatta var kalabilecek de olan o olacaktır. Canlı soyunun devamlılığında da, asıl olan budur.
Artur Schopenhaure

Bataklıkta Bir Gül


Bataklıkta Bir Gül
CAHİDE SONKU
 Bir dönemin efsane kadınıdır Cahide Sonku. Türk Tiyatrosu’nun ve Yeşilçam’ın sarışın efsanesi. "Artizler Kahvesi" adlı kitabımın "Unutulmayacaklar" başlıklı yazısında "Taksim’den İstiklal Caddesi’ne doğru yürümeye başladığımda nedense hep Cahide Sonku, Yıldırım Önal ve beyaz kefenleri içinde protestosunu haykıran Ferda Ferdağ gelir aklıma; bir de oturacak kiralık ev bile bulamayan Özcan Özgür." diye yazmış ve şöyle sürdürmüştüm: "Cahide Sonku bataklıkta gül olmayı seçmişti seçmesine ama bizler beter bataklıklardık. O Beyoğlu’nun arka sokaklarında, salaş meyhanelerinde ulaşması mümkün bir çok lüksü reddederek alkolde dostluk arıyordu. Kader ve cinnet arkadaşlarıyla yaşadığı dramı, o günün Yeşilçam starlarından kaçını ilgilendirmişti? Daha sonra aynı dramı yaşayanlar onu hatırladıkça neler hissetmişlerdi? Kimi anıları dinledikçe, bugün bile bize çok önemli dersler verdiğini düşünüyorum. Cahide Sonku cinnetini en çok başkalarıyla olduğunda mı yaşıyordu?"
Cahide Sonku’yla ilgili çok anı dinledim, hakkında yazılmış çok yazı okudum. Yaşadığımız dünyada çığlıklarınız boşlukta yankılanır, kimseye duyuramazsınız. İyi gününüzde yanınızda olanları, zor anlarınızda yanınızda bulamazsınız. Cahide için de böyle olmuştu. Yaşadığı zengin hayattan, oyunculukta tırmandığı zirveden, yoksulluğa ve meyhane köşelerine düştüğünde çevresinde "eski dostlarından" kimse kalmamıştı. Oysa bir zamanlar zengin bir hayat sürüyor, lüks içinde yaşıyor, evinde ünlüler, başbakanlar ağırlanıyor, kurduğu Sonku Film’in yazıhanesinin önünde oyuncular kuyruğa giriyordu.

Selim İleri’ye göre Cahide Sonku "Son elli yılın en büyük ve en soylu çöküş efsanelerinden biri"ydi. "Onun çöküşündeki karşıtlıklara dayalı ahlak, elbette, ‘sinema yazarları derneklerinin onur plaketlerine’ de, tiyatroların şaşmaz oyun saatlerine de, provalara, ezberlere, alkışlara, göstermelik yardımlara da dudak bükmeliydi. Ve buğulu güzellik, ancak Çiçek Pazarı’nın kuytu meyhanelerinde kendine yepyeni bir ahlak yaratabilirdi. Sanırım, öyle de oldu." Yine Selim İleri’nin aynı yazıda (Mart 1981) söylediği gibi, "ölümünden sonra yazılıp çizilen doruklu düşüşlü yaşam çizelgesi, olsa olsa bir dış görünümün ifadesinden ibarettir. Büyük çöküşlerin, seçilmiş bilinçli intiharların anlamı da her türlü aşağılık ve aşağılayıcı konformizme hayır demek değil mi ?"(1)
Eski Yıldız ve Ses mecmualarını karıştırıyorum. Yıldız mecmuasının 18 Ağustos 1951 tarihli sayısında "Senenin En Beğenilen Yerli Film ve Yıldızları" yarışmasının sonuçları açıklanıyor. "Vatan ve Namık Kemal" en beğenilen film, Cahide Sonku en beğenilen kadın yıldız ödülünü kazanıyor. Aynı sayıda kendisiyle yapılmış bir de söyleşi var. Cahide’nin ilk filmi 1933’de Muhsin Ertuğrul’un yönettiği "Söz Bir Allah Bir"dir. 1916 yılında Yemen’de doğan Cahide, ilkokulu bitirdikten sonra halkevlerinde tiyatro çalışmalarına başlar ve 1932’de Şehir Tiyatrosu’na girer. Önceleri operetlerde küçük rollerde oynasa da kısa sürede önemli oyunlardaki başarısıyla tiyatronun en önemli yıldızı olur. 1934 yılında oynadığı "Bataklı Damın Kızı Aysel" filmiyle sinemada da yıldız olmuştur. Filmde boynuna bağladığı eşarp moda olur ve onun adıyla satılır. Artık o zirvededir, herkes onun güzelliğini ve ulaşılmazlığını konuşur. "Hamlet"te birlikte oynadıkları Talat Artamel’le evlenir. Evlilikleri uzun sürmez, ayrılırlar. Ardından İhsan Doruk’la evlenir. İhsan bey çok zengin bir işadamıdır. Cahide’yi de daha doruğa taşır, bu birliktelik. Yazılarda anılarda, pırlantalarla süslenmiş ayakkabılardan, hizmetçilerden, uşaklardan, renk renk, model model arabalardan söz edilir o dönemi için. Peri masalı gibidir her şey. Kraliçeler gibi yaşıyordur Cahide Sonku. Fakat tiyatrodan uzak kaldığı için mutsuzdur. Oyunculuğa döner ve İhsan beyden ayrılırlar. Bir süre sonra tekrar evlenseler de sürdüremezler bu evliliği ve boşanırlar. Sonku Film’i kurar, yönetmenliğe başlar. 1954 yılında Zeki Müren’le oynadıkları "Beklenen Şarkı" filmiyle hem çok para kazanır hem de ihtişamlı yaşamını sürdürme olanağı ve büyük bir prestij. Fakat 1958 yılında yaşadığı talihsiz yangın, çöküşün başlangıcıdır belki de. Depoda çıkan yangında bütün filmleri yok olur.
Eski kupürlerde yolculuğumu sürdürüyorum. Ses dergisinin 13 Nisan 1963 tarihli sayısında "Yeni bir hayat başlıyor "manşetiyle Cahide Sonku ve Cahit Irgat’ın Lüleburgaz’da Cahitler Tiyatrosu’nu kurduklarını duyuran haber ve söyleşi yer alıyor. Söyleşide "O kadar mesuduz ki..." diyor Cahide Sonku. "İstanbul’dan ayrıldığımıza hiç mi hiç üzülmedik. İstanbul’da bizim için demediklerini bırakmadılar. Ama şimdi rahatız."
Fakat kimilerine göre "düşüş" başlamıştı artık. O ulaşması mümkün birçok lüksü ve serveti elinin tersiyle itmiş, başka bir hayatı seçmişti. Gittikçe yalnızlaşmış, dostluğu alkolde aramaya başlamıştı. Belki de unutmalıydı, geçmişini unutmak için içiyordu. Güzelliğinin ve duruşunun bedelini ağır ödemeye başlamıştı. Artık tanıdıkları ona, Kumkapı meyhanelerinde, Beyoğlu’nda Balık Pazarı’nın ucuz meyhanelerinde rastlıyorlardı. Hep sarhoştu, parasız ve yalnızdı. 1972 yılında Şehir Tiyatroları "alkolik" olması nedeniyle kadrodan çıkarmıştı. Yine ses dergisinin 25 Mart 1972 tarihli sayısında Cahide Sonku’yla ilgili haberin başlığı şöyleydi: "Cahide Sonku için perde kapandı."
Bir efsanenin hüzünlü ve trajik yaşam öyküsü böylesine iç burkucuydu. Hayatının son günlerini Beyoğlu’nun ara sokaklarında, salaş meyhanelerde, ucuz otel odalarında alkol şişelerinde dostluk arayarak geçirdi Cahide Sonku. Bir zamanlar kraliçe olarak yürüdüğü sokaklarda ... 1981 yılında yaşamını yitirdiğinde bu trajik öyküyü anlamayanlar da, eski ve yeni fotoğraflarını yan yana basarak "neydi, ne oldu" demekle yetindiler.
Duvarımda asılı duran, "Beklenen Şarkı "filminin bir sahnesinden çekilmiş bir fotoğrafta hülyalı bakışlarıyla gülümsüyor Cahide Sonku.
MESUT KARA
ALINTI
"Artizler Kahvesi".
İstiklal Caddesine Taksim Meydanından indiğinizde soldan Ayhan Işık Sokağın kestiği Gazeteci Erol Dernek Sokağında sağ tarafta sokağın bitimindeydi yeri. Yeşilçam'ı yeşilçam yapan sinema emekçilerinin bulunduğu mekandı "Artizler Kahvesi". Sinemamızın karakter oyuncuları'nın adresi orasıydı. Okey, kağıt oynarlar, çay içerlerdi. Ne zaman bir film çevrilecekse oraya gidilir karakter oyuncuları ordan toplanırdı. 60 ve 70'li yıllarda film platolarına vasıtalarda burdan kalkarmış. Gerek Yeşilçam'ın içerisinde olduğu kriz gerekse oyuncuların çoğu'nun aramızdan ayrılmasıyla kahvede işlevini yitirmişti. Doksanlı yıllardan itibaren de oyuncular ajanslar vasıtasıyla toplandığından olan insan da buralara pek uğramaz olmuştu.
İstanbula her gittiğimde mutlaka uğrar bir soluklanır bir çay içerdim. Yaşayan oyunculardan belki birilerini görürüm bir kaç kelam etmeyi umardım. Bir defasında yakınında bir "Kadınlar Kahvesi"ni işleten Sönmez Yıkılmaz ve Tuncay Akça (Hababam Sınıfında ki sırıtan ufaklık)'yı görmüş bir kaç kelam etmiştim. Kaç kişi kaldılar ki zaten. Sağ olanlardan bir kaçı dizilerde oynuyor. Bir kısmı da artık buralara uğramıyor. Geçtiğimiz aylarda da İstanbula gidişimde sokağa uğradığımda "Artizler Kahvesi"'nin de artık mazi olduğunu gördüm. Kahve'nin içerisinde tadilat vardı. Yanda ki mekan sahiplerine sorduğumda yıkıldığını söylediler. Orasıda yanında ki mekanlar gibi bar-disco tarzı bir işletme olacak. Geçtiğimiz yıllarda mekana adını veren girişte ki "Artizler Kahvesi" tabelası gitmişti. Sonra da mekanda direnemedi pes etti.

Batan gemiyi en son kaptan terkeder misali .... Ne kadar dayanabilirdi ki.... Önce çaresizce oyuncuları ayrıldı. Sonra bir süre mücadele etse de mekan sahibi. Yitip giden yeşilçam'ın bir simgesiydi Artizler Kahvesi. İçerisi boş olsa da. Yeşilçam'ın son neferiydi. O da yitik düştü pes etti....
 Yolunuz İstanbula düşerse mutlaka uğrayın Ayhan Işık Sokağa, Yeşilçam Sokağa, Gazeteci Erol Dernek Sokağa ... Belki de bir bakarsınız Sami Hazinses'in sesini duyarsınız, bir masaya kurulmuş bir film için şarkı besteliyor. Bir bakmışsınız Süheyl Eğriboz, Kudret Karadağ,Behçet Nacar, Yılmaz Kurt'un bir masada okey attığı gözlerinizin önüne gelir. Diğer masa da Hüseyin Baradan çayını yudumluyor. Siz onları seyre dalmışken elinde piyango biletleriyle bir kadının sesine kulak verirsiniz. Mürvet Simdir o 1983 yılında aramızdan ayrılan. Yeşilçam kirize girince geçimini piyango bileti satışıyla sağlamaktadır. Sonra bir an gördüğünüz yüz ile irkilirsiniz. Gelen İhsan Gediktir. Cüneyt Arkından yediği dayaklardan dolayı bitkin bir haldedir belki. Çayınız biter kahveden çıkarken İbrahim Kurt'un yakında ki barlarda buruk yüzüyle karşılaşırsınız. İlk önceleri biraz ürksenizde masasına oturduğunuzda zaman nasıl geçmiş bilmezsiniz. Keyiflidir İbrahim Kurtun muhabbeti çünkü. Belkide Metin Bükey var masasında "Samanyolunu" dinlersiniz.
Kimbilir belki de Cahide Sonku'nun son haykırışları sessizliği bozar, irkilirsiniz. Belki de Hayati Hamzaoğlu, Ahmet Tarık Tekçe, Sevda Ferdağ, Nubar Terziyan, Necdet Tosun'un sesleri çınlanır kulaklarınızda. Kah gülümsersiniz, kah korkar, kah hüzünlenirsiniz.
 Yitip giden zaman bu mekanımızı da elimizden almış. Her şey gibi bu da mazi artık. Mekanlar gitse de içerisinde sesleri yankılanacak, susmayacak belki.
 Sararmış, silinmiş film karelerinde, sepya fotoğraflarda unutulmaz yüzler, unutulmaz isimler. Kimisi korkutucu, kimisi hüzünlü, kimisi ise sevimli. Onlar orda yaşadı, hayat buldu. Mekanları da gitse kendileri de ebediyete intikal etseler hiç unutulmayacaklar ....

Monday, April 23, 2012

ORTADOĞU'NUN KESİK DAMARLARI

ORTADOĞU'NUN KESİK DAMARLARI

ÖNSÖZ

SUAT PARLAR
Eduardo Galeano son röportajlarından birinde şöyle diyor: "Latin Amerika’nın Kesik Damarları’nı yazmak, benim için kişisel bir görevdi, bir başlangıçtı. Bir son değil, bir şeyin başlangıcıydı. Yaşamın anlamlarını kalemimle keşfe çıkmaktı bu, gerçeğin derinine inmekti. Latin Amerika’nın gerçeği. Şimdiyse tüm insanlığın. Dünyamız aynalar gibidir. Sınırların, haritaların olmadığı yarı bir ayna…İmkânsızı yazmaktı benimkisi. Denemeye değerdi. Farklı zamanlara, farklı yerlere gitmekti. Para gibi değil de normal insan gibi olursanız, farklı yüzyıllarda yaşamış insanlarla kardeş olabileceğinizi anlarsınız. Paranın sınırı vardır, ama insanın insanlığın sınırı yoktur." Galeano'nun içine girdiği bu serüven bizim de içinde olduğumuz bir serüvendir. Ortadoğu'nun Kesik Damarları için bir önsöz olabilecek bu bütünlük, aslında sürekli izini sürdüğümüz sınırı olmayan insanı ve insanlığı bir arayış çabasıdır.. Suat Parlar'ın 1999 - 2006 arasındaki çeşitli dergilerde yayınlanmış röportaj ve makalelerinden oluşan bu e - kitap, Ortadoğu'nun gerçekliğini aramada bir adım olarak algılanmalıdır.
 
İçindekiler
Eşitsizlikçi Egemenlik Sistemlerinin Gizli Tanrıları
Emperyalizmin Kadim Kökleri
Ortadoğu'da Kirli İlişkiler
İmparatorluklar Mezarlığı Ortadoğu
Barbarlığın Kaynağı Petrol
Siyonist Sömürgeciliğin Ekonomik Dayanakları
Ortadoğu'nun Yağmalanan Kaynakları
Kuşatılan Ortadoğu
İslam'ın Ceosu
Emperyalizmin Ortadoğu'daki Koçbaşı
Barbarlığın En Üst Aşaması: ABD
Tek Yol Birliktelik
Ortadoğu'nun Yeni Gerçekliği
Türkiye Rehine mi?
Dünyada En Sivil Toplum Pentagondur
1977'deki Darbe Girişimi

Sunday, April 22, 2012

Yuvadaki Şeytan

Yuvadaki Şeytan / Milena Jesenska

“Bana öyle geliyor ki iki insan birbiriyle birlikte mutlu olmak istediği için evlendiği an da işte tam da o an da kendini mutlu olma ihtimalinden mahrum bırakmış bu ihtimalin önüne geçmiş olur. Mutlu olmak için evlenmek tıpkı iki milyon için bir araba için ya da baronluk için evlenmek kadar kar amaçlıdır ve o iki milyon araba ya da baronluk gibi mutluluk da mutlu olmaya yetmez. bu dünyada cezasız kalmayacak bir şey varsa o da manevi konularda yapılan hesap kitaplardır.
 Bir insanı tanımak inanılmaz zor bir iştir. Bir insanı ilk olarak başbaşa bir sohbetin ilk yarım saatinde ve ikinci kez ancak on yıl birlikte yaşadıktan sonra tanıyabileceğimizi söylersem sanırım abartmış olmam. Ayrıca şuna inanıyorum ki iki insanın kim olduklarını ve kiminle evlendiklerini düğünden önce sezebilmeleri bile mümkün değildir. Birisi ötekinin bütün davranışlarını bütün fikirlerini tutkularınıkanaatlerini inançlarını bilse bile çorapları uykuda çapaklanmış gözleri her sabah diş fırçalarken ağzını çalkalayış şekli ve özellikle garsona bahşiş verişi hakkında henüz hiçbir fikri yoktur – çünkü insan derinlerde aldatır ama yüzeyde onu tanıyabilirsin. Kısacası her bir evliliğin içinde binlerce hayal kırıklığı riski ve her türlü içsel çuvallama ihtimali saklıdır; ki bunlara karşı kullanılabilecek tek bir silah vardır: hepsini daha baştan üstlenmek.
Her insan kendi içinde sınırları belli bir dünyadır. Aksine bir insan ne kadar kendine has olursa bütünselliğe o kadar yakındır. İmkanları yetenekleri ne kadar azsa bu imkan ve yetenekler o kadar derin ve esaslıdır. Ve eğer tek bir yeteneği varsa en değerlisi de budur.
Bir yerlerde bir parçacık yeryüzünü gökyüzüne yakın bir yükseklikten göreceğiniz bir dağın tepesine çıkın. Hayatın önemine ve mutluluğun önemsizliğine inandığınızı kısa bir süre sonra fark edeceksiniz. Mutlulukmuş! Sanki mutluluk imkanı yalnız ve sadece bizim içimizde değilmiş gibi! Sanki mutlu olma yeteneği tıpkı şarkı söyleme yazma politika ya da ayakkabı yapma yeteneğine benzer özel bir kabiliyet değilmiş gibi!

 Bizlerin bugünkü evliliklerimizin tümünün -veya-, hiç olmazsa çok büyük  bir kısmının- mutsuz olduklarının iddia edilmelerinin nedeni nedir ki?  Sual günceldir ve ciddi kaynaklara göre, koca bir edebiyat bu konu  etrafında odaklanmıştır, ciddi olmayan kaynaklara göre de , konu five  o’clock tea’lerin dedikodularının merkezini oluşturmaktadır. Konu, her  yüzü ile, monden gevezeliklerin olduğu kadar felsefe denemelerinin de  ilgi odağıdır, biz gazeteciler ise güncel olan bu konu ile ilgilenen ne  ilk ne de son kişi olacağız. Vurgulamak isterim ki , bu konu beni  gerçekten hep şaşırtır. Bu durum, evliliklerin mutsuzluklarının nedenini  bilmediğimizden kaynaklanmış değildir. Benim, esas olarak , kendime hep  sormakta olduğum soru, evliliklerin neden mutlu olmalarının  gerekliliğidir.
Zira, işin esası, budur! İki  varlık… iki küçük insan larvası…Yalnız, umutsuzluklarla karşı  karşıya bırakılmış, kaçışı olmayan bir varoluşun mateminde…  Ürkütürcesine kocaman ve korkunç dünyamızda iki ufacık insan, sabahın  dokuz buçuğunda bir apartman dairesinde kapalı… aynı soyadı, aynı  beklenti ve aynı yazgı içinde kapalı iki zavallı… Ve, bunların sade ve  sade ikisi oldukları için mutlu olmalarını mı beklersiniz?
 Bana göre mutlu olmaları umudu  ile birbirleriyle evlenen iki kişi, en azından bu kararı vermiş  oldukları anda dahi mutlu olma şansına sırtlarını çevirmiş durumdalar.  Evlilikte mutluluğu amaçlamak, iki milyona otomobil ya da asalet ünvanı  elde etmeyi amaçlamaktan farklı bir şey değildir. Kesin olan tek şey,  hesap ile sayıların aşk konularında daima öç almakta olmalarıdır. Başka  türlü hareket etmelerinin imkansızlığının bilincinde olduklarında, bu  iki kişinin evlenmesinde tek neden, her ikisinin de diğerinin yokluğunda  yaşamanın imkansız olduğunu görmeleridir. Bu, olabilir; en ufak bir  romantizm, en ufak bir duygusallık, en ufak trajik bir öğe  olmaksızın…. Bu, her gün olabilir… Aşk veya diğer herhangi başka ne  ad verilirse verilsin, bu dünyanın en güçlü ve de en farklı duygusudur.  Ne var ki , pek çok kişi, yaşamları süresince bundan kaçınır ve de bunu  reddeder.
İki kişi, birlikte yaşamaları  için evlenirler. Evet… Bu husus kocaman, olağanüstü bir şeydir; ancak,  neden buna mutluluğun da ilave olması beklenir? Ama, neden insanlar  gerçeği süslerden arındırılmış olarak görmek istemezler? Neden  yaldızlanmış yalanlar ararlar? Neden ne kendilerinin, ne dünyanın, ne  doğanın, ne göğün, ne yazgısının ne de yaşamın kendilerine veremeyeceği  ve kendilerinin de beklememelerinin gerektiği, gerekeceği bir şeye  bağlanırlar? Neden gerçeğe, dünyaya ait bir anlaşmaya, mutluluk gibi bir  romantik fantezileri de eklemeye çalışırlar? Neden karşısındakinden,  senin veremeyeceğin şeyi vermesi istenir? Neden, ortak yaşam gibi  öylesine büyük, öylesine ciddi, öylesine derin bir olaya “mutluluk  vermek” gibi zorlamalar da yapılır?
Şayet bizler, evlenmeden önce  düşünmeye vakit bulamadığımız bazı konuları hesaplayabilirsek… Mesela,  ortak yaşamın tek yaşamdan kolay değil de, daha güç olduğunu…  Kolaylıkların tümü yalnız yaşayanlara verilmektedir… Nispi bir  sorumluluk, özgürlük, aklımıza estiğinde Avustralya’ya gidebilmek gibi  başınıza buyruk olma… Bağlandıktan sonra, size verilmeyen her şeyden  vazgeçmeniz gerektiği için de, evlilik çok zordur. Ve işte bu nokta,  bugünkü evliliklerin özellikle üstüne çarpıp parçalandıkları temel  nedendir: İnsanlar, yetinmek zorunda kalacakları ile vazgeçmeleri  gerekecek olanlar arasında doğru-dürüst seçim yapmadan, yahut, başka bir  deyimle, vazgeçecekleri hakkında tam bir karar varmadan evlenirler.
 Karşındakini tanımak kadar güç  bir şey yoktur. Birisini ilk kez olarak, yarım saatlik bir konuşma  sonunda tanıyabilmenize karşılık, aynı kişiyi ikinci kez olarak ancak on  yıllık bir beraber yaşamdan sonra tanıyabileceğinizi söylersem,  abartmış olmayacağımı zannediyorum. Aynı şekilde, evlenmelerinden önce  iki kişinin birbirleri hakkında ve her birinin kiminle evlenmekte  olduğuna dair bir fikir sahibi olmalarına olanak olmadığı kanaatindeyim.  Keza karşılarında bulunan bir kimsenin tüm hareketleri, fikirleri,  coşkuları ve inançları ve de şüphe ve katiyetlerini bilseler dahi, daha  henüz çoraplarını, uykulu gözlerini, sabahları dişlerini fırçalamalarını  veya gargara yapmalarını, bir garsona bahşiş bırakma tarzlarını  bilmemekteler.
 Zira, biri bizi derinliklerde  aldatabilirse de, yüzeysel alanda hiçbir zaman aldatamaz. Aynı şekilde,  bir evlilik bin bir beklenti yıkımı tehlikesini beraberinde getirdiği  gibi, önceden kabullenmekten başka herhangi bir kurtuluş simidinin  bulunmadığı beraber yaşamın doğurduğu bulutları da getirir. Beraber  yaşama, aşk adına, karşısındakinin içsel değişikliklerinin yumağında ki  her şeyi, milliyetini, politik ve dinsel görüşlerini ve daha bir çok  şeyi affetmemizi ister. Bu konuda biraz daha ileri gidersek,  karşımızdakinin ufak tefek hatalarını da affedelim. Karenina’vari bu  modern histeriden kendimizi kurtararak hoşgörülü bir gözle bu kanat gibi  duran kulaklara, kocaman bağlanmış şu kravata bakalım. Herkesin, kendi  içinde kendine özgü bir dünyası vardır; o dünya ne kadar kendine özgü  ise o kadar tamdır; yetileri ve yetenekleri sayıca ne kadar az ise,  onlara o kadar derin ve gerçek anlamda sahiptir; ve şayet tek bir  yeteneği varsa, o yeteneği herkes tarafından makbul ve değerli sayılır.  Ve, sarışın olan birisinden haftada iki gün esmer olmasını  istemeyeceğimiz gibi, aynı şekilde boş kafalı bir ukaladan shimmy  dansını sevmesini, bir aptaldan Kierkegaard’ı anlamasını, bir ressamdan  matematik ile ilgilenmesini, melankolik bir kimseden şansonetlere  katılmasını, yalnız yaşayan birinden gece toplantılarını tertiplemesini  de isteyemeyiz.
 İşte size; insanların bir türlü  anlayamadıkları basitin basiti bir hesap. Genelde, kişiliklerinin  derinliklerine kadar inseler de, evliliğin esasının, karşılarındakinin,  kendini olduğu gibi görme hakkına kadar varan kişiliğine katlanma  olduğunu görmezler. Zira hesabın sonunda, daima karşısındakinden  beklenen bir kendinin olma durumunun kabülü mevcuttur. Burada, “buna  rağmen”ler söz konusudur. Ve, bizleri mutsuz edenler de hep o “buna  rağmenler”dir. Beni, insanların cinsel, ekonomik, sosyal ya da erotik  gereksinimlerini karşılayabilmeleri için beraber yaşadıklarına  inandıramazsınız! İnsanların beraber yaşamalarının tek nedeni,  yanlarında birisinin bulunması ihtiyacından başka bir şey değildir;  dünyanın bu boşluk ve yalnızlığında , kendilerinin tüm zaaf ve  hatalarına rağmen kendilerinin var olmalarını kabul ve tasdik edecek  birisinin bulunmasından başka bir şey değildir; cürümden, öç almaktan,  kötü düşünceden, adaletten, vicdan azabından kaçabilmeleri için  yanlarında bir diğer kişiyi bulundurmak ihtiyacından başka bir şey  değildir.
 Zira, gerçekten, bir ev, bir  “yuva”nın “koruma amacı”ndan, dünyaya karşı ve özellikle içsel “ayna”ya  karşı “koruma”dan başka herhangi nihai ve kutsal bir amacı olabileceğini  düşünebilir misiniz? Bir erkeğe bir kadının ve de bir erkeğin bir  kadına yapabileceği en büyük lütuf, çocuklara gülümseyerek söylenen bir  cümleyi söylemektir; “Seni hiç terk etmeyeceğim!” Bu söz, “ölüme kadar  seni seveceğim” veya “ebediyen sana sadık kalacağım”dan farklı değildir.  Başkasına karşı namus, gerçeğe bağımlılık, ev, sadakat, karar, dostluk,  aidiyet gibi kavramların tümü bu ufak cümlenin içindedir. Şu zavallı  mutluluğa karşı sürülen, yerine getirilmesi olanaksız vaatlerdir.
 Kısacası, kanımca,  evliliklerimizin böylesine mutsuz olmalarının nedeni işin kolayına  kaçmakta olmamızdır. Çünkü, tutulmayacağı bilinen ve tutulmayacağı için  de bir yıl sonra valizlerin toplamasına neden olacak vaatleri kabul  etmemiz kolayımıza gelmektedir. Bunun yerine, tutulabilinecek ve  dolayısıyla uzun süre tutulacak şeylerin vaadi hem daha kolay, hem daha  dürüst olur, diye düşünüyorum. Tüm bu hayali derinlikler, ileride  rastlanacak ve seviyeli bir davranışı gerektirecek ilk gerçek güçlük  karşısında kırılıp bin parçaya ayrılacak iddialardır. Neden insanlar,  hiçbir zaman bir portakal veya bir menekşe demetini, yeni bir kalemi  veya bir kese İzmir üzümünü getirip hediye etmeyecek kadar “ilgisiz ve  uzak” kalmayacakları vaadinde bulunmazlar ?

Neden insanlar, evlenme  gecesinin ertesinde ve ondan sonraki sabahlarda sabun ve su kokuları  içinde ve doğru-dürüst giyinmiş olarak kahvaltıya ineceklerine dair söz  vermezler? Neden insanlar, kızgınlıklarını böylesine aşağı-pis-iğrenç  davranışlarla göstereceklerine, kızgınlıklarını açık ve hatta darbelerle  dahi olsa daha seviyeli bir şekilde gösterecekleri vaadinde  bulunmazlar? Neden insanlar, diğerine ve onun çıkarlarına kendilerinin  sanat tarihi, futbol veya kelebek avına verdiklerinden fazla önem  verecekleri vaadinde bulunmazlar? Neden insanlar, karşılıklı olarak,  birbirlerinin susma özgürlüğüne, yalnız kalma özgürlüğüne, herkesin  kendine ait bir odası olma özgürlüğüne saygı gösterecekleri vaadinde  bulunmazlar? Neden insanlar mutluluk gibi gerçekleşemeyecek laflar  peşinde koşacaklarına, yukarıda sözünü ettiğim o hiçbir zaman yerine  getirilmeyen, ancak çok önemli olup yerine getirilmesi mümkün olan  “ufak-tefek şeyler”in vaadinde bulunmazlar?
 Evliliğin bir anlamı olması  için, mutluluk beklentisinden çok daha geniş ve gerçek bir temel üzerine  oturtulması gerek. Oh , Tanrım! Azıcık acı, azıcık ıstırap, azıcık  mutsuzluktan neden böylesine korkuyoruz? Hiç olmazsa, bir kez, açık bir  gecede yıldızlarla bezenmiş bir göğün karşısında, tam bir içtenlikle  kendimizi tümüyle vererek beş dakika için oturmayı deneyiniz. Veya, vadi  ve ovaları gökten bakarcasına seyredeceğiniz birkaç dağa tırmanın. Ve, o  hallerde, anlayacaksınız ki, mutluluk serabı yerine yaşamın önemini  kavrayabilmeniz için tek bir an dahi yeterli olacaktır. Mutluluk! Sanki,  mutluluğu ve mutlu olmayı kendimizden, kendi içimizden başka herhangi  bir yerde bulabilirmişiz gibi… sanki, mutlu olma yeteneği yazı yazma,  şarkı söyleme veya siyaset yapma yeteneği gibi gerçek bir yetenek  değilmiş gibi! Bir kişiye arzulamakta olduğu her şeyi veriniz…  Kendisini aşkla, hediyelerle, ayrıcalıklarla… isteyebileceği kadar her  şeyle doldurunuz… Ve bunlara rağmen, o gene mutlu olmayacaktır. Bir  başkasını her tarafını kanatıncaya kadar dövünüz… ve, belki de o kişi  yolda taze, nemli, yeşil yapraklarla bezenmiş ve güzelim bir  kırmızılıkla dolu bir havuç yığını görüp mutlu olacaktır.
 İki yaşam şekli mevcuttur.  Birisi, sana düşen payı, onu tanımadaki ve de kaybetmede ki imkanlarla  imkansızlıkları ve mutluluklarla mutsuzlukları ile dürüstçesine ve  cesaretle, tüm cömertliği ve alçakgönüllülüğü ile kabul etmek ise de;  diğeri, yazgısını aramak ve elde etmek üzere yola çıkmaktır. Ne var ki,  bu ikincisinde insanlar sadece güçlerini, zamanlarını, hayal ve  umutlarını, içgüdülerini kaybetmekle kalmayıp kendi öz değerlerini de  kaybederler, fakirleşirler… Bunların gelecekleri, daima dünlerinden  kötü olacaktır.
 Not: Genelde Kafka’nın sevgilisi olarak  tanınan Milena, II.Dünya Savaşı öncesinin Orta Avrupa kültürünün önde  giden entelektüellerinden birisiydi. Yaşamının tümünü gerçek bir  varoluşçu olarak geçirdiği gibi, gerçek bir varoluşçu olarak da öldü.  Zamanın Prag’ının önde giden sosyalist gazetecilerinden biri olan Milena  Jesenka’nın Tribuna gazetesinde yayımlanmış 1930 tarihli, Yuvadaki  Şeytan adlı makalesi:
 Milena Jesenka
ALINTI