Saturday, June 16, 2012

Rüzgâra Karşı Edebiyat ve Müzik Geç Dönem Üslûbu Edward Said (1935-2003)

 Geç Dönem Üslûbu
Edward Said
           
Editörün Notu: Adorno ve Edward Said,  ölümün gölgesinin üzerine düştüğü dönemde sanatçının inatla ama farklı bir bakış açısıyla eserler ürettiği  dönemi “geçlik “ olarak tanımlar. Kitabın alt başlığı olan “Rüzgâra karşı edebiyat ve müzik” hayata tutunmaya çalışan sanatçının bu “geç” dönemdeki yaratma uğraşını anlatır. Said yeni bir ifade düzeyine ulaşan sanatçı için geçlik tanımını şöyle yapar: “Geçlik yolun sonunda, her şeyin bilincinde, anılarla dolu ve hatta doğaüstü bir biçimde, bugünün farkında olmaktır.”
 
Rüzgâra Karşı Edebiyat ve Müzik
Geç Dönem Üslûbu
Edward Said (1935-2003)

Eren Arcan

“Geçlik yolun sonunda, her şeyin bilincinde, anılarla dolu ve hatta doğaüstü bir biçimde, bugünün farkında olmaktır.”

Samuel Beckett “Ölüm bir günümüzü boş tutmamızı istememiştir bizden,” derken ölümün kestirilemezliğini ima eder. Ancak ölümün kenarda beklediği zamanlar da olur. Böyle dönemlerde geçmiş ve gelecek kavramları önemini yitirir ve bir anlamda, “şimdiki zamanın” gölgesinde kalır. Adorno ve Edward Said sanatçının ölümün gölgesinde kaldığı bu dönemi “geçlik “ olarak tanımlar. Kitabın alt başlığı olan “Rüzgâra karşı edebiyat ve müzik” hayata inatla tutunmaya çalışan sanatçının bu “geç” dönemdeki yaratma uğraşını anlatır.

Edward Said’in 1991 yılında sağlık kontrolünden geçtiği sırada lösemi olduğu ortaya çıkar. Filistin sorununu ve kendi hayatını anlatmak için “Yersiz Yurtsuz” kitabını yazmaya başlar. Kitap 1999 da yayına girer. Yazar 2003 yılında ölür. Bir anlamda kendisi de ölümün gölgesinde, bir “geç dönem” yazarı olarak son bir eser ortaya koyar. Columbia Üniversitesinde verdiği “Geç Dönem Üslûbu” derslerinde Adorno, Mann, Richard Strauss, Lampedusa, Britten, Mozart, Beethoven ve daha pek çok ölümsüz sanatçıyı ele alır.

Geç dönemi daha iyi açıklamak için Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde “ eserine başvurur. Proust günün uyarılarıyla, geçmişi geri getirebilme yetimizden söz eder. Kokuların, tatların, seslerin, objelerin, yordamıyla anılarımıza dönerek geçmiş zamanımızı yeniden yaşadığımızı, bu yeniden kurguladığımız geçmiş zamanın aklımızda resimlenerek mekâna dönüştüğünü söyler. Bir kafeteryada yediği madlen keki Proust’u teyzesinin evinde ıhlamur çayıyla birlikte yediği günlere götürür. Kokuların uyarısıyla geçmiş, bellekte, yeniden inşa edilmiştir.

Proust - “Ne var ki, uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha çok uzun bir süre, ruhlar gibi, diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlamaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden, hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.” Proust’un anlatıcısı kurabiyenin kokusu ile sökün eden anıların netliğiyle şaşkın, hem de teyzenin kaybıyla ızdırap içindedir. Orhan Pamuk “Aklın derinden bildiği ama eşyalar, fotoğraflar, kokular olmasa bir daha hatırlayamayacağı yaşanmış şeyler” diye sözünü  ettiği bu geri dönüşlerle geri getirilebilen anılardır.

Zaman, zaman acımasız olabilen geçmişten tek kaçış yolu, ünlü İngiliz şair Gerard Manley Hopkins şiirinde belirttiği gibi, uyku ya da ölümdür.

“Ey zihin, koca, koca dağların var, derin uçurumların
Dehşet saçıyor, dimdik, dibi görünmüyor. Yakala onları,
Asla yakına yaklaşmayanları.
Küçük mahpusluğumuzun
O sarplıkla ya da derinlikle işi kalmasın artık. İşte! Sürün,
Biçare kasırgaya diz çöken bir avuntunun altında; her
Hayat mutlaka son bulur ve her gün, uykuda ölür.”

Said sanatçıların yaklaşan ölüme farklı tepkiler gösterdiğini söyler. Sofokles, Shakespeare, Rembrandt, Matisse, Bach, Wagner gibi sanatçılar ömürlerinin son evrelerinde “zamanla” mücadeleyi bırakarak dinginleşmişler ve yatışmışlardır. Hayata yeni bir sükûnet, uzlaşma ve bilgelik ile bakarlar.

Ancak sanatçı ya yolun sonuna hazırlıklı olmanın olgunluğuna sükûnetine erişmemişse?… Beethoven de olduğu gibi: "Beethoven’in geç dönem üslubu olumsuzdur. Daha doğrusu bu içten gelen güç, olumsuzluktur. Tam da sükûnet ve olgunlukla karşılaşmayı beklediğimiz yerde, öfkeli, zorlu, yılmaz ve hatta insanlık dışı – bir meydan okuma buluruz... Beethoven’in geç dönem çalışmaları daha yüksek bir senteze girmeden, dâhil olmadan, ortada kalır. Hiçbir tasarıya uymaz, uydurulamaz. (s31)

Geç dönem eserlerinin esası çözülemezlik ve çok parçalı bir yapıda olmasıdır. Ne süslemedir, ne de başka bir şeyin sembolü. Onun hayat dolu dik başlı çalışması artık çok daha dik başlı ve egzantriktir. Bu çalışmalar acı ve dikenlidir, kendini hazza teslim etmez. . Hiç bir tasarıya uymaz, uydurulamaz... “Hegel’e göre uzlaşmaz karşıtlıklar diyalektik ile çözülebilir. Ve bunun sonunda büyük sentez ortaya çıkar. Ama Beethoven’in geç dönem üslûbu uzlaşmaz karşıtlıkları ayrı tutar ve böylece müziği anlamlı bir şeyden çetrefilli bir şeye dönüştürür." (s32)

İnsanın kendini keşfetmesi, hayatını anlamlandırması, oluşturması sürer gider ancak kendini oluşturduktan sonra bozması ile ise sanatçı geç dönem üslûbuna yaklaşır. Ölümü çelişki ve başkaldırı ile karşılayan Beethoven gibi Adorno, Mann, Strauss, Genet, Lampesduna, Kavafis ve daha pek çok sanatkârın geç dönem eserlerine çözümsüzlük, devir ile uyumsuzluk (anakronizm) ve kuralsızlık (anomali) siner.

Bazen kasten yapılmış bu kuralsızlık, bu aykırılık yeni bir türe evirilerek, verimliliğe döner ve bu farklılaşma, sonuçta, sanata yeni bir yön vererek onun bambaşka bir mecraya yönelmesine yol açar. Örneğin Adorno’ya göre Beethoven’in son evresine dâhil olan beş piyano sonatı, Dokuzuncu Senfoni, son altı yaylı çalgılar dörtlüsü, on yedi piyano bagateli, (Genellikle piyano için yazılmış hüzünlü hafif, önemsiz bir parça) ve Missa Solemnis, toplumla bağlarını koparmış, düzene aykırı, yabancılaşmış eserlerdir.
Said, Beethoven’in geç dönem eserlerini daha önceki dönem eserlerinden ayırt eden özellikleri şöyle anlatır.”Beethoven’in geç dönem eserlerinin Adorno’yu bu kadar etkileyen tarafı hiç şüphesiz epizotlardan (bölüm, bölüm parçalar) oluşması, kendi sürekliliğine hiç aldırmaması olmuştur.

Birinci dönemden bir yapıtı örneğin Eroica’yı “Geç Dönem Piano Sonatı no.31 ile karşılaştıracak olursak birincisinin her açıdan ikna edici ve bütünleşmeci dürtülerce yönlendirilen bir mantığı olduğunu, ikincisinin ise biraz kafası karışık, genelde çok dikkatsiz ve kendini tekrarlayan bir nitelik taşıdığını görürüz. Müziğin parçalı niteliği, boşluklarla, susuşlarla paramparça olmasını “ zavallı Beethoven kulakları duymuyordu, adım, adım ölüme yaklaşıyordu, böyle kusurları görmezden gelmeliyiz,” diyerek ne yadsıyabilir, ne de geçiştirebiliriz. (S13)

(Eroica hakkında ufak bir not : Beethoven senfoniyi Napeolon’nun Avrupa’daki askeri başarısından sonra yürüttüğü reformlara ithaf ederek adını “Bonapart Senfonisi” koymuş ancak daha sonra Napoleon imparatorluğunu ilan edince çok kızarak adını "Eroica" – Kahramanlık olarak değiştirmiştir.)

Daha önce de  yabancılaşmış eser olarak sözünü ettiğimiz doksan dakikalık dev bir eser olan Missa Solemnis (Missa – ayin - Solemnis vakur) orkestra, büyük çaplı bir koro, dört solist tarafından icra edilmektedir. Beethoven’in arkadaşlarından birinin anılarına göre sanatçı eserine klasik kilise ayini çerçevesinde başlamış, ilk iki bölümü Kyrie ve Gloria’yı besteledikten sonra gitgide içine kapanmış, kendini dünyadan soyutlayarak, son üç bölümü olan Credo, Sanctus ve Agnus Dei’yi bestelemiştir. Beethoven’in arkadaşı onun bu bölümleri "kilitli kapılar ardında, büyük bir isyan ile çığlık çığlığa, uluyarak, tepinerek, her şeye meydan okurcasına" bestelediğini söyler.

Adorno’ya göre eser. Savaşın alabora ettiği bir dünyada barış umudu olmayan, kaygılı, kırılgan bir yakarıştır. Daha sonra gelen, Schiller’in “Neşeye Övgü” şiiri üzerine yazılmış Dokuzuncu senfoninin son koral parçası bu yakarışa cevap niteliğindedir. Besteci insanlığın çözümü, yaratanın huzurunda eğilmeyle değil, birbirinde bulmaya davet eder. “Barış yolunu göklerde değil birbirimizde, evrensel kardeşlikte aramalıyız,” der

NEŞEYE ÖVGÜ (Ode To Joy)

Neşe, Tanrıların güzel kıvılcımı,
Ey Elizyum kızı,
Giriyoruz coşkuyla,
Senin ilahi, kutsal mabedine!
Senin büyünle birleşir,
Geleceğin acımasızca ayırdığı;
Tüm insanlar kardeş olur,
Yumuşak kanadın altında.

Kim başarırsa,
Bir dostun dostu olmayı,
Kim bulmuşsa kutsal bir eş,
Katılsın sevincimize!
Ya da tek bir kalp bile bulduysa,
Onundur bu mutlu dünya!

Kim başaramazsa bunu
Ağlayarak ayrılsın aramızdan!
…..

Kucaklaşın, ey milyonlar!
Bu öpüş tüm dünyanındır!
……
SCHILLER
(ALINTI)

Friday, June 15, 2012

Tehlikeli Aşk

Tehlikeli Aşk
Ben Okri
 Aç Yol kitabı ile Booker ödülünü kazanan Nijeryalı yazar Ben Okri, "Büyük hikayeler geçmişimizin tınılarını gizemli kökenimizi ve kutsal yazgımızı harmanlayarak bize geleceğimizi sezdirirler," der. Okri Tehlikeli Aşk adlı kitabında imkansız bir aşkın izini sürerken, fonda kaotik ülkesinin çileli panaromasını yansıtır. Yoruba kabilesinin mitler, rüyalar, inançlarla bezenmiş geleneksel sözel anlatıma dayalı kültürü ile beslenen yazar, beyaz adam tarafından talan edilen ülkesinin çözümünü "Rüyalarımız Sorumluluğumuzdur" söyleminde bulur
           
Ben Okri - Aç Yol
Dr Jules Smith, 2002
Çeviri : Nazan Önder

Azaro, Ben Okri’nin 1991 yılında Booker Prize ödülü alan romanı “AÇ YOL”’un ruh-çocuk anlatıcısıdır. Azaro kendini ; kaos ve güneş ışığı içinde, yaşayan ve ölülerin hayallerinde serüven yaşayan isteksiz maceracı olarak tanımlar.
Anne ve babasına olan sevgisi yüzünden ruhlar dünyasına dönme sözünden döner. Bu yüzden de ruhlar alemi ile gerçek hayat arasında, huzursuzca gidip gelmek zorunda kalır. Azaro kendi insanlarının yaşam mücadelesinin şahididir ve gerek insanların yaratacağı felaketleri gerekse doğal felaketleri önceden görebilme yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla Azaro yazarın hayal gücünün sembolü olur, görevi Afrikalı bir kavimin kaotik hikayesini tasvir etmektir (bu hikaye Okri’nin yerli Nijerya’sının genişletilmiş kıssasına göndermedir) Okri’nin anlatımı, “dünya sadece ölülerin cevaplayabileceği bilmecelerle doludur” mesajını verir. Bu, insanlar ve ruhlar, acayip melezler ve dönüşümler arasında sürekli bir değiştokuş anlamına gelir; ölüler sıklıkla şarkı söyleyerek ve kavga ederek yürür ve çoğunlukla hayvan formlarına bürünür. Okri’nin romanı birkaç onyıl geriye giderek, hemen özgürlük öncesi dönemi hatırlatır. Herbalistleri, yerel ilaçları, hayvan kurban etmelerı, ve büyüleri barındıran bu geleneksel toplum, yoğun bir şekilde elektriğin, arabaların ortaya çıkışı ve hepsinin ötesinde yabancı çokuluslu şirketler tarafından ormanın sömürüyle yoğun bir şekilde işgal edilir. “Yol” kavimin özgürlüğünü anlatan metafordur. Ancak işin can alıcı bölümü bu bir “açlıktan öldüren yol”’dur. Açlığın sarmaladığı ve çoğunlukla kendi insanlarını acımasızca yalayıp yutan bir yol.
Okri’nin romanındaki zengin metafor ve fantastik öğeler Batılı okuyuculara “büyülü gerçeklik” türü gibi görünebilir. Ancak bu roman belkide en iyi Postkolonyalist İngiliz romanı bağlamında değerlendirilebilir. Okri, Afrika tarzı hikaye anlatıcılığı geleneğini, bir avuç yerel kelime kullanarak ve modern edebi teknik çeşitliliği sergileyerek standart İngilizce’de tekrar işliyor. Okri’nin büyük başarısı, Aç Yol, en çok övgü alan 1945 sonrası Afrika hikayelerinden biri. “Aç Yol” aynı zamanda Okri’nin “Songs of Enchantment(büyü şarkıları) (1993) ve Infinite Riches(sonsuz servet) (1998) adlı kitaplarının açılış cildi. Birlikte değerlendirildiklerinde, herbiri inanılmaz zengin bir okuma deneyimi sunuyor ; tüm ciltler rüya mantığıyla devam ediyor. Azaro’nun şahitlik ettiği sürekli yaşanan dönüşümlerde ve kaderi tersine çevirmelerde şaşkınlık yaratan trans-gibi bir anlatım sesi mevcut.
Azaro ve ailesininde içinde bulunduğu, tehlike altında yaşayan halk hayaletler ve doğal afetler tarafından ziyaret edilir. Aynı zamanda toprak ağası ve onun çetesi tarafından sömürülür. Romanlar sürekli satın alınan yiyecekleri, onların hazırlanışını ve zevkle yenişini tasvir ederken; aynı zamanda özlem duyulanlardan, saklananlardan ve fareler tarafından kemirilenlerden de bahseder. Azaro’nun babasının “Siyah Kaplan” olarak başka bir varoluş biçimi de vardır: Ruhlarla savaşan boksör. Ama babasının gerçek hayattaki -tümü fazlasıyla insan olan- rakipleri, “Zenginlerin Parti”sidir. Azaro’nun annesi ise sürekli uzlaştırıcı rol oynar; sadece aile içinde değil aynı zamanda “Siyah Kaplan” ile sürekli çatışma içinde oldukları yerleşik halk arasında da. Bunun için de yerel bar sahibesi efsanevi Madame Koto’nun aracılığına ihtiyaç duyar. Kendini beğenmiş, yozlaşmış ve cömert Madame Koto edebi anlamda bütün romanlara hakim olacak kadar şişirilir. Azaro gibi Madame Koto da, her iki alemde de varolmaktadır. Eşkiya çeteleri, fahişeler ve ayin şarkıcıları ile birlikte kudret simsarı olarak; yeni ve berbat bir gidişatın rahibesi olarak. Roman serisinin, açık ara farkla en iyi ve en renkli karakteri olan Koto; yeni arabası ve hayalet şöförü, elektriği takdiyesi ve Zengilerin Partisi adına yaptığı toplantıları ile kötü kader yüklü şenliğe büyük katkı yapar. Koto’nun, çakal-başlı bir yaratıktan olma üç ruh çocuğunun doğumunun yaklaşması, 3.romana yıkıcı bir hava katar. Azaro, özgürlük öncesi bir toplantının karmaşasında gelecekle ilgili bir hayal görür: darbeler, idamlar, skandallar, çatışmalar, ayaklanmalar ve meylettiği tahmin edilen savaşın gerçekleştiği. Yönetimdeki general, hatıratına tarihi yeniden yazma teşebbüsündedir. Bu sırada Madame Koto’nun son başkalaşımı yeni bir ulusun doğum sancılarına eşlik eder. Okri’nin romanları ekonomik ve politik yozlaşmanın sorunlarını, savaş ve ekolojik yıkımı detaylı metaforlarla anlatırken, Okri’nin kısa hikayeleri yoluyla verilen, Afrikalıların ruhlarla etkileşimi daha “gerçekçi” ve yapıda daha kentlidir. Bu hikayeler güncel ekonomik çaresizlik ve sosyal kaosu yakalar. Örneğin “The City of Red Dust” (Kırmızı Toz Şehri)’ta Emokai, Askeri yöneticinin doğum günündeki resmi kutlamalara içecek alacak para bulmak için kan satacak kadar alçalırken, kız arkadaşı Dede, askerler tarafından tecavüze uğradıktan sonra buhrana sürüklenir ve kendi boğazını keser. “Worlds that Flourish” (Dalgalanan Dünyalar)’da bir adam polis tarafından önce soyguna uğrayıp sonra dövülür; arabasına saldırıldığında, kendini ruhlar şehrinde bulur ki burada ölmüş karısı ile karşılaşır. Stars of the New Curfew (1988) (Yeni Sokağa Çıkma Yasağının Yıldızları)’nın çarpıcı başlık hikayesi, sahte doctor satıcının “herşeyi tedavi eden” ilaçlarını, fakirlerin ilacın yan etkisi olarak gece kabusları görmesini betimler. Açlıkla yeterince deneyim kazanmış satıcının manyak satışları, “herşeyi tedavi eden” güç ilacının taşındığı kalabalık otobüsün kazasıyla sonuçlanır. Bu tuhaf satirik politik alegori (kinaye); satıcının patronunun, satıcıya eski ilacın ortaya çıkardığı etkileri düzeltsin diye yeni ve geliştirilmiş bir ilacı denemesi konusundaki israrı ile neticelenir.
“Dangerous Love” (1996) – (Tehlikeli Aşk) belkide Okri’nin güncel romanlarının içinde en doyurucusu. Politika ve sanatsal özgürlük iması bulunan, Lagos’ta 1970’lerde geçen bir aşk romanı. Roman, sanatçı-kahraman Omovo’nun, iç savaşı çağrıştıran kısa bir hikayede ilk kez ortaya çıkışıyla canlanmaya başlar; çocuk nehirde yüzen cesetleri görür ayrıca askerlerin bir kadını öldürmesine şahitlik eder. Bayılır ve daha sonra askerler tarafından kurtarılıp eve götürülür, babasının askerlerle birlikte içtiğini görür. Tehlikeli Aşk aynı zamanda Okri’nin önceki romanı olan “The Landscapes Within” (1981) (İçindeki Manzaralar)’in konusunun olgunlaştırılmış yeniden çalışması; tuvaldaki sosyal protestoları feci halde kendine geri tepen bir sanatçı. Omova’nın resimlerine otoriteler tarafından el konulur, kimya fabrikası müdürünün yeğenine işini kaptırır. Romanın başlığı olan “tehlikeli aşk” kıskanç komşusunun 17 yaşındaki karısına atıfta bulunur. Omova’nın arkadaşlarından biri Amerika’ya kaçmayı düşlerken, diğeri açıkça “bizim toplumumuz bir savaş alanıdır” der. Yoksulluk, yozlaşma ve açlık mermiler. Kötü hükümetler bombalar. Omova, daha üzgün ve bilgece (Okri gibi daha geniş bir hissiyatla), hayatını “sanatın zorluk ve fırsatlar”ına adar. Sosyal eleştirileri ile birlikte, “içinde bulunulan doğada biryerlerde akan daha iyi bir hayatın iması”nda ısrar eder.
 Ben Okri aynı zamanda acı bir tonu olan iyi bir lirik şairdir. An African Elegy (1992) (Bir Afrika Ağıdı) derlemesinde ele aldığı konular yine rüyalar, ruhlar ve sömürgeciliğin mirasıdır. Ulusunu “Yeniden bağlanmayı sonlandırmış/ ruhlar memleketi” olarak tanımlar; “askerler ve politikacılar ortaya çıkmış / evrak çantaları ve silahlarla/ Ve şehir gecelerinde kutlamalar” (“On Edge of Time Forever” Sonsuza dek Zamanın Kıyısında)
 
Ancak Okri, aynı zamanda, felaketin gölgesinde aşkı da kutsar:
 “Yüzünü görüyorum/ güzelliğin tehdit edildiği yer / zorbalıkla / akşam pembeleştiğini / asılsız cinayetler” Ve şair ilan ediyor: “Bırakın müzik ruhumu aydınlatsın / Ve ben izin verilenden daha uzağa seyahat etmeliyim / Yeninin armağanlarını bulmak için / Işık”.

Thursday, June 14, 2012

Kuzeye Göç Mevsimi

Kuzeye Göç Mevsimi
Tayep Salih

Kuzeye Göç Mevsimi, Tayeb Salih’in sömürgecilik deneyiminden geçmiş Üçüncü Dünya ülkelerine tuttuğu bir ayna. Kimlik arayışı ve kültürel değişim üzerine kurulu roman, karamsarlığı ve umudu aynı anda içinde barındıran yıkıcı bir isyanla kurgulanmış.

Size ait olmayan bir ülkenin topraklarına ansızın giriyorsunuz. Önce yönetimini, ordusunu ele geçiriyor; daha sonra eğitimine el atıyorsunuz. “Yüksek” ölçekte bir kültürün evlatları olan sizler, topraklarına yayıldığınız ülkedeki insanlara dilinizi öğretiyor ve onlara “medeniyeti” bahşediyorsunuz. Sizin sisteminizle, sizin kurallarınız, askeriniz ve polisinizle on yıllar boyu ilmek ilmek işliyorsunuz çocukları ve kendinizce kurtarabilecek her ruhu. Bükemediğiniz bilekleri gecenin bir yarısı evlerinden alıyor ve karanlıklarda hiçbir iz bırakmadan kaybediyorsunuz ya da ibret-i âleme ders olsun diye eğilmeyen o başların ulu orta cezasını veriyorsunuz. Siz sömürgeci bir zihniyetsiniz. Medeniyetiniz, sisteminiz ve kurallarınız özgür bir halkı eğip bükmek, damarlarındaki özgürlük, bağımsızlık duygularını bir sülük gibi emmek üzerine kurulu. Sömürgeci zihniyetiniz, bir ulusun sırtından yıllar boyu haksız kazanç elde etmenin peşinde.
Siz sömürgecisiniz! İçinizden bazıları yayıldığı toprakların çocuklarını kurtarmak, onlara daha iyi bir hayat sunmak için vatanına götürüyor, evlerinde ağırlıyor. Sizin aksanınızla konuşacak, en az sizin kadar kibar, sizin kadar entelektüel ve en az sizin kadar sahiplendiğiniz ulusunuzun çıkarlarına hizmet edecek gençler yetiştiriyorsunuz. Bir gün çıkıp gitmek isterlerse nankör, kendi dillerinde haykırmak isterlerse asi oluyorlar. Taş kafalı ve güneyli ve doğulu ve koyu renkli ve çekik gözlü ve her daim cahil kalıyorlar. Siz sömürge kültürünün yüksek medeniyetinden bakıyorsunuz dünyaya ve geleceği şekillendireceğinizi sanıyorsunuz.
 Tayeb Salih’in yarattığı karanlık karakter Mustafa Said, sizin sisteminizin altını ince bir zarafetle oyan güneyli bir adam. Ondan korkuyor ve yaptıklarına ölesiye şaşırıyorsunuz. Siz istilanızla en masumların hayatlarını çalarken, Mustafa Said, sizin en masumlarınızı yine sizin öğrettiğiniz kurallar içinde kandırıyor. İstila ederken akıttığınız kanların aksine elini kirletmeden, gizlice teker teker intikamını alıyor medeniyetinizden. Kütüphanesinde kendi diline ait bir tek kitap yok Said’in. Sizin dilinizin şiirlerini okuyarak ve yazarlarınızdan alıntılar yaparak etkiliyor kurbanlarını. Mistik Said. Gizemli ve otantik Said. Etkileyici, pürüzsüz koyu teniyle ve kendine has cezp edici kokusuyla ve biraz da tütsülerin yardımıyla tek tek avlıyor kurbanlarını. Medeniyetinizin her sokağına ve evine korku bulaştırıyor. Mustafa Said’i eğitiyorsunuz. Said yüksek sosyeteye ve en güçlü politikacıların yanına sokuluyor. Ancak her avcı gibi o da günün birinde av olmaktan kurtulamıyor. Avcı, bir kadın suretinde çıkıyor kahramanın karşısına. “Balıkların soğuktan öldüğü” memleket Kuzeyin, ta kendisi oluyor. Nihayet, toprağını, ailesini kaybetmiş bu adam, sizin topraklarınızda da barınamıyor.

Sömürülenin kimlik arayışı

Tayeb Salih, yıllar yılı sömürülen bir toprağın Sudan’ın, bağımsızlık öncesi ve sonrası arada kalmış ruhlarını anlatıyor Kuzeye Göç Mevsimi’nde. Kuzey ile güney kültürünün arasına sıkışmış Mustafa Said’in yaşam eğrisinde ilerlerken, başka ayaklarca kirletilmiş topraklarda her bireyin karmaşık duygularını aksettiriyor bize yazar. Ülkesi fakirlikle ve açlıkla boğuşan, sömürgenin toprağında iyi bir eğitimle donatılmış, ancak ne ülkesine ne de kendisine mehlem olabilmiş nice Mustafa Said’ler, yaşam-ölüm çizgisinin hemen kıyısından bakıyorlar geçmiş ve geleceğe. Adını hiç bilemediğimiz anlatıcının ise, aynı çizgiyle karşılaştığında yapacağı seçim o yüzden çok önemli okuyucu için. Çünkü umutlar isimsiz anlatıcının ellerine bırakılıyor bir anlamda.
 Yakıp gidebileceği bir eski, yani geçmiş ve umursamayabileceği bir yeni, yani şimdi zaman ve gelecek var isimsizin elinde. Kültürel bir değişimin ve yeni bir kimlik arayışının içinde debelenen isimsiz, daha özgür, daha demokratik, daha insani yaşam koşullarını arayan, ancak aynı zamanda geleneklerin kıskacına da dolanan bir adam. Ancak Mustafa Said gibi yenilgiyi seçmemesini umuyoruz ister istemez. Çünkü isimsizin yenilgisi baharları erteleyecek, belki de o bahar isimsiz yenilirse hiç gelmeyecek! Çünkü anlatıcının “suya fırlatılmış bir taş değil, tarlaya ekilmiş bir tohum” olduğunu içten içe biliyoruz. Bahar geldiğinde o tohumun topraktan fışkıracağını, belki de Muhammed Buazizi’ler yaratacağını, güzel bir bahar esintisiyle o tohumların geniş topraklara yayılacağını umuyoruz. Toprağın altındaki o tohumların uygun zamanda çıkmayı bekleyen küçük direnişçiler olduğunu da…

İlk defa 1966 yılında Beyrut’ta yayımlanan “Kuzeye Göç Mevsimi” yıllar yılı yasaklı kitaplar arasında yer aldı. Mısır’da tam otuz yıl kitabın baskısı yapılamadı. Körfez ülkelerinin tümünde tamamen yasaklandı. Çünkü romanın arka planında hüküm süren umutsuz ve karanlık hava o coğrafyanın genel karamsarlığıyla birebir örtüşüyordu. Yine aynı coğrafyada “pornografik”, “yıkıcı” ve “dini aşağılayıcı” olduğu gerekçeleri nedeniyle büyük yaygara kopardı Kuzeye Göç Mevsimi.

1929 yılında Sudan’da doğan Tayeb Salih de tıpkı kahramanları gibi İngiltere’de eğitim gördü. İngilizceye tamamen hâkim olmasına karşın eserlerini Arapça kaleme alarak direniş kültürünü benimsediğini tüm dünyaya haykırdı. Ayrıntı Yayınları’nın yakın zamanda yayımladığı “Kuzeye Göç Mevsimi” de Arapçadan dilimize Adnan Cihangir’in özenli çevirisiyle aktarıldı. Afrika ve Arap edebiyatının en önemli yazarlarından sayılan Tayeb Salih’in bu unutulmaz eseri, Arap Edebiyatı Akademisi tarafından da yirminci yüzyılın en önemli romanı ilan edilmiştir.
KUZEYE GÖÇ MEVSİMİ YAZARIN ÖNSÖZÜNÜN ÖZETİ:
Kitap 1966 Eylül ayında yayınlanmıştır. O günlerde Sudan’da olan askeri rejim devrildi ve bu değişim Sudan’da politik ve kültürel alanda güçlü bir entelektüel enerjiyi açığa çıkardı; burada iki grup hızla öne çıktı. İlk grup KOMÜNİST’ler ikinci grup ise İSLAMCI’lardı. Bu her iki grupta “ Kuzeye Göç Mevsimi” nden hiç hoşlanmadı.
KOMÜNİSTLER ronanın CIA tarafından desteklenen bir dergide yayınlanmasından hiç hoşnut olmadılar. İSLAMCILAR ise romanı yıkıcı, dini aşağılayıcı ve pornografik buldular.

1967 yılında Arap- İsrail savaşından sonra mevcut politik ideolojilere olan görüşler değişti ve daha fazla insan sorular sormaya, şüphelerini açıkça ifade etmeye başladı.
Roman zaman zaman şu veya bu ülkelerde yasaklanır ve bir süre sonra yasak kalkar.
Arap dünyasındaki yayıncılığın durumundan ötürü yazara da devlete de yayınevleri ödeme yapmazlar. Yazara roman şöhret getirir ama maddi bir getirisi olmaz.
Roman bugüne kadar 20 dile çevrildi. İlk tercüme ise Arapça’dan İngilizceye yapıldı.
Londra’da roman hakkında birkaç tanıtım yazısı çıktı; bir tanesi romanı acımasızca bütünlükten uzak bulur ve bu durumu Arap edebiyatının genel zaafı olarak niteler.
Kitap Fransızca basıldığında eleştirmenler, romanı öven yazılar yazdılar.
Rusya’da bir milyon adet basıldı.
Romanın Fransızca ve Almanca baskılarından yazara sınırlı bir maddi getiri oldu.
Şimdi romanı Penguen yayınevi basıyor ve yazarın ilk defa ciddi ve ehliyetli bir temsilcisi oluyor.
KİTAPTAKİ KİŞİ ADLARININ ANLAMI
SAİD : Yukarı çıkan
BİNTİ : Bayan ( Kadın)
HÜSNA : Daha Güzel
HASNA : Güzel Kadın
MAHMUD: Övülmeye değer
MAHCUB : Örtülü, kapalı, utangaç
MECZUB : Deli

ANLATICININ SÖMÜRGECİLİĞE BAKIŞI: (Sf.49- onlar bizim toprak…)

Anlatıcı yanılıyor. Sömürgecilik geldi mi onu defetmek kolay değildir.Nitekim Sudan’da ve diğer 3ncü dünya devletlerinde şimdi de yeni sömürgecilik yaşanmaktadır.

YENİ SÖMÜRGECİLİK NEDİR?

Yeni sömürgecilikte bir ulus istiklaline kavuşunca , elit yerliler ile batı kapitalizmi bir işbirliğine girerler ve eski sömürgeciler tarafından bu elit gruba imkanlar verilir. Bu elitler batıda eğitim görmüşlerdir. Devletin ekonomik ve politik kontrolü bu elit yerlilerdedir. Bu kişiler kendi özel menfaatleri ve batılı kimliği için Amerika ve Avrupa piyasası ile beraber çalışırlar. (Sf.100-101-99)

Kuzeye Göç Mevsimi adlı kitapta İmparator Sömürgeciliği Mustafa Said’in karakterinde görülür :: 1898 yılında İngiltere Sudan’ı işgal eder, Mustafa ise her anlamda bir emperyalizm çocuğudur. Sömürgeci eğitim sistemi ile yetiştirilir. Okulda çok başarılı olur, İngiltere’ye gider. Bu tahsilin onun sonraki hayatındaki etkileri hiç sorgulanmaz. “Bu olaylar uzun zaman önce oldu “ der. (Sf.29).

Aldığı İngiliz eğitimi ve annesiyle ilişkisi ,Mustafa’nın hareketlerinde ve dürtülerinde, kadınlara davranışında çok büyük etkindir. Mustafa’da ruhsal bölünme ve fikri bölünme vardır ; Lockon’a göre bir bütün olamamıştır. İngiltere’deyken kadınlara imparatorluk seferberliği başlatmış, onları baştan çıkartıp sonra da bir kenara bırakmış. İngiliz kadınlarına karşı zaferlerini ters bir sömürgecilik hareketi olarak görür.

(Sf.83) –Bumerang. İngiliz kadınlarını baştan çıkarmak için İngiliz kadınlarının hayalindeki Afrikalıyı oynar, (sf.41 -1-2-3) odasına Afrika atmosferi verir.(Sf 115 sandal ağacı kokusu) Mustafa’nın İngiliz kadın kampanyası karısı Jean ile doruk noktasına ulaşır. (Sf. 130 – 1-2) “ Aman vermeden”, “ Ben Güneyden..) Onların ilişkisi felaketle son bulur.(Sf 133) Jean Mustafa’yı vahşi katile dönüştürür ama bu Jean’ında hatta Mustafa’nın da sonu olur.

Sömürgeci Avrupa’yı temsil eden Jean (Sf. 127, 128) çalar, yalan söyler, M.S.nin kıymetli eşyalarını kırar, yakar, Mustafa’yı aldatır. Mustafa Said’de sömürgecilerle çalışır. (Sf.55-56 – 2-3-4) , o da işbirlikçidir.(sf.83)

Yerli yeni işbirlikçiler halkı aldatır. (Sf. 99-100-101) Yeni uyanmaya başlayan bir bölüm insan sorular sormaya başlar : “Bize kapitalist ekonominizin hastalığını bulaştırdınız, bize kanımızı emmiş olan ve hala da emen bir avuç şirket dşında ne verdiniz ki?(Sf 57) Bir başkaları “gemiler Nil’e ilk önce ekmek değil,silah taşımak için açıldılar ve demiryolları aslında askerleri taşımak için çalışıyordu…..” dediler. (Sf.83)

Kuzeye Göç Mevsimi’nde anlatılan zulum yalnız sömürgecilikle bitmez.Ata gelenekleride baskıcı, katı ve zulumkardır. TAYEB, ata geleneklerini de şaşırtıcı bir dille eleştirir. Sudan kültürü, halkı zaptıraba almıştır.Hüsna’nın hikayesinde geleneklerin yıkıcılığını görürüz. Köy geleneklerine göre kadın atasının seçtiği ile sorgulamadan evlenmeli. Hüsna’nın talibi Vaad Reis “ kadınların velisi erkeklerdir onlar ne derse o olur” der. (Sf.85)

Anlatıcı’nın yakın arkadaşı Mahcup kadının babası ve ağabeyi karara verdiyse yapacak bir şey olmadığını söyler. Anlatıcı Hüsna’nın evlenmek istemediğini söyleyince Mahcub köydeki hayata göre kadınların erkeklere ait olduklarını ve erkeğin bir ayağı çukarda olsa da erkek olduğunu söyler.

Bizim Anlatıcı’da bu geleneğin çağa uymadığını söyler. Mahcub ile Anlatıcı ters düşerler. Aynı yaştalar ama eğitim ve görgü çok fark ettirir.(Sf.86)

Mustafa Sayid gibi Vaad Reyis de kadınları bir eşya gibi görür (p 70) “ Vaad Reis Kutsal kitabın “”kadınlar ve çocuklar yeryüzündeki yaşamı güzelleştirenlerdir” dediğini söyler.Anlatıcı ise Kur’an’ın “ kadınlar ve çocuklar değil bolluk ve çocuklar” dediğini belirtir.Yani Vaad Reyis işine nasıl geliyorsa, öyle konuşur..

Hüsna’nın ve Vaad Reyis’in ölümü karşısında köylülerin tepkileri, ata geleneklerinin ve sömürgeciliğin benzerliğini ortaya koyar. Köy halkı şaşkındır, kendi ata geleneklerini sorgulayacaklarına kendilerinin dışında bir sorumlu ararlar. Bütün kabahatı Hüsna’da bulurlar. ( Sf. 103 Anlatıcı’nın annesi, Sf 103 Anlatıcı’nın dedesi “ Allah……..” Sf 108 Mahcub-Budağı en…… kuruması için yere bıraktı. Fazla çıkıntılar temizlenir, kurumaya bırakılır.Yani geleneklere uymazsan, Hüsna gibi öl” ((…….

Sömürgeci ideolojisinde de bütün yanlışlar ve yıkıcılık,kendilerine yabancı olandadır.Anlatıcı’nın Sudan’lı arkadaşı üniversitede konferans verirken, İngiliz arkadaşına (Sf 57 “Siz bize kapitalist ekonominizin hastalığınını bulaştırdınız, bize kanımızı emmiş olan ve hala da emen bir avuç kapitalist şirket dışında ne verdiniz ki ) der. Bu Sudan’lı kapitalist sistemin etkilerini dış temsilcilere yükler ama Sudanlı Yeni sömürgecilere ve elit Sudanlıların kazandıklarına bakmaz.

Nefret edilen Batı virüsü,batı teknolojisi köye faydalı olanaklar da getirir.

Anlatıcı köyün ve köyün mimarisinin de değiştiğini görür.( Sf 65 1-2.) Köy artık eskisi gibi değil, o da değişim içindedir.

Anlatıcı’nın büyük babası da değişim içindedir, ama anlatıcı bunun farkında değildir. (Sf 67)” Dedemin zaman zaman bana tekrar tekrar ama her defasında bir şeyler çıkararak veya ekleyerek anlattığı kendilerine özel hikayeler var” der Anlatıcı.

Esasında köy değişecek mi diye düşünülemez, çünkü zamanla her şey değişir, ama nasıl değişecek, esas soru bu..

Köy gelenekçileri, köy geleneklerinin değişmesini asla istemezler. Erkek gelenikçi kendi gücünü korur, hangi adetlerin yeşermesine veya hangi adetlerin kurumasına karar verir. Modern teknoloji kabul görür ama modern kadın asla.

Tayeb Salih, gelenikçilerin ve yeni sömürgecilerin özünde birbirine bağlı olduğunu söyler. Roman, Avrupa İmparator imtiyazlarını halka rağmen kabul eden liderleRi (elit tabakayı) hedef alır. Bu maskeli liderlerin Afrika’yı kirlettiğini söyler. Yerli burjuvaların milliyetçileri kullandığını söyler.

Milli Eğitim Bakanı modern değerlerin virüs olduğunu söyler (Sf.100) Avrupalıları kötüler. Bir burjuvaziye sahip olursak bu Afrikanın geleveği için emperyalizmin kendisinden bile tehlikeli olduğuınu söyler ama, kendisi modern, zengin, multimilyoner hayatı yaşar .

Anlatıcı da yeni sömürgeci diye ima edilir zira Devlet kurumlarında yeni sömürgeciler için çalışır. Mustafa Said emperyal sömürgecilik zamanında İngiltere’ye gider. Sf 34-.(Jean ile tanışmadan önce yaptığım her şey bir önseziydi;onu öldürdükten sonra yaptığım her şey ise bir özür; onu öldürdüğüm için değil,hayatımdaki yalan için). Bu cümle Mustafa Said’in hayatını özetler.Önsezi ile yaptıkları: yalanlar söylemesi insanları kandırmasıdır. Özür olarak da yaptıkları yaşadığı köyü kalkındırmasıdır.(SF 87)

Anlatıcı ise yeni sömürgecilik zamanında Londra’ya gider. Lockan’a göre anlatıcı psikolojik büyümesini tamamlamıştır. ( Sf. 13-14-15) fakat etrafta olan biteni pek iyi irdeleyemez. Her şeyi eskiden olduğu gibi sanır. Mustafa Said ile karşılaşınca ve Hüsna’nın ölümü ile aydınlanmaya başlar. Geleneklerin acımasızlığını anlar. (Sf.108) Anlatıcı artık köye ait olmadığını Görür., Yeni sömürgecilerin ikiyüzlülüklerini (Sf100) devletle çalışan o ve onun gibilerinin devlet idaresinde hiçbir etkisi olmadığını söyler. (Sf.86, 1-2 ) “ Sen kıdemli … “ (Sy 102.. 1 ) “ Benim gibi”.

Anlatıcı karşılaştığı korkunç olayları hiçbir zaman hafife almaz, Nil nehrine girer yüzmeye başlar, bir ara kendini akıntıya bırakmayı düşünür

Ama sonra yaşamaya karar verir. Bu, sembolik yeniden doğuşu olur.Daha evvelki pasifliğini anlar. Yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır. Bu sorumluluklardan biri de hikayesini anlatmasıdır. Romanda hikaye anlatmanın karşıtı olarak sükut gelir. Bu romanda sükut düşünmemeyi veya değişmemeyi simgeler.

Hüsna ile Vaad Reis’in hikayesini köyde kimse anlatmak istemez ancak anlatıcı, bint MECZUBU kandırarak olayı anlattırır. (Sf 104) Anlatıcı köyün örtmek istediği hikayeyi anlatmasının bir ödev olduğunu düşünür. Bu hikaye insanları mücadeleye davet eder. Katı kuralların yıkılması lazım geldiğini anlatır. Bu seçim anlatıcıyı Conrad’ın Marlow’u ile eşleştirir. Bu iki hikayede (Marlow’unkinde ve Tayib’in Anlatıcı’sında gölgelerin yani Kurtz ve Mustafa Said’in temsil ettiklerinin positiv olmadığını belirtir. Mustafa’nın hikayesini okuyan, sömürgecilik sonrası Avrupa medeniyeti görmüş birinin halkının ümit sembolü olmasına rağmen onları sömürgecilikten kurtaramıyabileceğini anlatır.(Sf.34) (SF. 56..3-4). Salih’in anlatıcısı böyle sembol kişilerin tehlikeli olaylar yaratabileceğini açıklar.

Anlatıcı hikayesini anlatıyor ama bu hikayenin kendisi ve memleketi için önemini tam kavramış değil. Romanın sonunda onun için yardım ister. Bu ancak diğerleride olayları anlamak, seçmek ve değişmek için savaşırlarsa olur.

Bu diğerleri kimler ?? Kimlerden Yardım İstiyor??

Kitabın başında seslendiği DOSTLAR VE BEYLER ‘DEN yardım ister (Kadınlar neden yok)!!…ALINTI

Wednesday, June 13, 2012

Kanaatlerden İmajlara

Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru

Ulus Baker
Sosyoloji ve genel olarak sosyal bilimler, özellikle akademik evrimleri boyunca gittikçe bir "kanaatlar sosyolojisi" karakteri kazanmaya meylettiler. Yani aslında en değişken toplumsal olgulardan olan kanaatların bir koleksiyonu, bir fıltrelenmesi ve bir özetlenmesi olarak kendi pratiklerini biçimlendirdiler. Bu durum genel olarak beşeri bilimleri önemli bir epistemolojik problemle karşı karşıya bırakmaktadır: kanaatların kanaati olmak, ya da daha doğrusu kanaatlar ile bilgi arasındaki en klasik ayrım karşısında birincisine yönelmek. Böylece en azından olağan bilim olarak sosyoloji bir enformasyon ya da "bilme" türü olmaktan çok, insanlara kendi dünyaları, yaşamları ve amaçları, istekleri ve ihtiyaçları konusunda ne düşündüklerini soran bir araştırma teknolojisi olarak kendini sınırlandırma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Oysa gazeteciliğin ve genel olarak enformasyon medyasının, giderek devletin istihbarat aygıtlarının bu pratiği çok daha yetkin ve edimsel bir tarzda yürütebileceği rahatlıkla söylenebilir.

Kanaatlar sosyolojisi adını verdiğimiz bu eğilimin karşısına "duygular sosyolojisi" dediğimiz bir öneriyle çıkmayı planlıyoruz. Walter Benjamin gibi birisinin ya da Georg Simmel'in düşünce ve "aydınlanma/aydınlatma" ritimlerini paylaşmayı umabilecek, özellikle de toplumsal tipleri birtakım afektif (duygusal) varolma halleriyle açığa çıkarmaya çalışacak bir sosyal bilim günümüzde hangi koşullarda mümkündür ve hangi türden saiklerie inşa edilebilir? Günümüzün olağan akademik ortamında sosyal bilimler esas olarak şu soruyu ortaya atmanın ötesine pek geçemiyorlar: insanlara yöneltilen kanaat soruları (pozitivizm ve düz ampirisizm), metinlere yöneltilen sorgulamalar (hermenötik ve dekonstrüksiyon) ya da değişmez unsurların yapılarının (sözgelimi zihinsel yapıların) araştırılması ve kurucu unsurlarının değişmezler halinde tespiti (yapısalcılık ve işlevselcilik). Daha da ilginci esas işlevinin "düşünceyi dürtmek" olduğuna inandığımız felsefenin de bu yola kolayca girmiş olması ve sosyal bilimlere bir "kanaatlar epistemolojisi" kazandırmak üzere normatif eksenler üzerinde hareket etmeye başlamasıdır: Habermas ve onun "iletişim faaliyeti teorisi" bunun en iyi örneklerinden biridir.

Günümüzde kanaatlarin "düşüncelerden" daha değerli olmaya başladığı açık: Düşünce bir insan faaliyeti olarak kabul görmeye Descartes'ın Cogito'suyla başladı. Yani Platonik ideaların bizdeki soluk yansıması değildi artık; bizzat bireysel, kişisel insan faaliyetiydi ve bu faaliyet engellenebiliyordu. Kartezyen imajı altında "düşünmek" bu yüzden artık haklarını ve özgürlüklerini talep edebilecekti. Ama aynı "hukuki edim" sayesinde kanaatlar da, yani eskilerin bilgi (episteme) karşısında aşağı veya geçici gördükleri "doxa" da özgürlük taleplerini ileri sürebilir hale gelmiştir. Yine de artık Marx'ın "bir halkın, bir çağın ya da bir uygarlığın ne olduğunu anlamak için ona kendisi hakkında ne düşündüğünü sormayız" türünden bir önermesinden oldukça uzaklaşmış bir haldeyiz. Dinsel akımlar bile kendilerini olsa olsa "kanaatlar arasında bir kanaat" olarak sunmaya meylediyorlar ve zaten modernlik dediğimiz şeyin temel karakteristiği de kanaatların ve görüş bildirimlerinin aşırı bir önem kazanmasından başka bir şey değildir. Eskiden kendisini "hakikat" olarak sunan bir söylem şimdi artık kanaatlar arasında yarışım sürdürmeye çalışan bir kanaat haline geliyor.

Marx'ın yukarıda andığımız sözünden bu yana ne olup bitti? Her şeyden önce kanaatlar duygular arasında birer duygu olmayı bırakarak nihai bilişsel unsurlar olarak kabul edilmeye başladılar. Modern toplumun en demokratik kıstası kanaatların doğru tasnifi ve birbirleriyle yarıştırılarak bazı politik, ekonomik, kültürel faaliyetlerin normatifliğe kavuşturulmasıdır. Kamuoyu araştırmalarıyla demokratik seçimler arasındaki farkın ya da mesafenin ortadan kalkması bunun delillerinden yalnızca biridir. Konumuz açısından önemli olduğunu düşündüğüm bir nokta bu durumun sosyal bilim araştırmalarında artık genelgeçer bir hale gelmiş olmasıdır. Kanaatların kararsız olma, kolay ya da zor, ama yine de "değişebilir" ve dolayısıyla "manipüle edilebilir" olma özelliği onları "düşünme" adını verebileceğimiz insan faaliyetinden doğa bakımından farklı kılmaktadır. Kanaatların eksenine yerleştikleri ölçüde sosyal bilimler düşünmekten çok, kanaatların kanaati olmakla kalmak eğilimindedirler. Böylece kanaatlar bir "düzleştirme mantığıyla" çalışırlar: mesela bir insanın kendi varoluş koşullan hakkındaki kanaati bu koşulların tespitinden daha derin bir realiteymiş gibi görünecektir. Belki sosyal bilimlerin genel tavrının bir "demokratizasyonu" diye alkışlanabilecek olan böyle bir bakış açısı aslında çok önemli bir sorunu gözardı etmektedir: bir insanı en iyi tanıyanın yine kendisi olacağına dair temel bir önyargı...

Oysa insanı toplumsal bir varlık olarak tanıyanlar daha çok onun sürekli etkileşim içinde olduğu sosyal dünyası ve "ötekilerdir". Hiç değilse onu "adlandırırlar" ve insanlığı "sosyal tipler" halinde etiketlendirmekten bir an olsun geri durmazlar. Hermenötik geleneğe yaslanan sosyal bilim bile "anlamayı" birinin kendi hakkındaki tasavvuruna eş düşen bir tasavvura sahip olmak olarak tanımlamakla aslında "kanaatlar sosyolojisinin" sözkonusu epistemolojik tuzağına düşmektedir. Ondokuzuncu yüzyılda sosyal bilimlerin oluşum aşamasında en can alıcı unsur olan "sosyal tipler yaratma" yetisi bu çerçevede sosyal bilimler pratiğini giderek terketmektedir. Kategoriler artık Kant'ın istediği gibi "eyrensel" ve "zorunlu"durlar, ancak Kant'ın asla istemeyeceği bir şekilde artık belli tiplere ancak "bol gelen kavramlar" halinde uygulanabilirler. Bu durum moderniteye özgü toplumsal tiplerin yitip gittikleri ve toplumun tipolojik olarak düzleştiği bir toplumsal yapıya mı delalet ediyor, yoksa bizzat sosyal bilimler bu yeteneklerini yitirdiler, bu apayrı ve burada cevap bulmaya çalışmayacağımız bir sorudur. Biliyoruz ki toplumsal tipleri sadece sosyal bilimlere ve Simmel'in toplumsal tipler galerisine borçlu değiliz; edebiyat, sonra da sinema toplumsal tipler üretip durdular ve artık, en az sosyal bilimler kadar, bu yetilerini kaybetme eğilimindeler. Doğrudan doğruya toplumsal tipler üstünde durmasa bile, duygular sosyolojisi ikili bir deneyim olmalıdır: birincisi bizi edebiyata, özellikle romana doğru taşırken ikincisi bizi sinemaya götürür -özellikle de bugün dar bir terimle "belgesel" adını verdiğimiz film tipine. Ancak üçüncü ve daha temel nitelikli bir boyut da elbette Spinoza'nın son derecede derin "duygular teorisi" olacaktır. Tabii ki her şey toplumsal hayat içinde imajların, kanaatların ve düşüncelerin aslında bir etkilenmeler ve duygulanmalar süreci içinde anlam kazanabileceği fikrine götürüyor bizi.

Sinemanın dünyasıyla karşılaştığımız andan itibaren temel bir gözlemde bulunmaktan da kaçınamayız: sosyoloji, göstergebilim, sanat tarihi hatta psikanaliz sinemayı "analız" etmeye cesaret eden temel insan bilimleri olarak kendilerini sundular. Ancak bu sinemanın da bizzat "analiz" edebileceği fikrinin belli bir oranda horgörülmesi demekti. Tıpkı Simmel'in ünlü toplumsal tiplerinden "yabancı" kategorisinin doğrudan Western filmin ana tematiklerinden birisi olması gibi. Üstelik sinema, Dziga Vertov'un ona yüklediği daha ilginç bir işleve de sahip olabilir: görünmeyeni görülebilir kılmak. Sonuçta günümüzün pedagojisi metinden çok görsel-işitsel malzeme üzerine dayanma eğiliminde. Başka bir deyişle, genel bir gözlem insanoğlunun giderek daha az okuduğunu, daha çok "seyrettiğini" ve bunu ne yazık ki popüler bir eğlenti sinemasıyla ve televizyonla gerçekleştirmek zorunda kaldığını gösterebilir. Metinler ve kanaatlar arasında kaldıkça sosyal bilimler günümüzün yaşam koşullarının çok önemli bir boyutundan kendilerini yoksun bırakmış gibiler. Görselliğin taşıyabileceği enformasyon miktarından.

Oldukça dikkat çekici bir nokta, sosyal bilimlerde etkin olan bir "felsefi-teorik" sorgunun belgesel adını verdiğimiz (ama zorunlu olarak belgesel ile sınırlı kalmaması gereken) bir fılmografı alanında pek bulunmaması, buna karşın, belgesel filmcilerin, genellikle kullandıkları görsel-işitsel ortamın enformatik gücü yüzünden edinmiş göründükleri biraz da naif bir etik sorgulamanın sosyal bilimlerin pratiğinde pek ender olarak görünmesidir. Bu durum "duygular sosyolojisinin" "belgesel" film ortamıyla "duyguların imajlarını oluşturmaya" çabalayacak sosyal bilim ortamının bir barışmasını, bir evliliğini imliyor gibidir. Gerçekten de, diyelim ki "yoksulluk" üstüne bir araştırmada bir kamera yoksulluğun "imajlarını" tespit ederek kurgulayabilir ve bunu "çevreyi", "mekanı" ve "zamanı" görüntü haline getirerek yapar. Bu imajların tasnifine, yani "düşünülmesine" sinemanın pek erken bir dönemden beri taktığı bir ad var: montaj. Jean-Luc Godard montajın modern hayatın esası olduğunu söylüyordu: hayatımız, kentlerimiz, sınai üretimimiz, edebiyatımız, her şey modern hayatta ve ileri kapitalizmde montajdan başka bir şey değildir. Ama montaj en saf haliyle sinemada bulunur. Yani onun esası ve özüdür. Oysa ki sinema kendi özü olan montajı, başka bir deyişle modern dünyayı kavrayabilme konusundaki biricik ve temel şansını televizyon yararına çoktandır terketmiştir.

Böylece montaj sinemanın ötesinde daha derin bir mefhum olarak düşünülmeli. Montaj, yalnızca filmde değil, her alanda modernliğin (ya da diyelim modernlik sonrasının) temel düşünme biçimi ve tarzıdır. Başka bir deyişle, nasıl sosyal bilimci araştırma verilerinin tasnifi yapıyor, ilişkilerini oluşturuyor ve birtakım sonuçlara varıyorsa filmci de montaj aracılığıyla varoluşun bir imajını oluşturacaktır. Bu noktada sanat ile bilim arasındaki ayrımın keskinliği ortadan kalkarak her ikisi eş titreşime sokulabilir. Bu tezdeki amacımız da zaten bu eş titreşimin bir tür projelendirme önerisinden ibaret. Bir duygular sosyolojisi ağırlıkla "imajlar üretebilme" kapasitesine tekabül etmektedir. Bunu Simmel dönemine ve onun toplumsal tiplerine dönüş olarak düşünemeyiz, ancak sosyal hayatın imajlarının tasnifi metinsel araçlarla yeterince yapılamayacağından sosyal bilimlerle görseli işitsel araçların bir evliliği esaslı bir önem kazanıyor. Henüz sığ bir alanda seyrettiği gözlemlenebilecek olan "anlatısal tarih" açılımlardan yalnızca biri olabilir. Ancak bunun da ötesine geçerek hayatın akışının genel bir görsel-işitsel tasnifinin montaja yani düşünme sürecine her an açık bir "duygular alanı" haline dönüştürülmesi, başlangıçta mutlak olarak bölük pörçük kalsa bile temel bir önerme olarak ortaya atılabilir.

 [Ulus Baker,  Kanaatlerden  İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru, Birikim Yayınları,
İstanbul, 352 sayfa.]

 Doğum Tarihi - 14 Temmuz 1960, Leningrad, SSCB
Ölüm Tarihi - 12 Temmuz 2007, İstanbul

Ulus Sedat Baker, Kıbrıslı Türk sosyolog, yazar, çevirmen, öğretim üyesi. Kıbrıs Türk'ü bir ailenin çocuğu. Babası Sedat Baker bir psikiyatr, annesi Pembe (Yusuf) Marmara (1925-1984) ise bir şair. ODTÜ Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi. Gilles Deleuze ve Baruch Spinoza çevirileri yaptı, makaleler yazdı. ODTÜ, İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Özgür Üniversite'de Sinema tarihi, Sosyoloji dersleri verdi. Politik teori, medya, sinema teorisi konularında çalıştı. Dziga Vertov üzerine sinema eleştirileri yaptı. Birikim, Toplum ve Bilim, Virgül, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi'nde yazılar yazdı.

Sovyetler Birliği'nde aldığı müzik eğitiminden dolayı müziğin her türünün bütün teknik bilgisine, yetkin kavrayışından ötürü de dünya müziğinin bütün arka planına, sosyolojik oluşumuna, felsefesine ilişkin olağanüstü bir birikime ve anlatım gücüne sahiptir. Özellikle de Çingene Müziği konusunda yetkindir. O, klasik müzik ve bütün dönemlerin müziğiyle Roman müziği arasındaki bağı, Türkiye'de en iyi kuran değil, tınıları, sözleri ve bütün kanıtlarıyla kuran kişi olma özelliğini taşır.

Baker adına; Körotonomedya topluluğu tarafından; 2008 yılında 11 - 14 Temmuz tarihleri arasında, Ankara'da "Ulus Baker buluşması" adlı bir konferans düzenlenmiştir.

YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI KISA FİLMLER
What is Opinion ? - 2001

Rastlantının Böylesi - 2001 / Ali M. DEMİREL, Ulus BAKER
13. Ankara Uluslararası Film Festivaline Katıldı.

YAYINLANMIŞ ESERLERİ
Beyin Ekran
Derleyen: Ege Berensel, Birikim Yayınları

Kanaatlerden İmajlara, Duygular Sosyolojisine Doğru
Çeviren: Harun Kemal Abuşoğlu, Birikim Yayınları

Yüzeybilim Fragmanlar
Derleyen: Ege Berensel, Birikim Yayınları

Aşındırma Denemeleri
Birikim Yayınları

Kant Üzerine Dört Ders
Çeviri, Kabalcı Yayınevi

Spinoza Üzerine On Bir Ders
Çeviri, Kabalcı Yayınevi

Leibniz Üzerine Beş Ders
Çeviri, Kabalcı Yayınevi

Siyasal Alanın Oluşumu Üzerine Bir Deneme
Paragraf Yayınları


Sunday, June 10, 2012

Eşikaltı Büyücüleri

Eşikaltı Büyücüleri

Ahmet Şerif İzgören
Hiç sütün üstüne kan damladığını gördünüz mü? ... Ben de görmedim. Ama yine de olacakları anlatayım. Kan o pürüzsüz yüzeyde kendine umulmadık bir yer açar. Ve göz açıp kapayıncaya kadar sessizce kaybolur. Ardında hiçbir iz bırakmaz. Bu kitabı 18 yaşın altındakilere okutmayın. Onlar bu görkemli ışık oyununun keyfini sürsünler. Farkında mısınız bilmem; göstergelerle, görüntülerle yaşıyoruz. Önemli olan görüntüleri yönetebilmek. Ne kadar çok göstergeye sahipseniz o kadar mutlusunuz. İçtiğiniz, giydiğiniz o sembollerden mutluysanız, siz de okumayın. İçin Türk ineklerinden sağılmış Amerikan markalı sütünüzü, uzanın yatağınıza huzurla. Ruhunuzun her yerini kaplamış semboller ve ağzınız kanlar içinde... İzgören bu kitabında reklamların şu ana kadar dile getirilmemiş yüzünü ortaya çıkararak bir ilke imza atıyor. Kelime, görüntü ve sesler vasıtasıyla bilinç algımızın sınırının altında yapılan etkileme çalışmasını "Eşikaltı yöntemler" diye adlandırarak, reklamlarda kullanılan bu yöntemlerle dehşet, ölüm ve seks olgularının bilinçaltımıza yerleştirilmesini eleştirel bir dille anlatıyor. Altı yıllık bir araştırmayla onlarca reklamın bir araya getirildiği bu titiz çalışma Türkiyede bir ilk olma özelliği ile de öne çıkıyor.
***
“Bilinçaltı düşüncelerimiz bilince çıkmadıkça karşımıza kader olarak çıkar.” demiş Jung.

Buzdağının görünmeyen yüzü bilinçaltımızın, almış olduğumuz kararlarda, davranış ve tutumlarımızda bizi ne kadar etkilediğinin farkında mıyız?

Gizli kalmış korkularımızın, arzularımızın, travmatik anılarımızın larvalarını bıraktığı bu gizemli yerin kapılarını hala tam olarak açmayı başarmış değil insanoğlu.

Ancak, her ne kadar çalışma prensiplerini keşfedememiş olsak da, bir insanın bilinçaltının nasıl etkilenebileceği ile ilgili bilimsel yöntemlerin uygulandığı bilinmektedir.

Bilinçaltımız bizim kontrolümüze bırakılmayacak kadar değerli bir hazine. Bu yüzden, tamamen savunmasız olan bilinçaltımız, günümüzde iştah kabartıcı bir hedefe dönüşmüş durumdadır.

Eşikaltı Büyücüleri, bu hedefin nasıl ele geçirildiğini resimli ve açıklamalı örneklerle anlatan etkileyici bir kitap.

Kitapda beynin, gün içinde karşılaştığı binlerce mesajı hızla unuttuğu, ancak üç tür mesajı ise unutmadan bilinçaltına nasıl yerleştirdiğini anlatmaktadır. Bu mesajlar: Dehşet, seks ve  ölümdür.

“Bilinçaltı doğası bunlara hayır diyemez. Bunları reklamda ve propagandada çok açık kullanma şansı yoktur. Öyleyse en iyi teknik, görüntülerin içine gizlice yerleştirmektir. Buradaki ana  yöntem görünmesi için saklamaktır. Teknik ilk anda gözünüzün görmemesi ama bilinçaltınızın fark etmesi üzerine kuruludur. O yüzden reklamlardaki görüntüler flu, yorumlanamaz, tam olarak nitelendirilemez ve ispatlanamaz olarak kullanılır.”

Profesyoneller tarafından gizlice ve ustaca beyne enjekte edilen bu mesajlar, biz farkında olmadan davranışlarımızı, bakış açımızı ve karar verme mekanizmalarımızı derinden etkiler. Fark  etmediğimiz ancak bilinçaltımızın etkilendiği bu mesajlar, bizi aslında olmadığımız bir şeye dönüştürür. Yeni savaş alanı insan zihnidir. İnsan zihnini ve bilinçaltını ele geçiren, dünyayı ele geçirme gücüne de sahip olacaktır.

Tercihlerimizi, yaşam tarzımızı ve kararlarımızı, onayımız olmadan etkileme amacında olan bu güce karşı koyabilmek için Eşikaltı Büyücüleri’nin mutlaka okunması gerektiğine inanıyorum.

Kitabı okuduktan sonra hiçbir afişe, reklama ya da propagandaya eskisi gibi bakamayacaksınız.

Evet, “sermayenin bilinci tecavüze uğramış zombileri olmamak için uyanın” diyorum. ALINTI