Saturday, June 20, 2015

Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı




Adolf Eichmann Kudüs'te
Özgün adı: Eichmann in Jerusalem
A Report on the Banality of Evil
Çeviri: Özge Çelik
Yayına Hazırlayan: Savaş Kılıç
Kapak Tasarımı: Emine Bora

Kitabın Baskıları:
1. Basım: Aralık 2009
3. Basım: Haziran 2014

Nazi Almanyası'nda Yahudilerin gettolara ve toplama kamplarına naklinden sorumlu Otto Adolf Eichmann, 11 Mayıs 1960'ta Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde yakalandı ve İsrail'e getirildi. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkarıldı ve on beş ayrı iddiayla suçlandı: Başkalarıyla birlikte, Nazi rejiminin başından sonuna kadar ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudi halkına karşı suçlar, insanlığa karşı suçlar işlemişti.
Ülkemizde özellikle totalitarizm üzerine çalışmalarıyla tanınan ünlü siyaset bilimci Hannah Arendt bu kitabında, Nazi Almanyası döneminde milyonlarca Yahudinin toplama kamplarına, ölüme gönderilmesinden sorumlu SS yetkilisi Adolf Eichmann'ın Kudüs'teki yargı sürecini ele alıyor. Arendt, bu duruşmada Yahudilerin çektiği acıların, antisemitizmin ya da ırkçılığın bir anlamda gözardı edildiğini; duruşmanın sadece kendisine verilen emirleri yerine getirdiğini söyleyen, terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen, savaşın tam ortasında Bratislava'da İçişleri Bakanı'yla bowlinge gittiğinden başka bir şey hatırlamayan bu adamın yaptıklarına indirgendiğini söylüyor.
Yahudi soykırımının mimarı olarak sunulan Adolf Eichmann'ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeken Arendt, özellikle düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla birlikte kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurguluyor. Eichmann duruşmasından yola çıkarak, insanlık tarihinin dönüm noktalarından birini gözler önüne seriyor.
         

Sanık bölümünden, s. 31-34.
Karl Adolf Eichmann ile Maria'nın (kızlık soyadı Schefferling) oğlu olan Otto Adolf, 11 Mayıs 1960'ta Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde yakalandı ve dokuz gün sonra İsrail'e getirildi. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkarıldı ve on beş ayrı iddiayla suçlandı: "Başkalarıyla birlikte", Nazi rejiminin başından sonuna kadar ve özellikle de II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi halkına karşı suçlar, insanlığa karşı suçlar işlemişti. 1950 tarihli "Nazi ve Nazi İşbirlikçileri (Ceza) Yasası"na göre, "bu suçlardan herhangi birini işleyen kişi… ölüm cezasına çarptırılır"dı. Bu yasaya göre yargılanan Eichmann her suçlamayı şöyle reddediyordu: "Bu iddianame bakımından suçsuzum."
Ne bakımdan suçlu olduğunu düşünüyordu o zaman? Sanığın uzun –kendisine göre "gelmiş geçmiş en uzun"– çapraz sorgusu sırasında, ne savunma ne iddia makamı ne de üç hâkimden biri Eichmann'a bu bariz soruyu sorma zahmetine girdi. Eichmann'ın tuttuğu ve ücretini de İsrail hükümeti'nin ödediği (çünkü bütün savunma avukatlarının ücretlerinin savaştan galip çıkan ülkelerin Mahkemeleri tarafından ödendiği Nürnberg Duruşmaları bu konuda emsal teşkil ediyordu) Köln'lü avukat Robert Servatius bir röportajda bu soruyu cevapladı: "Eichmann Tanrı'ya karşı suçluluk duyuyor, hukuka karşı değil." Ama bu cevabı sanığın ağzından duyan olmadı. Görünüşe göre savunma Eichmann'ın, itham edildiği suçları, dönemin Nazi hukuk sistemine göre yanlış bir şey yapmamış olmasına; itham edildiği şeylerin suçtan ziyade, üzerinde başka hiçbir devletin yetkiye sahip olmadığı (par in parem imperium non habet) "hükümet tasarrufları" olmasına; itaat etmekle yükümlü tutulduğunuz ve Servatius'un ifadesiyle "başarırsanız madalya ve nişanlara boğulacağınız, başaramazsanız darağacını boylayacağınız" eylemler gerçekleştirmiş olmasına dayanarak reddetmesini tercih etmişti. (Nitekim Goebbels 1943'te, "Ya gelmiş geçmiş en büyük devlet adamları ya da en büyük suçlular olarak tarihe geçeceğiz" demişti.) Servatius İsrail dışına çıktığı zaman (Bavyera'daki Katolik Akademisi'nde düzenlenen, Rheinischer Merkur gazetesinin deyişiyle "hassas bir meseleyle", yani "tarihi ve siyasi suçları cezai takibat yoluyla ele almanın olabilirliği ve kısıtlarıyla" ilgili bir toplantıda) bir adım daha ileri gidip "Eichmann duruşmasının meşruluğuna gölge düşüren tek cezai sorunun ancak sanığı yakalayan İsraillileri yargılamakla çözülebileceğini, ama bunun şimdiye kadar yapılmadığını" dile getirdi – bu arada, Servatius'un beyanını İsrail'de sık sık tekrarlanan ve herkese duyurulan sözleriyle bağdaştırmak biraz zordur; çünkü duruşmanın işleyişini, olumlu bir anlamda Nürnberg Duruşmaları'yla karşılaştırarak "büyük bir manevi başarı" olarak nitelendirmiştir.
Eichmann'ın yaklaşımı ise daha farklıydı. Her şeyden önce, cinayet suçlaması asılsızdı: "Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgim yok. Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm – hayatım boyunca kimseyi öldürmedim. Bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri vermedim, kesinlikle böyle bir şey yapmadım." Veya daha sonra açıklamasını biraz daha daraltarak söylediği gibi, "Bir kere bile yapmak zorunda kalmadım" – buna karşılık böyle bir emir alsa, zorunda kalsa, şüphesiz kendi babasını bile öldürecekti. Bu nedenle sadece –Kudüs'teyken "İnsanlık tarihinin en büyük suçlarından biri" ilan ettiği– Yahudi katliamında "yardım ve yataklıkla" suçlanabileceğini tekrar tekrar söyledi (1955' te Arjantin'de, kendisi gibi kanundan kaçan eski bir SS olan Hollandalı gazeteci Sassen'e verdiği ve bir kısmı Hollanda'da çıkan Life'ta ve Almanya'nın Der Stern'inde yayımlanan röportajda, kısacası şu meşhur Sassen dokümanlarında bunlar zaten vardı). Savunma, Eichmann'ın teorisine pek aldırış etmedi; ama iddia makamı, Eichmann' ın en azından bir kere, kendi elleriyle bir insanı (Macaristan'daki Yahudi bir delikanlıyı) öldürdüğünü kanıtlamaya yönelik başarısız bir girişim için epey zaman harcadı. Savcının üstünde daha fazla zaman harcadığı, ve daha başarılı bir biçimde ele aldığı, başka bir şey de Franz Rademacher'in aldığı bir nottu. Almanya Dışişleri Bakanlığı'ndaki Yahudi uzmanı Rademacher'in Eichmann'la telefonda konuşurken Yugoslavya ile ilgili dokümanlardan birinin üzerine karaladığı bu notta şöyle bir cümle vardı: "Eichmann vurun diyor." Nihayetinde Eichmann'ın, cüzi de olsa bir kanıtı bulunan, tek "ölüm emri" buydu – tabii bu bir ölüm emriyse.
Bu kanıt, duruşma sırasında o kadar üstünde durulmasa da, çok tartışmalıydı. Hâkimler Eichmann'ın toptan inkârını reddedip savcının beyanını kabul ettiler – Eichmann'ın inkârı hiç etkili olmadı çünkü, Servatius'un tabiriyle, "pek de önemli olmayan küçük bir olayı [topu topu sekiz bin insan]" unutuvermişti. Söz konusu olay 1941 sonbaharında, Almanya'nın Yugoslavya'nın Sırp kesimini işgalinden altı ay sonra gerçekleşmişti. İşgalin ilk zamanlarından beri, Ordu'nun başı partizan savaşlarıyla beladaydı ve askeri makamlar da öldürülen her Alman askerine karşılık yüz Yahudi veya Çingene rehine öldürerek bir taşla iki kuş vurmaya karar vermişti. Yahudiler de Çingeneler de partizan değildi elbette; ama askeri hükümetin ilgili sivil yetkilisi, Devlet Danışmanı Harald Turner, "kamplarda tuttuğumuz Yahudiler de Sırp uyruklu [nasılsa], ayrıca ortadan kaldırılmaları gerekiyor" diyordu (aktaran Raul Hilberg, The Destruction of the European Jews, 1961). Bu kamplar bölgenin askeri valisi General Franz Böhme tarafından kurulmuştu ve sadece erkekleri barındırıyordu. Binlerce Yahudiyi ve Çingeneyi öldürmeye başlamadan önce, ne General Böhme ne de Devlet Danışmanı Turner Eichmann'ın onayını bekledi. Asıl sorun Böhme'nin, ilgili polis ve SS makamlarına danışmadan kendi sorumluluğundaki bütün Yahudileri sürmeye karar vermesiyle başladı; Böhme muhtemelen, Sırbistan'ı judenrein hale getirmek için başkalarının komutası altında faaliyet gösteren özel birliklere gerek olmadığını göstermek istiyordu. Mesele tehcirle ilgili olduğundan Eichmann durumdan haberdar edildi, ama böyle bir hamlenin diğer planları olumsuz etkileyeceğini düşünerek buna onay vermedi. Zaten General Böhme' ye "diğer ülkelerde [yani Rusya'da] çok daha fazla sayıda Yahudinin icabına bakarken, başka komutanların bu bahsi açmaya bile gerek görmediklerini" hatırlatan Eichmann değil, Dışişleri Bakanlığı' ndan Martin Luther'di. Her halükârda, Eichmann gerçekten "vurmayı önerdiyse", askerlere sadece bunca zamandır zaten yaptıkları işe devam etmelerini ve rehine meselesini tümüyle onların inisiyatifine bıraktığını söylemiş oluyordu. Sadece erkekler söz konusu olduğuna göre, bu meselenin Ordu'yu ilgilendirdiği belliydi. Sırbistan'da, Nihai Çözüm'ü yaklaşık altı ay sonra uygulamaya başladılar; kadınları ve çocukları gaz kamyonlarına doldurup öldürdüler. Çapraz sorgu sırasında, Eichmann her zamanki gibi en karmaşık ve inandırıcılıktan en uzak açıklamayı seçti: Rademacher'in bu konuyla ilgili olarak Dışişleri Bakanlığı'nda söz sahibi olabilmesi için, Reich Güvenlik Merkez Bürosu'nun (RSHA), yani Eichmann'ın birliğinin desteğine ihtiyacı vardı; dolayısıyla Rademacher bu sahte belgeyi düzenledi. (Rademacher 1952'de, bir Batı Alman mahkemesinde yargılanırken, bu olayı çok daha makul bir biçimde açıklamıştı: "Ordu, Sırbistan'da düzeni sağlamakla görevliydi ve isyancı Yahudileri vurup öldürmek zorunda kalmıştı." Rademacher'in söyledikleri ne kadar aklımıza yatsa da, koca bir yalandan başka bir şey değildi; çünkü –Nazi kaynaklarından edindiğimiz bilgilere göre– Yahudiler "isyancı" değildi.) Telefonda söylenen bir sözü emir şeklinde yorumlamak zorsa, Eichmann'ın Ordu generallerine emirler yağdıracak bir konumda bulunduğuna inanmak daha da zordu.
Öyleyse, cinayetin suç ortağı olmakla itham edilse, bu suçu kabul mü edecekti? Belki de, ama şüphesiz suça önemli sınırlamalar getirecekti.




KENAN TEKEŞ YAZDI Düşünen Kadın: Hannah Arendt
Margaretge Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi, Holokost’u daha önce kimsenin yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösteren kadın düşünürü anlatıyor.

Yıl 1962… Güneşli, güzel mart sabahlarından biridir… Bir kadın taksiye biner… Kadını taşıyan taksi Central Park'a doğru gider… Şoför arabanın hızı artırır… Ve bir süre sonra taksi çok sert bir şekilde karşıdan gelen kamyonla çarpışır…  Olay yerine çok sonra bir ambulans gelir… Kadın gözlerini ambulansta açar… Önce kollarını ve bacaklarını hareket ettirir… Sonra gözlerini açar… Hafızasının yerinde olup olmadığını görmek için tarihleri, şiir mısralarını ve telefon numaralarını sayar… Hafızası yerindedir kadının.
Kadın çok sonraları yaşadığı bu olayla ilgili arkadaşı Mary McCarthy'ye, "Kısa bir süreliğine yaşam ya da ölüm kararının bana bağlı olduğunu düşündüm" der… Ve "hayatın epey güzel olduğunu ve onu çok sevdiğini" söyler.
Hayatın epey güzel olduğunu ve onu çok sevdiğini, söyleyen kadın yüzyılın dahi kadınlarından Hannah Arendt’tir.
Arendt, 1906 yılının 14 Ekim'inde Hannover’de bir Yahudi mühendisin tek çoçuğu olarak dünyaya gelir... Berlin'de büyür… 18 yaşında Marburg’da Martin Heidegger’den felsefe eğitimi almaya başlar... Heidegger ile düşünsel ve tutkusal bir aşka tutulur... Bu aşka tutuluş onun düşünce dünyasını alabildiğince genişletecektir. (Heidegger diz çöküp ona “aşka en büyük davet karşındakinin senden önce aşık olmasıdır” der.)
Marburg ve Freiburg’da üniversite eğitimini tamamlar ve Heidelberg’e giderek Karl Jaspers’in yanında doktorasını tamamlar… Doktorasını tamamladığında henüz yirmi iki yaşındadır.
1924-1929 yılları arasında dönemin ünlü düşünürleri ile tanışır, eğitim alır, etkiler, etkilenir, aşık olur, aşık ettirir.
Marburg’da Martin Heidegger ve Rudolf Bultmann’dan, Freiburg’da Edmund Husserl’den, Heidelberg’de Karl Jaspers’in öğrencisi olarak felsefe, ilahiyat ve Yunanca eğitimi görür.
1933 yılında Hitler'in iktidara gelmesi üzerine Almanya’dan ayrılarak Fransa’ya geçer. Paris'e kaçmak zorunda kalan Arendt orada Walter Benjamin ile tanışıp onunla dost olur.
Paris’te Yahudi göçmen hareketi içerisinde aktif olarak yer alır. Fransa'nın II. Dünya Savaşı sırasında Alman askeri kuvvetlerinin Fransa'nın bazı bölgelerini işgal etmesi sonucunda Yahudilerin toplama kamplarına gönderilmesinden ötürü Fransa'dan da kaçmak zorunda kalır.
1940 yılında Alman şair ve felsefeci Heinrich Blücher ile evlenir.
1941’de eşi ile birlikte ABD’ye gider, oraya yerleşir ve ABD vatandaşı olur. ABD’deki ilk yıllarında akademik bir iş bulmakta epey zorlanır.
1953’te Princeton’da Christian Gauss konferanslarına çağrılır. 1959’da tam kadrolu ilk kadın profesör olur.
Böylece Arendt, California, Chicago, Columbia, Northwestern, Cornell gibi üniversitelerde verdiği derslerle seçkin bir akademik kariyere sahip olur.
1975 yılında 69 yaşındayken öldüğünde New York’taki New School for Social Research’de felsefe profesörüydü.
Hannah Arendt, gerek siyasi gerekse duygusal birikime sahip olup kendine özgü düşünce çizgisi içinde, şiddet, iktidar, devrim, totalitarizm, eşitlik-eşitsizlik, özgürlük, siyaset, felsefe, insan, eylem, düşünce, hakikat, ahlak, retorik, ideoloji, kültür, demokrasi, milliyetçilik, ırkçılık, devlet, parti, rejim, insan hakları, antisemitizm, emperyalizm, sanat, kamusal alan üzerinde çalışmalar yaptı.
Arendt özellikle de şiddet ve şiddetin kaynağı üzerinde durur. Şiddeti, sayılara ya da görüşlere değil, kullanılan araçlara dayandırır. Ona göre şiddet her zaman araçlara muhtaçtır ve içerisinde her zaman bir keyfilik unsuru taşımaktadır. Ve devlet de, en güçlü şiddet araçlarını elinde bulunduran merkezi bir otoritedir.
Arendt kimi zaman şiddetin gereksiz olmadığını ve onu bir insanlık durumu olarak gördüğünü açıklar:
“Kimse meşru müdafaa amacıyla gerçekleştirildiğinde şiddeti sorgulamaz. Çünkü şiddet yalnızca açık değil, aynı zamanda mevcuttur ve aracı haklı kılan amaç hemen orada durmaktadır.” Ve ekler “Bir Yahudi, Yahudi olarak şiddet görüyorsa kendini savunmalıdır.”
Arendt’in bütün dünyada tartışılmasını sağlayan gelişme ise Gestapo şefi Heydrich’in emri altında Yahudi sorununu çözmekle özel olarak görevlendirilen Adolf Eichmann’ın yargılandığı davada kaleme aldığı düşünceleridir.
30 Mart’ta başlayan ve 14 Nisan’da sona erecek olan 32. İstanbul Film Festivali’nde feminist yönetmen Margaretge Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi izleyiciyle buluştu.
Film, bir düşünür, aynı zamanda sert bir kadın olan ve sigaraları uç uca içen, "kötülüğün sıradanlığı" düşüncesiyle hem kendi halkını hem dünyayı karşısına alan Hannah Arendt’in 1960-1964 yılları arasındaki zaman dilimine odaklanır.
Senaryosunun da Von Trotta’nın yazdığı filmde Barbara Sukowa (Hannah Arendt), Axel Milberg (Heinrich Blückher), Ulrich Noethen (Hans Jonas), Michael Degen (Kurt Blumenfeld),  Klaus Pohl (Martin Heidegger), Friederike Becht (Küçük Hannah Arendt),  Victoria Trauttmansdoff (Charlotte Beradt) oynuyor.
Film düz bir zaman çizgisinde ilerlemez. Sıçramalı zaman ile geçmişe de döner. Bu geçmişe dönüş Arendt ile hocası olan Martin Heidegger ile olan düşünsel ve tutku düzeyindeki ilişkileri anlatılır. Bu aşk Arendt’e düşünce ve tutku üzerine düşünmesini sağlayacaktır.
Film genel olarak 1960-1964 yılları arasındaki zaman dilimine odaklanır. Nazi Adolf Eichmann’ın (ya da Eichmann tiyniyetli insanların), 1960 yılında Mossad ajanları tarafından Arjantin’de yakalanıp İsrail’'e götürülmesiyle başlar. Eichmann’ın yakalanması hem İsrail’de hem de dünyada yankılanır.
Çünkü Eichmann önemli bir isimdir. Gestapo şefi Heydrich’in emri altında Yahudi sorununu çözmekle özel olarak görevlendirilen kişidir.
Filmin bundan sonrasında da Hannah Arendt’in Eichmann’ın yargılandığı dava için Kudüs’e gitmesi, mahkemede Eichmann’da gördükleri (mahkeme görüntüleri gerçek görüntülerdir), düşündükleri, bu düşündükleri karşısında İsrail/Yahudi toplumunun gösterdiği tepkiler ve bu tepkiler karşısında Arendt’in yaşadıklarını ve Martin Heidegger ile olan aşkını izleriz.
Hannah Arendt, Eichman’ın yargılanacağı mahkemede görmek ve New Yorker gazetesine yazmak için 1961 yılında Kudüs’e gider. O’nun bu gidişi başlangıçta “adalet aramak” içindir.  Ancak dava sırasında Eichman’ın tavırları Arendt’te faklı düşünceler yaratır. Bu düşüncelerini “Eichmann Kudüs’te: Şeytaniliğin Basitliği Üzerine Bir Rapor” adlı kitapta dile getirir. Kitapta savunduğu bu düşünceler bugün dahi tartışılmaktadır.  
Hannah Arendt düşünme yetisinden yoksun olmuş bireylerin verilen eylemi sorgusuz sualsiz gerçekleştirdiğine inanır. Eichman’ın da bu düşünme eyleminin yoksunluğundan dolayı iktidarın verdiği eylemi yerine getirdiğini düşünür.
Yine Arendt Yahudi soykırımı sırasında yaşananlarda Yahudi liderlerinin rolü olduğunu da söyler. Ona göre, onların muhalefet etmeyip işbirliği yapmalarının bunda etkisi olduğunu savunur.
İşte Arendt’in bu “acı”masız sözleri soykırım yaşamış Yahudi halkının yüreğini “acı”tır. Arkadaşlarının çoğu onu şiddetle eleştirir.  Yahudi Konseyleri onu Alman makamları ile işbirliği ile suçlar. Kimisi bu düşüncelerine katılırken kimisi de onu ölümle tehdit eder.  Tehdit mektupları alır. Filmde Mossad tarafından tehdit edildiğini de görürüz. Üniversitedeki işinden olur.
Ancak Arendt kendi düşüncesinden bir adım geri atmaz ve düşüncesini tutarlı bir şekilde savunmaya devam eder. O Eichman’ı ve soykırımı gerçekleştirenleri anlamanın onu ve onları affetmek anlamına gelmediğini düşünerek “anlamak asla affetmek anlamına gelmez” der.
Arendt kötülüğün temel ve kökten bir şey mi yoksa basitçe sıradan insanların diğerlerinin emirlerine uyma ve eylemlerinin ya da eylemsizliklerinin sonuçlarını düşünmeksizin çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin bir sonucu olup olmadığı sorusuna cevap arar.
“Düşünmenin tezahür rüzgarı doğruyu yanlıştan,  güzeli çirkinden ayırabilir. Yeter ki insan düşünme eylemliliği içinde olsun.” Arendt hem düşünme hem de tutku açıdan gerçekleştirdiği eylem ile bilinçli insanın yüreği beyninde atar, sözünü doğrular.
Von Trotta’nın yönetmenliğini yaptığı “Hannah Arendt” filmi sinemasal olarak görmeye yetenekli gözlere pek bir şey sunmasa da Holokost’u daha önce kimsenin yapmadığı şekilde yazma cesaretini gösteren ve “ölüm ve yaşam kararının bana bağlı olduğunu” düşünen kadını bir de sinemada görmek açısından izlemek gerekir. (KT/AS)
* Hannah Arendt’in “Eichmann in Jerusalem” ile “Şiddet Üzerine” adlı kitaplarından yararlanılmışt