Saturday, August 11, 2012

Ben Bir Taşım

Müge Tuzcuoğlu

“Kimliğimdeki doğum yılım 1983; 12 Eylül askerî darbesi ailem ve memleketimdeki derin izlerini, 80′ doğumlu bütün gençlerde olduğu gibi, bugün bile üzerimde barındırır. Ankara’da geçen bütün okul hayatımı, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki Antropoloji eğitimi ile bitirdim. Hayatımı etkileyen dönemlerden biri, 2002-2007 arasında Evrensel gazetesinde gazeteci olarak çalışmamdır. Bir diğer dönüm noktası ise Ankara’yı, okulu ve gazeteciliği birden anlamsız bulup bıraktıran bir başka olaydı: Uğur Kaymaz’ın öldürülmesi. Onun haberini yapmak artık bana yetmiyordu ve böylelikle 2008′de Diyarbakır’a aldığım otobüs biletinin temeli hazırlanmıştı. 3 yıla yakın bir süredir Diyarbakır’dayım. Hopalı-Laz bir genç kadın olarak Diyarbakır’da çocuklarla çalışıyorum. Halen, yoksullukla ilgili çalışmalar yürüten Sarmaşık Derneği’nde yöneticilik yapıyorum. Bütün bunların yanı sıra; benim en öz geçmiş ve geleceğimi; insanlara dair anlattığı hikâyeleri ve insanseverliği ile babam ve bütün yaşamımı beraber geçirdiğim, yanımda büyüyen “çocuk” kardeşim şekillendirmektedir…

“Ben bir taşım!” demişti bir baba. “Ben çocuklarımın elini toprağa değdirmiyordum, kıyamadığım için. Bir gün oldu, ikisini birden yitirdim. Ben buna katlanabiliyorsam; demek ki ben bir taşım!”…

Anneleri-babaları, siyasetçiler anlattı bugüne kadar bu savaşı. Bu kitapta bu sefer faili meçhul cinayetlerde öldürülenlerin, binlerle ifade edilen köy boşaltmalarına uğrayan ailelerin, binlercesi cezaevinde olan Kürtlerin, dağda yaşamını yitiren gerillaların çocukları, kardeşleri yani bu savaşın üçüncü kuşağı sözü aldı. Onlar anlattıkça, Kürt sorununun hesapladığımız sayılardan katbekat fazlası olduğu ve hesap edilemeyen bir gerçeklik olan bu savaşın sonuçlarının, gün gibi ortada olduğunu gösterdiler. Kürtlerden sadece dilleri, kültürleri, kimliklerinin esirgenmediğini, çocukluklarının yani bugünün çocuklarının da esirgendiğini anlattılar. Yaşadıklarını, sırasıyla anlattıklarında, çocuklar da inanamadı hayatlarına: “Hepsini ben mi yaşamışım?” diyerek. Ve evet, ne yazık ki hepsini onlar yaşamışlardı…”
Müge Tuzcuoğlu
(Tanıtım Bülteninden)

“Koparıp Alınmasın Çocuklar Annesinden” – Mustafa Sütlaş
(15.08.2011 tarihli http://www.bianet.org)
Ozan Şiar, yazdığı “Ben Bir Taşım” adlı kitabını kutlamak ve desteğini belirtmek için, “tüm renklerin buket oluşturduğu “Kardeşlik Bahçesinde” savaşsız, sömürüsüz ve barış yellerinin estiği bir dünya ve özgürce yaşamda buluşmak adına” diyerek kitabın yazarı Müge Tuzcuoğlu’nu kutlamak için, Şahturna ile birlikte yazıp bestelenen “Çocuklar Çiçektir” adlı şiirini yollamış.
“Öteler ötesinden / Figan çığlık sesinden / Koparıp alınmasın / Çocuklar Annesinden!” diyor, Ozan Şiar bu armağan şiirin ilk dörtlüğünde.
Bu ülkenin gerçeklerinden bir tanesi de “attıkları taşlar için taş duvarlar arasında kalmaya mahkûm edilen ve dizelerde belirtildiği üzere “annelerinden koparılıp alınan çocuklar.”
Sayıları “çok”! Çektikleri Çok! İçerde ve dışarıda yaşadıkları çok!
Müge Tuzcuoğlu henüz bu kitap basılmadan önce, bu toplumsal soruna ayrıntılı bir şekilde ele aldığı “Diyarbakır’da Toplumsal Travmayla Başa Çıkmak” başlıklı yazısında dikkât çeken bir alıntı yapıyordu:
“Öyle bir savaş ki herkesi etkiledi. Bedel ödemeyen hiçbir insan yok. Kürt toplumu hiçbiri normal değil, anormaldir. Ne kitap yetiyor, ne dil yetiyor, roman yetiyor bunları anlatmaya. Kendi aileni bile koruyamıyorsun.”
Bir de soru soruyordu; “Kürt sorunu çözülmeden, yaşananları tedavi etmek, sorunlarını çözmek ne kadar mümkün?”
Sorunları çözemesek de onları görünür hale getirebiliriz.
Bunun için de o soruna dair “doğru” soruları sormak gerekir öncelikle.
Çünkü verilecek yanıtların sorunların çözümünün ötesinde de bazı işlevleri var: İnsanlar karşılaştıkları sorunlara dair sorulan sorulara yanıt verirken, düşünürler; düşünürken “akılcı” davranırlar, akılcı bakmak ise soruna uzaktan ve nesnel bakmayı gerektirir. Bu da bir “değişim” yaratır. Ama daha da önemlisi bu sorular ve yanıtlar etkilenen insanları iyileştirir, sağaltır.

Sergide karşılaşılan kitap

“Ben Bir Taşım” kitabını oluşumuna bir yazıyla katkıda bulunduğum Diyarbakır’daki Sarmaşık Derneği’nin düzenlediği “Mazxana” sergisi sırasında kurulan stanttan almıştım.
Sergideki görevli arkadaş ben kitabı incelerken, yazarının Sarmaşık Derneği’ndeki son üç yıldaki çalışmalarından hareketle kaleme aldığı söyleşilerden oluştuğunu söylemişti. Bir tür tanıklığı aktardığı için ilgimi çekmişti.
Kitabın içinde on üç tanıklık var. Kendilerini sadece attıkları taşlarla “var” etmeye zorlanan on üç çocuğun, on üç çocuk yaşamının on üç öyküsü…
Kitabı okuduktan sonra kitapla ilgili bir yazı yazmak aklımdan geçmiş, ama gündelik yoğunluk içinde bir türlü elim değmemişti.
Çocuklar İçin Adalet Takipçileri Grubundan az önce bana da ulaşan mesajında Müge Tuzcuoğlu şöyle diyordu:
“Kendi yazdıklarımı göndermeyi sevmem ama bu kitabın yazarları çok başka diye düşünüyorum… Diyarbakır’da savaşın üçüncü kuşağı çocuklarla yapılan röportajlardan oluşan bu kitabı okumanızı ve yorumlarınızı benim aracılığımla çocuklara iletmenizi umuyorum. Ne de olsa, bu gruptaki arkadaşlar çocuklar için bir arada… Verdikleri cevapları bilmenizin iyi olacağını umuyorum…”
Bu çağrı geldikten sonra yazmak kaçınılmaz oldu!

Çocuk “Bilge”ler

Kitapta yazarın deyimiyle “faili meçhul cinayetlerde öldürülenlerin, binlerle ifade edilen köy boşaltmalarına uğrayan ailelerin, binlercesi cezaevinde olan Kürtlerin, dağda yaşamını yitiren gerillaların çocukları, kardeşleri yani bu savaşın üçüncü kuşağı”nın dedikleri bize ulaşıyor asıl olarak.
Taş atan çocuklarla ilgili olarak izlediğim bir belgeselde çocukların tıpkı “büyükler” gibi yaşadıkları gerçekliği çözümlediklerine tanık olmuştum. Bu kitapta yer alan çocukların söylediklerini okuyunca da aynı düşünceler uyandı bende.
Onlar “çocuk” değillerdi aslında; “çocuk beden”lerinde çocuk ümürleri kadar kısa sürede yüzyıllarca, binlerce yıl yaşamış “çağdaş bilge”ler olmalıydılar. Çünkü anlattıkları “doğru”ydu.
Onların anlattıkları, yaşananları ortaya koyan ekonomik, askeri, politik “bilanço”larda olmayan, pek çoğumuzun görmediği sonuçları ortaya koyuyor.
Bu kitabı okuyunca, dilimden düşürmediğim, yeri geldiğinde her erişkine söylemeden duramadığım “içindeki çocuğu öldürme” sözünü asla söyleyemeyeceğim çocuklar olduğunu da anladım onların.
Çünkü onlar doğmuşlar ve “çocuk” olmadan büyümüşler, başka bir deyişle “çocukluklarını” yaşa(ya)mamış çocuklardı.
Müge Tuzcuoğlu bunu “Yaşadıklarını, sırasıyla anlattıklarında, çocuklar da inanamadı hayatlarına: ‘Hepsini ben mi yaşamışım?’ diyerek. Ve evet, ne yazık ki hepsini onlar yaşamışlardı…” diyerek ifade ediyor.
Bu kitapla çocukların anlattıklarını bir solukta okuyabilir, ondan sonra adına “Kürt sorunu” denilen sorunun, aslında hepimizin geleceğini ilgilendiren, dolayısıyla “bizim” sorunumuz olduğunu göreceksiniz.
Eskilerde öğrendiğim bir söz vardı:
“Çocuktan al haberi” denirdi, bu coğrafyada yaşananların ne olduğunu en iyi o kitapta konuşulan çocuklar anlatıyor.
Haberi onlardan almak gerek!

Adam olmuş çocuklar – Sinan Kandemir
(12.08.2011 tarihli Radikal Kitap Eki)
Beş yıl, Evrensel gazetesinde muhabirlik yaptıktan sonra, Diyarbakır?a giden Müge Tuzcuoğlu?nun, yoksullukla ilgili faaliyette bulunan Sarmaşık Derneği?ndeki son üç yıldaki çalışmalarını kaleme aldığı söyleşi kitabı ?Ben Bir Taşım?. Tuzcuoğlu, belki de eksik kalan, yapılması gereken şeyin ?o çocuklar?ı dinlemek olduğunu düşünüp, o topraklarda doğmuş, boylarından büyük acılara tanıklık edip oyun yaşlarını çoktan geçmiş çocuklara yöneltmiş sorularını. ?Toplumsal? olaylarda ön saflarda gördüğümüz, bazen polisle çatışan bazen onların verdiği hediyelerle ?mutlu? olan o isimsiz çocukların hikâyelerini, bu sefer onların kendi hayal dünyalarıyla, cümleleriyle dinliyoruz. Tuzcuoğlu Ben Bir Taşım?a on üç çocuğu misafir ediyor, on üç hayatı, hikâyeyi; benzer acılardan geçmiş, benzer öfkeleri taşıyan ve kendilerini sadece ellerindeki taşlarla ifade etmeye zorlanan çocukları. Şiddet içinde büyüyen çocukların kendilerini ifade etme aracı olarak şiddeti kullanmaları bilimsel bir gerçek olarak karşımızda dururken, bırakalım bilimselliği bir kenara, yıllar yılı gözün gördüğüne gönlün nasıl katlandığının cevabını kimselerin verememesi de bir başka bilimsel gerçeklik konusu olsa gerek. Çocukların yaşadıklarını anlattıktan sonra, ?Hepsini ben mi yaşamışım? diye şaşırmaları, tamamen gerçek olan hikâyelerini gözler önüne seriyor. ?Taş atan çocuklar?ın hikâyelerine kulak kesildikçe aslında çoktan büyüdüklerine, büyümek zorunda bırakıldıklarına şahit olmak içimizi acıtsa da dinlemeye devam ediyoruz.
Yakılmış köyünü, babasının cezaevinde olmasından dolayı yedi yaşından beri çöplerden kazandığı ekmek parasını, okula gitmek için nasıl direndiğini anlatan bir çocuğa taş atma nedeni sorulduğunda verdiği cevabı durup düşünmemek elde olmasa gerek: ?Bana bunu yaşatanlara. Yaşamak zorunda olduğum hayatı yaşatanlara.?
Devleti üniformayla tanıyan, babasının, ağbisinin gözaltına alınışını asla unutmayan, panzerin ışıklarından korkan, hayatı hep tedirgin bakışlarla yaşayan çocukların ne hissettiğini, çocuk akıllarıyla ne yapmaya çalıştıklarını, ne istediklerini anlamaya çalışırken buluyoruz kendimizi ?Ben Bir Taşım?ı okurken. Birçoğunun derdi bir şekilde eteğindeki taşları dökmek olan bu çocuk ol(a)mayan çocukları, kendi cümleleriyle dinlemek her insan evladının görevi olsa gerek. Şiddet içermeyen bir şiddetle, okunması gerekenlerin içine katıyorum bu taş hikâyelerini.

Müge Tuzcuoğlu'na Mektup – Sennur Sezer
(13.07.2011, http://evrensel.net)
Sevgili Müge Tuzcuoğlu,
Seninle karşılaşıp karşılaşmadığımı bilemiyorum. Ama savaşın üçüncü kuşağından çocuklar için alanlara toplananların arasındaydın mutlaka. Ve o çocukların gözlerine baktığında yazmaya karar verdin bu kitabı. Benimse bağrımda binlerce dize kıvılcımlanıyor. Ve yazamıyorum. Bu dizelerden daha etkili ne yapılabilir diye düşünüyorum boyuna.

Sevgili Müge,
Bir çocuğun gözlerine bakmak cesaret ister. Her çocuğun gözlerinde söylenememiş sıkıntılar vardır; büyüklerin onlara yabancılaşmasının sıkıntıları. Küçüklü büyüklü yaralar kanar gözpınarlarında. Büyüklerin aklına bile gelmeyecek binlerce derdin yarası. Bir kurdele, bir okşama, bir aferin eksikliği.

Bu yaralar hiç iyileşmez. Esirgenen güzel sözlerin kanattığı iç yaraları. Hangimiz bu yaşımızda bile fark edilmek istemeyiz ki. Oysa biz çocukları deniz kıyısında bir kum yığını ya da bir papatya tarlası gibi görüyoruz. Onların birey olduklarını fark etmemiz için incinmeleri gerekiyor. Hatta kana bulanmaları.

Hem sıradan çocuklar hem de savaşın üçüncü kuşağı için yakılan ağıtları da söylenen sözleri de kanıksadım sanki. Önce fark edeydiniz diye haykırıyor içimden bir deli nine. Önce ağlayaydınız da ölmeyeydiler.

Bir kez Beşiktaş?ta o çocuklardan birini engellemeye çalıştım. Gözlerinin ta içine bakarak, ona ne kadar ihtiyacımız olduğunu anlatmayı denedim. Ona dışarıda ihtiyacımız vardı, tutukevinde değil. Kimi zaman susmak da yiğitlikti. Onların analarını, ablalarını, gönüllerinin aktığı fidan gibi kızları korumak istediklerini biliyordum. Yiğittiler. Hep yiğittiler bizim için. Yanımızda olmak zorundaydılar. Neler söyledim bilemiyorum. Ama şimdi hâlâ onun gözlerine bakıyorum. Avucumda onun öfkeden buz kesmiş bileği duruyor. Kulağımda sesi: Biz çocuk değiliz?

Hayır, onlar çocuk değiller. Ana babasını korumayı üstlenen çocuk öyle bir büyür ki, bütün gövdesi kanar. Yırtılmaktan, gövdesine sığamaz çünkü.

Ve bir daha da çocuk olamaz.

Bir çocuğun yalnızca ana babasına siper olduğunda içi gövdesine sığmayacak kadar büyümez. Dışlandığında da taşar içinden. Kutsal bildiği, saygı duyması gerektiği öğretilen kişiler ona kötü davrandığında da yırtılır içinde bir şeyler. Bir öğretmenin, bir devlet görevlisinin kışkırtıcı, dışlayıcı davranışının yarattığı zelzeleyi hiçbir makine ölçemez.

Sevgili Müge,
?Ben Bir Taşım?ı bitiremiyorum. Her sayfa da bir başka anı yapışıyor yakama. Diyarbekir?de, Ofis?te, Dersim?de, Taksim gezi parkı, gözlerinde yıkılmış evler, yanan köyler, ellerinde vakitsiz uykudan uyandırılmış olmanın şaşkınlığı? Gülmek isterken engellenmiş olmanın yarım güleçliği. Mezarı bilinmeyen ağabeyler, yitik babalar. Ve çocuklukları yırtılmış çocuklar. Yarım resimlerde gibi hep kanayacak çocuklar. Taş olmak isteyen çocuklar onlar. Çocuk olduklarını kabul etmeyen ama taş olmak isteyen çocuklar.

Ben de taş olmak istiyorum şu ara Müge. Kocaman bir kaya olmak istiyorum.


Türkiye Yayıncılar Birliği: “İçişleri Bakanını kınıyoruz”

Türkiye Yayıncılar Birliği (TYB) yaptığı basın açıklamasında İçişleri Bakanını kınadı ve şunları belirtti:

‘İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin Güneydoğu’da süren silahlı çatışmalarla ilgili yaptığı açıklamalarda, “Ülkenin olağanüstü gündemi sadece çatışma alanı ile ilgili değildir, bu çatışma İstanbul’da kalemle devam ediyor, İstanbul’da kitapla devam ediyor. Geçimli’de atılan havan mermisiyle burada, Ankara’da yazılan yazıların bir farkı yoktur” dedi.
Şahin’in sözleri 12 Eylül’ün silahla kitabı bir arada sunan anlayışını hatırlatıyor. 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı yaşatan askeri yönetimlerin yasakçı görüş ve uygulamalarının bakış açısını yansıtan bu sözler endişe vericidir.
Düşüncelerini ifade etmeyi, yazı yazmayı ve yazılarını kamuoyu ile paylaşmayı silah kullanmakla, şiddet uygulamakla bir tutan bu yaklaşımı, hem kültür hayatımız hem de toplumsal barış ve huzur açısından büyük bir tehdit olarak görüyoruz.
Yayınlanmamış kitap ve çeviri taslaklarının, kitap listelerinin örgüt dokümanı olarak iddianamelerde yer almasının, kitabı bombaya benzeten yaklaşımların temelinde bu zihniyet vardır.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’i kınıyor, kendisini görüşlerini yazıyla sözle özgürce ifade ederek düşünce ufkumuzu genişleten tüm yazar ve gazetecilerimizden özür dilemeye, uluslararası anlaşmalar ve Anayasa ile güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğüne saygıya davet ediyoruz.’

Friday, August 10, 2012

Taşrada Düğün Hazırlıkları

Franz Kafka

İntihar eden kişi, tutukevi avlusunda bir darağacının kurulduğunu görüp bunun kendi darağacı olduğu kuruntusuna kapılarak geceleyin hücresinden kaçan ve avluya inip kendisini ipe çeken bir tutukludur.
Rahatını kaçıran ne? Kalbinin kararını nedir bozup dağıtan? Kapının tokmağına el süren kim? Kim sokaktan sana seslenip de, açık kapıdan girip yanına gelmeyen? Ah, bu, senin rahatını kaçırdığın, kapısının tokmağına el sürdüğün, senin kendisine sokaktan seslenip de, açık kapısından içeri girmeye yanaşmadığın kimseden başkası değil.
Başkalarının varlığının, bakışının ve yargısının omuzlarıma yüklediğinden ayrı bir sorumluluğun baskısı altında bulunmadım hiç.
Bir ara bacağımı kırmıştım, hayatımın en güzel yaşantısıydı.
Eski taşlar altında yatan bir tespih böceğinden seni daha üstün yapan tek şey, kendine karşı duyduğun tiksintidir.
En kötüsü, öldürücülükten uzak acılardır.
Her insan kendi içinde bir oda taşır. Hatta kulakla saptanabilir bu. Diyelim gece vaktidir de, dört bir yana sessizlik yürümüştür ve biri hızlı hızlı geçmektedir ilerden; kulak kabartıldı mı, örneğin duvara iyice tutturulmamış bir aynanın takırdadığı işitilecektir.
Kafeste bir sincap gibi: Devinimdeki mutluluk, darlıktaki umutsuzluk, diretmedeki kaçıklık, dıştaki huzur karşısında perişanlık duygusu.
Yansıma diye bir şey yoktur asla; nereye dönsek dünyayı karşımızda buluruz.
Kendini tanı, ki gerçek ben’ine kavuşasın.
artıklar kaldırıldı kenara
mutlulukta çözüldü kol ve bacak
mehtapta, balkonlar altında
geride biraz dal ve yaprak
saçlar gibi kara

Avarelik tüm kötülüklerin kaynağı, tüm erdemlerin tacıdır.
Herkes gerçeği göremez; ama gerçek olabilir.
Arayan bulmaz; ama aramayan bulunur.
İşi tıkırında olanların, ezilmişler karşısında kendilerini bağışlatmak için ağırlığını üzerlerinde hissettiklerini ileri sürdüğü dert ve tasalar, işi tıkırında olma durumlarını korumak için uydurulmuştur.
Öğretmen gerçek, öğrenci ise sürekli bir umutsuzluk içinde bulunur.
Eski bir şakadır: Biz dünyayı tutar; oysa dünyanın bizi tutup bırakmadığından yakınırız.
Dünyanın belirleyici özelliği geçiciliğidir. Bu bakımdan yüzyılların bir anlık zamana göre üstünlüğü yoktur. Dolayısıyla, geçicilikteki süreklilik insana bir avuntu sağlayamaz. Yıkıntılardan taze yaşamın fışkırıp çiçeklenmesi, yaşamdan çok ölümdeki diretişi kanıtlar.
Kadın, belki daha kesin bir deyişle izdivaç, kozunu paylaşman gereken yaşamın bir temsilcisidir.
Bir insanın ölümünden sonra, yeryüzünde ölen kimseyle ilgili olarak bir süre kendine özgü rahatlatıcı bir sessizlik başgösterir; dünyadaki harıl harıl uğraşıp didinmeler sona ermiş, ilerdeki bir ölümü habire gözlemekten kurtulunmuş, sanki bir yanılgı ortadan kaldırılmış, yaşayanlar için bile bir oh! diyebilme fırsatı doğmuştur; bu yüzden, ölü odasının pencereleri açılır; ama bütün bunların görünüşten başka bir şey olmadığı anlaşılır sonradan; acılar ve yakınmalar yeniden başlar.
Sanki öldükten sonra da bunun utancını yaşamaktan korkuyor.
Hani biri vardır, beşi de alçak beş basamağı çıkması gerekmektedir; bir başkası da, tek bir merdiven basamağı çıkacaktır. Ancak, bu basamağın yüksekliği, hiç değilse onu çıkacak için öbür beş basamağın toplam yüksekliği kadardır. Birinci yalnız bu beş basamağı değil, onun gibi daha yüzlercesini, binlercesini çıksa, zengin ve pek yorucu bir yaşam da sürse, çıktığı basamaklardan hiçbiri ikincisi için, tüm güçler seferber edilse bile dünyada çıkılamayan ve kendisinin de kuşkusuz çıkıp bir türlü geride bırakamadığı o bir tek yüksek basamağın taşıdığı önemi taşımayacaktır.
özlemim eski zamanlarda
özlemim şimdilerde
özlemim yarınlarda
ve hepsiyle ölüyorum bekçi kulübesinde
yol kenarında
dikine tabutta bildim bileli
bir mülkünde devletin
hayatımı kırıp dökmekten alıkoymak için kendimi
harcadım tüm ömrümü

En yüce şeye ulaşmak değildir asla önemli olan, ona uzak; ama dürüst bir yaklaşımdır; kanatlanıp da güneşe uçmanın yeri yoktur; yapılması gereken, yeryüzünde arada bir güneşi gören biraz ısınabilecek temiz bir köşe bularak oraya sürüne sürüne erişmektir.
İki çeşit savaş vardır: Biri bağımsız düşman güçlerin boy ölçüştüğü şövalyece savaş; düşmanlardan her biri kendisi için yaşar, kendisi için kaybeder, kendisi için kazanır. İkincisi de, insanı sokmakla yetinmeyip hayatta kalmak için onun kanını emen haşerenin savaşı, yani askerliği kendisine meslek seçmiş kişinin savaşı.
Çocuklar kadar çok devrimler gerçekleştirmek isteyen kimse yoktur.
Bir görüşe göre, evlilikten çekinmenin nedeni, insanın kendi anne ve babasına yaptıklarını, çocuklarının bir gün kendisine ödeteceğinden korkmasıdır.
Askerin elinin uzanamayacağı yer yoktur.
“Eldeki bir kuş çatıdaki iki kuştan daha iyidir.”
Yaşam gücünün azlığı, eğitimdeki yanlış adımlar ve bekarlık insanı şüpheci yapar; ama ille değil; şüpheciliklerini kurtarmak için kimi şüpheciler evlenir, hiç değilse düşünsel evliliğe başvurur ve inanan kimseler olup çıkarlar.
Yol değil, yalnız bir hedef var. Yol dediğimiz duraksamadır.
İnsanın temel güçsüzlüğünü oluşturan, zafer kazanamayışı değil, kazandığı zaferden yararlanamayışıdır. Gençlik yener her şeyi, o ilk aldatışı, o gizli şeytansallığı alt eder; gelgelelim, kazanılan zafere el atacak, zafere dirilik bağışlayacak kimse bulunmaz ortada; çünkü işin bu aşamasında gençlik geçip gider. Yaşlı kişi, zafere el sürmeyi göze alamaz; arkadan gelen ve hemen girişeceği yeni saldırıyla içi içini yiyen gençlik ise zaferini kendi kazansın ister. Hani şeytan sürekli yenilgiye uğratılır bu yoldan; ama asla yok edilemez.
İyi bir kitap en iyi dosttur.
Dalgaların bir su damlasını kaldırıp kıyıya atması, denizdeki ezeli dalgalanma olayını asla engellemez; hatta denizdeki dalgalanma, kıyıya atılan damlaya borçludur varlığını.
Susmak mutluluk için yalnız yeterli değil, ona götüren tek yoldur.
Yaşam, sürekli oyalayıştır; öyle bir oyalayış ki, neyi dikkatten kaçırdığını düşünüp anlamaya bile fırsat vermez.
Bakıp görmeyi bilen, soru sormaz.

Aslında bir şeyin başarılması, başarılamamasından çok daha garip değil mi?

Her şeye karşın insan tek bir şeydir, yani devinimde dinginlik, dinginlikte devinimdir; bunların ikisi her kişide birleşiyor; yine her kişide birleşimin birleşimiyle karşılaşılıyor ve böylece sürüp gidiyor bu, ta ki gerçek yaşama gelip dayanana dek.

Wednesday, August 8, 2012

Robert Hughes hayatını kaybetti.

Avustralyalı sanat eleştirmeni ve belgesel yapımcısı Robert Hughes hayatını kaybetti.

Yayıncısı Random House, uzun süredir hasta olan Hughes’ın, yıllardır yaşadığı New York’ta 74 yaşında hayata veda ettiğini bildirdi.

Avustralya konulu çok satan kitabı “The Fatal Shore” ile tanınan Hughes, 30 yılı aşkın bir süre Time dergisinde sanat eleştirmenliği yapmıştı.

Hughes’ın 8 bölümden oluşan sanat tarihi belgeseli “The Shock of the New” İngiliz yayın kurulu BBC televizyonu tarafından yayımlanmış ve 25 milyon izleyiciyle buluşmuştu.
 
Robert Studley Forrest Hughes (28 Temmuz 1938), Avustralya Nişanı sahini, Avustralyalı sanat eleştirmeni ve belgesel yapımcısı. 1970 yılından beri New York'ta yaşamaktaydı.

Gençliği

Hughes 1938 yılında Sidney'de doğdu. Babası ve büyük babası avukattı. Babası, Geoffrey Forrest Hughes, I. Dünya Savaşı'a pilot olarak katılmıştı. Annesi Margaret Eyre Sealy idi. Erkek kardeşi Tom Hughes ise bir politikacıdır. Babası, Robert 12 yaşında iken akciğer kanserinden öldü.

Sidney Üniversitesi'nde sanat ve mimarlık okudu. Üniversitede iken "Sidney Push" isimli bir grubu vardı. Bu grup ressam, yazar ve entelektüellerden oluşuyordu. Grubun diğer üyeleri arasında Germaine Greer ve Clive James de vardı. Hughes üniversitedeki derslerinden başarısız olunca önce karikatürist olmaya karar verdi. Daha sonra ise Sidney'de yayınlanan The Observer'da sanat eleştirileri yazmaya başladı.[1] [2] Aynı günlerde Avustralya Sanatı isimli Avustralya resimleri tarihini anlatan bir kitap yazdı. 1966'da yayınlanan bu kitap hala çok önemli bir eser olarak kabul edilir.

Kariyeri

Hughes, Avrupa'da yaşamak için 1964 yılında Avustralya'yı terk etti. Bir süre İtalya'da yaşadıktan sonra 1965 yılında Londra'ya yerleşti. Burada çeşitli dergi ve gazetelerde sanat eleştirmenliği yaptı. Son olarak ise New York'a taşındı. ABD'de kendini sanat eleştirmeni olarak kabul ettirdi. Televizyon programları hazırladı ve sanat eleştirileri yazdı.
 1990'larda Avustralya Cumhuriyetçi Hareketi'ne destek oldu.
 2006 yılında ise anılarını yayınladı.

Yayınları

    A Jerk on One End: Reflections of a Mediocre Fisherman (1998. ISBN 0-345-42283-X)
    American Visions: The Epic History of Art in America (The Harvill Press, 1998. ISBN 1-86046-533-1)
    The Art of Australia (1966. ISBN 0-14-020935-2)
    Barcelona (Vintage, 1992. ISBN 0-394-58027-3)
    Barcelona: the Great Enchantress (2001. ISBN 0-7922-6794-X.)
    Culture of Complaint (Oxford University Press, 1993. ISBN 0-19-507676-1)
    Donald Friend (Edwards and Shaw, Sydney, 1965)
    The Fatal Shore (Alfred A. Knopf Inc., 1987. ISBN 0-394-50668-5)
    Goya (Vintage, 2004. ISBN 0-09-945368-1)
    Heaven and Hell in Western Art {Weidenfeld and Nicolson, London 1968)
    Lucian Freud Paintings (Thames & Hudson, 1989. ISBN 0-500-27535-1)
    Nothing if Not Critical: Selected Essays on Art and Artists (Including 'SoHoiad') (The Harvill Press, 1991. ISBN 1-86046-859-4)
    The Shock of the New: Art and the Century of Change (Thames & Hudson, 1991. ISBN 0-500-27582-3)
    Things I Didn’t Know: A Memoir (Alfred A. Knopf Inc., 2006. ISBN 1-4000-4444-

Tuesday, August 7, 2012

Kaos’un Kutsal Kitabı..

‘aile günün birinde aşılması gerekecek bir kurumdur, varlık nedeni yoktur : aile, çoğu durumda, kalabalıktır, evren aşırı kalabalıktır, dahası, en tartışmalı fikirlerimizin kaynağı ailedir ve doğruluğu korkutan eserler arasında yanlış fikirleri sürdürme lüksümüz olamaz.. yalnızca öjenik ailelere hoşgörü gösterilebilir, bunların da az sayıda olduğunu biliyoruz, diğerleri sonunda bize arzu edilmez gelecektir ve yoksulluğun tehdit ettiği bir dünyada her yoksul sefaleti arttırır, her yoksul aile varlığı nedeniyle zaten kriminaldir.. şuna ikna olalım ki merhamet bir saçmalıktır, merhamet gösterilen kişileri bozar, hayırsever ruhlara trapez olup merhametin kurbanı olmaktansa kendini yok etmek yeğdir.. muhtaç durumda olanların nasibi olan izdiham, hangi ülkede ve hangi çağda olunursa olunsun, dinsel ve ahlaki otoritelerin sessizliğine rağmen, iğrençliğin zirvesidir: oysa, elli yüzyıldır kimse bunu dert etmedi, çünkü düzen çare – kısırlık- bulmaktansa iğrençliği tercih eder.. düzen her zaman gayri insaniydi, ahlak düzeni tüm düzenlerin en gayri insanisidir..


dünyayı ahlaksızlık kurtaracak; dinlenme ve gevşeme, her türden fedakarlığın reddi ve militan erdemlerin terk edilmesi, saygın olarak nitelediğimiz her şeyin küçümsenmesi ve uçarılığa rıza göstermek kurtaracak, erkekliğin bizi götürdüğü ve asla geri dönülmeyecek kâbustan bizi dişilik kurtaracak, çünkü erkek ölümün eşidir ve ölüm erkeğin yoluna yordamına öncülük eder..’

ALBERT CARACO..

 
 ‘Kaos’un Kutsal Kitabı..’ , ALBERT CARACO, Çeviri : IŞIK ERGÜDEN, VERSUS Yayınları, Eylül 2007, 120 Sayfa..

Monday, August 6, 2012

ÖLÜ CANLAR


Gogol
 
1. BÖLÜM :
N.......... kentinin merkezindeki büyük hana bir yolcu oldukça güzel, küçük, yaylı bir araba ile gelir. İlk etapta bu kimsenin ilgisini çekmez. Gelen şahıs Pavel İvanoviç ÇİÇİKOV’dur. Kendisini danışman, çiftlik sahibi ve iş için yolculuk eden biri olarak tanıtır. Tez elden kentin ileri gelenleriyle tanışır: Vali, polis memuru, yargıç, savcı, çiftlik sahipleri vs. ve gittiği her yerde kendini görgülü bir salon adamı olarak gösterir; konusu ne olursa olsun her konuşmada canlı, ilgi uyandırıcı sözler söyler.
Her gün akşam toplantılarına, yemeklere gider hoş vakit geçirir. Sıra kent dışı ziyaretlere geldiğinde ise işe önce çiftlik sahibi Manilov ile Sobakeviç’ten başlar. Çünkü onlara söz vermiştir. Belki de ÇİÇİKOV’u bu ziyaretlere zorlayan daha temelli, daha ciddi, daha derin nedenler vardır. Önce Manilov’un çiftliğine gider. Manilov ailesi üzerinde çok iyi izlenimler bırakır. Yemekten sonra çalışma odasına geçip iş konularında konuşmaya başlarlar. Çiçikov öncelikle Manilov’a kaç tane kölesi olduğunu, en son sayımı hükümete ne zaman verdiğini, kaç kölenin öldüğü gibi sıradan sorular sorar. Ancak o kadar çok ölen olmuştur ki Manilov bile sayısını kahyadan öğrenir. Ancak Çiçikov bunların listesini isteyince ortalık birden gerginleşir ve Manilov bunu niçin istediğini sorar. Çiçikov ne diyeceğini şaşırır ve ancak “Köylü satın almak istiyorum.” diyebilir. Daha sonra toparlayarak ölmüş olan köleleri almak istediğini söyler. Yani ölmüş ama yaşıyor gibi görünen köylüler ...
ÇİÇİKOV uzun tartışmalardan sonra Manilov’a ölmüş köylüler için devlete boşuna vergi ödediğini anımsatarak bunları kendisine satmasını teklif eder. Ancak Manilov aralarındaki dostluğu öne sürerek bu iş için para istemeyeceğini söyler. Anlaşmalar yapılır ve Çiçikov evden ayrılır. Yolda yağmura tutulur ve arabaları devrilir. Ancak kısa sürede toparlanıp yola tekrar koyulurlar. Karşılarına çıkan ilk evin kapısını çalarlar. Ev sahibi onları içeri alır ve ağırlar. Geceyi orada geçirirler. Sabah ev sahibi bayana nerede olduklarını sorar. Anlaşılan yanlış yoldan gitmişlerdir. Geldikleri ev ise çiftlik sahibi bayan Koroboçka’nın evidir. Çiçikov, Manilov’a köylülerle ilgili sorduğu soruları bayan Koroboçka’ya da sorar. Lafı evire çevire ölü köylülerin satışına getirir. Bayan Koroboçka şaşkınlıktan küçük dilini yutar. Ancak Çiçikov, bayan Koroboçka’ya, ölen köylüler için boş yere vergi ödediğini, kendisine yardım etmek için bu masrafları karşılamak için ölü köylüleri almak istediğini söyler. Uzun tartışmalar sonucu Çiçikov, ileride çiftlik ürünlerini alacağı sözünü vererek ölü canlar için anlaşma yapar. Çiçikov çiftlikten ayrılarak meyhaneye gider. Burada Nozdriev ile karşılaşır. Nozdriev ile savcının evinde tanışmıştır. Nozdriev birkaç günlük bir panayırdan döndüğünü ve eve gideceğini söyleyerek Çiçikov’u da evine götürmek ister. Ancak Çiçikov işlerinin çok olduğunu söyleyerek teklifi reddetse de Nozdriev’le başa çıkamaz ve eve giderler. Nozdriev gereğinden fazla konuşan, sürekli kumar oynayan ve olayları abartan bir kişidir. Yemek, içki, sohbet derken konu döner dolaşır Çiçikov’un işlerine, oradan da ölü köylüleri satın almaya gelir. Nozdriev’de diğer çiftlik sahipleri gibi şaşırır. Ancak Nozdriev çok uyanıktır. Onları pahalıya satmaya çalışır. Ancak Çiçikov’un fazla parası olmadığı için uzun uzun pazarlık yaparlar. Nozdriev bu alışverişin sebebini öğrenmek için ısrar eder. Çiçikov ise zengin bir kızla evlenmek istediğini ancak babasının kızı vermesi için üç yüz can kölesi olması gerektiğini bu yüzden de ölü can almak istediğini söyler. Nozdriev her ne kadar inanmasada olay böylece kapanır. Nozdriev, Çiçikov’u iskambil oynamaya davet eder; ancak Çiçikov oynamak istemediğini söyler. Çok ısrar eder ancak sonuç alamaz. Hiç olmazsa dama oynayalım hem damada hile yapma şansım da yok deyince Çiçikov kurtulmak için teklifi kabul eder. Ancak Nozdriev yine hile yapar. Bunun üzerine Çiçikov sinirlenir ve evi terk eder.
ÇİÇİKOV’un aldığı köleler kentte günün konusu olur. Köylülerin başka bir yere götürülüp yerleştirilmesinin karlı bir iş olmadığı üstüne bir çok yorumlar yapılır, bir çok düşünceler, görüşler ileri sürülür. Bu konuşmalardan bir çok kişinin bu sorunla ilgili derin bilgisi olduğu anlaşılır. Kimileri: “Elbette’’ der, “buna bir şey denemez. Güney illerinde toprak iyidir, verimlidir. Ama su olmadı mı, Çiçikov’un köylülerinin elinden ne gelir? Orada hiç akarsu yoktur.’’ “Su olmaması mümkün değil... Önemli değil bu. Fakat yerleştirme işine güvenilmez. Bizim köylülerin ne adam olduğunu bilemezsin. Yeni bir yerde, kulübesi, bahçesi olmadan toprağı sürsün, imkanı yok. İki kere iki dört gibi biliyorum, kaçarlar. Hem öyle kaçarlar ki, izlerini bulana aşk olsun.” “Hayır, afedersiniz ama, ben bunu kabul etmiyorum. Çiçikov’un köylüleri kaçmazlar. Rus köylüsünün her şeye gücü yeter, her iklime alışır. Onu Kamçatka’ya bile gönderseniz bir sıcak eldiven verdiniz mi elini bir oğuşturur, baltayı eline aldığında yeni bir kulübe yapmak için başlar odun kesmeğe.” “Ama önemli bir sorunu gözden kaçırıyorsun. Sen Çiçikov’un köylüleri nasıl adamlardır, orasını düşünmüyorsun. Hiçbir çiftlik sahibi iyi adamını satmaz. Çiçikov’un köylüleri son derece hırsız, sarhoş kimseler olsalar bile kellemi keserim ki tümü de tembel, kırıcı dökücü heriflerdir.” “Ha bunu kabul ederim doğrusu. Kimse iyi adamını satmaz. Çiçikov’un köylüleri de baştan aşağı sarhoştur. Ama şuna dikkat etmeli ki; konunun can alacak noktası da buradadır. Evet şimdi hepsi ahlaksızdır ama yeni topraklarına gittiler mi çok iyi birer uyruk olabilirler. Bunun bir çok örneği var. Hem bugün hem geçmişte.” Devlet fabrikaları müdürü: “Böyle şey olmaz,” diyordu, “Çünkü Çiçikov’un köylülerinin şimdi iki büyük düşmanı olacaktır. Biri küçük Rusya illerinin yakınlığı. Pek iyi bilirsiniz ki orada içki serbestçe satılır. Bana inanın hepsi de on beş gün içinde ayyaş olup çıkarlar. İkinci tehlikede köylülerin göç sırasında serseriliğe alışmaları. Ancak Çiçikov onları sürekli göz hapsinde tutar, demir pençe içine alır, en küçük suçlarına göz yummazsa o başka.”
Çoğu, Çiçikov‘un durumunu iyice anlıyor, bu kadar çok köylünün bir yerden başka bir yere götürülmesindeki zorluğu kavrıyordu. Kimileri, Çiçikov’un köylüleri gibi, netameli insanlar arasında bir ayaklanma çıkması olasılığından çok korktuklarını söylerler. Bunlara emniyet müdürü, bir ayaklanma korkusu olmadığını, komiserin pekala haklarından gelebileceğini söyler. O’na göre komiserin gitmesine bile gerek yoktur. Sadece kasketini yollasa, bu kasket onları yerleştirilecekleri yere kadar götürür. Kimi de, Çiçikov’un köylülerine egemen olan başkaldırma ruhunun kökünden kazınması için başvurulacak çareleri sayıp döktüler. Bu düşünceler çeşit çeşitti. Bir kısmı, son kerte zor ve baskı kullanılması gereğini ileri sürüyor, bir kısmı ise tam tersine merhametli davranmayı öğütlüyordu. Posta müdürü ise Çiçikov’a kutsal bir görev düştüğünü O’nun bir çeşit “baba” yerinde olduğunu, hatta köylülerini eğitimden yararlandırmasını söylüyor bu sırada Lancaster’in önerdiği karşılıklı eğitim sistemini övüyordu.
Artık kentte bu gibi düşünceler yürütülür, böyle şeyler konuşulur. Bir çoğu Çiçikov’a duydukları sevgiden ötürü bazı öğütlerde bulunurlar. Hatta köylülerin Kerson’a kadar rahatça götürülmeleri için kolcu vermeye hazır olduklarını söylerler. Çiçikov bu öğütlere teşekkür eder, gerektiğinde bunlardan yararlanmayı unutmayacağını söyler. Ancak kolcuları kesin olarak reddeder. Kolcuların gereksizliğini, çünkü satın aldığı köylülerin çok sakin insanlar olduğunu yeni bir yere götürülmekten memnun olduklarını, aralarında bir ayaklanma olasılığının bulunmadığını söyler. Bütün bu düşünceler ve öğütler, Çiçikov için çok yararlı sayılabilecek bazı sonuçlar sağlar: Ortalığa O’nun milyoner olduğu üstüne söylentiler yayılır. Kenttekilerin bu söylentilerden sonra O’na olan sevgileri daha da derinleşir .
Kentteki insanların tümü iyi kalpli, konuksever insanlardır. Onlarla birlikte yemek yiyen ya da Whist oynayan biri hemen dostları olup çıkar. Hele bu kişi Çiçikov gibi iyi huylu terbiyeli, kendini sevdirmenin büyük gizini bilen biri olursa. Çiçikov kentte o kadar sevilmiştir ki bir türlü ayrılıp gitmenin yolunu bulamaz. Her zaman “bizimle bir haftacık daha kalın, Pavel İvanoviç” gibi sözlerle karşılaşır. Kısacası kentte el üstünde tutulur. Ama kentin bayanları üzerinde bıraktığı etki çok daha güçlü, çok daha şaşırtıcıdır.
Sonunda Çiçikov da kendisine gösterilen bu ilgiyi fark eder. Bir gün oteline döndüğü zaman masanın üzerinde bir mektup bulur. Mektubunun altında imza falan yoktur. Ne adı, ne soyadı, ne tarih. Yalnız Çiçikov’un kalbi bu mektubun sahibini bulmalı, deniyor okur ve çekmeceye koyar. Biraz sonra Çiçikov’a valinin balosu için bir çağrı mektubu gelir. Bu, il merkezi için olağan bir şeydir. Nerede bir vali varsa, orada mutlaka bir balo vardır. Yoksa soylular valiye karşı duymaları gereken sevgiyi, saygıyı besleyemezler...
Çiçikov’un baloya gelişi büyük mutluluk uyandırır. Bütün gözler O’na çevrilir ve herkes O’nun yanına toplanır. Çiçikov herkese mutluluk ve neşe getirir. Herkese, her sorulana yanıt yetiştirir, içinde bir rahatlık, alışık olduğu üzere yandan, sağdan, soldan selam verir, herkesi büyüler. Bayanlar yerini alır almaz “Acaba yüzlerinden, gözlerinden mektubu yazanın kim olduğunu anlayabilir miyim? diyerek onları süzmeye başlar. Ancak hiçbirinde böyle bir yüz ifadesi yoktur. Çiçikov O’nu bulmaya kararlıdır. Bayanlarla sohbeti koyulaştırır. Ancak tam o sırada, kötü bir sürpriz; Nozdriev salona girer. Çiçikov’un çok aptal bir insan olduğunu çünkü ölü can aldığını haykırır. Önce insanlar pek aldırış etmezler. Ancak bu hikaye kulaktan kulağa yayıldıkça insanlar itibar etmeye başlarlar. Olay o kadar yayılır ki herkes Çiçikov’un valinin kızını kaçırmak için bunu yaptığını düşünmeye başlarlar. Ancak her iki olay arasında hiçbir bağlantı kuramazlar. Sonunda kentte iki parti kurulur. Erkekler partisi ve kadınlar partisi. Erkekler, sadece ölü canlarla; kadınlar ise sadece valinin kızının kaçırılmasıyla ilgilenirler. Kısacası bütün kent olayı çözmek için seferber olur. Bu arada Çiçikov hasta olduğu için evden dışarı çıkamaz ve olaylardan haberdar olamamıştır. Dışarı çıktığında ise bütün insanların ona karşı tavırları değişmiştir. Kısa sürede olayları öğrenir. Buna canı sıkılır ve kenti terk eder ...
Çiçikov; küçük yaşta annesini kaybetmiştir. Babası ise onu, bakması için yaşlı bir akrabasına bırakır. Çiçikov okula başlar ancak dersleri iyi değildir. Babasının ona bıraktığı tek şey ise hayatta her şeyin para olduğu felsefesidir. Okulda öğretmeninin prensiplerini takip ederek ona göre davranır ve onun gözüne girer, derslerini düzeltir, okulunu başarı ile bitirir. Artık bir delikanlı olmuştur. Tek amacı vardır artık: Çok çile çekse de zengin olmak. Elindeki diploması ile ancak devlet dairesinde memurluk yapar. Burada müdürü onu hiç sevmemektedir. Ancak bir yolunu bulup evde kalmış kızı ile diyaloğa geçer, sık sık evlerine gidip gelmeye başlar. İşler ilerleyince müdüre “baba” bile demeye başlar. Bu arada müdürü onu kullanmaya başlamıştır. Bir süre sonra boşalan bir zabıt katipliğine getirilir. Ancak emeline ulaşmıştır. Atamadan sonra müdürün evine gitmemeye ve ona “baba” dememeye başlar.
Zamanla tüm ilişkisini keser. Rüşvet almaya başlar, para biriktirir, hayatını bir düzene sokar. Ancak bir süre sonra çok sert, rüşvetin ve her türlü haksızlığın, düzensizliğin amansız düşmanı yeni bir müdür gelir. Memurların çoğu işten atılır. Evleri hazineye mal edilir. Çiçikov ise bir türlü kendini müdüre sevdiremez. Yeni alınan memurlar çeşitli dolaplar çevirerek müdüre doğru görünerek onlara güvenmesini sağlarlar. Ancak yeni çete eskisine rahmet okutacak bir niteliktedir. Artık hırsızlık ve rüşvet büsbütün alıp yürümüştür. Ancak Çiçikov kendisini bir türlü kabul ettiremez. Yenilip kaybederek işten ayrılır. Bir süre sonra çok istediği gümrüklerde bir iş bulur. Burada kaçakçılara kök söktürür. Rüşvete aman vermez. En küçük bir rüşveti bile kabul etmez. Bu haliyle de yönetimin gözüne girer ve yükselir. Kaçakçılarla savaşması için gerekli yetkileri kendisine verirler. Artık önünde bir engel kalmamıştır. Kaçakçılardan inanılmaz paralar alır ve servetine servet katar. Ancak Çiçikov’un kaçakçılarla ilişkisini idareye haber verirler. Nazik tavırlar ve konuşmasını bilmesi, el-etek öpmesi ve para gücü sayesinde kendini savunur ve yakasını mahkemeden kurtarır. Artık bir işi yoktur. Yeniden yoksulluk günlerine döner ama inancını kaybetmez.
O günlerde kahyalık adi görülen bir işti. Küçük memurlar bile hor görürdü. Bir gün Çiçikov birkaç yüz kölenin rehin işlemi ile uğraşmak görevini alır. Çiftlik sahibinin işleri çok kötü gitmektedir. Hükümetten borç para almak çok zordur. Çiçikov, çiftlik sahibinin vekili olarak maliyeye başvurur. Çiçikov, memura kölelerden yarısının öldüğünü, bunun sorun yaratıp yaratmayacağını sorar. Memur ise; eğer ölenlerin adının listede sağ olarak gösterilmişse sakıncası olmadığını nasılsa ölenlerin yerine yenilerinin doğduğunu söyler. Bu sözler kafasında inanılmaz fikirler oluşturur. Yeni nüfus sayımından önce ölü can satın alırsa borç ödeme sandığı bu ölenler karşılığında adam başına iki yüz ruble borç para verebilecektir. Çiçikov planını uygulamaya koyar ve oturacak bir yer arıyormuş gibi görünerek Rusya’nın çeşitli yerlerini gezmeye başlar. Tanıştığı insanlarla büyük dostluklar kurar. Böylece yardımlarını kazanır.

2. BÖLÜM :
Çiçikov günler sonra Rusya’nın uçsuz bucaksız topraklarında dolaşırken cennet bahçelerini andıran çiftlikten gözünü alamaz ve çiftlik sahibi ile tanışmak için evine gider. Çiftlik sahibi Tientietnikov’dur. Okulu bitirdikten sonra bir süre memurluk yapar, müdürünün üstlerine farklı, astlarına farklı davranışı onu çileden çıkarır ve dayanamayıp ona hakaretlerde bulunur. Böylece işine son verilir. Tekrar çiftliğine dönerek aldığı eğitimle köylüsünü eğitip daha fazla verim elde etmek için çabalar. Köylüsüne toprak vererek hem kendisi için hem de çiftlik için çalışmasını sağlar. Onlara mümkün olduğunca iyi davranır, daha fazla boş zaman sağlar. Ancak gün geçtikçe verimin düştüğünü, köylünün davranışının değiştiğini fark eder. Zamanla iyice sıkılır. Her şeyden elini eteğini çeker. İşte tam bu sırada Çiçikov’la tanışır ve bir süre kendisiyle kalmasını ister. Çiçikov bunu kabul ederek tez elden çevre çiftlikleri gezerek çiftlik sahipleri ile tanışır. Ölü canlar satın alır. Tek hayali bir çiftlik sahibi olmaktır. Gittiği yerlerde çiftlik sahiplerinin eğitimli ve işten anlayan insanlar oldukları gözünden kaçmaz. Söylenenleri bir bir aklında tutar bu konular üzerinde geceler süren tartışmalara girer. Konuşmaların çoğu Köylünün eğitilmesi ve bilimsel yöntemlerle tarımın geliştirilmesi üzerinedir.
İflasın eşiğine gelmiş bir çiftlik sahibi çiftliğini satmak ister. Çiçikov’un ise o kadar parası yoktur. Çiftlik sahiplerinden biri borç para vermeyi kabul eder ve Çiçikov çiftliği satın alır. Ancak paranın yarısını verir. Geri kalanını da ileri bir zamanda ödemek koşuluyla bırakır.
Bu arada Çiçikov ölü can almaya devam eder. Ancak bunları yaşıyor gibi göstermeyi de unutmaz. Çiçikov bu yolculuktan çok karlı çıkmıştır. 300 bin Ruble kadar para biriktirmiştir. Ancak yaptığı kanunsuz işler maliye memurlarına, valiye ve hatta prense kadar gitmiştir. Prens tarafından hapse atılır. Arkadaşı Murazov ona yardım edeceğini söyler ancak bunun karşılığı olarak bütün kötü alışkanlıklarından vazgeçmesini ister. Çiçikov isteği kabul eder. Prens ise hiç istemediği halde Murakov’u kıramaz ve Çiçikov’u serbest bırakır. Ancak tüm ülkeyi saran bir hastalık gibi rüşvet, ahlaksızlık ve dolandırıcılık almış başını gitmiştir.
Genel vali tüm memurları toplantıya çağırarak bu durumu gündeme getirir. Tüm insanların bu alışkanlıklardan vazgeçmesini, aksi taktirde bir çok kişinin işten atılacağını ve durumun Çar’a bildirileceğini söyler. Vali sözlerini şöyle bitirir. “Sahteciliğin hiçbir ceza, önlem ve yaptırım ile ortadan kaldırılamayacağını bilirim. Çünkü sahteciliğin kökleri ruhumuzun ta derinliklerine kadar sokulmuş ve rüşvet alma, olağan bir hak durumuna girmiştir. Düşman karşısında nasıl silaha sarılmışsak, namussuzluk ve sahteciliğe karşı da ayaklanmamız gerektiğini herkes anlamadıkça kötülükleri ortadan kaldırmamıza olanak yoktur ...”

Eğer Çiçikov’un kişiliğinin ahlak yönü sorulursa; erdemli ve kusursuz bir kahraman olmadığı açıkça anlaşılır. Ancak O “İşini Bilen” biri diyebiliriz. Kolay yoldan mal edinme ve kazanç hırsı çoğu kişiye göre kusurdur ve saygıdeğer işlerden sayılmaz.

Sunday, August 5, 2012

Tolstoy İtiraflarım IX...

İTİRAFLARIM
 
Leo Nikolayeviç TOLSTOY

YAZARIN HAYATI
28 Ağustos 1828 tarihinde, Moskova'nın güneyinde, asil bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. Tolstoy, çocukluk yıllarında ağabeyi Nikolay'ın etkisinde kalmış, gençliğe geçiş döneminde Rousseau'yu okumuş ve gençliğinde önce doğu dillerini öğrenmiş ve sonra tahsiline başlamıştır. İtiraflarım (İspoved) adlı bu eser bütün yaşadıklarının bir özeti gibidir. Tolstoy kendisini ve Allah'ı arayış macerası bütün ömrüne tekabül etmektedir. Ömrü boyunca anlaşılmadı. Etrafındakiler onu anlamadı. Karısı bile 82 yaşındaki bu ihtiyarı anlamadı. Yağışlı bir gecede evden kaçtı. Fakat yolda hastalandı. Yola devam edemedi. 7 Kasım 1910'da mütevazi bir tren istasyonunda hayata gözlerini yumdu. ünlü eserleri: Savaş ve Barış, Anna Karenina, İnancım Neden İbarettir, Sanat Nedir.,.
KONU
Leo N. Tolstoy, “İtiraflarım” adlı bu eserini 50 yaşında geçirdiği bir manevi krizden sonra 1879'da yazmıştır. İlk defa, 1882'de “Russkaja Myslj” adlı bir dergide yayınlanmıştır. Dergi hemen toplatılıp eserin basımı yasaklanmıştır. Yazar bu eserinde, 50 yaşında içine düştüğü krizi, bunu aşmak için gösterdiği çabaları, kurtuluş yolu arayışlarını ve bu arada geçirdiği fıkri, ahlaki ve dini gelişmeleri i1e bu krizden nasıl kurtulduğunu anlatır.
Tolstoy, gençliğinde başta Voltaire ve J. J. Russo olmak üzere 18. W “Aydınlanma düşünürleri” `nin dışında dinin etkisinde kalır. Bu etkiler altında O, akıl ve gerçeklikle çelişen Hıristiyanlık inancından uzaklaşır ve “İnsanlık tarihinde daima iyiye giden bir ilerleme olduğu” fikrine bağlanır. Fakat bu inanç uzun sürmez. Şüpheler başgösterir. Özellikle iki olay, onun bir batıl itikat derecesine bağlı bulunduğu ilerleme görüşünü sarsar: Birisi, Paris'te giyotinle yapılan bir idam infazı sahnesini görmesi; diğeride en sevdiği kardeşinin vereme tutulup çaresizlik içinde ölmesidir. Tolstoy bütün bunlara kalbiyle isyan eder. Sonucunda ölümün yer aldığı bu hayatın anlamının ne olduğunu sorar kendi kendine. Hayatının anlamını aramaya koyulur. İlk önce bunu bilimlerde bulacağını ümit eder. Bilimler bu soruya tatmin edici bir cevap vermezler. Felsefelerde arar. Büyük bilgelerin görüşlerini inceler. Ne ki, Buda, Hz. Süleyman, Sokrates ve Schopenhauer onun içine düştüğü pessmizmi azaltacağı yerde daha da güçlendirirler.
Tolstoy kendini bir uçurumun başında görür. çünkü en temel soruya cevap alamamaktadır: Hayatın anlamı nedir? İnsana yaşama gücü veren şey nedir? Dinleri inceler. Hıristiyanlığın üçlü tanrısını, vaftiz ve ekmek-şarap ayinindeki akla zıt olan tüm doğmalarını saçma bulur. Hatta hıristiyan kilisesinin savaş tahrikçiliği yapmasını, ölüm cezasını desteklemesini ve diğer dinden olanlara karşı hoşgörüsüz tutumunu iğrenç bulur. Bunlardan tiksinir. Böylece Hıristiyanlığın bütün inanç öğretileri reddeder.
En sonunda; çalışan, basit halk tabakasının hayatını inceler. Görür ki, toprağını ekip biçen, kendi alın teriyle geçinen, tabiata uygun bir hayat süren halk tabakası hiç bir şeyden şikayet etmeden sade bir hayat sürmekte, tam bir teslimiyet içinde yaşamakta ve huzur içinde ölmekteler. Tolstoy, aradığı şeyi halkın bu sade inancında bulur. Artık O'na göre hayatın anlamı inançtadır.
Tolstoy, esası sevgi ve aşka dayalı basit ve sade inanç yoluyla, içine düştüğü manevi krizden kurtulur. Hıristiyanlığın bütün inanç doğmalarını ve törelerini reddederek, sadece sevgiye dayılı ahlak öğretisini benimser. Hayatını sonuna kadarda, Kilise Hıristiyanlığından ayrı yeni bir dini va'z etmeye koyulur.
Tolstoy, bu yeni din görüşünün inanç esaslarını 1883'te yazdığı
“İnancım Neden İbarettir?” adlı eserinde şu beş noktada toplar:
- Öfkelenmeyeceksin,
- Zina etmeyeceksin,
- Yalan söylemeyeceksin,
- Kötülüğe kötülükle karşı koymayacaksın,
- Kimseye düşman olmayacaksın.
Dini, yalın bir ahlak öğretisine indiren Tolstoy radikal bir ahlakçılığa ulaşır. Yas yana Polyana'daki çiftliğinde bir köylü ve işçi gibi yaşamaya başlar, et yemeyi ve keyif verici maddeleri içmeyi bırakır. Savaş ve askerliğe karşı gelir, mal ve mülksüzlüğü va'z eder; devlet ve kiliseyi baskı aracı oldukları için reddeder.
Tolstoy'un sesi yalnızca Rusya'da değil, bütün dünyada duyulur. Her yerde, Tolstoy örneğine uygun yaşamak isteyen insanlar,
“Tolstoycu komün” ler kurarlar. Devlet ve kilise, Tolstoy'u en büyük düşmanları olarak görürler. 1901'de nitekim Kilise Tolstoy'u aforoz eder. Diğer taraftan Tolstoy'la karısının arasıda iyi değildir.
Nihayet bu yaşlı insan, zengin bir üretkenlik hayatından sonra evden kaçar. Amacı, Bulgaristan üzerinden Türkiye ye gelmektir. Fakat yolda hastalanır. 20 Kasım 1910 tarihinde Astopovo istasyonunda gözlerini hayata kapar.

Tolstoy İtiraflarım IX...

Bir çelişki doğmuştu ve bu çelişkiden çıkışın iki yolu vardı. Ya benim mantık dediğim şey sandığım kadar akla dayalı değildi, ya da bana akıl dışı gözüken şey sandığım kadar akıl dışı değildi. Ben de akılcı bilgiye dayalı düşünce çizgimin geçerliliğini araştırmaya koyuldum .

Geçerliliğini araştırınca düşünce çizgimin gayet doğru olduğunu gördüm. Yaşamın hiçlikten başka bir şey olmadığı sonucuna varmak kaçınılmazdı, ancak bir hatayı fark ettim. Hata, akıl yürütme biçimimin sormuş olduğum soruyla uyuşmamasıydı. Soru şuydu: "Neden yaşamalıyım, yani benim bu aldatıcı, fani yaşamımın ne gibi gerçek ve kalıcı bir sonucu olacak? Bu sonsuz evrende benim sonlu var oluşumun ne gibi bir anlamı var?" Ben de bu soruya cevap verebilmek için var oluşu incelemiştim ..

Var oluşla ilgili akla gelebilecek her türlü soruya ilişkin çözümler beni açıkça tatmin etmiyordu, çünkü benim sorum ilk bakışta basit gözükse de sonlunun sonsuzla, sonsuzun da sonluyla açıklanmasını gerektiriyordu.

Şu soruyu sordum: "Zamanın, sebebin ve uzayın ötesinde benim yaşamımın anlamı nedir?" Ve bambaşka bir soruya yanıt verdim: "Zamanın, sebebin ve uzayın içinde yaşamımın anlamı nedir?" Uzun düşünme uğraşları sonunda vardığım sonuç şuydu:

"Hiçbir şey."

Muhakemelerimde sürekli olarak sonluyu sonluyla, sonsuzu da sonsuzla karşılaştırıyordum (başka türlü de yapamazdım zaten). Ancak bu yüzden de kaçınılmaz olan şu sonuca varıyordum: Güç güçtür, madde maddedir, irade iradedir, sonsuz sonsuzdur, hiçbir şey hiçbir şeydir. Elde edebileceğim tüm sonuç buydu.

Bu matematiktekine benzer bir durumdu. Bir denklemi çözmek için kafa yorduğumuzda bir özdeşlik üzerinde çalıştığımızı anlarız. Düşünce çizgimiz doğrudur, ancak bu düşünce çizgisi a eşittir a, ya da x eşittir x, ya da O eşittir O yanıtına ulaşır. Benim var oluşun anlamına yönelik sorumla ilgili akıl yürütüşümde de aynısı oldu. Bütün bilimlerin bu soruya verdiği yanıt özdeşlikti.

Ve gerçekten de kuralcı bilimsel bilgi - Descartes'in yaptığı gibi, her. şey hakkında mutlak bir şüpheden yola çıkan o bilgi inanç adına kabul edilen her türlü bilgiyi reddeder, her şeyi yeni baştan aklın ve deneyin kanunları üstüne inşa eder ve var oluş sorusuna benim de ulaştığım o belli belirsiz yanıttan başkasını veremez. Sadece ilk başlarda bana bilgi pozitif bir yanıt - Schopenhauer'un yanıtını - veriyor gibi gelmişti. O yanıt da hayatın hiçbir anlamı olmadığı ve kötü olduğuydu. Ancak, konuyu incelediğimde anladım ki, bu yanıt pozitif bir yanıt değildi ve o yanıtı o şekilde ifade eden şey benim hislerimdi. Brahmanlar, Süleyman ve Schopenhauer tarafından kesin olarak ifade edildiği şekliyle yanıt ya belirsizdi, ya da özdeşlikti: O eşittir O, var oluş eşittir hiçlik. Bu şekilde felsefi bilgi hiçbir şeyi inkar etmemekle birlikte soruyu kendisinin çözemeyeceği yanıtını vermiş oluyordu. Felsefe için bu sorunun yanıtı belirsizliğini koruyordu.

Bunu anladığım için şunu da anlamıştım ki, akılcı bilgide soruma yanıt bulmam imkansızdı ve akılcı bilginin verdiği yanıt sadece şunu göstermişti: Böyle bir yanıt, ancak soru başka bir şekilde ifade edilirse ve de soruya sonlunun sonsuzla olan ilişkisi dahil edilirse, elde edilebilirdi. Şunu anladım ki, inancın verdiği yanıtlar her ne kadar akıldışı ve gerçek anlamından saptırılmış da olsa, bu yanıtların üstün olan bir yanı vardı. Bu yanıtların getirdiği her çözümde sonlu ile sonsuz arasındaki ilişkiye yer verilmişti. Bu ilişki olmadan bir çözüm olamazdı.

Soruyu her ne şekilde sorduysam aldığım yanıtta bu ilişki vardı. Nasıl yaşamalıyım? - Tanrının kanunlarına göre. Benim yaşamamın ne gibi bir gerçek sonucu olacak? Sonsuz ıstırap ya da sonsuz mutluluk. Yaşamın, ölümün yok edemeyeceği nasıl bir anlamı var? - Sonsuz Tanrıyla birleşmek: Cennet.

Böylelikle, bana tek bilgi türü gibi gelmiş olan akılcı bilginin yanı sıra yaşayan bütün insanların bir başka, akıl dışı bilgiye -yaşamayı mümkün kılan o şeye, yani inanca- sahip olduğunu kabul etme noktasına geldim.İnanç hala bana eskiden olduğu kadar akıl dışı geliyordu, ama sadece inancın insanlığın var oluş sorusuna yanıt verdiğini ve bunun sonucu olarak da yaşamayı mümkün kıldığını kabul etmekten başka çarem de yoktu. Akla dayalı bilgi beni yaşamın anlamsız olduğunu kabul etme noktasına getirmişti. Hayat akışım durmuştu ve kendimi öldürmek istiyordum. İnsanlığın tamamına baktığımda ise insanların yaşamayı sürdürdüklerini ve yaşamın anlamını bildiklerini söylediklerini görüyordum. Bir de kendime baktım. Geçmişte hayatta bir anlam bulabildiğim sürece ve onu yaşamaya değer kılabildiğim sürece yaşamaya devam etmiş olduğumu gördüm.

Tekrar başka ülkelerin insanlarına, kendi çağdaşlarıma ve onların atalarına bakınca da aynı şeyi gördüm. Var oluşun olduğu her yerde, insanoğlu inanmaya başladığı günden beri yaşamı kendisi için yaşanılır kılmıştı ve bu inancın ana hatları her yerde hep aynıydı .

Bu inanç ne olursa olsun, hangi yanıtları verirse versin ve bu yanıtları kime verirse versin, verdiği her bir yanıt insanoğlunun fani varlığına acıların, yoksunlukların ve ölümün ortadan kaldıramayacağı sonsuz bir anlam katmakta. Bu, ancak yaşamın anlamını ve olanağını inançta bulabileceğiz demektir. O halde inanç nedir? Şunu anladım ki, inanç sadece "görülmeyenin bilgisi" vesaire değildir; bir vahiyden ibaret de değildir (bu, inancın yalnızca bir yönünü tanımlamaktadır), insanın Tanrı'yla olan ilişkisi de değildir (insanın inancı Tanrı yoluyla tanımlamaması, önce inancı sonra Tanrı'yı tanımlaması gerekir). İnanç sadece insanın Bir ,denilen şeyle yaptığı bir anlaşma da değildir (inancın en çok da bu olduğu sanılır). İnanç insanın var oluşunun anlamına ilişkin bilgidir ve ancak bu bilginin sonucunda insan kendi kendisini yok etmeyip yaşamını sürdürebilir. İnanç, var oluşun gücüdür. Bir insan yaşıyorsa bir şeylere inanıyordur. Eğer bir şeyler için yaşamak gerektiğine inanmasaydı, yaşıyor olmazdı. Eğer insan fani olanın aldatıcı doğasını görmüyor ve fark etmiyorsa fani olana inanıyor demektir. Fani olanın aldatıcı doğasını kavrayabiliyorsa sonsuza inanmak zorundadır. Bir inancı olmadan yaşayamaz.

Zihin uğraşı verdiğim bütün o süreci hatırladım ve dehşete kapıldım. Şimdi apaçık anlıyordum ki, bir insanın yaşayabilmesi için ya sonsuzu görmemesi, ya da var oluşun anlamına ilişkin sonlu olan ile sonsuz olanı birleştiren bir açıklamasının olması gerekiyordu. Böyle bir açıklamam eskiden olmuştu, ama fani olana inanmaya devam ettiğim müddetçe bu açıklamaya ihtiyaç duymuyordum ve akıl yoluyla kendi açıklamamın geçerliliğini araştırmaya başladım. Aklın ışığında benim eski açıklamam tamamen paramparça oldu. Ancak bir zaman geldi ki, fani olana inanmayı bıraktım. Sonra bildiklerimden yola çıkarak akılcı temeller üzerine var oluşun anlamını verecek bir açıklama inşa etmeye başladım. Ancak hiçbir şey inşa edemedim. İnsan aklının en iyileriyle birlikte ben de o, sıfır eşittir sıfır, sonucuna vardım ve bu sonuca çok şaşırdım. Gerçi bundan başka bir sonuç da çıkamazdı.

Deneysel bilimlerde soruma yanıt aramakla aslında ne yapıyordum? Niçin yaşadığımı öğrenmek istiyordum. Bu amaçla da kendimin dışında kalan her şeyi araştırdım. Açıkça çok şey öğrendim, ama ihtiyacım olan şeyleri değil.

Felsefi bilgide yanıt aramakla ne yapıyordum? Benimle aynı durumda olmuş olan kişilerin düşüncelerini inceliyordum, ama "Niçin yaşıyorum?" sorusuna yanıt bulamıyordum. Şurası açıktı ki kendi bildiğim şeyden başka hiçbir şey öğrenemiyordum. Kendi bildiğim de, hiçbir şeyin bilinemeyeceğiydi.

Kimim ben? Sonsuzun bir parçası. İşte bütün sorun bu iki sözcükte yatıyordu.

İnsanlığın bu soruyu kendisine sadece dün sormuş olması mümkün müydü? Benden önce herhangi birisinin kendisine bu kadar basit olan, her zeki çocuğun dilinin ucuna geliverecek o soruyu sormuş olması mümkün değil miydi?

Şurası kesin ki bu soru insanoğlunun var oluşundan bu yana soru1agelmiştir ve doğaldır ki insanlık var olalı beri sonluyu sonluyla ve de sonsuzu sonsuzla karşılaştırmak aynı derecede yetersiz sonuç vermiştir. İnsanlığın var oluşundan beri de sonlu olanın sonsuz olanla ilişkisi araştırıla ve dile getirile gelmiştir.

Sonlu olanın sonsuza uyarlandığı ve var oluşa ilişkin bir anlamın keşfedildiği bütün bu kavramları -Tanrı kavramı, irade kavramı ve iyilik kavramını- mantıksal incelemeye tabi tutarız. Ve bütün bu kavramlar da aklın eleştirilerine direnmekte başarısız olurlar .

Eğer bu, bu kadar korkunç olmasaydı, bizlerin büyük bir gurur ve tatmin duygusuyla çocuklar gibi, bir saati önce parçalarına ayırıp, içinden yaylarını çıkarıp, ondan bir oyuncak yapıp, sonra da saatin çalışmamasına şaşırmamız gülünç bir durum olabilirdi.

Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü ile var oluş sorusuna verilecek ve yaşamı yaşanılır kılacak olan o yanıt gerekli ve değerli bir yanıttır. Bu, her yerde, her zaman ve bütün insanlar arasında rastladığımız tek çözümdür: İnsanın var oluşunun izini yitirdiğimiz zamanlardan gelen bir çözüm; öylesine zor bir çözüm ki bir benzerini asla oluşturamayacağımız bir çözüm. Ve bu çözümü bizler tasasızca yok etmekte ve hepimizin doğasında olan ve bir cevap da bulamadığımız o aynı soruyu sormaya devam etmekteyiz .

Sonsuz bir Tanrı kavramı, ruhun Tanrısallığı kavramı, insanın Tanrı'yla olan ilişkisi, ruhun birliği ve varlığı, insandaki ahlaki iyilik ve kötülük düşüncesi; bütün 'bunlar insan düşüncesinin gizli sonsuzluğunda özlüce belirtilen kavramlardır, Bu kavramlar, onlar olmaksızın ne yaşamın ne de benim kendimin var olması mümkün olmayan kavramlardır. Ne var ki, ben bu bütün insanlığın emeğini reddederek, onu kendim yeni baştan, kendi tarzımda oluşturmak istiyordum.

O zamanlar böyle düşünmüyordum, ama bu fikirlerin tohumları çoktan içimde yer etmişti. İlk olarak şunu anlamıştım ki, Schopenhauer ve Süleyman ile birlikte, bütün bilgeliğimize rağmen, içinde bulunduğum konum aptalca bir konumdu. Yaşamın kötülükten ibaret olduğunu görmekte ve yaşamaya devam etmekteydik. Bu açıkça aptallıktı, çünkü eğer hayat anlamsızsa ve ben de madem mantıklı olanı o kadar seviyor idiysem, bu durumda yaşama son verilmesi gerekirdi ve o zaman da kimse bunun yanlış olduğunu söyleyemezdi. İkinci olarak şunu anladım ki, insanın bütün muhakemesi boşta dönen bir pinyon çarkı gibi bir kısır döngüye sapıyordu. Ne kadar çok ve ne kadar iyi akıl yürütürsek yürütelim o soruya bir cevap bulamayız. Sıfır her zaman sıfıra eşit olacaktır ve bu yüzden tuttuğumuz yol büyük ihtimalle yanlıştır.Üçüncü olarak ise şunu anlamaya başladım ki, inancın verdiği yanıtlarda en derin insani bilgelik saklıydı ve benim bu yanıtları aklı dayanak göstererek reddetmeye hiç hakkım yoktu, var oluş sorusuna karşılık olan yanıtlar bunlardı. ALINTI