Thursday, January 24, 2013

Stefan Zweig Satranç



Stefan Zweig Satranç ’ı intiharından yalnızca birkaç ay önce tamamlamış. Bu bana, bu muhteşem uzun öykünün nasıl bir ruh hali içerisinde yazıldığını hatırlatıyor sürekli. Savaş karşıtı yazar, 1881’de Viyana’da doğmuş, Nazi ’lerin baskısı sebebiyle ülkesini terk etmeye zorlanmış. Bunun yanında kişisel görüş olarak ikileme düştüğü zamanların olduğundan söz ediliyor. I. Dünya Savaşı patlak verdiği zaman Savaş Bakanlığı ’nda çalışmak için gönüllü olurken, aynı zamanda özel yaşamında ulusal coşkuyla hareket etmenin yarattığı kuşkulardan bahsetmiş yazar dostlarına mektuplarında (Yeri gelmişken söyleyeyim; bu dostların arasında Maksim Gorki, Sigmund Freud gibi isimler var, bkz. Dostlarla Mektuplaşmalar). Avrupa’nın içinde bulunduğu siyasi duruma dayanamayan Zweig, eşi ile birlikte 1942’de Brezilya’da intihar etmiştir.
Satranç, oldukça sancılı bir döneme tanıklık eden, bundan yaşamından vazgeçecek kadar etkilenen bir yazarın eseri. O yüzden illa ki okurken karakterleri yazarın hayatıyla, yaşadığı dönemle bağdaştırıyorsunuz. Öyküde Zweig’in satrancı merkeze alarak aslında farklı şeyler anlatma derdinde olduğu anlaşılıyor.
  
Kitapta; hayatta iyi yaptığı tek iş satranç oynamak olan cahil ve duygusuz olarak nitelendirilen Czentovic ile yaşadığı ağır travma yüzünden sürekli kendiyle çatışan olgun bir kişiliğe sahip Dr. B gibi iki karşıt karakterden bahsediliyor. Satranç şampiyonu, herkese tepeden bakmayı seven Czentovic küçük bir “Hitler” modeli olarak aktarılırken bize, özgürlüğü elinden alınmış, Gestapo’nun günlerce psikolojik işkence ile sorguladığı, insani özelliklerine vurgu yapılan (ki Czentovic ’in de bu yanının hiç olmadığına sürekli vurgu yapılıyor) Dr.B ’de ise yazarın kendini bulmuş olduğu aşikardır. Özellikle siyah ve beyaz taşların oyunu ile kendisi de takım değiştiren, Czentovic ’e karşı oynarken bile aslında kendisine karşı oynayan Dr. B, Stefan Zweig ’in kendisini yansıtmakta.

Karakterlerin oldukça iyi psikolojik analizleri, yazarın muhakkak gözlemlerinden faydalanarak yarattığı gerçekçi dünyayı anlatımı ve bunu bir de satranç gibi pek çok sanatın ilgi alanına giren bir zeka oyunu ile yapması okumak için yeterli sebepler bence. Can Yayınları ’ndan çıkan bu uzun öykü 71 sayfa, zaten sürükleyici olan kurgusuyla bir solukta okunabilecek -ki böylesi etkileyici bir konudan kopmamak adına öyle yapılmalı- bir kitap. Benim okuduğum ilk Zweig eseriydi, fakat son olmayacağa benzer. Başlamak için iyi bir seçim, kesinlikle tavsiye edilir.


"Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiç bir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta.. Duracak, görecek, hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla...`"
Stefan Zweig,  Satranç


***

Stefan Zweig Hayatı ve Eserleri
Stefan Zweig, (d. 28 Kasım 1881, Viyana, Avusturya – ö. 23 Şubat 1942, Petrópolis, Brezilya) Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı.
Yaşamı
Babası varlıklı bir sanayici olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Viyana ve Berlin üniversitelerinde felsefe öğrenimi gördü. İlk şiirlerini lisedeyken, Hugo von Hofmannsthal’ın ve Rainer Maria Rilke’nin eserlerinin etkisiyle yazdı. 1901′den sonra Fransızca yazan Paul Verlaine ve Baudelaire’in şiirlerini Almancaya çevirdi. 1907-1909 yılları arasında Seylan, Gwaliar, Kalküta, Benores, Rangun ve Kuzey Hindistan’ı gezdi, bunu, 1911′deki New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko’yu kapsayan Amerika yolculuğu izledi. 1914 yılında Belçika’ya Émile Verhaeren’in yanına gitti.
I. Dünya Savaşı’nda (1914-1917) gönüllü olarak Viyana’da savaş karargâhında “Savaş Arşivi”nde memur olarak çalıştı. Savaştan sonra Avusturya’ya dönerek Salzburg’a yerleşti. 1920 yılında, Frederike Von Winternit ile evlendi. Stefan Zweig Salzburg’da yaklaşık 20 yıl yaşadı. Kapuzinerberg’in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar, Zweig’ın en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu, 5 numaradaki villayı, Friderike ile evli olduğu yıllarda satın aldı. Salzburg’da geçirdiği yıllardır Zweig’ı edebiyatta doruğa tırmandırdı, en güzel eserlerini, kente ve Salzach’a yukardan bakan iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazdı. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurdu, onları sık sık Salzburg’da konuk etti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Valery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini ve Richard Strauss, Zweig’in konuğu oldu.
Salzburg’da geçen yıllarında Zweig, Avrupa’nın düşünsel birliği için ağırlığını koydu; makaleleriyle ve konferanslarıyla aşırılıklara karşı uyarılarda bulundu; diplomatik çevrelere, akıl ve sabır çağrısı yaptı. 1927′de Almanya’nın Münih şehrinde “Duygu Karmaşası”, “Yıldızın Parladığı Anlar” ve “Tarihsel Baş Minyatür” adlı kitapları yayımlandı, yine 1927′nin 20 Şubat tarihinde “Rilke’ye Veda” başlıklı konuşmasını yaptı. 1928′de Leo Tolstoy’un 100. Doğum Yıldönümü Kutlamaları’na katılmak üzere, Sovyetler Birliği’ne gitti.
1933′de, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Yahudi kökenli Zweig’ın eserleri de yer alıyordu. 1934′te Gestapo’nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve İngiltere’ye, Londra’ya yerleşti. Ancak, kendini burada da rahat hissetmedi.
Zweig, 1937′de ilk karısı Frederike’den ayrıldı ve bir yıl sonra Portekiz’e yanında Lotte Altman adında bir kadınla gitti. O sıralarda Avusturya, Alman Reich’ına katılmıştı ve Zweig da İngiliz vatandaşlığına geçmek için müracaat etti. 1939′da “Kalbin Sabırsızlığı” adlı romanı yayımlandı ve Zweig da, Portekiz seyahatine birlikte çıktığı Lotte Altman ile evlendi. 1940′ta İngiliz tabiiyetine girdi, II. Dünya Savaşı sırasında New York’a, Arjantin’e, Paraguay’a ve Brezilya’ya gitti. Zweig konferanslar için gittiği Brezilya’ya yerleşmeye karar verdi. Orada ünlü “Bir Satranç Öyküsü”nü kaleme aldı. Stefan Zweig, 1941′de Montaigne üzerine çalışmaya başladı ve “Dünün Dünyası – Avrupa Anıları” adlı otobiyografisini kaleme aldı. “Dünün Dünyası” kitabı, 1900’lerin başında gençliğini yaşamış bir yazarın yaşadığı dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını farkettiğinde eski günlere düzdüğü bir övgüdür.
Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942′de Rio de Janeiro’da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi neden oldu.


Tuesday, January 22, 2013

Şairin Poetik Ölümü



Tekin Budakoğlu
 “Vergilius’un Ölümü her şeyden önce, sonu hiç gelmeyecek bir tartışmaya yoğunlaşıyor: Sanatın ve sanatçının kimliği, amacı, kendini ifade etme biçimi… Bugün, sanat eleştirmeninin nerede durması gerektiği üzerine yapılan tartışmaların özü de zamana göre şekli değişen bu çelişki aslında: ‘Piyasa’ mantığının ‘öz’ün önüne geçmesi yüzünden sanatın ve sanatçının durduğu/duramadığı yeri parmakla işaret etme şansımız günden güne azaldığı için her ne kadar tartışma ‘eleştirmenin rolü’ düzlemine devşirilerek asli noktalardan uzaklaştırılmaya çalışılsa da, Broch tartışmayı merkezinden; yani sanatçının gözünden, bizzat sanatın dinamiklerine doğru irdeleme cesaretini gösteriyor.
Vergilius’un Ölümü’nü başyapıt, bir sanatçı romanı yapan da bu.”  
Hermann Broch’un,  dilindeki özgünlüğü ve ayrıksı tarzı nedeniyle başka bir dile çevrilemezliğiyle ünlü romanı Vergilius’un Ölümü,  Ahmet Cemal’in on yılları aşan incelikli çalışması ve romanın çevrimini “bitmesi gereken bir iş” düşüncesinin büsbütün uzağında, bittiğinde üzüntü duyacağı “bir çeşit tutku” olarak gören duyarlılığı sayesinde dilimize çevrildi. Burada, sıradan bir çeviri süreci yerine, bir yaşam hikâyesinin varlığına değinmek gerek; çünkü ömrü edebiyat çevirileriyle geçen ve Vergilius’un Ölümü için “Günün birinde, ancak bu kitabı çevirmeyi başardığım takdirde, kendime ‘çevirmen’ diyecektim” diyen Ahmet Cemal’in, romana duyduğu aşırı sevgi ve bağlılık satırların dokusunu da biçimlendiriyor.
Henüz girişte Vergilius, kökeninin yalınlığından kopmak zorunda kalan ve toplumun dışına sürüklenerek kendi hayatına sadece konuk olabilmiş biri olarak anlatılınca, sevgiden bütünüyle yoksun bir ailenin çocuğu olan ve benzer hisleri hep yaşayan Ahmet Cemal, Vergilius ile metin düzleminde bir karakter özdeşliği, ruh ikizliği bulur ve bir öteki-ben dediği Vergilius’u anlatan romanı çevirmek onun için bir ideale, aşka dönüşür. Her şeyden önce, romanın çevrimini kendisi için mutsuz hayatının dışındaki “yaşanabilir ikinci hayata kaçış” olarak gören Ahmet Cemal’in, karakter izdüşümü kurduğu Vergilius aracılığıyla romanın gizil kahramanlarından biri olduğunu ve romanı ancak böyle bir sahiplenmenin sonucunda, bir başka dilde yine sanat değerini taşıyabilecek düzeyde yeniden-üretme seviyesine eriştirdiğini söylemek mümkün.
Metne dağılan imgeler
Vergilius’un Ölümü, Roma İmparatoru Augustus devrinde yaşayan ve Batı edebiyatının en önemli şairlerinden sayılan Publius Vergilius Maro’nun son on sekiz saatini; daha doğrusu Vergilius’un son on sekiz saatinden yola çıkarak hayatı, ölümü, hiçliği, bilgiyi, iktidarı ve daha pek çok olguyu anlatıyor, tartışıyor; farklı bakış açıları oluşturarak roman dilinde yeniden yaratıyor.
Bu yeniden yaratma sistematiği, Vergilius’un Ölümü’nün önemli noktalarından. Öyle ki Vergilius’un iç monologlarıyla başlayan romanda olay örgüsü yok denecek kadar az; bunun karşısında parça parça olguları çözümleyen Broch, Proustvari kişilik çözümlemelerini ve topluma, sanata karşı eleştirilerini kat kat gelişen ve üst üste binen dil becerileriyle ortaya döküyor. Kimi zaman iyiden iyiye içe kapanan anlatım, bir müddet dilin içinde biriktikten sonra imge patlamasıyla tekrar açılıyor ve okura da metnin bütününe dağılan bu imgelerin peşine düşerek kimi zaman kadere, kimi zaman bilgiye, sanata ve iktidara uzanan felsefe/edebiyat yolculuğunda belirli bir konuyu değil; düşünceleri, edimleri ve kelimeleri takip etmek kalıyor.
Gerçek bilgi, ölümün bilgisidir
Vergilius, Augustus’un doğum günü kutlamalarının yapılacağı Brundisium’a bir tahtırevan üzerinde neredeyse yarı ölü vaziyette indiğinde, şairliğini ve hayatını da sorgulamaya başlar. Zenginlik, boşvermişlik içindeki insanları gördüğü ilk anda, şairin/sanatçının elinden bir şey gelmediğini, yalnızca dünyayı ihtişama boğup yücelttiğinde ona kulak verildiğini düşünür; oysa Vergilius, bilgi olmadan ortaya çıkan sanatın içinin -diğer bütün varlık unsurları gibi- boş olduğunu bilir: Kendisini ancak bilgi kurtarabilecektir; bu bilgi, ölümün bilgisidir.
Bu noktada, Vergilius’un ruh yapısı belirginleşir: Vergilius ölümün, dünyadaki bütün bilgilerin üzerinde olduğunu ve kendisinin ölümün bilgisine ulaşamayan bir kör olduğunu düşünür. Ölüm onun için bir cezbeye, ulaşılması gereken bir merhaleye evrilir; bu yüzden bir soylu gibi tahtırevanda taşındığı sırada kendisine hakaret eden halkın bu kötülüğünü hak ettiğine inanır; çünkü onun hayata karşı körlüğü de bu kötülüğün bir parçasıdır. Gerçek bilgiye ulaşamamanın körlüğündeki Vergilius’tan yaşamın bütün çekiciliği adım adım uzaklaşmaya devam eder ve hayat denilen oyuna katılmış olduğu için utanç duyan Vergilius’a halkın aşağılamaları, neredeyse bir övgü gibi gelir: Hayat onun için bir oyun, ölüm ise tek gerçekliktir.
Vergilius gece olunca, üç kişinin bir adamı öldürdüğüne tanık olur, buradan yola çıkarak Tanrı ve sanat hakkında düşüncelere dalar. İnsanın kötülüklerini düşündükçe, üstesinden gelinememiş varoluşun bomboş yüzeyi olan hayatın katlanılmaz olduğunu hisseder. Ölüm döşeğinde, kavuşamadığı aşkı Plotia’nın ve çocukluğunun görüntüsüyle bir çeşit rüya-gerçek ikileminde; sanat, şiir ve aşk üzerine girdiği diyaloglarda Vergilius için bu dünya ve öbür dünyanın sınırları gittikçe silikleşecek ve adeta uyku ile uyku olmayan birbiri içine geçecektir.
Şairin varlığı, şiirin yokluğu
Vergilius, Roma tarihinin destanı sayılan ve henüz bitirmediği Aeneis’i ölüm döşeğindeyken yakmaya karar verir. Çünkü Aeneis dünyada olduğu sürece Vergilius da gün be gün hatırlanacak ve bu ölümsüzlüğün yapaylığına sıkışıp kalacaktır; oysa Vergilius, bin kez ölmemek için, en ölümsüzlerin de, yaşayabilecekleri daha mutlu çayırlara kavuşmak uğruna yarattıklarını yok etmeleri gerektiğini artık bilmektedir. Aeneis’in yokluğu, Vergilius’un sanatın zindanından kurtularak ölümün bilgisine ulaşabilmesi ve başka bir zamanda, başka bir âlemde varoluşunu tamamlayabilmesi için tek koşuldur.
Vergilius, Aeneis’i yakma fikrinden bahsedince, kendisini ziyarete gelen şair arkadaşları Lucius ve Plotius dehşete kapılır. Onlar Vergilius’u ikna edemeyince bu kez odaya Sezar Augustus gelir ve ikili arasında sanatın amacı, ölüm, iktidar konularında uzunca bir diyalog yaşanır. Augustus’un amacı, kendisine ithaf edilecek olan Aeneis’i Vergilius’tan almaktır; ölmek üzere olduğunun farkına varan Vergilius ise ölümü bilmemenin korkusu kendisini sardığı için Aeneis’i kurban etme zorunluluğunda diretir: Çünkü yalnızca ölümü bilen, hayatı da bilebilir ve ona göre şiir, ölümün bilgisine giden yolda onun önünü kesmektedir. Augustus ona, şiir ile neyi hedeflemiş olduğunu sorduğunda Vergilius, hiç düşünmeden, “Ölümü öğrenmeyi,” der.
Söylemlerinde Aeneis ile Roma’yı aynı kefeye koyan Augustus’un görüşleri, sanatın aidiyeti ve kimliği üzerine günümüzde hâlâ çözülememiş paradokslara kadar uzanır. Devletin karşısında bireyin bir hiç olduğunu ileri süren Augustus, kendisi nasıl bireysel hırslarından sıyrılarak Roma’yı bütünleştirip halka sunduysa, sanat eserinin de halkın yararlarına ve böylece devlete hizmet etmek zorunda olduğunu savunur. Bunun karşısında tekil ruhun inançlılığını halkın, devletin ve hatta tanrıların ötesinde gören Vergilius ise Roma’ya hiçbir borcu olmadığını düşünerek kendi kişisel özgürlüğünün peşine düşer.
Bir kült roman
Vergilius’un Ölümü her şeyden önce, sonu hiç gelmeyecek bir tartışmaya yoğunlaşıyor: Sanatın ve sanatçının kimliği, amacı, kendini ifade etme biçimi… Bugün, sanat eleştirmeninin nerede durması gerektiği üzerine yapılan tartışmaların özü de zamana göre şekli değişen bu çelişki aslında: “Piyasa” mantığının “öz”ün önüne geçmesi yüzünden sanatın ve sanatçının durduğu/duramadığı yeri parmakla işaret etme şansımız günden güne azaldığı için her ne kadar tartışma “eleştirmenin rolü” düzlemine devşirilerek asli noktalardan uzaklaştırılmaya çalışılsa da Broch tartışmayı merkezinden; yani sanatçının gözünden, bizzat sanatın dinamiklerine doğru irdeleme cesaretini gösteriyor.
Vergilius’un Ölümü’nü, başyapıt, bir sanatçı romanı yapan da bu.
Broch’un konuyu, “olaylar silsilesi” anlayışının adamakıllı uzağında, ölümün eşiğindeki bir şairin “edebi sayıklamaları” şeklinde anlatması, dış dünyanın iç dünyaya dönüşmesi ve imgelerin belirginleşmesi adına ne kadar önemliyse müzikaliteyi yakalamak için kendini tekrar eden cümlelerle örülü, anlam kadar sese de dikkat eden ve çok yönlülüğe, çok anlamlılığa alan açan dili de Vergilius’un Ölümü’nün en özgün unsurlarından biri.
Sözün özü, Vergilius’un Ölümü, şairin hayatını poetik bir dil ve çok katmanlı kurgusuyla ele alan; şiir sanatının sorunlarına, hayatın özüne, varlığa ve daha pek çok meseleye çözüm arayan; imgelerle örülü, sanat değeri ve kudreti oldukça yüksek bir kült roman.

Sunday, January 20, 2013

Sadık Hidayet ve Kör Baykuş



Modern İran Edebiyatı'nın önde gelen düzyazı ve kısa hikâye yazarı.
“Hayat hikayemde önemli bir şey yok. Başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım; başarısızlıklar her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı… bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni; haklıydılar belki de…” 
Bu sözler, İran Edebiyatı'nın modern dünyaya açılan yüzü Sadık Hidayet'in, ölümünden birkaç yıl önce sarf ettiği cümleler... Hidayet, ölümünün üzerinden yarım asır geçmesine rağmen ardında bıraktığı bir düzine eseriyle hala etkisini ve varlığını sürdürmekte. Sefalet ve bunalımlarla geçen kısacık ömrüne, ülkesinde ve dünyada çığır açacak çapta eserler bırakmayı başarabilmiş bir yazar olan Sadık Hidayet'in edebi kişiliğine ve İran Edebiyatı'na kazandırdıklarına geçmeden önce, en az hikayeleri kadar hazin ve ibret verici olan yaşam öyküsüne bakalım:
Şahlık İranının soylu ve nüfuzlu bir ailesine mensup olan Sadık Hidayet 17 şubat 1903'te Tahran'da dünyaya gözlerini açar. İlköğrenimini Tahran'da Medrese-i İlmiye'de tamamladıktan sonra orta öğrenimini yine Tahran'da bulunan ve bir misyoner okulu olan Saint Louis Fransız Koleji'nde tamamlar. Burada Fransız dili ve edebiyatıyla tanışan Hidayet, 1925'te mühendislik eğitimi almak için Belçika'ya gider. Belçika'da aradığını bulamaz ve edebiyat okumak için Paris'e geçer. Yazı hayatına burada başlayan Hidayet ilk eserlerini burada kaleme alır. Bir ara bunalıma girerek Paris yakınlarında bir marinada hayatına son vermek için kendini denize atar fakat bir kayığın yetişmesiyle intihar girişimi sonuçsuz kalır. 
1930'da Tahran'a dönen Hidayet, ailesinin nüfuzundan faydalanmak istemez ve kendi imkanlarıyla iş bulmaya çalışır. İran Milli Bankası'nda çalışmaya başlar. Bu arada arkadaşları Bozorg Alevi, Mesud Ferzad ve Mücteba Minovi'yle birlikte ‘Dörtler Grubu'nu kurar. Bir çok iş ve kurum değiştiren Hidayet, İran Şahı Rıza Şah'ın baskılarına dayanamayarak Hindistan'a gider. Hindistan'da Pehlevi Farsçasını öğrenir. İlk romanı ‘Kör Baykuş'u (Bûf-e Kûr, çev. Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yay.) da burada yayımlar. Tekrar Tahran'a dönen Hidayet Devlet Musiki İdaresi'nde çalışmaya başlar. 1948'de Özbekistan Orta Asya Devlet Üniversitesi'nin daveti üzerine Taşkent'e gider. 1950'de tekrar Paris'e döner.
2. Dünya Savaşı sonrası İran'da yaşanan siyasal gelişmeler başlangıçta Sadık Hidayet'te  bir ümit duygusu uyandırmıştı ancak bu pembe ümitler uzun sürmedi. Başbakan olan eniştesinin  1951'de katledilmesi onun için bardağı taşıran son damla oldu."Paris`te günlerce havagazlı bir apartman aradı Championnet caddesinde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları yanıbaşında yerde duruyordu."
Yılmaz Güney`in de yattığı Père Lachaise mezarlığında gömülüdür.
Tüm hayatını Batı edebiyatı çalışmalarına adamıştı Sadık Hidâyet. İran tarihi ve folklorunu araştırıyor, İran’nın kültürünü ve Doğu’nun Batı kültürü karşısındaki ezilişini yok etmeye çabalıyordu. Batı’nın birçok yazarını kendi süzgecinden geçirerek yorumladı ama en çok, Guy de Maupassant, Çehov, Rilke, E.A. Poe ve Kafka’yla ilgilendi ve bu yüzden Kafka’yla arasındaki bağ o zamanlar kuruldu. Çünkü Kafka’dan ne kadar çok etkilendiği aşikârdı. Hidâyet’in suçu yazmaktı, birçok Doğulu yazarın ortak suçu işleyip ortak cezalar aldığını ve tarihin ortak bilincine bunların kazındığı biliyoruz. O kendinden öncekiler gibi yazdı. 
  
Hikâyeler yazdı, tarihi oyunlar kaleme aldı. Bir seyahatnameye imza attı ve dergilerde yazdıkları yayımlandı. Edebiyatı eleştirdi. Fransızcadan çeviriler yaptı. Bu çevirileri bir yana bırakırsak, onun işlediği en büyük suç İran dilini ve edebiyatını önemsemek, belki hak ettiğinden fazla önemsemek, kendi dilinin dünya edebiyatının bir parçası haline gelmesi için çalışmaktı ve bunu da başardı. Batı’nın en çok tanıdığı İranlı yazarlar arasında yerini aldı, ama kendi ülkesi ona yaşama şansı vermedi. Bunu sadece ona değil, dediğimiz gibi birçok yazarına yaptı ve Fars dili sanki yazılmak istemiyordu. Kağıtlara dökülmesi günahtı sanki bu dilin…Sadık Hidayet İran Dili ve Edebiyatını uluslararası çağdaş edebiyatın bir parçası haline getiren yazar olarak kabul edilir.
  Sonraki yıllarda zamanın sosyo-politik problemlerinin de etkisiyle İran'ın gerilemesinin sebebi olarak gördüğü monarşiye ve ruhban sınıfına yoğun eleştiriler yöneltmeye başladı. Eserleri aracılığıyla bu iki kurumun suistimallerinin İran milletinin sağırlığının ve körlüğünün sebebi olduğunu gösterme çabasına girdi. Çevresine özellikle de çağdaşlarına yabancılaşan Hidayet son eseri Kafka'nın Mesajı'nda ancak ayrımcılık ve baskı sonucunda yaşanabilecek bir melankoli umutsuzluk ve ölüm halinden bahseder.


  Eserleri 
Öykü 
1930-Diri Gömülen (Zindeh be-gur) 
1931-Moğol Gölgesi (Sayeh-ye Moghol) 
1932-Üç Damla Kan (Seh qatreh khun) 
1933-Alacakaranlık (Sayeh Rushan) 
1937-Kör Baykuş (Bûf-i kûr) 
1942-Aylak Köpek (Sag-e Velgard)
1945-Hacı Ağa (Haji Aqa)