Tuesday, May 1, 2012

Bilge Karasu GECE


Bilge Karasu

(1930-1995) Şişli Terakki Lisesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde okudu. Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'nde, Ankara Radyosu Dış Yayınlar Bölümü'nde çalıştı. 1963-64'te Rockefeller Bursu'yla Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde bulundu. 1974'te Hacettepe Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladı. İlk yazısı 1950'de, ilk öyküsü de 1952'de Seçilmiş Hikâyeler Dergisi'nde yayımlanan Bilge Karasu, 1963 yılında D. H. Lawrence'ın The Man Who Died (Ölen Adam) kitabının çevirisiyle Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü'nü, 1971'de Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı kitabıyla Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, 1991'de Gece kitabı ile Pegasus Ödülü'nü ve 1994'te Ne Kitapsız Ne Kedisiz'le Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü'nü aldı.

Troya'da Ölüm Vardı, 1963
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, 1970
Göçmüş Kediler Bahçesi, 1979
Kısmet Büfesi, 1982
Gece, 1985
Kılavuz, 1990
Narla İncire Gazel, 1993
Ne Kitapsız Ne Kedisiz, 1994
Altı Ay Bir Güz, 1996
Lağımlaranası ya da Beyoğlu, 1999
Öteki Metinler, 1999
Susanlar, 2009
 Tadımlık
 Gece nerede, hangi anda başlar? Buna hangimiz karar verebildi? Gecenin geleceği, geldiği, indiği, sardığı, gömdüğü, hep birer benzetim olarak söylenebilir; gecenin üzerimize kapanmakta olduğunu, bizi ezeceğini hepimiz gördük. Hangimiz, kaçınılmaz olduğu bilinen şeyler karşısında bile, kendini biraz daha aldatmaktan, bu kaçınılmazdan kaçılabileceği , belki de bu korkulanın başa hiç gelmeyeceği umuduna- bütün boşluğunu bilerek-kapılmak çocukluğunu göstermekten utanç duydu?
Hiçbirimiz, dense yeridir sanırım. Gecenin çoktan bastırdığını bildiğim halde daha yeni yeni akşam oluyormuş gibi yazı yazmaklığım, kolaylıkla, yapıntının özel özgürlüğünden dem vurarak açıklanabilir; öykücü, öyküsüne istediği yerden başlayabilir demek, güç olmasa gerek. Ama bu başlangıcı seçerken kendimi hala bir takım umutlara, boş avuntulara salmış olmuyor muyum?
 Gece, yazdığım gibi, ağır ağır yayıldı ovaya, sonra tepeleri de boğdu.
Yeraltı saraylarından söz ederken, bir takım büyük yapıların bodrum katlarında, beden eğitimi yapıldığı, çeşitli oyunlar oynandığı anlatılan salonları düşünüyordum. Bir masal havası içerisinde anlattıklarım karşısında kendime de, okurlarıma da -kimlerse bunlar... Bu yazdıklarımı birileri okuyacakmış gibi davranıyor muyum gerçekten? Yoksa...- anlatılana inanmamak hakkını tanımış, bu hakkı tanımak için uğraşmış olmuyor muydum?
En azından, okurlarım olabileceğine inanmak istiyordum. Oysa şu anda biliyorum ki, benim dışımda bu yazdıklarımı okuyacak, okuyabilecek tek kişi var. Bu kişi defterimi yok etmeyebilir de. Karar vermek bana düşüyor. Şu birkaç defterimi yırtıp yakmak, külünü yemek mi, bitirip her şeyi ona da okuttuktan sonra yok etmek mi, yoksa, ona bırakmak mı gerekir?
  (Gece / Bilge Karasu)
 
"Gündüzleyin Gece’yi Anlamak"
 Arzu Eylem

"BUNLARI YAZMAKLA ÇILDIRMAKTAN KURTULUNUR MU?"
ÇIKIŞ

Gece'ye değiyor saatler. Çıkın yola… Karanlık ve alışılagelmeyen bir yolda, kelime kelime ilerleyerek ulaşmaya çalışın aydınlığa… Bilin ki; birbirini takip eden izleklerin, batıdan doğuya akan bir zamanın eşliğinde, yolun sonuna dümdüz varacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Şimdi tüm saatleri bozmanın, mekânı unutmanın vakti. Çünkü bir yere varıp, sorabilirsiniz kendinize: “Neresindeyim ben bu romanın? Hangi zamandayım?” Verilebilecek tek cevap yabancılaşmanın sınırlarında geziniyor olabileceğiniz. Ara sıra ürperip, şüpheye kapılıp, şaşırıp, karışabilirsiniz… Korkmayın. İçine girdiğiniz ruh hali kitabın ta kendisi. Bu hal, Gece'nin içinde olduğunuzu, yazara ulaştığınızı gösteriyor. Evet, artık "Gece"yi yaşayan ve yaşatan bir kelime işçisinin kollarındasınız. Ne zaman çıkmaz bir sokağa sapsanız, bundan sonra nasıl devam edeceğim deseniz, araya girip yollar tarif eden, yalnız kaybolmanıza izin vermeyen bir yazarın kolları bunlar. Yazmak üzerine yazılmış, yazarken çok şey anlatmış bir dil ustasıyla birlikte düş-ün-ce-nin sınırlarını zorlayacaksınız. “Yaratman”, “Düzeltmen” ve “Yazar” olmanın ince çizgileri arasında gezinecek, “Yaratman”ın yalnızlığını tüm hücrelerinizde hissedeceksiniz. Önce alacakaranlığı ören “Gece İşçileri”ni; “gündüz”ü aydınlıktan çıkarıp kurallara boğan, bizi gecesi gündüzü bir yapanları düşünecek, sonra “Gece”nin tek anlama gelmediğini anlayacaksınız. Gündüzün tek anlamı olmadığı gibi… Kendinizi ne gececi ne de gündüzcü, tarafsız hissedeceksiniz. Bu kelimelerin yerine yeni kelimeler bulma ihtiyacı belirecek içinizde. Tüm sözcükleri, anlamları yıkıp yeniden kurma ihtiyacı. “Bir tek dilin yaşayacağına” dair inanca Karasu'yla birlikte inanmayı öğrenecek, devrimin anlamını bir kez daha düşüneceksiniz.
Ne de olsa gözler ışığın eşliğinde görmeye alışkın, karanlıkta yürümekse zor iş. Bu yüzden en çok geceleri düş görmez mi insan? Gördüklerini benzetip, yorumlayıp ve anlamlandırmaz mı? Hepsi bir tarafa bu yolculuğun adı arayışsa eğer; bu arayış, bulmak istediğimizin daha da ötesine götürmez mi bizi?
Öyleyse düşelim yola. Karasu'yla yürüyelim biraz, üstelik de Gece'leyin?

YÜRÜYÜŞ
Bilge Karasu, ilk olarak 1985 yılında yayımlanan Gece'yi 1975-1976 yılları arasında kaleme alır. Yazılmasıyla yayınlanması arasında geçen zamanda, yeniden ele alınıp alınılmadığına dair bir bilgi yok. İlk anda Türkiye'de 12 Mart ile 12 Eylül darbelerinin etkisini romanda görmek zor olmasa da; yazarın Gece'de yalnızca o dönemleri anlattığını söylemek eser açısından daraltıcı olur. Çünkü eserde zaman çizgisel ilerlememektedir. Olay örgüsü de dağınıktır. Amaç “gece”yi, karanlığı ve kaybolma hissini okura hissettirmektir. Bu yanıyla Gece'yi, kim, hangi dönemde okursa okusun, dünyanın bütün “gece”lerine göndermeler de bulabilir. Karasu, zamansız ve mekânsız bir metinde, saatlerin bildiğimiz gibi işlemediği bir döngünün eşliğinde anlatır “Gece”yi. Böylece eserin anlattığı çoğalır, çeşitlenir ve evrenselleşir. Ayrıca güncelliğini kaybetmeyecek bu kelime sanatı ile sanatın amaç mı yoksa araç mı olduğu yönündeki tartışmaya, her zamanki gibi yazar biçimsel olarak da son verir.
 Bilge Karasu Gece'yi kurarken; Bilge Karasu romanına üç farklı anlatıcıyla başlar. Turgut Uyar, Jean Genet ve Hegel. Kitabın ilk bölümlerinde ise anlatıcı yazar, aktarma tekniğini ortaya koymaya çalışır. Karasu'nun bazı bölümlerden önce eklediği dipnotlar hem yazarın ne yapmaya çalıştığına dair bir açıklama taşır, hem de olayın bir kurmaca olduğunu bize sürekli hatırlatır. Böylece yazdıklarından öte yazma şeklinin de romanın asıl dayanağı olduğunu bize anlatır. Yazar romanın kurmacasını oluştururken, anlatıcıyı da birlikte kurar.
 Romanda belirgin karakterler çizmez. Karakterleri kafamızda canlandırabilmemiz için parçaları birleştirmek bile işe yaramaz. İmge dünyasının sonsuzluğunda kaybolmadan tek tek cümleleri hissetmek, onları düş dünyası içinde takip etmek gerekmektedir. Bizde uyandırdığı anlamlar ile yazarın anlamlandırmaları arasında bile mesafe vardır. Karasu bunu bilinçli olarak yapmıştır. Çünkü dipnotlarında ara ara okuyucunun beklentilerinden de bahsederek kendi izleğini paylaşır. Emin değilmiş gibi tartışır kendisiyle. Bu nedenlerle hem imge gücü hem de parçalılığı nedeniyle Gece romanı klasik roman anlayışından farklı ve okuyucuya kolaylık sunmayan bir anlatıdır. Metnin ucunu bırakma lüksü yoktur okuyucunun. Bırakırsa eğer yeniden başa dönmeli, aynı yolu bir kez daha yürümelidir.
 Romanı için söylenenlerin, gece imgesiyle iç içe geçtiğini düşünebilir miyiz? Gece'lerden çıkmak için yapılanların gecenin ayarını bozması gerekmez mi? Gündüz gecenin karşıtı mıdır yoksa uzantısı mı? Tam bu yerde Gece'de yürürken, Karasu'nun geceye ilk elden olumsuz bir anlam kazandırmaya çalıştığını düşünelim. Hatta Türkiye açısından darbe dönemlerinin ardından gelen alacakaranlık dönemleri çağrıştırdığını… Sunulan imgeler ve betimlemeler zihni böylesi anlamlara taşıyabiliyor. Bu yönüyle Gece, genel olarak tüm baskı rejimlerine bir göndermedir. Bugün için daha da tanıdık gelen, iktidarın bireyin içinde kök salışı ise gece işçilerinin asıl mesleği olarak resmedilmiş olabilir. “Geceyi hazırlayanlar”, “ürküntüye bakarak haz duyanlar”dır. Perde arkasını sadece ipleri elinde tutanların bildiği bu dönem ile kimlerin hizmetinde olduğu bilinmeyen “gece işçileri” sevgisizdirler. Zincir, sopa, kamçı ile korkuyu örgütlerler ve kişileri mimlerler. Böylece yaşamı gececi ve gündüzcü olarak ikiye bölerler. Güneşin bile kendilerine uyduğu konusunda insanları şüpheye düşüren “gece işçileri”, insanları zorla konuştururlar ve söylemek istemediklerini söyletirler.
 Karasu, yazıldığı tarih ve anlattıklarına bakıldığında, Türkiye açısından 12 Mart darbesiyle başlayan Gece'yi ve ona yol açan olayların ve nedenlerin perde arkasını göstermeye çalışarak, zihnin en belirleyici gücü olan dili henüz üstü örtülmeyen tek çıkış olarak görmüş olabilir. Belki de aynı zamanda dönem edebiyatçılarına da kendi durduğu yerden bir bakış sunmuş olabilir. Yazar, ‘yapıntı'sı ile geceden çıkmaya çalışanların gözden kaçırdıkları bazı ayrıntılara dikkat çekmeye çalışır. Fakat Karasu metnin çok katmanlılığının içine kendi yazma sürecini ve yazma amacının kendisini de tartışarak, aslında kendi söyledikleri üzerine de şüphe tohumları eker, düşünceyi sese dönüştürür. Böylece metnin kendisini amaçla bütünleştirme, hatta amacın ta kendisi kılma çabasını gizlemez. Üretmenin ötesine geçip, yaratmayı esas almış bir yazarın izleği bu. Aralara serpiştirilmiş betimlemeler, imgeler ve olaylarla açıklama niyetini; “Çukur yerlere dolmaya başlıyor gece… Dil bu karanlığın içinde yaşayabilirmiş gibi görünen tek şey” cümleleriyle daha ilk bölümde sunar. Kullandığı dil ile kendi sözcüklerini yaratarak, dil ve düşünce arasındaki ilişkiye dikkat çekmeye çalışır. İnsanın var olmayanı düşlemesi, yaratım sürecinin en önemli unsuruysa, Gece'ye son vermenin tek yolunu alışkanlıklardan kurtulup, bilinçdışı denilen noktaya ulaşmak olduğunu anlatmayı ister, başka türlü düşünmenin ve “başka insan” olmanın vurgusunu yapar.
 Örneğin; “Dörtköşe ekmek” imgesi ile gecenin işçileri ile diğer kişileri ayırır. Burada “dörtköşe” sözcüğünün zihnimizde beliren şekliyle, anlatmak istediği aynı olmasa gerek. Bu kavram, çerçevesi çizilmiş bir hayat formunu; rahatı yerinde, ekmeğini kolay kazananları simgeliyor olabilir mi? Böylesi bir düşünce ile ben de var olan düşünce sistematiğinin dışına çıkamıyorum belki de. Bu anlamda insan zihninin başka türlüsünü düşlemeyi zorlaması gerektiğini anlayarak, Karasu'nun ne anlatmaya çalıştığını daha iyi anlayabilmek mümkün. Buna rağmen devam ediyorum; yuvarlak ekmekleri olanlar ise yaşamda yuvarlanıp giden, sunulanla idare eden, ekmeğini daha zor yollardan kazananları mı simgeliyor, kocaman bir soru işareti?
 Tam bu noktada “Yazar”ın ve “Düzeltmen”in yalnızlığına değinerek metne yazan kişi olarak ortak olmayı seçmiş Karasu. Romanın ilerleyen bölümlerinde (42. bölüm) Güneş hareketi ile bağdaştırdığı Düzeltmen imgesini, toplumsal yapıyı değiştirmek için yola çıkanlar, gece işçilerinin baskısına maruz kalanlar, yenilmenin yükünü taşıyanlar olarak kurgularsak; yazar sanki gece kavramını, yaşamı yeniden var etme fikri olarak da görüp, tersyüz eder. Çünkü gecenin hâkimiyetinin altında, insanların izlendiği, denetlendiği bir dönemde, gündüzün anlamı da karışır. Gündüz gecenin izlerini sürmeye başlar. Kuralların ve baskının simgesi haline dönüşür. Aydınlık, gündüzün tek görüntüsü olmaz. Zamansızlık veya zamanın sonsuzlaştırılması, metnin her döneme, her bireye, her mekâna uyarlanmasının ve anlam çoğalmasının önünü açar. Bu teknik, geleceğe yürürken, geçmişle sürekli bir yüzleşmeyi, hatta geçmişi yeniden üretmenin zamanı ötelediğini vurgular. Bu anlamıyla yazar alışılagelmiş yazınları bekleyen bir okura seslenmez. Okura metnin kahramanlarına gösterdiği gibi yaratıcılığın yolunu göstermeye çalışır. Her bölüm ayrı ayrı anlamlara gelebildiği gibi, birbiriyle bağlantılıdır. Romanda anlattığı “korkunun yününü ilmek ilmek ördüler” ifadesine paralel olarak, yazar da anlatmak istediği Gece'yi ilmek ilmek örer. Biçim içerikle böylece iç içe geçer.
 Romanda Camus'dan, karaütopyalardan ve Türkiye'de Atılgan'dan tanıdığımız isim yerine harfleri kullanma tercihinin, Karasu'nun Kabala öğretisinden esinlenmiş olabileceği söylenir. Yazarın N. ve O. harfini seçmiş olması bu mistik öğretiye bağlanır. Kabala öğretisinde; N. harfinin “beyni besleyen omurilik”, O. harfinin ise “göz” anlamına geldiği bilinmektedir. Karasu, N. ile düşünceyi belirleyeni, O. ile izlemciyi simgeleştirmiş olabilir. Çünkü metnin ilerleyen bölümlerinde O.'nun iyi bir göz olup olmadığı konusunda bizi şüpheye düşürür. Burada görünenin ötesine geçme çağrısı sezilir. “İpin ucunu ele geçirmek istemeyenlerden biri olan” N. ve çocukluk arkadaşı O. durdukları yerlerden hem anlatıcı hem de karakter olarak birbirlerini tanımlarlar. N. yenilgiyi kabullenmiş, oyuna ortak olmak istemeyen bir yazardır. Bunun sebebini anlatmak için; “Ne de olsa yolu biz tutacağız daha iki kuşak boyu” diye anlatır . N., Hamamböceği öyküsünü yazar ve yazdıklarının altına imza atar. Zamanla insanları öksürten, ağlatan, soluksuz bırakan böceklerin arttığı, bunun için insana zarar veren ilaçlar yaratıldığı, bunları yazanın belli olduğunu söyler. N.'nin yazarlığı “hiçolum” olarak yansıtılır.
 O. ise özellikle romanın 3. bölümünde anlatıcı olarak ön plana geçer. Kimi zaman kitabın yazarıyla birleşir. Böylece “göz” olma özelliği pekişir. Romanın 50. bölümünde O., N.'yi yazdıkları yüzünden ikiyüzlü olmakla suçlar. İnsanın bu denli alçakgönüllü olamayacağını savunur. Yine romanın sonlarına doğru yazarlık kurumuna ilişkin: “Kusursuz yapıtlarla, yontulu biçili yazılarla sanıyoruz ki sözcüklere eşi görülmemiş bir düzen kurduracak, ölüme karşı insanın utkusunu tazeleyeceği”miz bir soru karşımıza çıkar. Mesele, “İnsanın karmaşıklığına düzen getirmek” iddiasıyla yola çıkmak mıdır yoksa düzeni baştan kurmak mı? Ya da yazar tüm bunları sanatının önüne mi çıkarmalı yoksa arkasına mı saklamalıdır? Peki, bu sorular birbirinin karşıtı mıdır? Böylece N. hakkında anlattıkları ile yazarlık kurumuna dair söyledikleri bir araya gelince, eser vermenin anlamı üzerine bir parantez açmış olur Karasu. Gecenin işçileri, ses çıkarmayanlardan yararlanmasını bilenlerse; onların izlediği yol bu ise; bu yolun dışına çıkmanın var olan düşünme alışkanlıklarının dışına çıkmaktan geçtiği, ancak dilin üzerindeki karanlığın bu şekilde aydınlatılabileceğini anlatmak istemiş olabilir.
 İsim yerine neden harfleri kullandığı konusuna yeniden dönersek; Karasu'nun kullandığı bu tekniğin, ‘notarikon' diye bilinen akrostişler oluşturmak amacıyla kelimelerin yalnızca baş harflerinin okunması olarak bilinen bir şifreleme yöntemine denk düştüğü söylenebilir mi? Metnin imge gücü düşünülürse, gizemin tek başına geceyi simgelediği de eklenirse, böyle bir gönderme anlam kazanabilir. Kabala, fark etmenin aydınlatıcı yoluysa eğer; ilerledikçe ve ayırt ettikçe neyin arkada bırakıldığını bilerek, geleceğin ise huzuru bulma yolu olduğuna dair bir gönderme mi yapar yazar? Bu da Karasu'nun, Gece'de “Düzeltmen” olarak tarif ettiği, var olanı değiştirmek isterken bazı gerçekleri gözden kaçıran, ezberlenmiş yöntemlerle hareket eden kişilere uyarısı olarak algılanabilir mi? Tam bunları kurgularken metnin 71. bölümünde karşımıza şu cümle çıkar: “Taş yürekli değildir bu insanlar; imgeleme güçleri gördüklerinin ötesine erişememektedir.” 77. bölümde ise, “ölümü kurmaksızın yaşamı kurmanın olanaksızlığı” cümlesi ile yazara yaklaşmış olmanın “Sevinç”ini yaşayabiliriz.
 Tüm olumsuz tablonun tersine Gece, belirsizliğin ve karanlığın arkasından umudu da veren bir eser. Eğer umut manasına gelen sözcükler aramaya kalkışacaksanız, boşuna olduğunu söylemeliyim. Kitap düşünceyi, zorlayıcılığı, okurun aydınlatma çabasının sonucu olarak umuttur. Ve Karasu, son bölümde tüm karakterlerini öldürerek, bunu anlatmaya çalışır. Romanı pek çok edebi türden ayıran özellik, seçilen imgelerin eşliğinde ve dilin kullanımıyla birlikte kendisinin de karanlık, giderek de geceyi kovalayan olmasıdır. Hatta romanın ilk üç bölümü alacakaranlıktır. Bölümler ilerledikçe aydınlanmaya doğru gider. Tüm yazınsal alışkanlıkları, birbirine benzeyen düşleri, dilin tanıdık durumlarını yıkarken, yazar gecenin yıkılması gerek bir imge oluşunu bize gösterir. İnsanlığın tek çıkış yolunun var olandan kopmuş bir yaratıcılıkla mümkün olabileceğini üslubuyla anlatır. Gecenin baskıcı rolü, okur üzerinde metni anlamaya dönük bir baskıya dönüşerek kendisini kendisiyle var eder. Okuyucuyu elinde bir fenerle dolaşmaya iten, düşünmeye zorlayan yazar, kendi yaratma sürecine onları da katarak ne demek istediğini hissettirir. Karasu için mesele dili aşmaktır. Bu sebeple okurundan da kendisini aşmasını istemektedir. Bu yalnızca Gece için geçerli değildir şüphesiz, tüm Karasu metinlerinin ortak özelliğidir.
 Yazar bilerek ve isteyerek metinde boşluklar yaratır. Okura da boşluğa düştüğünü hissini verir. Çünkü boşluk doldurulması gereken, iletişimin kanallarını zorlayan bir öğedir; zorlayıcılığın ve okurla buluşmanın belki de bir yoludur. 82. bölümde Karasu demiş ki, “Öykücü, romancı her yazdığının nereye varacağını bilen kişi sanılır… Oysa yazdığı her tümcenin ardından ne geleceğini unutmak zorundadır.” Sonra da bitmemişlikten bahseder, daha iyisinin yapılabileceğinden. İşte boşluk burada başlar. Yazarın geceden nasıl çıkılacağına dair zorlaması olan bu metin, nereye varılacağını göstermese de, varılacak bir yeri, bu yerin daha iyisine vardıracak başka bir yere ulaşmaya yardımcı olabileceğini anlatır.
 Yazarın Gece'de okuyucusuna verdiği boşluklar, onunla buluşmaya çalıştığı noktaya rağmen zordur. Çünkü okuyucu alışkanlıklarını kolay kolay terk etmeyecektir. Okur da ışığa yürürken yeterince özgür değildir, düzen tarafından kuşatılmıştır. Bu nedenle yazar okura, okurdan dolayı olmasa da güvenmediğini gizlemez. Çünkü o da iktidarı içselleştirmiştir. Çünkü Gece'lerde okurun özgürlüğü kısıtlanmaya çalışılmıştır, dipnotlar yardımıyla bu da okura sezdirilmiştir. Hem okurun bir kurgunun içinde olduğunu unutmaması, hem de amacının ifşası olarak görülebilir bu bölümler. Yazar ne yazılma anını, ne de okunma anını bilinçten uzak tutamayarak, asıl niyeti sürekli canlı tutar böylelikle.
 Kurmacanın unutturulmaması, insanlık üzerinde kurulmuş bir oyun olan Gece olgusunun biçimsel bir yönüdür. Bu oyunu onların istediği gibi oynayıp oynamamak ise insanlığın elindedir. Gece'yi anlama çabası içindeki okurun, yazarın kurmaca çizgisini takip edip etmemesinin de kendi elinde olması gibi. Okur olarak bizler düz bir zamanda ilerleyen, böylesi bir tanımlananın ardından bir çıkış görmeye çalışansak eğer, beklentimizin metnin sonunda suya düştüğünü de fark ederiz. Çünkü yazar bize ne yapılması gerektiğini anlatan, çıkışı simgeleyen karakterler ve anlatıcılar çizmez. Çünkü yazdığı metnin kendisini anlamak, metnin kendisi, umudu anlatır. Umut, “Yaratman”ın, bilindik kavramların ve dilin ötesine geçmesiyle, okurun da alışkanlıklarını terk etmesiyle doğar. İş, okurun elinde tuttuğu metin gibi hayattaki kurmacayı da çözmesiyle tamamlanır. Yazar bu söylemlerini 76. bölümde, “oyun idiyse oyuna geldim” ve 74. bölümde “benim dışımda bunları okuyacak tek kişi var… Yok etmek mi ona bırakmak mı” diyerek, aslında okurla olan bağını açıkça sunar.
 Karasu'nun Gece'yi yenilgi, düş, uyku ve simge gibi sözcükler etrafında var etmesinin temelinde bu yatıyor olamaz mı? Karasu sorunun cevabını sanki şöyle fısıldıyor: Tut elimden okur, yürüyelim bir gece vakti seninle, geceyi ta içimizde hissedelim, bak bir yere çıkacağız ki seninle, elinde tuttuğun kitabın sana bir şeyleri anlatmamın aracı olduğunu değil, amacın ta kendisi olduğunu göreceksin. İşte o zaman gecenin ve gündüzün anlamı değişecek gözlerinde.

DÜŞÜŞ
Haydi uyanın! Düşünün! Düş görmek, uyumamayı gerektirir, uyuyanlar gündüzleri yaşarlar. Gündüzün kurallarına boyun eğerler. Oysa uyuyamayanlar, geceleri yeniden kuranlardır. Gece olmadan gündüz olmaz. Gündüz; bir yıkımın, devrimin ardından anlamına kavuşacak ve o zaman güneş başka türlü doğacak, kim bilir?

Gündüz, hem aydınlığı hem de tek düzeliği ve kuralları; gece ise, hem karanlığı hem de kural dışılığı anlatıyor şimdilerde. Bir gün kendilerini başka sözcüklere terk edecekler, var olan tüm anlamlarını soyunacaklar. Şimdilik Gece, “aynada tanıyamadığım bir ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüz binlerce parça” ile son bulacak.
 “Gecenin çukura doluşu”yla başlayan, karanlığı tartışan, geceyi gündüzü birbirine katan kitap, samimi bir yazarla yapılan yolculuk bitmek üzere. Samimiyet; Karasu'nun dipnotlarıyla aralara girip, yazdıklarına yön verme çabasını açıkça sergilemesi, bu halden nasıl çıkılması gerektiğini bunca tartışması, sıkıntılarının bitmemesi, direndiğini ama olmadığını söylemesi değil de nedir? Alışıldık bir yazar olma korkusunu, “Yaratman” olma çabasını paylaşması değil midir? Gecenin dışına çıkmaya başlarken, geceye benzemekten korkma halini, karşı olduğunu içinde yeniden üretme tedirginliğini açıkça söylemiyor mu dipnotlarında? Okur; ilmekleri birbirine bağlayarak yolunu aydınlatmaya çalıştıktan, karanlıkta çırpındıktan sonra; “temizlik hareketi”yle tarihe birilerinin yön vermesine, korkuyu içimize ekmesine; çoklu sesleri susturup tek ses olmaya zorlamasına karşı kızgınlıkla kapatmalı bu kitabın kapağını. Gece'nin bitse de bitmediğini, belki de şimdi başladığını anlamalı. Düş-meli düş-üncenin uzağına… Zamanın 109'u gösterdiği yerde; “aynada tanıyamadığım bir ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüz binlerce parça.” diyen yazarla ışıkları kapamalı. Acıyı da, korkuyu da paramparça etmeli. Zamanın 110'u gösterdiği yerde sormalı: “bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?” diye…
 Peki ya bitmekte olan bu yazıya ne demeli? Kendisini yalnızca kendisiyle anlatan bir eseri yorumlarken, esere ihanet etmiş olunur mu? Ne dersiniz?