Thursday, May 3, 2012

ALBERT CAMUS

 
ALBERT CAMUS

 DENEMELER / HELENA'NIN SÜRGÜNLÜĞÜ

Akdeniz'in tragedyası güneşe bağlı, Kuzeyinki gibi sislere değil. Kimi akşamlar, denizin üstünde, dağların eteğinde, gece, küçük bir koyun pürüzsüz kıvrımı üzerine iner ve o zaman sessiz sulardan acı bir olgunluk yükselir. İnsan buralarda anlayabilir ki, Yunanlıların tanıdıkları umutsuzluk, hep güzellik içinden, güzelliğin insanı ezen yanından varılmış bir umutsuzluktur. Bunaltıcı, altın sarısı içinden, tragedya yükselir. Bizim çağımızsa, tam tersine, umutsuzluğu, çirkinlikler, kıvrantılar içinde besledi. İşte, onun için, Avrupa korkunç olabilirdi; bereket versin acı, hiçbir zaman çirkin olmuyor.

Bizler güzelliği sürgün ettik., Yunanlılar onun uğrunda silaha sarıldılar. İlk ayrılık burada. Ama, kökleri derin bu ayrılığın. Yunan düşüncesi belli sınırlar içine sarmıştır kendini. Hiçbir şeyi aşırılığa götürmedi, ne kutsalı, ne aklı. Çünkü, hiçbir şeyi yadsımadı, ne kutsalı, ne aklı. Gölge ile ışığı dengeleştirerek, her şeyin hakkını verdi ayrı ayrı. Bizim Avrupa'mız ise, tam tersine, ölçüsüzlüğün kızıdır. Güzeli yadsır, sonuna kadar götürmediği her şeyi yadsıdığı gibi. Yunandan başka türlü olmakla birlikte, göklere çıkardığı tek şey var: Aklın gelecekteki gücü. Çılgınlığı içinde, sonsuz sınırları gerilere atıyor ve atar atmaz da, karanlık Erinys'ler üzerine atılıyor, bağrını -delik deşik ediyorlar. Öç Tanrıçası değil, ölçü Tanrıçası olan Nemesis, göz kulak, bekliyor. Kimse ölçüyü aşmaya görsün, Tanrıçanın vereceği ceza amansızdır.
 Yüzyıllar boyunca doğrunun ne olduğunu aramış olan Yunanlılar, bizim doğruluk düşüncesinden bir şey anlamayabilirler. Hak, onlara göre, sınırlıydı. Avrupa ise, toptan bir doğruluk peşinde çırpınıyor. Yunan düşüncesinin sabahında Herakleitos doğruluğun fizik dünyayı bile sınırlandırdığını düşünüyordu: «Güneş sınırlarını aşamaz, yoksa doğruluğun bekçileri Erinys'ler bulurlar sınırları.» Gönlümüzce güneşler parlatıyoruz gökyüzünde. Ama, sınırlar yerli yerinde duruyor, biz de bunu biliyoruz. En aşırı çılgınlıklarımız içinde, arkada bıraktığımız ve yanılgılarımızın sonunda yeniden bulacağımızı safça umduğumuz bir denge düşünüyoruz. Çocukça bir görüş bu. İşte, bu yüzden, bugün tarihimizi, çılgınlıklarımızla beslenen çocuk uluslar yürütüyor.

Yine Herakleitos'un olduğu sanılan bir parçada şöyle deniyor: «Kendini beğenme ilerlemeyi geri çeker.» Ephesoslu filozoftan yüzyıl sonra, Sokrates'in, onu öldürmek isteyenler karşısında, kendinde bulduğu üstünlük şuydu: Bilmediğini biliyorum sanmıyordu. Bu yüzyılların bu en beğenilen örnek yaşamı ve düşüncesi, böylece, meydan okuyan bir bilgisizlik itirafı ile sona eriyordu. Bunu unutmakla biz ülkümüzü de unuttuk; büyüklük sayılan güce, önce İskender'e, sonra Roma fatihlerine önem vererek. Ders kitaplarımızı yazanlar eşsiz bir ruh düşkünlüğü ile hâlâ bize bu adamlara hayran olmayı öğretirler. Biz de fetihler yaptık, sınırları değiştirdik, yeri göğü avcumuzun içine aldık. Aklımız boşalttı dört bir yanı. Sonunda, saltanatımızı kendi başımıza bir çöl üstünde bitiriyoruz.
 Nerede o doğanın tarih, güzellik ve iyilik ile baş başa geldiği, kanlı tragedyaya bile sayıların müziğini getiren o üstün denge? Bunu düşünmüyoruz bile. Sırtımızı doğaya çevirmiş, güzellikten utanıyoruz. Zavallı tragedyalarımız bir büro kokusu içinde sürünüyor. Akıttıkları kanlar mürekkep pıhtıları renginde.
 İşte, bu yüzden, bugün kendimizi eski Yunanın evlâtları saymak ayıptır. Ya da biz onu yadsımış ,evlâtlarız. Tarihi Allah’ın tahtına oturtup, din devletine doğru yol alıyoruz. Tıpkı Yunanlıların barbar dedikleri ve Salamis sularında ölesiye dövüştükleri kimseler gibi. Aradaki ayrılığı görmek için, filozofların içinde Platon'un gerçek rakibi olana başvurmalı: «Yalnız bugünkü kent, demeye kalkıyor Hegel, düşüncenin alanı olabilir, yalnız orda düşünce kendi kendini bulabilir. » Demek ki büyük kentler döneminde yaşıyoruz. Dünya, kendisini sürdüren gövdesinden ayrıldı, besbelli: Doğa, deniz, dağ-tepe, akşamların getirdiği derin düşünceler. Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü tarih yalnız sokaklardadır. Ferman böyle. Bu yüzden de, belli-başlı yapıtlarımız sokaktan yanadır. Dostoyevski'den bu yana, büyük Avrupa edebiyatında doğa görünümleri görünmez oldu. Tarih, artık ne kendinden önce var olan doğayı anlıyor, ne onun üstündeki güzelliğin, ne de kendinden üstün olan güzelliği. Onları yok saymak istiyor demek. Platon'da her şey vardı: Akıl, akılötesi ve söylence. Bizim filozoflardaysa yalnız akıl ya da akılötesi var. Onun dışında her şeye gözlerini kapamışlar. Deliklerine kapanmış düşünüyorlar, köstebekler gibi.


Çoktandır filozoflar insan doğası yerine durumu, eski uyumun yerine rastlantının düzensiz atılışını ve aklın amansız işleyişini koymaya uğraşıyorlar. Eski Yunanlılar “irade”yi akılla sınırlandırırken, biz onu aklın eline verdik. Bu yüzden akıl da elini kana boyadı. Yunanlılar için değerler, her türlü eylemden önce vardı ve onu sınırlandırıyordu. Yeni felsefe ise, değerleri .eylemden sonraya koyuyor. Olan değil, oluşan değerler var ve biz onları bütünlüğü ile ancak tarih sona erince bileceğiz. Bu değerlerde sınır diye bir şey kalmıyor, gelecek üzerinde de görüşler değiştiği ve değerlerin frenlemediği bir savaş da alabildiğine genişleyeceği için bugünün gelecek inanışları birbiriyle çatışıyor, bağrışmaları imparatorlukların vuruşma gürültüsünde kaynayıp gidiyor. Ölçüsüzlük Herakleitos'a göre, bir yangındır. Yangın dört bir yanı sarıyor; Nietzsche çoktan aşıldı. Avrupa artık çiçeklerle değil, toplarla felsefe yapıyor.
 Ama doğa hep duruyor karşımızda ve insanların çılgınlığı üzerine kendi sessiz göklerini ve kendi mantığını geriyor, atomun günün birinde ateş alıp aklın utkusu ve insan soyunun tükenmesi ile tarih sona erinceye kadar. Ama, Yunanlılar sınır, hiçbir zaman aşılmaz, demediler. Onlar sınır vardır ve onu aşan belâsını bulur, diyorlardı. Bugünün tarihinde onları yalancı çıkaran hiçbir şey göremiyoruz.
 Tarihçi görüş ve sanatçı, dünyayı yeni baştan kurmak istiyorlar. Ama sanatçı, yaradılışı gereği sınırlarını bilir, öteki bilmez. Onun için de, tarihçi görüşün sonu zorbalık, sanatçının tutkusu ise özgürlüktür. Bugün özgürlük için savaşanlardan hepsi, eninde sonunda güzellik için savaşıyorlar. Elbette ki güzelliği salt kendisi için savunmak değildir sorun. Güzellik insansız edemez ve yine zamanımızı ancak onarım yıkımlarıyla ilgilenerek yükseltebilir, rahata kavuşturabiliriz. Artık, hiçbir zaman, yalnız kişiler olmayacağız. Ama, insan güzelliksiz de edemez. Bu da bir gerçek. İşte, bizim çağımızın bilmezlikten geldiği de bu.
 Çağımız mutlakın ve dünya gücünün peşine düşmüş, dünyayı sonuna dek yaşamadan değiştirmek, onu daha anlamadan düzenlemek istiyor; ne derse desin, kaçıyor bu dünyadan. Odysseus, Kalypso önünde ölmezlik ya da yurt toprağını seçmek gerektiği zaman duraksamıyor, toprağı seçiyor ve onunla birlikte ölümü. Böylesine sade bir büyüklük bize yabancı bugün. Kimine göre biz alçak gönüllü değiliz. Ama, bu söz iki anlama kaçabilir. Dostoyevski'nin kendilerini öven, yıldızlara yükselen ve ilk rastladıkları genelevde çamura batan soytarıları gibi, bizde de eksik olan insanlık onuru yalnızca. Bu ise, sınırlarını bilmek, yazgısını bile bile sevmektir.
 Saint-Exupéry, ölmeden biraz önce «Çağımdan tiksiniyorum» derken, benim dediklerimden pek uzak şeyler düşünmüyordu. Ama, insanları en güzel yanlarıyla sevmiş bir insandan gelen bu çığlık ne kadar sarsıcı da olsa, biz bunu yine de benimsemeyeceğiz. Bu somurtkan, bu bir deri bir kemik dünyadan kaçmak da,insanı sarabilir zaman zaman. Ama, bu çağ - bizim çağımızdır, kendi kendimizden tiksinerek de yaşayamayız. Bu derece aşağıya düşmesi, değerlerini aşırılığa götürmesinden olduğu kadar kusurlarının yüceliğindendir de. Biz bu değerlerin en köklüsü için savaşacağız. Hangi değerin? Patrokles'in atları savaşta ölen efendilerine ağlıyor. Her şey bitti. Ama savaş Akhilleus ile yeniden başlıyor ve utkuyla da bitecek, çünkü dostluk öldürüldü : Dostluksa bir değerdir.
 Bilgisizliğimizi bililik mi, yobazlığı attık mı, dünyayı ve insanı sınırlandırdık mı, bir sevdik yüzü, kısaca, güzelliği bulduk mu, eski Yunanlılarla bir yerde buluştuk demektir. Bir bakıma, yarınki tarihin yolu sanıldığından çok başkadır. Bu yol yaratışla işkence arasındaki savaştadır. Eli avucu boş olmak, sanatçılara neye mal olursa olsun, savaşı kazanmaları umudu var. Karanlıklar felsefesi, bir kez daha, parıl parıl denizin üstünden silinecek. Ey Güney düşüncesi! Troya Savaşı, savaş alanından başka yerlerde oluyor. Bugün, yine çağdaş sitenin duvarları yıkılıp Helena'nın güzelliği «durgun denizler kadar duru varlığı» teslim edecek.
L'ETE 'den, 1948 ÇALINTI