Saturday, July 7, 2012

NADJA ANDRE BRETON

NADJA
ANDRE BRETON
(18 Şubat 1896 - 28 Eylül 1966)
Tıp öğrenimi yaparken I.Dünya Savaşı'nın patlamasıyla askere alındı. Kendi isteğiyle II.Ordu'nun ruh ve sinir hastalıkları merkezine atandı. O sırada çok az tanınan Freud'un yöntemlerini klinik olarak kullanma olanağı buldu. Bu sırada tanıştığı nihilist Jacques Vache'den çok etkilendi. Apollinaire ile tanıştı.
Paris'e döndükten sonra, 1919'da, Louis Aragon ve Philippe ve Soupault ile Littérature adlı dergiyi kurdu ve ilk kitabı Mont de Piéte'yi (Pieta Tepesi) çıkardı. Shouppault ile birlikte écriture automatique (otomatik yazı) yöntemiyle Les champs magnetiques (Manyetik Alanlar) adlı özgün metni bu dergide yayımladı. Bu tekniğin amacı bilinçaltını bütün dış etkilerden kurtarıp, kendisini özgürce sergileme olanağı sağlamaktı. 1921'de Viyana'ya gidip Freud'la tanıştı.
1921'de Simone Kahn ile evlendi. 1922'den itibaren, yeni bir dünya kurulması olasılığının tamamen göz ardı edildiği gerekçesiyle dadacılıktan uzaklaşmaya başladı. 1924'de Manifeste du surréalisme'i (Gerçeküstücülük Manifestosu) yayımladı. Bu metinde gerçeküstücülük, düşüncenin bütün denetimlerden uzak bir biçimde kendisini ortaya koyması olarak tanımlanıyordu. Dualizme karşı çıkan Breton aykırı gibi gözüken şeyleri gerçeküstücülükte birleştirmeye çalışıyordu.
Breton sanatın siyasetten ayrılamayacağına inanırdı. 1925'te Fransa-Fas savaşında, Louis Aragon ve Paul Eluard'la birlikte Komünist Partisi'nin görüşlerini savundu. Sonra 1927'de hep birlikte partiye girdiler. 1935'te, gerçeküstücülüğün bağımsız bir devrimci hareket olması gerektiğine inanan Breton partiden ayrıldı. 1938'de gittiği Meksika'da Troçki'yle birlikte Bağımsız Devrimci Sanat Federasyonu'nu kurdu. 1930'da İkinci Gerçeküstücülük Manifestosu'nu yayımlayarak hareketin teorisini geliştirdi. Ve Antonin Artoud, Robert Desnos ve Philippe Soupault'yı hareketten attığını açıkladı. Chilar'da yayımladıkları Un Cadavre (Bir Ceset) adlı broşürde Breton'u şiddetle eleştirdiler. 1938'de, Paris'te düzenlenen ve 14 ülkeden 70 sanatçının katıldığı Uluslararası Gerçeküstücülük Sergisi, akımın doruk noktası oldu. Fransa'nın işgali üzerine 1941'de Newyork'a gitti. Orada Max Ernst, Marcel Duchamp ve David Hare ile birlikte VVV adlı bir dergi çıkardı. Bir dizi konferans verdi. 1942'de Üçüncü Manifestoya Giriş'i yayımladı. 1946'da Paris'e döndü. II.Dünya Savaşı'nın ardından varoluşçuluğun yaygınlaşmasıyla gerçeküstücülük etkisini yitirdi. Ama Breton ölene dek gerçeküstücülüğü savundu.
MİTOS YAYINLARI Andre Breton'un 1928'de yayımladığı Nadja adlı kitabın çevirisi, Folio Yayınlarının 1964 tarihli baskısından İsmail Yerguz tarafından yapılmıştır.

BRETON VE NADJA ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
Sürrealizmin yazın ve sanat alanında etkisinin görünmediği ender ülkelerden biridir Türkiye. Bir Türk gerçeküstücülüğü hiçbir zaman olmamıştır. Sürrealizmi, sanat alanında, biraz başkaldırı, biraz aykırılık, biraz değişiklik, biraz gerçeküstücülük olarak görenler (aslında onun felsefesinden hiç mi hiç haberi olmayanlar), örneğin Garip şiirini, Sait Faik'in son öykülerini ve benim kuşağımın ilk öykülerini, günümüzün biraz fantastik, biraz fantezi ürünü öykülerini sürrealizm sözcüğünü Türkçe’ye çevirerek "gerçeküstücü" olarak nitelemişlerdir.
Oysa sürrealizm yalnız bir sanat okulu değil, bir dünya görüşüdür. Akımlar ve okullarla dolu 20. yüzyıl sanat dünyasında, insanı ve dünyayı değiştirmeyi amaçlayan tek sanat akımıdır.
Bu akımın başlıca yaratıcılarından ve ölene (1966) değin savunucularından André Breton'un, dilimizdeki ilk kitabı Nadja, yayımlanışından (1928), altmış dört yıl sonra Türk okuruna sunuluyor.
Geçen yıl Paris'te Centre George Pompidou'da düzenlenen André Breton sergisini gezenler, Breton'un yalnız büyük bir şair, büyük bir yazar, eşsiz bir sanat akımının kuramcısı değil, aynı zamanda "burnu en iyi koku alan" bir sanat "kaşifi" olduğunu da gördüler.
Breton, çağdaş sanatın, bugün yeryüzünün belli başlı modern sanatlar müzelerinde yer alan yapıtlarını "keşfetmekle" kalmamıştır. Ülkelerin sanatına, halk sanatına da en "doğru" bakan, onların dilini en iyi söken ve geçmişten, yerelliklerinden koparıp günümüze taşıyan ve evrenselleştiren ender sanatçılardan biri olmuştur.
André Breton, sanata, kendine değin bilinmeyen, ya da bilinip değerlendirilmeyen yepyeni bir geçmiş yaratmıştır. Geçmişin karanlıklarında kalan birçok yazar, şair, birçok sanat sürrealizmle yeniden doğmuştur. Gerçek, yenilikçi sanat akımı odur ki, kendini doğururken, geçmişin unutulmuş değerlerini de beraberinde doğurur.
Breton içinden çıktığı toplumun kültür/sanat temelini oluşturan Yunan/Latin kültür, sanat ve felsefesine karşı çıkıyordu. Çünkü karşı çıktığı rasyonalizm, bu kültür ve felsefenin ürünüydü. (Yaşamındaki tutarlılığı saçmaya değin götüren sanatçı, örneğin, hiçbir zaman, bu kültür ve felsefenin ana kaynağı sayılan Yunanistan'a ayak basmadı.) Kuşkusuz sürrealizm, bir antirasyonalist akımdı. İnsanoğlunu hiçbir zaman ratio'nun (usun) verileriyle anlayamazdık. Hayalin ve düşün ussal bir yönü yoktu. Düşler, büyüler, tılsımlar, seziler, önseziler rasyonalizmin nesi ile açıklanabilirdi?
Hayır, Batı'nın, ratio temelleri üzerinde yükselen kültürü, sanatı, uygarlığı tek kültür, tek sanat, tek uygarlık değildi. Usun ötesinde bir sezgi; felsefenin ötesinde bir algılama; hatta düşünce dilinin ötesinde bir dil vardı ki, bunların kendilerini dışavurumları çok daha saf, çok daha authentigue olabiliyordu. Sürrealizm akımı içinde yer alan sanatçılar da, pusulalarını daha çok bu yöne çevirdiler.
Nadja, Breton'un ve sürrealizmin ilk gençlik ürünlerinden biridir. Bu kitabı, yazınsal türlerden (roman, öykü, anı... ) birine sokmak güçtür. Gerçi bu kitaba adını veren kişi ve anlatılan olaylar, düşsel bir kurgu değil, Breton'un tanıdığı, bir süre birlikte olduğu kişinin ve Breton'un yaşadığı olaylardır. Ama gene de bu kitap bir anı kitabı değildir. (Breton hiçbir zaman anılarını kaleme almamıştır.) Bir roman kurgusu ile de karşı karşıya değiliz. (Breton, hiçbir zaman bir roman yazmadığı gibi, romanı yaratıcı yazınsal bir eylem olarak da görmez.) 20. yüzyıl yazının kendine özgü, tür dışı bir metnidir Nadja. Sürrealizmin yalnızca sanatsal bir kuram olmadığını, yaşamın bir parçası olduğunu duyurmak istemektedir bu kitabıyla Breton. Günlük yaşamın içinde gerçeği aşan insanların, durumların varolduğunu belgelemek ister. Yaşam, rastlantılardan oluşur. Ama derinine indiğinizde, bu rastlantıların kendi aralarında bir anlamları vardır. Düş, sanrı, sayıklama yaşamımızın birer parçasıdır. Her düşün, her sanrının, her sayıklamanın günlük yaşamda bir karşılığı vardır. Yalnız yaşanmış olanlardan değil, yaşanacak olanlardan da kaynaklanabilir bunlar. Nadja, genç Breton'un bir sokakta karşılaştığı, bir mıknatıs gibi onu kendisine çeken kadın, sanki sürrealizmin kendisidir. Doğaüstü güçlere inanan Breton, Nadja'nın çekim alanına girer ve ona "Gizemin karşısında Taştan adam, anla beni" der. Sonra ekler: "Kömür topaklarıyla dolu bir deliğin karanlığında bir sarkaç gibi sallanan bu terazi de neyin nesi?"
Gerçekten neyin nesidir "düşüncelerini ayakkabılarının ağırlığıyla daha da ağırlaştırmamak" isteyen bu kadının sözleri?
Gerçeğin, gerçeküstücü bir biçimde söylenmiş doğruları olmasın?
Bir akıl hastanesinde noktalanan Nadja'nın yaşamına karşın, Breton şöyle yazacaktır: "Nadja için akıl hastanesinin (tımarhane için akıl hastanesi, Türkçe’mizin gerçeküstücü deyişlerinden biri. -F.E.) içiyle dışı arasında pek bir fark olmadığını düşünüyordum."
Niçin, yalnızca Nadja için?
Niçin, "psikiyatriye, onun afra tafrasına, eserlerine nefret" duyan herkes için değil?
"Delilik olmayanla, delilik arasında, iyi bilindiği gibi, bir sınır olmaması, bunlardan birinin de, ötekinin de algı ve düşüncelerine farklı değerler yüklemekten" yazarın kaçınması dolayısıyla mı?
Bilmiyorum.
Bildiğim, insan Nadja'nın değil, yapıt Nadja'nın gerçeği. Bu da sanatsal bir gerçek. Günlük gerçekliği, onu anlatırken bile aşan, onun içindeki doğa ve gerçeküstünü sergileyen ve insanın içinde bir başka insan olduğunu (Eluard) dile getiren görünmeyeni, algılanmayanı yadsımayan, tam tersine onlara şapka çıkaran, dört gözle bakan bir yaklaşım.
Bu "zamanın altınını arayan", 20. yüzyıl sanatının en büyük devrimini yapan sanatçının yüreği, dostu ve uzun yıllar yoldaşı olan Marcel Duchamps'nın ölümünün ardından yazdığı gibi, aşk için çarpmıştır tüm yaşamı boyu. "Böylesi büyük bir aşk gücüne sahip bir başka insan tanımadım. Yaşamın yüceliğini böylesi bir sevme yeteneği (...). Breton, çarpan bir yürek gibi severdi."
Nadja, işte böylesi sevmeyi bilen bir insanın yaşam ve yazı serüvenindeki duraklardan biri. Altmış dört yıl sonra da, ilk yazıldığı günün tazeliğini taşıyor. Aşkın çiçeği solmadığı için.
Ferit Edgü, Ağustos 1992

Friday, July 6, 2012

Orhan Kemal ve ölümsüz kahramanı


Orhan Kemal ve ölümsüz kahramanı

02 Haziran 2012

Bugün ölüm yıldönümü olan Orhan Kemal'in pek çok değerli romanı arasında Murtaza, dünya çapında şöhreti hak eden, üzerinde uzun yıllar çalışılmış bir edebiyat şaheseridir.

Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan ünlü edebiyatçı Orhan Kemal 15 Eylül 1915 yılında gözlerini açtığı dünyada ardında ölümsüz eserler bırakarak 2 Haziran 1970 yılında aramızdan ayrıldı.

Romancı ve oyun yazarı olarak şöhret bulan edebiyatçımızın özellikle üzerinde uzun yıllar çalışarak, tekrar tekrar düzeltmelerle kusursuzlaştırmayı başardığı Murtaza adlı eseri onu dünya çapında tanınır bir üne layık kılmaktadır.

Haber 7 Kitap Dünyası olarak bugün ünlü edebiyatçının 42. ölüm yıldönümü vesilesi ile Mehmet Narlı'nın Temmuz 2011 tarihinde Varlık Dergisinde yayınladığı bu eserle ilgili makalesini sizlere sunuyoruz. Makaleyi alıntıladığımız http://orhankemal.org sitesinde yazarımızla ilgili pek çok bilgi ve makaleye ulaşabilirsiniz...

***

30. Ölüm Yıldönümünde Orhan Kemal ve “Murtaza

Bu çalışmada Orhan Kemal'in Murtaza adlı romanındaki baş kişiyi (Murtaza) incelemeye çalışacağız. Murtaza ilk olarak 1952 yılında Vatan Gazetesi'nde tefrika edilir. Aynı yıl Varlık Yayınları' ndan kitap olarak çıkar. Murtaza' nın roman haline gelmesinin hikayesini Orhan Kemal şöyle anlatır:

Murtaza adlı küçük romanım Vatan Gazetesi' nde yayımlandı. Ben bu romanın müsvettelerini yıllar yılı yaza boza on beş yirmi sayfa kadar bir şey meydana getirmiştim. İstanbul' a yeni gelmiştim. Tefrika romancılığıyla alakam yoktu. Yaşar Kemal bu Murtaza' dan Tunç Yalman' a övgüyle söz etmiş ki, Tunç Yalman ilgilendi, müsvettelerini benden rica etti. Verdim. Ama yayınlamaya başlayacağı aklıma bile gelmiyordu. Nasıl gelsin, yıllar yılı yirmi otuz sayfa yazabilmiştim. Tefrikaya başlarsa dört günlük yazı bu. Bir gün yayımlamaya başlamış görmeyeyim mi? Her yanım buz kesildi. Eyvah dedim, rezil olacağım. Bunun gerisini nasıl getireceğim?

Öylesine titiz çalışıyorum. Ama olan olmuştu. Çaresiz gerisi gelecekti. Bir tek yol vardı benim için, oturup devam etmek. Ecel terleri döke döke devam ettim ve tuhaf değil mi? Bitti. Ama bu uzun yıllara dayanan olgunlaşmış bir konunun kağıda dökülmesinden ibaretti. (Bezirci, 1984 : 135)

1952 yılı, gerçekten Orhan Kemal' in hem hayatında hem romancılığında yeni bir dönemdir. Tefrika romancılığı, bu yolla açılan senaryoculuk başladıktan sonra Orhan Kemal iş aramaktan vazgeçer. Aldığı telif haklarıyla geçinmeye çalışır. Ancak gazete romanları ve Yeşilçam senaryoları onun romancılığını olumsuz şekilde etkiler.

Murtaza' nın macerası bununla sınırlı kalmaz. Roman gazetede yayımlanıp kitap olarak çıktığı aşamada yoğun ilgi görür. Aslında acınılası davranışlar da sergileyen komik Murtaza, filme alınır. Müjdat Gezen' in canlandırdığı Bekçi Murtaza, canlı bir tip olarak ilgi görür. Bu ilgi onun oyun olarak sahnelenmesini de sağlar. Orhan Kemal, geniş bir okur ve seyirci kitlesince kabul gören, beğenilen romanını yüz seksen sayfalık roman haliyle bırakmaz: genişletir.

Yayıncı dostlarından Hadi Malkoç "Namussuz herif, bozacaksın o güzelim romanı, üç beş kuruş için beş paralık edeceksin," deyince, Orhan Kemal şöyle cevap verir: "Yahu Hadi, yüz seksen sayfalık Murtaza' nın üzerinde roman yazıyor; o kadar sayfalık roman olur mu? O roman değil, olsa olsa büyük bir hikaye" (Uğurlu, 1973:205.)

Sadece Hadi Malkoç değil, dönemin birçok eleştirmeni romanın genişletilmesini olumlu karşılamaz. Fakat yazar bu eleştirilere kulak tıkar ve romanının özellikle birinci ve üçüncü bölümlerini genişletir, ve kendini böyle savunur:

Yakın dostlarım, Murtaza' yı bu yeni haline getirmememi istediler, hemde ısrarla. (...) Ama o haliyle Murtaza bir roman değil, olsa olsa büyük bir hikaye idi. Kitabın yüz seksen sayfalık hacminden dolayı söylemiyorum bunu. Salt romanı roman yapan şeylerin eksikliğinden. Murtaza' yı roman haline getirmek üzerinde çok çalıştım. Birinci ve üçüncü bölümler yeninden yazıldı. Elimde hala yığınla malzeme var. Bu malzemeyle bir Murtaza II yapabilir miyim? Henüz bilmiyorum (O. Kemal, 1966:5).

Orhan Kemal Murtaza II fikrini hep taşıdı. Yazarın oğlu Işık Öğütçü' nün verdiği bilgiye göre Orhan Kemal, Murtaza ile Kudret Yanardağ'ı (Müfettişler Müfettişi ve Üç Kağıtçı) mecliste bir araya getiren bir roman tasarlıyordu.

Orhan Kemal'in "Ben tanıdığım insanları yazdım," şeklinde özetlenen gözlemci gerçekçiliği bu roman içinde geçerlidir. Romanın baş kahramanı olan Murtaza, Adana' da Akbank şubesinde kapıcıdır. Yazarın eşi Nuriye Öğütçü ve arkadaşı Nurer Uğurlu, bankadaki kapıcıyı tanıdıklarını ve romandaki Murtaza' nın bütünüyle o Murtaza' ya benzediğini söylerler. Hatta Nurer Uğurlu, kapıcı Murtaza' ya Orhan Kemal'in Murtaza' sını anlatmış, kapıcı da şöyle demiştir:

A be bu adam beni nereden tanır? Bilir mi benim gibi bir adam yaşar Adana' da, hemi de bu sıcakta (...) Neden yazar beni kitaplar? Ya okurlarsa amirlerim, bu yolda istemem laubalilik! (Uğurlu,1973:209) Biz incelememizde Murtaza' nın Can Yayınları' ndan 1996' da çıkan baskısını esas alacağız. Murtaza, Yunanistan'ın Aksonya kasabasından Türkiye' ye gelmiş bir muhacirdir. Cumhuriyet' ten sonraki mübadelelerde Türkiye' ye kardeşi ve annesiyle geldiğinde, yirmi yaşındadır. O yıllarda "muhacir kardaşlar nam-ü hesabına çalışan fisebilullah" yerli simsarlar (s.13).

Balkanlar' dan gelen bu göçmenlere çeşitli hileli yollar gösterirler. Bu sayede birçok göçmen, memleketlerindeki az emlaklarına karşı, yeni yurtlarında konaklar, tarlalar alırlar. Fakat Murtaza, dürüst bir insandır. Yalana başvurmamış, mal mülk sahibi olmamıştır. Çünkü Kolağası Hasan Bey' in kanını taşıyan bir adamın malda mülkte değil, nam u şanda gözü olur. Böyle de olsa devlet Murtaza' ya Çukurova' da on dönüm bir arazi vermiştir. Murtaza, kardeşi ve annesiyle bir süre ekip biçmiştir tarlayı. Bir süre sonra annesi ölmüş, kardeşiyle araları açılmıştır.

Kardeşi bir beslemeyle evlenip ayrılınca Murtaza' da şehirde, pamuk fabrikalarından birinde tartı katipliği bulur. Fakat Murtaza' nın gözü bu işlerde değildir. O, dayısı Kolağası Hasan bey gibi üniformalı bir iş ister. Nitekim Murtaza, kendisini ta memleketten tanıyan bir komiserin yardımıyla mahalle bekçiliğine atanır. Üniforma, kasketi ve çizmeleriyle, dayısı ile özdeşleşen Murtaza, bu görevini, Halk Fırkası - Serbest fırka çatışmalarına kadar sürdürür. Bu arada evlenir. Önce kızı olan Murtaza Kolağası Hasan Bey olacak bir erkek çocuğa sahip olamadığı için üzülür. İlerleyen yıllarda üç kız, iki erkek babası olur. Büyük oğlunun dayısına benzememesi Murtaza' yı çok üzer. Suçu, hep "a be maaş kaç" diyen karısına atar. Ama küçük oğlunda umut var gibidir. Murtaza İkinci Dünya Savaşının fırtınalı günlerinde bakayadan askere gider. Asker dönüşü mahalle bekçiliğine kaldığı yerden devam eder.

Murtaza' nın bekçiliği mahalleliyi rahatsız eder. Rahatsız olanların başında sübyancılar, dul kadın avcıları, hırsızlar, nara atanlar gelse de kendi evinde işinde olan bazı insanlarda Murtaza' nın saat bilmez baskılarından, müdahalelerinden bıkıp usanırlar. Sonunda mahalleli Murtaza' yı şikayet eder. Karakol komiseri, fabrikasının disiplini bozulan bir fen müdürünün kendisini almak istediğini söyleyince, gururla kabul eder ve kızlarının da çalıştığı fabrikaya kontrolör olarak girer. Bekçilik vazifesi ile yetinmeyen Murtaza, fabrikadaki işçisinden ustasına herkesi disipline sokmak ister. Vazifesinde ihmali görülenleri müdüre söyler. Kısa sürede düşman kazanır. Kontrol Nuh' un etrafına toplana işçiler, "Murtaza istifa" diye haykırırlar. Murtaza Demokrat partiye akın eden insanları nankör olarak nitelendirir. İsmet Paşa gibi vatan kurtaran bir adama ihanet etmelerinden acı duyar. Bu arada iş başında uyuyan kızını yere çalar ve ölümüne sebep olur. Muratza' nın küçük oğlu Kolağası Hasan Bey gibi olmaz. Bakkaldan ekmek çalan oğlunu mahkemede sahip çıkmayan Murtaza, "onurlu" hayatına devam etmek üzere mahkemeden çıkar.

Murtaza' nın fiziksel görünüşü ile ilgili yapılan tasvirler, çok sınırlı kalır. Öyle ki roman boyunca tekrar edilen tasvirlerin mizahi yapı için yapıldığını anlarız. Murtaza sivri burnu, kalın kapkara kaşları, geniş anlı, kırk beş numara ayakkabılarıyla, irice bir adamdır. Bekçi üniformasını, kasketini, postallarını giyinip kuşanınca başını dik tutup göğsünü öne çıkarır ve kaz adımlarıyla yürür. Bu görünüşüyle kendisini Kolağası Şehit Hasan Bey gibi hisseder. Murtaza' nın fiziksel yapısından, roman boyunca bir kez söz edilir. ( s .8)

Fakat üniforması ve yürüyüşü aynı kelimelerle defalarca tekrar edilir. Burada güdülen maksat, tip oluştururken, kurulan spontane ifadelerle birleşecek bir davranış oluşturmaktır. Bu yanıyla Murtaza, "başı dik, göğsü dışarıda, kaz adımlarıyla yürüyen bir adam" dır. Okur bu davranışı görür ve karikatüre güler. Ancak bu görüntünün şahsın kişiliğiyle de ilgili olduğunu söyleyelim. Yaptığı işi, hayatın manası ve hedefi olarak gören, bekçi urbasını kolağası dayısının urbasıyla özdeşleştiren, bütün bir milleti disipline sokmak isteyen, sokak kedilerine karşı bile vazife ve vatan sevgisini dile getiren birinin, bedenini başka türlü dinlendirilmesi beklenemez. Tahkiyeli eserlerde kimi zaman bir isim, halkın zihninde var olan anlamıyla, kelimenin taşıdığı farklı anlamlarla veya sembolik olarak şahıs hakkında hazır bir bilgi verir. Bu yüzden bazı romancılar için, romanındaki şahıslara isim koymak, tahkiyenin önemli bir unsurudur. Bu tür hassasiyet gösterilen romanlarda genelde isim, şahsın özellikleriyle örtüşür.

Üzerinde durduğumuz Murtaza romanı hakkında da böyle bir kanaatimiz vardır. Murtaza' nın sözlük anlamı şahsın karakteriyle doğrudan örtüşmez ama okuyucu en azından saf, komik ve işgüzar olan bu şahsın adının Murtaza olmasına da pek şaşırmaz. Murat Belge' de, türk romanında tip üzerinde dururken, Murtaza ismine dikkat çeker:

Orhan Kemal' in edebiyatımıza kazandırdığı bir tip vardır hani: Murtaza. Bence adı, Murtaza' ya çok şey kazandırıyor. Örneğin Selim olsaydı yada Yılmaz olsaydı, aynı tip yaratılır mıydı acaba? Hiç şüphesiz Orhan Kemal'in anlatımı, Murtaza adına özel bir anlam yüklüyor; ama bu adın çağrışımında da bu kişiye anlam yüklemiyor mu? İlle Murtaza demeyebilirdi Orhan Kemal, ama sanatçı sevgisiyle aşağı yukarı aynı çağrışımları taşıyan bir ad bulur gene de bu kahramanına (Belge, 1994:36).

Orhan Kemal'in şahıslarının özelliklerini hatırlatıcı veya taşıyan isimler bulması, bu romanla da sınırlı değil. Mesela bu bölümle ele aldığımız Müfettişler Müfettişi Üç Kağıtçı 'nın da adlarının "Kudret Yanardağ" olması, isim üzerinde düşünüldüğünü gösterir. Dış görünüşüyle insanları etkileyen onları bu etkiyle şaşkına çevirip dolandıran birinin adı "Kudret Yanardağ" olması anlamlıdır. Orhan Kemal bazen de isimlerine sahsın özelliklerini yansıtan ilaveler yapar. Mesela Devlet Kuşu' nda Avare Mustafa; Tersine Dünya' da Bitirim Leyla gibi. Şahısların fiziği ve meslekleri de isimlendirmede rol oynar. Kanlı Topraklar' da Topal Nuri; Eskici Dükkanı' nın da Topal Eskici gibi.

İsimlendirme unsuruna değinmişken, şahsın hangi dünya kaynaklı olduğunun da üzerinde durulmalıdır. Gerçi ister gerçek dünyadan alınsın, ister tamamen hayli olsun, tahkiyeli bir eserdeki şahıslar itibaridir. Ancak bazı romanlarda (özellikle otobiyografik ve tarihi romanlarda) şahsın ismiyle beraber gerçeklikten alındığını da biliyoruz. Bu durumda, romancının şahsın özelliklerini yansıtan bir "isim seçme" hürriyetinden söz edemeyiz. İncelediğimiz Murtaza' nın da ismiyle birlikte gerçek hayattan alındığını, yazarın kendisi söyler. Yazarın eşi Nuriye Öğütçü' yle Basınköy' deki evinde yaptığımız bir konuşmada, bu bilgi doğrulanır. Orhan Kemal' in Murtaza' yı nasıl tanıdığını, bir dostu şöyle aktarır:

Murtaza, gene o hemşehri komiserin yardımıyla bekçi yazılır. Bu ikinci bekçiliği yıllarca sürer. Hemşerisi komiser emekliye ayrıldıktan sonra, yerine gelen komiser, halkın şikayeti üzerine işinden atar. Murtaza, bu sefer Milli Mensucat Fabrikası' nda gece bekçiliğine başlar. Ve benim Murtaza' yı tanımam, o yıllara rastlar (Uğurlu, 1973 : 202).

Orhan Kemal dostları, Murtaza romanını, gerçek hayattaki Murtaza' ya anlatırlar. Onun "A be beni nereden tanır? Bilir mi banim gibi bir adam yaşar Adana' da hemi de bu sıcakta?" dediğini aktarırlar. Bu konuşmalar olduğunda Murtaza, Adana Akbank Şubesi'nde kapıcıdır. (Uğurlu, 1973:202)

Murtaza' nın kişilik özelliklerine, hayat bakışına ve temsili değerine geçmeden önce, onun dil seviyesine de değinmek gerekir. Bu konuda ilk fark edilen şey, Murtaza' nın dilinin mizahi yapıya önemli bir katkıda bulunduğudur. Öte yandan bu üslubun ve dil seviyesinin, şahsın sosyo-psikolojik yapısının anlaşılmasında da fonksiyon üstlendiğini söyleyebiliriz. Orhan Kemal, Murtaza' yı kendi şivesiyle konuşturur. Murtaza' nın fonetik ve sentaks bakımından Türkiye Türkçe' sinden farklı olan konuşmaları, bir güldürü öğesi olur. "Değilsiniz siz vatandaş lazım çünkü büüle - Bir vazife büyüktür bir namuzdan - Vazife benzemez yemeye petnir hemi de ekmek" gibi ifadelerinin sürekli tekrarı mizah oluşturan unsurlardır.

Dil seviyesi, şahsın sosyal tabakası, kültürü, ruhsal durumu gibi özellikleri hakkında bilgi verir. Murtaza' nın dil seviyesi, imaj, sembol, mesaj gibi dil zenginlikleri taşımaz. Onun imada bulunduğunda, işaret ettiğine, sözü iki anlamlı kullandığına da rastlayamayız. Dolayısıyla söylediği ile düşündüğü arasında bir anlam mesafesi ve derinliği yoktur. Zaten onu yalınkat yapan bir özellikte budur. O, hep aynı şeyleri, hep aynı sözlerle söyler. İnandıklarını söyler, inandıklarının arka planını, derinliğini bildiğini gösteren diyaloglar ve iç düşünüşler yoktur. "Vazife bir sırasında görmeyecek gözün dünyayı, demeyeceksin evladım ciğerparem", "iyi bir memurun vasfı, etmektir memnun amirini" benzeri ilkeler ileri süre Murtaza, "görev ahlakı" felsefesinden, "bürokrasi" den habersizdir. Peki Murtaza romanı, sosyal yapının analizini yapmamıza, değerler sistemimizi eleştirmemize imkan vermez mi? Verir elbet. Ama bu imkanları, Murtaza' nın dil seviyesinden hareketle değil, ilişkiler ağındaki davranıştan elde ederiz. Daha açık ifadeyle vak' a, bizi manayı düşünmeye sevk eder.

Bir "tip" in önemli özellikleri, şüphesiz davranışlarındaki sınırlılık ve değişmezliktir. Bu sınırlılık ve değişmezlik, tip romanlarında genellikle belli bir sosyal yapının içinde kalır. Yazar, gerçek anlamda bir kişi değil, bir çok insanın ortak özelliklerini temsil eden bir "stereotip" oluşturur. Mesela romanlarda karşılaştığımız bir düzenbaz veya bir cimri fert olarak değil, sosyal yapıdaki arızaları yansıtan kişiler olarak algılarız. Eleştiri tarifindeki "tip" in genel algılanışı da şahsın kedine has duygulanış ve düşünüş yeteneğine sahip olmadığı, iç değişmeler ve gelişmeler yaşamadığı, adeta başkaları için yaşadığı şeklindedir. Ancak Murtaza bu tip belirlemelerinde farklı özellikler gösterir. Çünkü Murtaza, sadece kendine ait bir takım özelliklere sahiptir. Bir kere o, şivesi ve üslubuyla, vak'a içinde tektir. Kendisini sürekli dayısı Kolağası Hasan Bey gibi hissetmek istemesi, özel psikolojik bir durumdur. Ama Murtaza aynı zaman da belli bir vazife anlayışını temsil eder. Rus araştırmacı Uturgauri' nin "Murtaza oldukça karmaşık bir kişiliğe sahiptir ve bu karmaşıklık ona, iki yanlı bir görev yükler" (Uturgauri, 1980 : 94) demesi Murtaza' nın hem stereotip, hem de özel bir kişilik oluşuyla ilgilidir. O anlayışsızlığı, vazifeyi kutsayışı ile bir temsili kişi; ülkeyi disipline sokmak isteyişi, insanları haylazlıktan, uyuşukluktan kurtarmak düşüncesiyle, Donkişot gibi özel bir kişidir. Nitekim Murtaza mizahi yönüyle olduğu kadar saçmalığı varan idealizmi ile da Donkişot' ta benzer. Orhan Kemal, okuyucunun bu bağlantıyı kurması için şahısların Murtaza' ya bakışını kullanır. Murtaza' nın fabrikasındaki aksaklıklara müdahale etmesi üzerine, Umum Müdür "bu adam Donkişot desenize" deyince, Fen Müdürü "her memleketin kendine göre Donkişotları var" diye cevap verir (s.39).

Gerçekten de Murtaza, bütün bir ülkeye kurs verip disipline sokmak düşüncesiyle Donkişot' ta benzer. "Vazife, disiplin, amir, memur, dürüstlük, numune - i imtisal" kelimeleri, Murtaza' nın kişiliğini tarif ve tahlil etmemize imkan sağlayan anahtar kelimelerdir. "Vazife bir sırasında gözün görmicek dünyayı, demiyeceksin evladım, ciğerparem"; Murtaza' nın tekraren kullandığı bu ifade onun, "vazife" yi bütün değerlerin üstünde tuttuğunu gösterir. Hangi şartlar içinde olursa olsun vazifeyi ifa etmek bir ahlak ilkesidir. Böyle bir ilke, hayatın alışılmış, kabul görmüş işleyişi ile çatışmalıdır. Bu yüzden Murtaza bulunduğu yerde istenmeyen kişi olur. Bekçilik yaptığı mahalle sakinleri onu emniyet müdürlüğüne şikayet ederler; fabrikadaki usta ve işçiler, fabrikadan ayrılmasını isterler. Böylece Murtaza vazife ahlakına sahip bir "suçlayan", bu ahlaki baskı ve şikayetlerle uygulamaya kalktığı için de "suçlanan" dır.

Orhan Kemal' in Murtaza' sı, bir insan tipi olarak, katı bir ödev ahlakı simgeler. Ödevinde küçük bir sapmaya bile olanak tanımayan bir hoşgörüsüzlükle bağlılığı, Murtaza' nın kişiliğini temellendirir. (...) Ödevine bağlılığın getirdiği bu hoş görmezlik, Murtaza' da bir zorbalığa dönüşerek, olaylara insancıl bir açıdan bakanların küçük sapmalarını jurnallemeyi bile haklı gösterir (Yavuz, 1975 : 176).

Murtaza' nın bu saplantılı ahlaki tavrı, kızının ölümüne neden olur. Kızının dokuma tezgahının başında uyuduğunu haber alan Murtaza onu büyük bir öfkeyle yere çarpar. İnsanilik taşımayan vazife anlayışı, gelip ölüme dayanır. Bu trajik sonuç bile, Murtaza' yı marazi kabullerinden uzaklaştıramaz. Ancak şunu söyleyelim ki, Murtaza' nın vazifesini kutsaması, çıkarlarına dayanmaz. O, vazifesini en sıkı bir şekilde yaptığı için kimseden menfaat dilenmez. Fakat Murtaza' nın vazife anlayışı, salt vazife ile ilgili değildir. Amirlerinden utanmak, sözünü yerine getirememek gibi saiklerde bu anlayışı besler. Mesela; babası yere fırlatınca darbe alan Firdevs evde ölüm döşeğindeyken, Murtaza, "Lakin nasıl bakacağım suratına müdürümün" diye düşünür. Yine "vazifenin aslanı" olmak, Murtaza için bir "kimlik bulma" çabasıdır. O, kimliğinin, vazife sınırları içindeki insanlar tarafından onanmasını önemsemez, asıl istediği, vazifeyi verenlerden takdir almaktır. Bu yüzden açığını yakaladığı her insanı, acımasızca ikaz eder veya müdüre jurnaller. Tekrar edilen bu jurnalleme işini, amirlerinden çıkar sağlamak için değil kişiliğinin kimliğinin onanması için yapar. Murtaza' nın ödev ahlakı, Kantçı bir ahlaktır. Roman boyunca ikide bir ödevinin gereğini yapmanın, erdemlerin en büyüğü olduğunu belirtir biçimde konuşması, ödevin boyutlarını kayıtsız şartsız bir bağlılıkla, körü körüne uygulaması, Murtaza' yı Kant ahlakının örnek insanı kılar. Kant' ın "categorical imperavite" dediği kesin ahlak buyruğudur bu (Yavuz, 1975 : 177-178)

Hilmi Yavuz' un değerlendirmesine göre, vazifenin aslanı olan, her ne olursa olsun önce vazife diyen Murtaza, Kantçı özerk ahlakın uygulayıcısıdır. Fakat, Murtaza vazifesi olmayan işlere de karışır. Gece geç yatanlara, kahvede oyun oynayanlara, "Neden? Çünkü lazım büüle! Kavrasınlar nedir vazife, mertlik, civanmertlik, olsunlar mütenebbih," diyen Murtaza, vazifesi olmayan işleri de vazifesi kabul eder. Bu yönüyle Murtaza, sadece sıkı bir görev ahlakını temsil etmez. O zorbalığı da içine alan bir idealizmi dile getirir. Ancak şahsın karikatürize edilişi, mizahi yapısı, "namus, şeref, yiğitlik" gibi moral değerleri örter. Yazarın diyalektik materyalist bakış açısı da, bu değerleri savunan Murtaza' yı komik hale getirmede etkilidir. Yazar bir taraftan Murtaza' yı bütün ülkeyi disipline koymayı düşünen, sağlık, güç ve vazife yolunda "mütenebbih" olmalarını isteyen biri olarak yansıtırken, diğer taraftan onu, sınıfın dışına çıkan, zenginlere ve iktidar sahiplerine şuursuzca teslim olan, kendi sınıfını hor, emredenleri üstün gören bir "yabancılaşmış insan olarak yansıtır. Nitekim Murtaza romanını Marksist bir yaklaşım ile ele alan Uturgauri, Murtaza' yı, "kendini aşağı görme duygusundan kurtulamamış, başkalarının buyruğuna girmiş, boyun eğmiş, kendi sınıfıyla bağlantısını yitirmiş, başka bir sınıfın çıkarlarına körü körüne bağlanmış" (Uturgauri, 1980 : 94 ) biri olarak tanımlar.

Hilmi Yavuz' da Murtaza' nın kendi vazifesi dışındaki işlerlere "ülkesinin adam olması" için karıştığını kabul etmeyerek, onun, insanların "mütenebbih" olmalarını isterken de ödev ahlakının kesin buyruğuna, süresiz bir geçerlilik kazandırmayı amaçladığını söyler. Fakat Murtaza' nın, bu konuda sarf ettiği birkaç cümleye bakınca, davranışlarının arka planında başka şeylerde bulabiliriz. O, gece yarısı hala ışıkları yanan bir eve gidip, aile reisine şunları söyler:

Devletin malıdır bu çocuklar, hem de milletin! Yok hakkın uyutmamaya ciğerparelerini vatanının! Hasan büyüyecek, kurşun atacak düşmana kurşun" (s.11)

Kahvede oyun oynayanları da fen müdürüne şöyle şikayet eder:

Sonra oynar kahvelerde vatandaşlar tavla altı kollu, pişpirik hemde dimino. Hiçbiri geç sıkı hazır ola. Sıkı hazır ola geçmeyen vatandaş orkutamaz düşmanlarımızı" (s.11)

Murtaza karısı gibi "a be maaş kaç" diyen para düşkünlerini eleştirirken de anlatıcı devreye girer ve onun şunları düşündüğünü aktarır:

Bütün vatandaşlar paraya değil, şana, şerefe, namusa tapmalıydılar (..) o zaman millet topyekün şeref, şan, namus sahibi olurdu. Bu da bütün vatandaşların çelik bilek, tunç yürekli olmalarını sağlar, bu sağlanınca da düşmanlar ürker, yurda saldırmayı göze alamazlardı" (s.108)

Yaptığımız üç alıntıda da Murtaza' nın disiplin anlayışının hedefi "düşman" nı korkutmak onun karşısında dimdik durmak, neticede ona karşı güçlü olmaktır. Murtaza Aksonya' lıdır. Balkan isyanlarında, harp boyunca "düşman" nın zulmü altında kalan yüz binlerce mücahirden biridir. Kendi topraklarında yaşama hakkını kaybedince kaçarak ve mübadeleler yoluyla Türkiye' ye dönmüşler. Murtaza' nın dayısı Kolağası Hasan Bey, düşmana kurşun sıkarak şehit olmuştur. Murtaza kendi çocuğunu Kolağası Hasan Bey olmasını isterken, bütün toplumunda mert, cesur ve vatanperver olmasını hayal eder. Murtaza' nın davranışlarını değerlendirirken kişiliğine sinmiş bu arka planın unutulmaması gerekir. Murtaza' nın iktidar sahiplerine teslim oluşu da, bir yanıyla bu kişiliğe bağlıdır. Komiser, Fen Müdürü, fabrika sahipleri, "disiplinli, çalışkan oldukları, vazifelerini yaptıkları" için bulundukları yerdedirler. Öyleyse onların isteklerini harfiyen yerine getirmek gerekir. "Kurs görmüş, amirlerinden sıkı terbiye almış" olmaması, onu diğer vatandaşlardan ayırır. Vatandaşlar diğer "memurlar", amirlerinden sıkı terbiye ve kurs almadıkları için meseleyi kavrayamazlar. Murtaza' nın kişiliğini oluşturan sebeplerin belirtilmesi, sürekli davranışlarının realiteye aykırı, mübalağlı şekilde verilmesi, bu arka planı örter ve Murtaza öncelikle saf, zorba, gülünesi ve acınılası mizahi bir kişi olur.

Murtaza, dürüst bir kişidir. İster kendi sınıfına yabancılaşmış bir "kapıkulu" olarak değerlendirilsin, ister memleketi disipline sokmak isteyen bir Donkişot olarak kabul edilsin onun dürüst olduğu örtülemez. Onun söyledikleriyle düşündükleri arasında fark yoktur. Kendi zararına dahi olsa doğruyu söyler. Murtaza' yı "varlıklı kesimin yardakçısı" olarak tanımlayan eleştirilerde de şahsın bu değişmez özelliği gözden kaçırılmıştır. Yardakçının ve kapıkulunun dürüst olması mümkün değildir. Emniyet müdürü mahallelinin şikayeti üzerine Murtaza' yı sorguya çekince, o, Mahallelinin doğru söylediğini kabul eder ve yaptıklarının kurs görmüş, disiplin tanımış bir bekçi için doğru olduğunu ileri sürer. (s.79). O, Türkiye'ye geldiğinde dubaracı hemşehrileri gibi yalan söyleyip mal mülk peşinde koşmamış, "biz fakir insanlardık memlekette, yok idi başkaları gibi tarlalarımız, konaklarımız" diyerek iskan dairesindeki memurları, dürüstlüğü ile şaşırtmıştır. (s.13). Murtaza, kızı Firdevs'i uyurken gördüğü halde fen müdürüne ihbar etmeyen Kontrol Nuh' un görevini yapmamakla suçlar (s.233).
Orhan Kemal' in "aydınlık gerçekçilik" dediği anlayışın izlerini bu romanda da görmek mümkün, Çünkü, Murtaza' nın acımasız, jurnalci vazife anlayışını gülünç hale getirmesinin yanında, onu hiç beklenmeyen bir şekilde iç dünyasıyla göstererek okurun acımasını ve onu anlamasını ister. Böylece sucun tek tek şahıslarda değil, bozuk sosyal düzende olduğu sonucuna varılacaktır. Murtaza, evine misafir gelen kardeşine şöyle der:

Bilirim her şeyleri. Çeker benim de içim tereyağı kaymak bal. Lakin görürüm camekanlarında bakkalların, geçerim; yetmez almaya gücüm. Ederim kahır kendime ne sanarsın kardaşını (s.205).

Murtaza vazife, disiplin, mertlik, namus gibi davranışları ile sabitleşmiş değerlerden sadece bir kere sıyrılır İç dünyasında görünen özelliklerden farklı duygular taşıdığını, sadece o sözlerde buluruz. Fakat bu bilgi, Murtaza' nın "yuvarlak bir tip" e doğru evrilmesini sağlamaz. O, romanın başında neyse sonun da odur.

Mehmet Narlı - Varlık

Thursday, July 5, 2012

Cinsel Devrim


Wilhelm Reich / Cinsel Devrim

İçgüdüyle ahlâk arasındaki çatışmada ve ben'le dış dünya arasındaki kavgada, ruhsal organizma dış dünyaya karşı olduğu kadar içgüdüye karşı da zırhlanmak, kendini «soğuk»Iaştırmak zorundadır. Ruhsal organizmanın «zırh kuşanması»ysa yaşama elverişliliğiyle yaşama etkinliğinin az ya da çok sınırlanması sonucunu doğurur. İnsanların çoğunun bu zırhın sıkıntısını çektiği söylenebilir; bir du­var vardır yaşamla aralarında. Toplu yaşayış içersinde bun­ca insanın yalnızlığının başlıca nedeni bu zırhtır.
Kişilik çözümlemesi yoluyla iyileştirme, bireylerin zırha takılıp kalan bitkisel enerjilerini özgürlüğe kavuşturur. Bu zırhlanmanın en dolaysız sonucu, topluma aykırı ve sapık içtepilerin yoğunlaşması, toplumsal bunalım ve ahlâki bas­kıdır. Aynı anda çocukluktan kalma baba ocağına bağla­nıp kalmalar, küçük yaştaki örselenmeler ve cinsel yaşa­mı engelleyen yasaklar ortadan kaldırılabilirse, gittikçe ar­tan oranda enerji cinsel dizgeye döner. Böylece, doğal cin­sel gereksinimler yeniden canlanır ya da ilk kez uyanır. Ayrıca, hastanın tam bir bedensel doyuma erebilmesi için cinsel bilinçaltına itişlerle cinsel bunalım yok edilirse, has­ta kendine uygun bir cinsel eşe rastlayacak kadar talihliyse, genel tutumunda insanı şaşırtacak kadar geniş bir de­ğişiklik olur. Şimdi bu değişikliğin en önemli görünüşlerini inceleyelim.
Sağaltımdan (tedaviden) önce düşünce ve eylemin bü­tünü bilinçdışı, akıldışı dürtülere bağlıyken, hasta gittik­çe akılcı eylemde bulunabilme yeteneğine kavuşur. Bu sü­reç içersinde, gizemcilik, dincilik, çocukça bağlanma, boş şeylere inanma eğilimleri yavaş yavaş yok olur, üstelik de hastaya herhangi bir «eğitim» verilmeden. Eskiden kalın bir zırh içersindeyken, kendisiyle ve çevresiyle ilinti kura­mazken, yalnızca doğal olmayan sözümona ilintiler kura­bilirken, gerek güdüleriyle, gerek çevresiyle doğal ve do­laysız ilintiler kurabilme elverişliliği gittikçe artar. Bunun sonucu, şundan bundan ödünç alınmış, düzmece davranış­ların yerine, gözle görülür biçimde, doğal, kendiliğinden davranışların geçmesidir.
Hastaların çoğunun ikili bir yapıya sahip olduğu söy­lenebilir; dışardan bakıldıklarında, düzmece ve garip gö­zükürler; oysa, bu hastalıklı dış görünüşün ardında, sağ­lıklı bir şey vardır. Bugünkü durumda bireyleri birbirlerin­den ayıran, bireysel sinir üstyapılarıdır. İyileştirme süreci boyunca, bireysel ayrılık hissedilir derecede azalır, yerini davranışın yalınlaşmasına, bırakır; bu yalınlaşmanın so­nucunda, iyileşme yolundaki hastalar bireysel özelliklerini yitirmeksizin, kalın çizgilerde birbirlerine daha benzer olur­lar.
Böylece, her hasta birey, çalışmaya uyamayışını ken­dine özgü bir biçimde gizler; çalışmasını engelleyen bozuk­luk yok olur da yetilerine güvenini yeniden kazanırsa, aşağılık duygusunu ödünlemesine yardım eden kişilik çizgile­ri de silinir gider; ödünlemeler son derece bireysel şeyler oldukları halde, herhangi bir işi gerçekleştirmekteki kolay­lığa dayanan kendine güven duygusu herkeste temelinden benzerdir.
Bedensel boşalma güçleri bozulmuş kişilerin, yani in­sanların çoğunun tutumuysa bambaşkadır: cinsel edimden çok daha az zevk aldıklarından, kısa ya da uzun süre cin­sel eşsiz yaşayabilirler; ayrıca, sevişme onlar için büyük bir anlam taşımadığından, pek titiz de değildirler. Cinsel ilişkilerinin kayıtsızlığı işte bu bozukluğun sonucudur. Cin­sel yanları bozuk bu bireyler ömür boyu tekeşli yaşamaya daha yatkındırlar. Oysa bağlılıkları cinsel doyuma değil, ahlâki baskıyla cinsel arzularını bilinçaltına itme dizgesine dayanır.
İyileşmekte olan hasta kendine uygun bir cinsel eş bul­du mu, sinir hastalığı belirtileri yok olduğu gibi, çoğu kez şaşkınlıkla, yaşamını düzene koyabildiğini, çatışkılarını o güne dek tanımadığı bir kolaylıkla, hastalıklı olmayan yol­lardan çözebildiğini görür. Bütün bunları yaparken, en do­ğal biçimde zevk ilkesini izler. Ruhsal yapısında, düşünce ve duygularında dile gelen tutum yalınlaşması, yaşayışındaki bir sürü çatışmayı ortadan kaldırır; aynı zamanda, bugünkü ahlâkî düzene karşı eleştirici bir tutum takınır.
Şurası açık ki, ahlâkî düzenleme ilkesi cinsel düzensiz­lik yoluyla kendi yaşamını düzene koyma ilkesiyle çelişir.
Cinsel yönden hasta toplumumuz cinsel sağlığın düzel­tilmesi girişimine katkıda bulunmaya yanaşmadığından, bedensel boşalma gücünün yeniden kazandırılması çalışma­ları bin türlü aşılmaz engelle karşılaşır: ilk engel, hasta­nın, iyileşmeye yüz tuttuğu zaman rastlayabileceği cinsel yönden sağlıklı kişilerin sayısının sınırlı oluşudur; ardın­dan da, zorlayıcı cinsel ahlâkın getirdiği türlü sınırlandır­malar gelir. Cinsel yönden sağlığa kavuşan kişi, sağlıklı ve doğal cinsel yaşamının gelişmesini önleyen bütün şu toplumsal kurum ve durumlar karşısında, bilinçsiz ikiyüz­lülüğü bir yana bırakıp bilinçle ikiyüzlü olmak zorunda kalacaktır. Kimileriyse, yakın çevrelerini, şimdiki toplum­sal düzenin sınırlayıcı etkisini önemsiz kılacak biçimde de­ğiştirebilme yeteneklerini geliştirirler.
Ruhçözümlemesinin yanlış değerlendirdiği, kafa eğiti­mi konusunda ruhçözümcülerin kuramıyla çelişen olguları özetleyelim:
·        Bilinçaltının kendisi de, hem nicelik, hem nitelik açısından, toplum tarafından belirlenir.
·        Çocuksu ve topluma aykırı içtepilerin bırakılma­sı, her şeyden önce, doğaya uygun bedensel cinsel gereksi­nimlerin doyurulmasına bağlıdır.
·        Ruhsal aygıtın köklü zihinsel gerçekleştirilmesi demek olan yüceltme (sublimation) ancak cinsel arzular bilinçaltına itilmezse başarılabilir; bu yüceltme, ergin insanda, cinsel içtepilere değil, yalnız üretkenlik öncesi cin­sel itkilere uygulanabilir.
·        Cinsel tutumbilimin sinir hastalıklarının önlen­mesinde ve bireyin yeniden toplumsal etkinliğe uyabilecek duruma getirilmesinde temel etken saydığı cinsel doyum, bugünkü yasalarla ve bütün ataerkil dinlerle her yönden çelişir.
·        Ruhçözümlemesinin hem bir iyileştirme yolu, hem de toplumsal bilim olarak önerdiği cinsel arzunun bilinç­altına itilmesinin ortadan kaldırılması, bu itilmeye daya­nan toplumumuzun bütün eğitsel öğelerine aykırıdır.
Ruhçözümlemesi, ataerkil kafa eğitimine bağlılığını an­cak kendi zararına sürdürebilmektedir. Ruhçözümcülerin ataerkil kültürden gelen kavramlarıyla bu kültürü aşındı­ran bilimsel sonuçlar arasındaki çatışma, ataerkil dünya görüşünün yararına çözülmüştür. Ruhçözümlemesi kendi buluşlarının sonuçlarını kabul etme yürekliliğini göstermeyince, bilimin sözümona siyaset-dışı ("kılgısal olmayan") karakterine sığınır; oysa, gerçekte, ruhçözümcü kuram ve uygulamanın her aşaması birtakım siyasal ("kılgısal") so­nuçları sorun konusu eder.
Bilinçaltı içerikleri yönünden din adamlarının, faşistlerin ve gericilerin kuramları incelendiğinde, başlıca özelliklerinin savunma tepkisi olduğu görülür. Bütün bu öğretiler her insanın kendinde taşıdığı bilinçsiz cehennem karşısında duyulan korku tarafından belirlenmiştir
….
Kimileri cinsel tutumbilime uygun yaşamın aileyi yıkacağını ileri sürüyorlar; sağlıklı bir sevisel yaşamın doğuracağı "cinsel uçurum" konusunda gevezelik ediyor, öğretim üyesi ya da başarılı bir yazar oluşlarından yararlanarak halk yığınlarını etkiliyor böyleleri. Oysa neden söz ettiğimizi bilmek zorundayız: her şeyden önce, kadınlarla çocukların gerek iktisadi, gerekse ahlaki köleliğine son vermek istiyoruz; bu iş yapılmadıkça, koca karısını, kadın kocasını, çocuklar da ana-babalarını sevmeyeceklerdir. Dolayısıyla bizim yıkmak istediğimiz şey "sevgi dış görünüşü"nü alsa da, ailenin yarattığı nefrettir. Aile sevgisi söylendiği gibi insanın en büyük ayrıcalığıysa, bunu kanıtlaması gerekir. Eve zincirle bağlanmış bir köpek kaçmazsa, hiç kimse kalkıp da onu sahibine bağlı bir yoldaş sayamaz. Aklı başında hiç kimse, bir erkek elleri ayakları bağlı bir kadınla otururken sevgiden söz edemez. Azıcık dürüst bir erkek kendisine sağladığı bakımla ya da toplumsal gücüyle satın aldığı kadın sevgisiyle övünemez. İnsanlık onuru taşıyan hiçbir erkek özgürlük içinde verilmeyen sevgiyi kabul etmez. Eşlik görevinde ve aile yetkesinde kendini belli eden zorlayıcı ahlak anlayışı, korkak ve güçsüz kişilerin ahlakıdır; bunlar doğal sevgi yetenekleriyle yaşamayı göze alamadıkları şeyleri, boşu boşuna, polisin ve evlilik yasalarının yardımıyla elde etmeye çalışırlar.
….
 Resmî cinselbilimin ahlâka aralık bıraktığı başka bir kapı da, cinsel ilişkilerin «tinselleştirilmesi» yolundaki öne­risidir. İşe, duyusal hazlara düşkünlük yargılanarak baş­lanmıştır; ama bir de bakılmıştır ki bu, türlü hastalıklı bi­çimlerde, insanı çileden çıkarırcasına, yeniden boy gösteriyor. Ee, peki «ahlâkî» yani çileci ve iffetli yaşama biçi­mine eskisinden daha fazla düşman hale gelen bu güçleri ne yapmalı acaba? Yapılacak şey, «cinsel yaşamı çok üst bir tinsel düzeye çıkarmak»tır. Cinsel yaşam düzeltimcileri arasında pek yaygın olan bu savsöz, içinde kullanıldı­ğı formüllerin belirsizliğine karşın, son derece somut bir şeyi anlatır: cinsel etkinliğin bastırılıp bilinçaltına itilişi­nin hortlayışı.
….

Helene Stöcker'in tinsel önderliğini yaptığı Deutscher Bund. für Mutterschutz und Sexualreform (Alman Analığı ve Cinsel Düzeltimi Koruma Derneği),
1922'de hazırlanıp oylanan «Programını yayımladı. Önce, cinsel tutumbilim açısından geçerli ilkelere dayanan bu «Program»ı aktara­lım.

ALMAN ANALIĞI VE CİNSEL DÜZELTİMİ KORUMA DERNEĞİ'NİN PROGRAMI
Hareketin yapısı ve ereği
«Bu hareket, insan yaşamının yüce değerine inanan, onu destekleyen, iyimser bir dünya görüşüne dayalıdır.
«Hareketimiz, bu ilkelerden yola çıkarak, erkeklerle ka­dınların, ana-babalarla çocukların, kısacası insanların or­tak yaşamını elden geldiğince zengin ve verimli kılmak is­temektedir.
«Dolayısıyla görevimiz gittikçe artan sayıda bireye, fahişeliği, cinsel hastalıkları, cinsel ikiyüzlülüğü ve zorla­ma perhizi hoş gören ve geliştiren toplumsal koşullarla ah­lâk anlayışlarının tiksinçliğini göstermektir.
«Bugünkü ahlâki değerlerin karışıklığı, doğurdukları toplumsal kusur ve acılar, tez elden bu soruna çare aran­masını gerektirmektedir. Buysa, hastalık belirtilerinin kal­dırılıp atılmasıyla değil, ancak kökteki nedenlerin yok edilmesiyle gerçekleşebilir.
«Ama hareketimizin tek amacı hastalıkların yok edilmesi değildir; aynı zamanda, kişinin toplumsal yaşamının sevinçle dolmasına olumlu biçimde katkıda bulunmak isti­yoruz. Dolayısıyla, ereğimiz:
1) Annenin sağlığını güvenlik altına alarak, yaşamı daha kaynağında korumak;
2) Cin­sel yaşamı yalnızca döl vermenin hizmetinde bırakmamak, bir cinsel düzeltim gerçekleştirerek bireyin gelişmesinde, yaşama sevincinin sağlanmasında kullanmaktır.
Ahlâk anlayışının genel ilkesi
«İnsan ilişkilerinin, özellikle de cinsel ilişkilerin esen­liğe kavuşturulmasının birinci koşulu, zorunlu isteklerini uyduruk doğaüstü buyruklara, dindışı keyfî çekidüzen ver­melere ya da düpedüz geleneğe dayandıran ahlâk anlayış­larının etki dışı bırakılmasıdır. Ahlâk da bilimin en son buluşlarına dayanmalıdır. Tam bir sorumsuzlukla, eskiden bir anlam taşıyan ve bazı sınıfların çıkarma çalışan bir temel ahlâk kuralını sonsuza dek saklayamayız. Bizim için «ahlâk»m denektaşı, gerek bireysel, gerekse toplumsal açı­dan, insanı daha zengin ve uyumlu bir yaşama kavuştu­rup kavuşturamayacağıdır.
«Bundan ötürü, beden-ruh karşıtlığını kabul etmiyo­ruz; cinslerin doğal olarak birbirini çekişine 'günah' dam­gası vurulmasını, 'duyusal haz düşkünlüğü'nün aşağılık ya da hayvanca bir şey sayılmasını, ahlâklılığın temel il­kesinin 'beli sıkılık' olmasını istemiyoruz! Bizim için in­sanoğlu parçalanmaz bir varlıktır, bedensel gereksinimle­ri de, ruhsal gereksinimleri de aynı özen ve sağlığı bekler.
«Ahlâkî ilkeler, ancak dingin, yani bireylere eşit hak­lar tanıyan, yeteneklerini geliştirebilmeleri için en iyi ko­şulları sağlayan bir toplumsal yaşamın türlü durumların­dan doğal olarak çıktıkları zaman bu adı taşımaya değer­ler. Bizim için, belirli koşullar altında, bireyin kişiliğini ge­liştirmesine ve daha iyi toplumsal yaşama biçimlerinin ge­lişine katkıda bulunan ilke 'ahlâkî'dir.
Cinsel ahlâk
«Şimdiki ahlâk düşüncelerimiz ve toplumsal dizgemiz cinsel ikiyüzlülüğü, dokusal hastalıkları ve daha başka dertleri beslemektedir. Dolayısıyla amacımız, gittikçe ge­nişleyen çevrelere, bu durumun ne denli dayanılmaz oldu­ğunu ve bu düşüncelerdeki karışıklığı göstermek; ve bu dü­şüncelerle durumlara var gücümüzle savaş açmaktır. Erdem'in 'cinsel perhizle bir tutulmasını da, biri erkeğe, öbürü kadına uygulanan iki ayrı ahlâkın bulunmasını da istemiyoruz. Cinsel ilişki, bu haliyle, ne ahlâklı, ne de ahlâksızdır.
Doğal bir gereksinimden doğan bu ilişki, dış durum ve ko­şulların araya girmesiyle ve bireylerin takındıkları tutum­la ahlâklı ya da ahlâksız olur. Cinsel etkinliğin imlemi as­lında başlıca sonucu olan döl vermede tükenmez.
«Tam tersine, bireyin gereksinimlerine karşılık veren cinsel etkinlik gerek iç, gerekse dış yaşamda kurulacak uyumun temel koşuludur. Yapısı gereği, başka birini ken­dine çekebilme olanağını gerektirir. Bu koşullarda, sevisel yaşam birtakım can alıcı deneylere girişebilme olanağı yö­nünden zenginleşir, insanın yaşamı anlama ve başkaları­nı tanıma yeteneğini derinleştirip inceltme yolunu açar, kişiyi analık ve babalık'la, gerçek yaratıcılığa götürür.» ALINTI


Wednesday, July 4, 2012

Kötülük her yerde


Tony Judt'un deyişiyle, toplu yoksullaşma, zamanımızın fotoğrafıdır. Onun sıraladıklarını çoğaltalım: Bozuk yollar, iflas etmiş şehirler, çöken köprüler, yıkıcı ekolojik sorunlar, berbat okullar, işsizlik...




Yaşadığımız hayatın aslında kabul edilmesi olanaksız yanlarının sanki bizimle birlikte doğmuş ya da dünyanın kaçınılmaz haliymiş gibi algılanması tuhaftır. Düşünmeyiz. İnsanlar arasındaki eşitsizliğe karşı çıkıyoruz, dünyanın her yerinde; oysa bir ailenin servetinin ülkede yaşayan milyonlarca kişinin toplam servetinden daha büyük oluşundan pekâlâ olağan bir durummuş gibi söz ederiz. “Wal-Mart’ı kuran ailenin serveti, Birleşik Devletler nüfusunun en alt gelir grubunu oluşturan yüzde 40’lık bölümün (yani 120 milyon insanın) kazancıyla aynıdır (90 milyar dolar),” diyor Tony Judt. Türkiye ’de de en tepedeki ailenin serveti, nüfusun en alt gelir grubunun herhalde yüzde 30’unun kazancıyla aynıdır.
Tony Judt’un ‘Kötülük Kol Gezerken’ kitabı ilk satırlarında bunları düşündürerek başlıyor. Demek ki öteden beri içinde yaşadığımız kapitalizmin seçeneksiz olduğu içselleştirilmiştir. Yeni zamanların düşüncesi bu. Daha otuz yıl önce böyle değildi. Ama sosyalizm deneyiminin olumsuz sonuçları, kapitalizmin, son küresel krizin içinde çaresizlikten bir duvardan ötekine savrulurken bile bir başka seçeneği olup olmadığı tartışmasına yol açmadı. Oysa tek bir insanın ömrünün yarısı bile etmeyecek kadar kısa bir zaman önce, herkesin önünde, ideallerle, derin düşüncelerle beslenen parlak bir seçenek vardı. Gerçekliği olsa da olmasa da. Neden sonra gelen genç kuşaklar, bazen o düşüncelere uzak düştükleri için eleştirilirken, bazen de o tanımadıkları geçmişten gıptayla söz ettiler. (“Kayıp kuşak” sendromu.)
Tony Judt, “Öğrencilerim pek çok açıdan haklı,” diyor. “En azından bu anlamda bizden öncekiler için olduğu gibi, bizim için işler daha kolaydı.” Gerçeklikle idealleştirilmiş düşünceler arasındaki bağlar zayıflayınca, işler hep kolaylaşır. Sosyalizm ideali böyle miydi peki? “1960’lı yılların karakteristik özelliği mağrur bir kendine güven hissiydi: Dünyanın nasıl düzeltileceğini biz biliyorduk,” diyor Tony Judt. Bu vardı elbette. Gelgelelim, bunu edilgin biçimde yaşamanın kolaylığını hiçbir zaman görmedi o kuşaklar. Tersine, bir yandan gerçekliğin idealleştirilmiş sosyalizm düşünceleriyle aşılabileceği düşünülürken, öbür yandan onu kazanmak için sert ve acı sonuçlar veren bir mücadele de göze alınmıştı.
Zaman bugün kötü mü? Her zamanki kadar kötü. İnsanın toplumsallaştıktan sonraki ilk tutkusu yönetme ve iktidar oldu. Hasımları iktidarı nasıl gördüyse, sosyalist sol da öyle gördü. Üstelik iktidarı bu kez olumlu idealler uğruna korumaya kalkışınca, sonuçları trajik oldu. Bu fırsatla sosyalizmin reel biçimini bir daha denenmemek üzere tarihe gömeceğini düşünen kapitalizm, gerekçelerini ideolojik soslarıyla insanların önüne sürdü, kendini mutlu etti. Madalyonun bir yüzünü gösterdi, haklıydı, diyelim. Peki madalyonun öbür yüzü? Dünyanın herkesin gözleri önünde duran, ama bir türlü görülemeyen acıklı hali?
Tony Judt’un deyişiyle, toplu yoksullaşma, zamanımızın fotoğrafıdır. Onun sıraladıklarını çoğaltalım: Bozuk yollar, iflas etmiş şehirler, çöken köprüler, her zaman doğaya yüklenen doğal afet suçunun altından çıkan devlet başıbozukluğu, yıkıcı ekolojik sorunlar, berbat okullar, işsizlik, düşük ücretler, korkunç sağlık hizmeti, parasız olanın ancak ölümünü bekleyebileceği koşullar, rüşvet ve hukukdışılık ve benzeri büyük sorunlar.
Dünyanın halinin herkes için iyi olduğunu ancak siyaset adamları söyler. Bu aptalca sözlere kanan halk kesimleri de giderler onlara oylarını verirler, ama parlamenter düzen de böyle bir büyük aldatmaca işte. Denir ya benzerleri: Seçimler demokrasi için iyi bir şey olsaydı, yapılmazdı zaten.
Zengin Batı’daki yanılsamanın bir benzeri bu ülkenin son döneminde de aynıyla yaşanıyor: “Toplam servetteki genel artış paylaşımdaki dengesizlikleri örtbas eder.” Ekonomik büyüme toplumun bütününe katkıda bulunur elbette, bu arada kişi başına düşen gelir artarken üretim araçlarının sahibi olan küçük bir azınlık bundan orantısız biçimde yararlanır, diyor Tony Judt, aşağı yukarı bu sözlerle. Türkiye ’de olduğu gibi. Son krizi, en azından bugüne dek, Avrupa’nın hemen bütün ülkelerinden çok daha iyi koşullarda ve temelli zararlar görmeden atlatmaya çalışan Türkiye ’de en az on yıldır ekonomik başarı hikâyeleri dinleyerek yaşıyoruz. Aşağıdakilerin de kişisel gelir ve alım gücü arttı belki, rakamların cilası alındıktan sonra da bu sonuca varılabilir, ama bu arada büyümenin kanalları çok küçük bir azınlığın hanesine yönlendirildiği için, bu ülkenin tarihinde hiçbir zaman zenginler bu kadar zengin, yoksullar bu kadar yoksul olmadı. Siyasal iktidarlar bu uçuruma doğanın harikası gibi bakarlar. Dolayısıyla aşağıdakilerin gelirinin ve alım gücünün arttığı savı bir yanılsamadır. Dünden görece daha iyi olurken bugüne göre dünden daha kötü olan aşağıdakiler, siyasetin, gerçekliği olduğundan başka gösterdiğinin farkında da olmayabilir. 

Yukarıdakiler hep mutlu
Adam Smith’in ta 18. yüzyılda yaptığı saptama, bugün bin kere daha geçerli olmalı: “İnsan yığınlarının çoğu hayranlar ile tapınanlardan meydana gelir ve daha da ilginci, bu hayranlarla tapınanlar servet ve mevkiden çoğunlukla hiçbir menfaat elde etmezler.” Devleti ve iktidarı seçim yoluyla ya da antidemoratik yollarla ele geçiren yönetenlere ve liderlere hayranlık ve tapınma duyan yığınlar, bugün bu ülkede de olduğu gibi, kendisini hep aynı konumda kalmaya mahkûm ederken, yukarıdakileri hep mutlu eder.
Yukarıdakilerin aşağıdakileri mutlu etme (aldatma dememek için) yollarından biri de iaşe dağıtımı. “Sosyal yardım” adı atında yapılan karşılıksız yardımlar, bizde çuval çuval mercimek, nohut, şeker, patates ve çeşitli yiyeceklerden giysi yardımına, çocuklara okul gereçlerine, ceplere üç kuruş sıkıştırmaya, oradan da artık buzdolabına, çamaşır makinesine kadar genişledi. Kime yapılıyor yardım? Binlerce kişiye. Medyanın (iktidarın yedek gücü) vitrininde her zaman yeri vardır bu yardımların.
Peki geriye kalan milyonlarca yoksul? Yardım yapanlar çekildikten sonra eviçlerinde insanların duygularının fotoğrafını çeken oluyor mu? Onların patates şeker yardımı almaktan onurlarının hangi yaraları aldığının? Demek ki aynı ülkede milyonlarca yurttaş şeker patates alamayacak durumda, bunun sözü edilmez de, yardım marifetmiş gibi sunulur. Deniz Feneri ve benzeri kuruluşların her hafta bir aileye yapılan yardımı bir televizyon şamatasıyla ekranlara taşıması ahlaki bakımdan yaygın biçimde sorgulanmıyor bile. Bir yılda elli iki, on yılda beş yüz yirmi aileye yardım yapabilirsin. Türkiye ’de en az on milyon yoksul var mı!
Bu yüzden yönetenler ortak değerlere çok önem verir: ortak kimlik, ortak tavır, ortak kültür vb. Safsatalar. Devletin doğasında taşıdığı otoriter anlayışın zoru, farklılıkları yok edip ortak olanları öne çıkarmaya koşullanmıştır. Bunu adı da her ülkede milli birlik ve beraberlik. Sokaktaki insanı hiç ilgilendirmeyen milli birlik ve beraberlik, yönetenlerin her yerde en önemli silahı.
Kapitalizmin Batı’daki büyük kaleleri, 1990’lardan sonra sosyalizmin yıkılışını kutlarken, tarihin sonunun da böylece geldiğini ilan etti. ‘Kötülük Kol Gezerken’de bu anlayışı da irdeliyor Tony Judt. Dünyanın liberal kapitalizme kaldığına, başka seçenek olmadığına inanıldı. Gelgelelim, bu tablonun üstünden yirmi yıl geçti ve kendi küresel krizinden yeniden doğduğu düşünülen kapitalizm, en azından temellerinin sağlamlığından kendisi de kuşku duymaya başladı. Sosyalizm bir seçenek değilse, kapitalizm son seçenek mi? Seçenek kapitalizmse, o da bu mu?
İlginç olan şu ki, 1990’larda reel sosylizmin uğradığı yıkım, sosyal demokrat partileri de dumura uğrattı. Kendisini bu kez kendi soluna bakarak açıklamaya, öbürleri gibi olmadığını anlatmaya çalışırken, kendi varlığını da eritmeye başlayan sosyal demokrasinin çarpıcı bir örneği de bu ülkede. Ne olduğu belirsiz bir siyasal hareket, ne içinde bulunduğu toplumu anlayabiliyor, ne de anlamlı bir gelecek öngörüsü ortaya koyabiliyor. Yirmi yıldır yok hükmündeki sosyal demokrat hareket için de artık hiç kimse olumlu beklentiler içinde değil. Radikal Kitap

KÖTÜLÜK KOL GEZERKEN
Tony Judt
Çeviri: Dilek Şendil
Yapı Kredi Yayınları, 2012, 148 sayfa, 15 TL.

Tuesday, July 3, 2012

Göçmen Kalem


 Yaşar Seyman
BİLGİ YAYINEVİ

1989’dan bu yana örgütlü yaşam ve kadın hakları konusunda, emeğin sömürüsüne karşı sendikal mücadelesini sürdüren, 2007’de Avrupa’nın başarılı kadın sendikacısı seçilen Yaşar Seyman yazar kimliğiyle karşımızda.

Göçmen olmak, yüreğine-aklına, kimliğine-kişiliğine, benliğine-kültürüne yeni bir yuva kurmaya çalışmak demektir. Göçmen olmak, unutulmazı unutmaya, yaşamına yeni insanlar katmaya, anılar biriktirmeye başlamak demektir.
Göçmenlik burun direğini sızlatır insanın.
Aynı zamanda biler, keskinleştirir, çoğaltır, zenginleştirir.
Zamanı görünür kılar göçmenlik; emeği yoğun, ekmeği sıcaktır ve hayalleri, özlemlerine anaç bir kucaktır göçmenin.
Yaşar Seyman'ın kalemi bize onları anlatır.
Göçmen olmanın, göçmen kadın olmanın zorluğunu, emeğin ve dayanışmanın gücüyle örnek yaşamlara çeviren insanların öyküsünü anlatır. Bir anlamda yüreğinin göçlerini sunar sakınmadan. İçten, değerbilir, güçlü ve devingendirALINTI

Monday, July 2, 2012

FAUST



FAUST : Faust latince mutluluk demektir. Faust bilgi ihtirası içinde kıvranan karamsar bir tipi anlatır. Bilim uğruna bütün ömrünü harcamış nefsine bütün dünya hazlarını yasak etmiş ve tam anlamıyla yasak bir ömür geçirmiş olmasına rağmen amacına ulaşamamış olmanın ızdırabı içindedir. Bu hal içinde şeytana teslim olduktan sonra onun akıbeti çeşitli Faust efsanelerinde türlü türlü gösterilmiş ve dünyaya beyan edilmiştir.

MEFİSTO : Mefisto’ya şeytan demek yerinde olur. Mefisto sadece fenalıkları sürükleyen bir hüviyet olmakla kalmaz aynı zamanda bir çeşit Azrail rolünü de üstlenmektedir.

Eserin anlatımı çok sadedir. Faust zamanın bütün bilimlerini tahsil edip bitirmiştir. Artık öğrenilecek bir bilim kalmamıştır. Fakat görmektedir ki; gerçeği bulma sahasında bütün bu bildiği şeyler kendisini bir adım bile ileriye götürmemiştir. Halbuki zamanın olanaklarından çok ileriye göz diken bir ihtirasla salt gerçekleri anlamak ve bilgi sahibi olmak arzusundadır. Normal bilgi edinmek yollarından bir hayır gelmeyeceğini anlamıştır. Böylece son umut olarak kendisini büyücülüğe vermiştir. Ruh kuvveti sayesinde arzu ettiği bilgileri elde edebileceğini ummaktadır.

Gökte Tanrı ile Şeytan aralarında bir bahse tutuşmaktadırlar. Şeytan Faust’u kolayca baştan çıkartacağını onu asli kaynağından uzaklaştırıp sapıklığa sürükleyebileceğini iddia etmektedir. Tanrı ise insanın yaradılış itibarı ile iyi olduğunu ve yeryüzünde bir gaye için çalışırken yanılabileceğini fakat şeytan araya girse bile yine kendi ruhunun iyiliği sayesinde doğru yolu bulabileceğini bilmektedir. Bu itibarla şeytanı Faust üzerinde deneme yapmakta serbest bırakmıştır.

Faust büyücülükle uğraşırken alışılmış şekilde ruh çağırmaya başlar. Bu çağırmaların birinde Mefisto karşısına çıkar. Faust hayattan bezgindir. Hiçbir şeyden tat almamaktadır. Oysa Mefisto ona parlak vaatlerde bulunmaktadır. Nihayet aralarında bir sözleşme yapılır. Faust der ki; beni istediğin yere götür. Eğer bir an gelip ben zamana “dur geçme ne kadar güzelsin” diyecek kadar bir mutluluk duyarsam artık ölmeye razı olurum.

Bu bahislerden sonra Mefisto mel’un teşebbüslerine başlar. O ana kadar kitapların içine kapalı kalmış Faust’u küçük ve büyük alemlerde dolaştırır. Sefil meyhanelerden en lüks saraylara kadar her yeri gezdirir. Bir taraftan da Faust’u türlü içkilere alıştırır. Bir büyücü kadına hazırlattığı aşk içkisini Faust’a içirdikten sonra onun karşısına masum Margaret’i çıkarır. Faust 25 yaşındaki bir gencin heyecanı ile kızcağızı sever.

Kız da masum duygularla bu aşka karşılık verir. Bu yüzden rahatça baş başa kalabilmeleri için annesinin fincanına Faust’un verdiği zehiri damlatır. Kadıncağız ölür. Margaret Faust’dan olan çocuğunu boğar. Bu yüzden Margaret’in kardeşi de Faust tarafından öldürülür. Böylece Faust’un eli kana bulanır. Margaret’i hapisten kurtarma denemesi de başarılı olmaz.
 
Araya Yunan güzeli Helena girer. Faust ona da aşık olur. Fakat aradığı mutluluğu burada da bulamaz. Nihayet İncil’in bir sözüne göre düşünmeye başlar. Yani yaradılışın ilk eseri “söz” müdür “anlam” mıdır “faaliyet” midir? Faust beşeri mutluluğu faaliyette bulur. Bir bataklık sahayı bayındır haline getirmeyi tasarladığı anda bir nevi murada erer ve zamana “dur geçme çok güzelsin” der.

Sonuç olarak yazar her iki bölümde de insan karakterini oldukça detaylı bir şekilde dile getirmiştir. Fakat yazar isterse bir konuyu nasıl haşmetli heybetli bir sadelik ve bütünlükle işleyebileceğini göstermiştir. Bununla birlikte bazı bölümlerinin anlaşılması ve olaylarla bağlantı kurmak çok güçtür
Kaynak: Faust -- Goethe

Chaplin’in bilinmeyen senaryosu

Şarlo’nun yaratıcısı, sinema tarihinin gelmiş geçmiş en önemli yönetmen ve aktörlerinden Charlie Chaplin’in daha önce hiç bilinmeyen bir senaryosu bulundu.
Avrupa’nın en önemli sinema arşivlerinden birini barındıran, İtalya’nın Bolonya kentindeki Cineteca di Bologna, Charlie Chaplin’e ait, el yazması bir senaryoyu gün yüzüne çıkardı.
Hayata geçirilmeyen senaryo, Chaplin tarafından 1930′ların sonunda kaleme alınmış. Klasik bir dansçının cefalı yaşamını konu alan senaryonun, 1950 yılında yaşama veda eden Rus asıllı balet Vaclav Nijinsky’den esinlenilerek yazıldığı belirtildi. Chaplin’in, bu yıl 60′ıncı yaşına basan Limelight (Sahne Işıkları-1952) adlı filminde de bu senaryodan alıntılar yaptığı ifade edildi.
Bolonya’da düzenlenen Yeniden Keşfedilen Sinema Festivali kapsamında cuma günü dünya kamuoyuyla paylaşılması planlanan senaryonun bazı sayfaları ise İtalyan basınında yer aldı. Senaryo, Chaplin’in biyografisini yazan David Robinson ve Cineteca Chaplin Arşivi’nin sorumlusu Cecilia Cenciarelli tarafından açıklanacak.
Hiç yayınlanmamış fotoğraflar
Ayrıca gün yüzüne çıkarılan belgeler arasında, Chaplin ile komedi oyuncusu, yapımcı ve senarist Buster Keaton’ın, Sahne Işıkları filminin setinde birlikte çekilmiş ve daha önce hiç yayınlanmayan fotoğraflar da bulunuyor. Hayata geçirilemeyen film senaryosunun yazılışı ise, 1917′de gerçekleştirdiği bir turne çerçevesinde ünlü dansçının, Los Angeles’taki Chaplin Stüdyoları’nı ziyaretinden 20 yıl sonrasına denk geliyor.

Hikayenin kahramanı Naginsky
Cineteca di Bologna, yaklaşık 10 yıldır ‘Chaplin Projesi’ adı altında, efsanevi yönetmen ve oyuncu hakkında belgeler topluyor. Basında yer alan ve kahramanı Naginsky adlı bir dansçı olan senaryonun 4 sayfasının ilki ise şöyle başlıyor: ‘Naginsky, oyunun teması, kariyer, adamın arzularının yerine getirilmesi değil, sadece kaderine götüren bir yoldur.’
Senaryonun devamında ise, ’Naginsky, Rus balesinin büyük dehası, basit, çekingen, mütevazı kökenlerden gelen, kendini güçlükle ifade eden bir adam. Ona istediği eğitimi veremeyen fakir bir ayakkabıcının oğluydu’ deniliyor.
Chaplin, oyundaki karakterleri ise ‘Naginsky, Onun Karısı, Degaloff ve Eski Bir Arkadaş, Kostümcü, Yaşlı Dansçı’ diye tanıtıyor.ALINTI

Sunday, July 1, 2012

DİNLE KÜÇÜK ADAM


DİNLE KÜÇÜK ADAM
Adlı kitaptan seçkiler
Wilhelm Reich
GİRİŞ

DİNLE KÜÇÜK ADAM, bilimsel bir belge değil, konusu insan olan bir çalışmadır. 1954 yılı yazında, yayınlanma amacı güdülmeden, Orgone Enstitüsü Belgelikleri için yazılmıştır. Bu kitap, birkaç on yıl boyunca sokaktaki Küçük Adamın kendine neler yaptığını önce çocuksu bir saflıkla, daha sonra büyük bir şaşkınlık ve nihayet dehşet içinde izleyen bir doğa-bilimci ve tıp doktorunun içindeki fırtına ve çatışkıların ürünüdür: Sokaktaki Küçük Adam, nelere katlanmak durumunda kalmakta, nasıl isyan etmektedir? Düşmanlarını el üstünde tutmasının, dostlarınıysa öldürmesinin nedenleri nelerdir? Bu Küçük Adam, "halkın bir temsilcisi" olarak belli bir gücü ele geçirdiği durumlarda bu yetkisini nasıl boşa harcamakta, ziyan etmekte, yanlış kullanmaktadır? Neden, aynı gücü daha önce elinde bulunduran ve onu, Küçük Adamı ezmede kullanan üst sınıfların sadist bireyleri gibi davranmakta, eline geçirdiği o yönetme gücünü nasıl olup da acımasız bir baskı aracı haline getirmektedir?...

(...)

İnsanların içinde bulunan "yaşamı temsil eden şey", toplumsal ve insansal karşılıklı ilişkiler içinde son derece doğal ve saftır; bu yüzden, koşulların insana egemen olduğu durumlarda tehlikeye düşer. İnsanın içindeki "yaşayan şey", kendi türünden olan bir insanın da, yaşamın yasalarına kendisi gibi uyduğunu, doğal, yardımsever ve özverili olduğunu varsayar. Sağlıklı çocuklara ya da ilkel insanlara özgü olan bu doğal temel davranış, coşkusal veba varolduğu sürece, insanın akılcı bir yaşam düzeni sağlama savaşımında en büyük tehlike olarak boygösterecektir. Çünkü vebalı birey de kendi türünden olan canlıların, kendi düşünme ve davranış biçiminin özelliklerini taşıdığını varsayacaktır. Doğal ve bozulmamış birey, bütün insanların doğal olduğuna inanır ve ona göre davranır. Vebalı insansa, bütün insanların yalan söylediğine, çalıp çırptığına, başkalarını dolandırdığına ve üstünlüğü ele geçirme çabası içinde çırpındığına inanır. Açıkça görülüyor ki, insanın içindeki "yaşayan şey" zayıf ve tehlikelere karşı dayanıksız durumdadır. Vebalı bireye elini uzatsa, kolu kapılacak, varı-yoğu alınacak sonra da kendisiyle alay edilecek ya da ihanete uğrayacaktır; güvendiği herkes onu aldatacaktır.

Bu böyle gelmiştir; ancak böyle gitmemelidir. İnsanın içindeki "yaşamı temsil eden şey"in korunma ve gelişmesi savaşımında, katılık gerektiği durumlarda katı olunmasının zamanı gelmiştir; insan, hakikatlere korkmadan tutunduğu sürece katı davranmakla doğallığını yitirecek değildir. Kitle içinde yaşayan bireyin zırhlarla kaplı yapısında bulunan karanlık ve tehlikeli dürtüleri harekete geçirip, onları örgütlü siyasal cinayetler işlemeye götürerek öldürücü kötülüklere neden olan ölümcül vebalı bireyler, verimli, çalışkan, aklıbaşında milyonlarca insan arasında her zaman için çok küçük bir azınlığı oluşturmaktadır; bu olgu umut vericidir. Kitlenin bir parçası haline gelen bireyde bulunan coşkusal vebanın mikroplarına karşı yalnızca tek bir panzehir vardır: bireyin, kendi içinde bulunan "yaşamı temsil eden şey"in canlılığını duyması. Bu "yaşamı temsil eden şey" güç elde etmeyi değil, gücün insan yaşamında oynaması gereken rolü üstlenmesini ister. İnsan yaşamı, sevgi, çalışma ve bilgiden oluşan üç temel direk üzerine kurulmuştur.

DİNLE, KÜÇÜK ADAM!

Sana "Küçük Adam", "Sıradan İnsan" diyorlar; yeni bir çağ, "Sıradan İnsan Çağı" başladı diyorlar. Bunu söyleyen sen değilsin Küçük Adam. Onlar söylüyor bunu, büyük ulusların Başbakanları, koltuklanmış işçi liderleri, burjuva ailelerinin tövbekar evlatları, devlet adamları söylüyor, filozoflar söylüyor sana bunu. Geleceğini eline veriyor, geçmişinden hiç sual etmiyorlar.

Korkunç bir geçmişin mirasçısısın sen Küçük Adam. Mirasın, avucunun içinde alev alev yanan bir elmastır. Bunu sana söyleyen, benim; beni dinle.

Her doktor, her ayakkabıcı, teknisyen ya da eğitimci, işini doğru dürüst yapmak ve yaşamını kazanmak için, eksiklerini bilmek zorundadır. Birkaç on yıldır, şu yeryüzünde yönetici rolünü oynamaya başlamış bulunuyorsun. İnsanlığın geleceği, senin düşüncelerine ve senin yapacağın şeylere bağlıdır. Ama öğretmenlerin ve efendilerin, aslında nasıl düşündüğünü ve gerçekte ne olduğunu söylemiyorlar sana; seni kendi geleceğine egemen olma yetisi verebilecek yönde eleştiren ve bu eleştiriyi dile getirme yürekliliğini gösteren tek kişi yok. yalnız bir anlamda "özgürlüğe sahip"sin sen: kendi yaşamını yönetmeyi öğrenmeme, kendini bu yönde eğitmeme ve kendini eleştirmeme özgürlüğüne sahipsin.

Şöyle bir yakınmayı hiç duymadın senin ağzından: "Gelecekte kendimin ve dünyamın efendisi olmak yolunda yürütüyorsunuz beni, peki ama, insanın nasıl kendi kendisinin efendisi olacağını anlatmıyorsunuz hiç, düşünce ve davranışlarımdaki yanlışları bana söylemiyorsunuz?"

Yönetimi elinde tutan kişilerin, "Küçük Adamı" yönetmelerine izin veriyorsun. Ama sen, hiç sesini çıkarmıyorsun. İktidardaki adamlara, yönetimi elinde tutan güçlülere, ya da kötü niyetli güçsüz adamlara seni temsil etme yetkisini veriyorsun. Her seferinde aldatıldığını anlıyorsun, ancak bunu anladığında, iş işten geçmiş oluyor.

Seni çok iyi anlıyorum. Çünkü seni binlerce kez çıplak gördüm; hem ruhsal, hem bedensel çıplaklığın içinde, maskesiz, etiketsiz, elinde bir partinin üyelik kartı bile olmaksızın bir "tanınmışlık" kılıfına bürünmemiş halinle gördüm seni. Yeni doğmuş bir bebek gibi, anadan doğma çıplak, don-gömlekle kalmış bir mareşal kadar çıplak halini gördüm. Benim karşımda hiç yakınmadın, ağlamadın, özlemlerini hiç dile getirmedin, sevgini ve acılarını bir kez olsun açmadın bana. Seni iyi tanıyorum ve anlıyorum. Sana nasıl olduğunu anlatacağım Küçük Adam, çünkü büyük bir geleceğin olduğuna içtenlikle inanıyorum. Gelecek, senindir, buna hiç kuşku yoktur. Öyleyse gel, herşeyden önce kendine bak bir. Gerçekte olduğu gibi gör kendini. Führer'lerinin ve seni temsil eden "vekil"lerinin sana utanmadan söylediği şu sözlere aldırma:
 
Sen, "küçük, sıradan bir insan"sın. Bu sözcüklerin çifte anlamını kavrıyorsun, değil mi: "küçük" ve "sıradan".

Kaçma. Kendine bakma yürekliliğini göster!
"Bana bunları söylemeye ne hakkın var?"

Kuşkulu ve kavrayışlı bakışlarında bu soruyu okuyorum. Münasebetsiz ağzından bu sözcüklerin döküldüğünü duyuyorum, Küçük Adam. Kendine bakmaktan korkuyorsun, Küçük Adam; sana vereceklerini vaat ettikleri yetkiden korktuğun gibi korkuyorsun. Bu yetkiyi nasıl kullanacağını bilemezsin. Başka bir biçimde yaşayabileceğini düşünmeye cesaret edemiyorsun: Koyun gibi güdülmek yerine özgür yaşamak, taktikler uygulamak yerine açık davranmak, bir hırsız gibi gecenin karanlığında sevmek yerine açık açık sevebilme düşüncelerine yer vermiyorsun kafanda. Kendini küçümsüyorsun, Küçük Adam. "Ben kim oluyorum da kendi görüşüm olacakmış, kendi yaşamımı kendim saptayacak ve dünyanın benim olduğunu açıklayacakmışım," diyorsun. Haklısın: Sen kim oluyorsun da kendi yaşamın üzerinde hak sahibi olmak isteyeceksin? Kim olduğunu şimdi söyleyeceğim sana:

Gerçekten büyük olan insandan seni ayıran tek bir nokta var: Büyük adam da bir zamanlar çok küçük bir adamdı; ama bir tek önemli yetenek geliştirdi: düşünce ve davranışlarında küçük olduğu noktaları görmeyi öğrendi. Kendisi için çok değerli olan bazı şeyleri yitirmeyi göze alarak kendi küçüklüğünün ve önemsizliğinin taşıdığı tehlikeyi giderek daha iyi sezmeyi öğrendi. Demek ki, büyük adam, ne zaman ve hangi alanda küçük adam olduğunu bilir. Küçük Adam, küçük olduğunu bilmez ve bunu bilmekten korkar. Kendi küçüklüğünü ve yetersizliğini, başkalarının gücü ve büyüklüğünün kendisinde uyandırdığı güç ve büyüklük görüntüleriyle örter. Büyük generalleriyle övünmektedir, ama kendisiyle övünmez. Kendisinde var olan düşünceye değil, kendi aklına gelmeyen düşünceye hayrandır. En az anladığı şeylere en çok inanır ve kolayca anladığı fikirlerin doğru olduğunu kabul etmez.

(...)

Aklım bana şunu söylüyor: "Her ne pahasına olursa olsun hakikati söyle." İçimdeki Küçük Adamsa şöyle diyor: "Küçük Adama gerçek yüzünü göstermek, ona açılmak ve acımasına başvurmak aptallıktır. Küçük Adam kendisiyle ilgili hakikati duymak istemiyor ki?, O, bir Küçük Adam olarak kalmak, ya da küçük bir büyük adam olmak istiyor. zengin olmak ya da bir parti lideri, bir bölük kumandanı ya da kötülükleri ortadan kaldırma derneğinin sekreteri olmak istiyor Küçük Adam. İşinin sorumluluklarını yerine getirmek, yiyecek sağlamak, konut yapımı, trafik, eğitim, araştırma, yönetim ya da herhangi bir başka alanda üstüne düşen sorumluluğu üstlenmek istemiyor."

(...)

Çok uzun bir süredir seninle yakın bir ilişki içindeyim, çünkü senin yaşamını kendi deneylerimden biliyorum ve çünkü, sana yardım etmek istiyorum. Seninle olan ilişkimi sürdürdüm, çünkü sana gerçekten yardım edebildiğimi ve genellikle gözlerin yaşararak benden yardım istediğini gördüm. Ve yavaş, yavaş benim yardımımı almaya hazır, ama verdiklerimi savunma yetisinden yoksun olduğunu gördüm. Ben, senin yerine savundum onu, senin adına savaştım.

(...)

Bendeki kendini, ve kendindeki beni keşfedebilir, sonra da korkup benim içimdeki kendini öldürebilirdin. Bu nedenle senin, herhangi biri ya da herkesin kölesi olma özgürlüğün uğruna ölme gönüllülüğünden vazgeçtim.

Bu söylediğimi anlayamayacağını biliyorum: "Herhangi bir kimsenin kölesi olma özgürlüğü" öyle kolay anlaşılır bir şey değil.

Artık tek bir efendinin kölesi olmaktan kurtulmak, herhangi bir kimsenin kölesi olmak için, insan önce bu tek bir sömürüyü, diyelim, Çar'ı ortadan kaldırmak zorundadır. İnsanda özgürlük emelleri ve devrimci itilimler yoksa, böyle bir siyasal cinayet işleyemez. Bu durumda kişi, hakikaten büyük bir adamın, diyelim İsa, Marks, Lincoln ya da Lenin'in önderliğinde bir devrimci özgürlük partisi kurar. Hakikaten büyük olan adam, senin özgürlüğünü son derece ciddiye alır. İşlerini kolaylaştırmak için çevresinde küçük adamlar, yardımcılar getir-götürcüler toplamak zorundadır, çünkü bu büyük işi tek başına yürütemez. Üstelik, çevresine küçük büyük adamlar toplamasa, sen onu anlamaz, bir kenara iter, adam yerine koymazsın. Bir sürü küçük büyük adamla çevrilmiş olarak, senin adına güçler ve yetkiler ele geçirir, ya da bir parça hakikat, ya da yeni, daha iyi bir inanç bulur sana. Sayfalar dolusu söylevler yazar, özgürlük yasaları, vb. şeyler yazar; kendisini ayakta tutacak olan senin yardımın ve ciddiliğindir. İçinde bulunduğun toplumsal bataklıktan çıkarır seni. Birçok küçük büyük adamı birarada tutabilmek, senin güvenini yitirmemek için hakikaten büyük olan bir adam, derin bir aydın yalnızlığı içinde, senden ve gürültü patırtıdan uzak ama aynı zamanda senin yaşamınla yakın bir ilişki içinde elde edebildiği büyüklüğünden hergün bir parça vermek, özveride bulunmak zorundadır. Sana öncülük edebilmek için, senin onu erişilmez bir tanrıya dönüştürmene gözyummak zorundadır. Olduğu gibi sade bir insan olarak kalsa, diyelim, elinde evlenme cüzdanı olmadığı halde bir kadını sevebilen bir adam olsa, ona güvenmezsin çünkü; onu olağandışı bir insan olarak görmek istersin. Böylece, sen kendi ellerinle, yeni efendini ortaya çıkarmış olursun. Kendisine yeni efendi rolü verilmiş olan büyük adam büyüklüğünü yitirir, çünkü bu büyüklük, onun sözünü sakınmazlığından, sadeliğinden, yürekliliğinden ve yaşamla arasındaki gerçek ilişkiden gelmekteydi. Büyüklüklerini büyük adamdan sağlamış olan küçük büyük adamlar, maliye, dış-işleri, hükümet, bilim ve sanat alanlarında büyük görevlere atanırken sen olduğun yerde, yani bataklıkta kalırsın.

(...)

Eski ulusların küçük adamları, sendeki bu herhangi bir kimsenin kölesi olma itkisini büyük çabalarla inceledi ve böylece, insanın, kafasını birazcık kullanarak nasıl küçük bir büyük adam olabileceğini saptadı. Bu küçük büyük adamlar, saraylardan, malikanelerden değil, senin saflarından gelmektedirler. Onlar da senin gibi açlık ve acı çektiler. Efendi değiştirme süreçlerini kısalttı bu adamlar. Senin özgürlüğünü nasıl sağlayacağın yolunda yüzyıl kafa yormanın, senin mutluluğun için özveride bulunmanın, hattâ yaşamlarını feda etmenin, zahmete değmeyeceğini, bu bedelin, senin yeni köleliğini satın almak için çok yüksek olduğunu öğrendiler. Özgürlük elde etme yolunda çalışmalar yapan ve gerçekten büyük adamlar olan düşünürlerin yüzyıl içinde ortaya koydukları şeyler ve çektikleri acılar, beş yıldan az bir zaman içinde ortadan kaldırılabilirdi. Bunun üzerine, senin saflarından gelen küçük adamlar, bu süreci kısalttılar: Bunu açık açık ve daha büyük bir acımasızlık içinde yaptılar. Üstelik, sana bir yığın söz söyleyerek, senin ve yaşamının, ailenin ve çocuklarının birer hiç olduğunu anlatıyorlar; aptal, köleliğe elverişli ve başkalarının kullanacağı birer insan olduğunuzu söylüyorlar, insanın size dilediği işlemi uygulayacağını haykırıyorlar. Size kişisel özgürlük değil ulusal özgürlük vaat ediyorlar. Size özgüven değil, devlete saygı, kişisel büyüklük değil, ulusal büyüklük vaat ediyorlar. Sana göre "kişisel özgürlük" ve "kişisel büyüklük", soyut birer kavramdan başka bir şey değildir; "ulusal özgürlük" ve "^devletin çıkarları" sözcükleriyse, bir kemiğin köpeğin ağzını sulandırdığı gibi seni zevkten dört köşe etmekte; bu yüzden hemen bu sözcüklere sarılıyorsun. Bu küçük adamlardan hiçbiri İsa'nın yaptığı gibi, Karl Marks ya da Lincoln'un yaptığı gibi gerçek özgürlüğün fiyatını ödemezler. Onlar seni sevmiyorlar, sen kendini horgördüğün için, horgörüyorlar seni, Küçük Adam. Bir Rockefeller ya da Torilerin tanıdığından çok daha iyi tanıyorlar seni. Senin en kötü yanlarını, en büyük zayıflıklarını, senin bilmen gerektiği gibi, ama senden çok daha iyi biliyorlar. Küçük büyük adamlar, seni bir simgeye feda ettiler, sense onları seni yönetecek yerlere getirip koydun. Efendileri, sen kendin getirdin bulundukları yere; bütün maskelerini indirmiş olmalarına karşın - ya da daha doğrusu maskelerini indirmeleri nedeniyle onları besleyen sensin. Yalan mı, sana kaçkez söylediler: "Hiçbir sorumluluğu olmayan önemsiz, aşağılık bir varlıksın sen, ve böyle kalacaksın," demediler mi? Sense onlara "Kurtarıcılar" diyorsun, "Yeni kurtarıcılar" ve bağırıyorsun: "Heil, Heil", "Viva, viva!"

İşte bu yüzden senden korkuyorum, Küçük Adam, çok korkuyorum. Çünkü insanlığın geleceği senin elinde. Senden korkuyorum, çünkü kendinden kaçtığın gibi dünyada hiçbir şeyden kaçmıyorsun. Evet, sen, kendinden kaçıyorsun Küçük Adam. Hastasın sen, çok hastasın Küçük Adam. Bu senin suçun değil. Ama paçanı bu hastalıktan kurtarmak senin görevin, senin sorumluluğun. Baskıya göz yummasaydın ve birkaç kez de etkin bir biçimde baskıyı desteklemeseydin seni ezenleri çoktan silkip atardın.

Kendi küçük adamlarını seni sömürenler haline getirdiğini anlamalısın artık; aç gözünü ve hakikaten büyük olan adamlarını kurban ettiğini gör; onları çarmıha gerdiğini, canlarını aldığını, açlıktan öldürdüğünü anla artık; onları bir an bile düşünmediğini, senin için çalıştıklarını aklından geçirmediğini kabul et; yaşamın boyunca yaptıklarını kime borçlu olduğun konusunda hiçbir fikrin yok, bunu anla artık.

(...)

Akla uygun olduğu sürece bütün yasalara uyarım, ama katı ya da anlamsız kural ve yasalarla savaşırım. (Savcı koşma hemen Küçük Adam çünkü kendini bilen biriyse o da aynı şeyi yapıyordur.)

(...)

Sözcüğün gerçek ve doğru anlamıyla dindar olabilmek için, insanın sevgi yaşamını yoketmesi, bedensel ve ruhsal bir yoksulluğa gömülmesi, bedenini sürekli olarak kasılı ve gergin tutması gerektiğine inanmıyorum.

Senin "Tanrı" dediğin şeyin gerçekten var olduğunu biliyorum, ama senin düşündüğün gibi değil: Tanrıyı, evrendeki ilk acunsal enerji olarak, senin gövdendeki sevgi, yüreğindeki içtenlik olarak, içindeki ve çevrendeki doğayı benliğinde duyabilmek olarak görüyorum ben.

(...)

Kendime göre görüşlerim var benim, yalanla hakikati birbirinden ayırmasını bilirim; hakikati, günün her saatinde bir alet gibi kullanır, kullandıktan sonra da aynı bir alet gibi temizler, korurum.

Senden çok korkuyorum Küçük Adam. Eskinden böyle değildi, böyle korkmazdım önceleri. Milyonlarca Küçük Adam arasına karışmış bir Küçük Adamdım ben de çünkü. Sonra doğa bilimci ve bir tıp doktoru oldum, senin ne kadar ağır bir hasta olduğunu ve hastalıklı halinle ne kadar tehlikeli olduğunu görmeyi öğrendim. Bunun, senin kendi öz coşkusal hastalığın olduğunu, bir dışsal güçten kaynaklanmadığını biliyorum; herhangi bir dışsal baskı sözkonusu olmaksızın günün her saatinde ve de saatlerin her dakikasında bu hastalığın seni ezdiğini biliyorum. Özünde canlı ve sağlıklı olsaydın seni ezen şeyleri çoktan yenerdin. Seni ezenler, geçmişte nasıl toplumun üst katmanlarından geldiyse şimdi de senin öz saflarından gelmektedir. Onlar, senden bile küçüktür, Küçük Adam. Çünkü senin perişanlığını deneylerle öğrenmek, sonra da bu bilgiyi seni daha iyi, daha çok ezmek için kullanmak bir hayli küçüklük gerektirir.

Gerçekten büyük bir adamı algılayacak duyu organı yok sende. Büyük adamın nasıl olduğu, nasıl acı çektiği, ne özlemler duyduğu, öfkeden nasıl kudurduğu ve senin için yaptığı savaş, sana yabancı. Bu dünyada seni ezmek ya da sömürmek yetisinden yoksun, senin özgür olmanı gerçekten isteyen, içinde gerçek ve içtenlikli bir istek duyan kadınların ve erkeklerin de yaşadığını anlayamazsın. Bu kadın ve erkeklerden hoşlanmazsın, çünkü onlar sana yabancıdır. Onlar yalın ve dolaysız insanlardır; sana göre taktik neyse, onlara göre hakikat odur. Sana küçümsemeyle değil, insanların yazgısı karşısında duydukları acıyla bakarlar; bakar ve içini görürler. İçinin görüldüğünü sezer, bir tehlikenin geldiğini anlarsın. Sen ancak onlara şöyle sahip çıkarsın Küçük Adam: Öteki Küçük Adamlar, bu büyük adamların gerçekten büyük olduğunu sana söylediği zaman.

Büyük adamlardan korkarsın, onun yaşama olan yakınlığından, yaşama karşı duyduğu sevgiden korkarsın sen. Büyük adam seni, düpedüz yaşayan bir hayvan olarak, yaşayan bir canlı olarak sever. Binlerce yıl acı çektiğin yetmiyormuş gibi durmadan acı içinde kıvranmanı istemez. Binlerce yıl dırdır ettiğin yetmiyormuş gibi durmadan dırdır etmeni istemez. Seni bir yük hayvanı olarak istemez, çünkü yaşamı sevmektedir büyük adam, senin acılardan, alçaklık ve rezilliklerden arınmanı ister.

Gerçekten büyük olan adamları, seni küçümseyecek hale getiriyorsun, içinde bulunduğun durumun ve beş para etmezliğinin verdiği acıyla bir kenara çekiliyorlar, senden uzaklaşıyor ve en kötüsü, sana acımaya başlıyorlar. Sen Küçük Adam bir ruhbilimci, diyelim bir Lombroso olsaydın, büyük adama bir çeşit suçlu damgası vururdun; ya işlemek istediği suçu gerçekleştirememiş bir suçlu, ya da "psikozlu" derdin ona. Çünkü büyük adam sana benzemez; yaşamını amacı yığın yığın para biriktirmek, ya da kızlarını toplumsal konumu iyi birileriyle doğru dürüst evlendirmek, ya da bir siyasal göreve atanmak, adının başına bir yığın büyük sözcükler eklemek ya da Nobel Ödülü almak değildir. Bu nedenle, büyük adam sana benzemediğinden ona bir "dâhi" ya da "garip" dersin. Oysa o, bir dâhi olmadığını, yalnızca bir yaşayan canlı olduğunu söyleyecektir. Ona "toplumdışı", insandan kaçan biri gözüyle bakarsın, çünkü büyük adam, senin bomboş, gevezeliklerle dolu "parti"lerine gitmektense çalışma odasına kapanıp düşünceleriyle başbaşa kalmayı, ya da laboratuarına kapanıp çalışmayı yeğlemiştir. Parasını senin gibi hisse senedine yatırmayıp bilimsel araştırmalarına harcadığı için deli dersin ona. Sen, o karanlık ve dipsiz yozlaşmışlığın içinde, Küçük Adam, yalın, dolaysız bir insanı, "normalliğin" bir basamak aşağısında bulunan kendinle, "homo normalis"le kıyaslayarak "anormal" sayıyorsun. Onu kendi beş para etmez terazine koyuyorsun, senin normallik ölçülerine uymadığını görüyorsun. Sana karşı büyük bir sevgi besleyen, sana yardım etmeye hazır olan büyük adamı toplumsal yaşamdan çıkaranın kendin olduğunu göremiyorsun Küçük Adam. İster bir han odasında ister sarayda olsun yaşadığı yaşamı çekilmez kılan sensin.

Onu, onlarca yıl gücendirdikten, acı çektirdikten sonra bu duruma sokan kim? Sensin Küçük Adam. İster sorumsuzluğun ister dargörüşlülüğün nedeniyle olsun, ister yapay düşüncelerin, ister on yıllık bir toplumsal gelişme boyunca bile yaşayamayan "sarsılmaz aksiyomların" yüzünden olsun, onu bu hale koyan sensin. Yalnızca Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında geçen birkaç yıllık süre içinde doğru olduğuna ant içtiğin şeyleri düşün. Bunların kaç tanesinin yanlış olduğunu içtenlikle kabul ettin, kaç sözünü geri aldın? Hiçbirini, Küçük Adam. Gerçekten büyük olan bir adam, dikkatle, sakına sakına düşünür, ama önemli bir fikir elde etti mi de, uzun-vadeli düşünür. Kendi düşüncelerin önemsiz ve geçici olduğu halde, düşünceleri doğru ve uzun ömürlü olan büyük adamı bir parya yapan sensin, Küçük Adam. Onu parya yapmakla, içine o korkunç yalnızlık tohumunu dikmiş oluyorsun. Büyük işler üreten bir yalnızlık tohumu değil, senin tarafından yanlış anlaşılmaktan ve kötü işlem görmekten korkma tohumudur bu. Çünkü sen "halk", "kamuoyu" ve "toplumsal bilinç"sin. Bunların sana yüklediği dev sorumluluğun ne olduğunu içtenlikle, dürüst olarak düşündün mü hiç Küçük Adam?

(...)

Hayır, düşüncelerinin yanlış olup olmadığını sormadın kendine hiç. Bunu yapmak yerine, komşunun düşüncelerin üzerine ne söyleyeceğini, ya da dürüstlüğün sana çok paraya patlayıp patlamayacağını sordun. İşte Küçük Adam, sen kendine yalnızca bunu sordun, başka hiçbir şeyi değil, yalnızca bunu.

Böylece büyük adamı yalnızlığa ittikten sonra, ona yaptıklarını unuttun gitti. Kalktın, bir başka saçmalık yumurtladın, bir başka küçük bayağılık yaptın, bir başka derin yara açtın. Sen, unutursun Küçük Adam. Ama büyük adam doğası gereği unutmaz. Sanma ki, kin besler büyük adam, sanma ki, öç alır, yalnızca neden böylesine bayağı davranışlarda bulunduğunu anlamaya çalışır. Bu söylediklerim senin duygu ve düşüncelerine yabancıdır, biliyorum. Ama inan ki: Yüz kez, bin kez, milyon kez acı versen, -yaptığını bir an sonra unutsan da- kapanamayacak yaralar bile açsan, büyük adam, yaptığın yanlışlardan ötürü senin yerine acı çeker; bu yanlışların büyük olmasından değil, küçük ve değersiz olmalarından dolayı acı çeker. Seni bu gibi şeyleri yapmaya iten nedenleri bilmek ister.

(...)

Büyük Adam, senin hoşuna gitmek için, senin o beş para etmez dostluğunu kazanmak için, kendini senin düzeyine indirmek, senin gibi konuşmak zorundadır, Küçük Adam; senin özelliklerine bürünmek zorundadır. Ama senin özelliklerine sahip olsa, senin dilini kullansa, dostluğunu kazansa, artık büyük, hakiki ve sade olmayacaktır. Kanıt mı istersin: Senin dilediğin gibi konuşan dostların asla birer büyük adam olmadılar.

(...)

Senin bir dostunun büyük bir başarı sağlayacağını sanmaz, buna inanmazsın. Aslında içinden kendini küçük görüyorsun; hattâ -ya da özellikle- değerli, onurlu olduğunu gösteren şeylerle böbürlenirken bile küçük görüyorsun kendini; kendini küçük gördüğün içindir ki senin dostun olan birine saygı duyamazsın. Seninle aynı masaya oturan ya da seninle aynı evde yaşayan birinin herhangi bir büyük iş başaracağına inanamazsın. Senin yakın çevrende, Küçük Adam, düşünmek çok güçtür. İnsan ancak sana değğin düşünür, seninle birlikte değil. Çünkü büyük düşünceleri, geniş kapsamlı düşünceleri gırtlaklarsın sen. Dünyasını keşfetmekte olan çocuğuna bir ana olarak şunu söylersin: "O çocuklara göre bir şey değil." Bir biyoloji profesörü olarak şunu söylersin: "Aklı başında bir öğrenciye yakışır mı bu, havadaki mikropların varlığına inanmamak olur mu?" Ve bir öğretmen olarak, "Çocuklara gözle bakılır ama söylediklerine kulak verilmez," dersin. Bir kadın-eş olarak şöyle dersin: "Hıh! Bulguymuş! Bıktım senin bulgularından! Herkes gibi gidip bir yerde çalışsan da doğru dürüst para kazansan olmaz mı!"Kendi görüşünü böylece dile getirmekten sakınmazsın, kocana inanmazsın, ama gazetelerde yazanlara, anlasan da anlamasan da olduğu gibi inanırsın.

(...)

Yaşamdan mutluluk istiyorsun, ama güvenlik çok daha önemli sana göre. Güvenliğin uğruna belini kırmaya, canını vermeye hazırsındır. Mutluluk yaratmayı, onun tadını çıkarmayı ve korumayı hiçbir zaman öğrenmemiş olduğundan, başı dik bir bireyin yürekliliği nedir, bilemezsin.

(...)

Bir büyük adam, senin iktisadî kurtuluşunu bilimsel temeller üzerine oturtmayı kendine görev edindi; sen, onu ölüm açlığına bıraktın. Böylece karşına çıkan ilk hakikat yolunu tıkayarak yaşamın yasalarından koptun, başka yola saptın. Bu hakikat yolunu gösterenin ilk girişimi başarılı oldu, sen, kalkıp onun yönetimini devraldın ve böylece onu ikinci kez öldürdün. İlkin, büyük adam senin örgütünü dağıttı. İkincisindeyse hakikat yolunu gösteren büyük adam artık ölmüştü, bu yüzden sana karşı koyacak durumda değildi. Bu adam, değerler yaratan yaşama gücünün senin çalışmanda bulunduğunu gözler önüne serdi; ama senin gözün, bunu göremedi. Onun toplumbilimi senin toplumunu, senin devletinden korumak amacını güdüyordu; sen bunu da anlamadın. Hiç ama hiçbir şey anlamadın sen!

Senin o sözünü ettiğin "iktisadî etkenler"inle bile bir şey beceremiyorsun. Yaşamdan zevk almak için iktisadî koşulları iyileştirmen gerektiğini sana anlatabilmek için büyük, bilge bir insan canla başla çalıştı, bu yolda canını verdi. Karnı aç bireylerdin kültürü geliştiremeyeceğini anlatmaya çabaladı o; ayrıksız bütün yaşam koşullarının iktisadî duruma bağlı olduğunu, kendini ve toplumunu her türlü baskı yönetimlerinden bağımsız kılman, kurtarman gerektiğini anlattı sana. Evet, bu büyük adam, seni aydınlatmaya çabalarken yalnızca birtek yanlış yaptı: senin, kendini kurtarma yeteneğine sahip olduğuna inandı. Özgürlüğünü, bir kez ele geçirdikten sonra bırakmayacağına, onu koruyabileceğine inandı. Bir yanlış daha yaptı bu adam: Senin, yani proleterin, "diktatör" olmasına izin verdi.

Bu büyük adamın sunduğu engin bilgi ve fikir hazinesini sen nasıl kullandın peki, Küçük Adam? Bütün söylenenlerden yalnızca tek bir sözcük kaldı kulaklarında: diktatörlük! O büyük zekânın ve koca sıcak yüreğin önüne boca ettiği şeylerden tek bir sözcük kaldı ortada: diktatörlük. Geri kalan herşeyi denize döktün, özgürlük denen şey gitti, açıklık ve hakikat, iktisadî kölelik sorunlarının çözülmesi, ileriyi görme yöntemleri... herşey, ama herşey alaşağı edildi. Yerinde olmakla birlikte istenmeyerek seçilmiş tek bir sözcük kaldı elinde: diktatörlük!

Büyük adamın bu küçük ihmalinden dev bir yalanlar dizgesi oluşturdun. Yalanlardan, suçlamalardan, işkencelerden, copçulardan, cellatlardan, gizli polislerden, ispiyonculuk ve ihbarcılıktan, üniformalardan, mareşallardan ve madalyalardan oluşan bir yalanlar düzeni kurdun - bunların dışındaki herşeyi fırlatıp attın. Şimdi, nasıl olduğunu biraz daha anlamaya başlıyor musun, Küçük Adam?

Kendi mutluluğunu yiyip bitiren sensin. Tam bir özgürlük içinde mutluluğun tadını çıkardığın olmadı hiç. Bu yüzden büyük bir oburluk içinde kendi mutluluğunu yiyorsun ve mutluluk sağlama onu koruma sorumluluğunu hiç üstlenmiyorsun. Mutluluğunu korumayı, onu, bir bahçıvanın çiçeklerini, bir çiftçinin ürünlerini yetiştirdiği, onlara gereken besini verdiği gibi beslemeyi öğrenmekten yoksun bıraktılar seni. Büyük araştırmacılar, ozan ve bilgeler kendi mutluluklarını korumak için senden kaçtılar. Senin çevrende, senin yörende mutluluğu yiyip bitirmek kolay ama onu korumak çok güçtür Küçük Adam.

(...)

Neden söz ettiğimi bilmiyorsun, değil mi Küçük Adam? Bak dinle: Bir araştırmacı kendi bilim dalı ya da makinası ya da toplumsal fikri üzerinde on yıl, yirmi yıl ya da otuz yıl, hiç durmadan çalışır. Yeni bulguların ağır yükünü tek başına taşımak zorundadır. Senin aptallıklarının, yanlışlarla dolu küçük fikir ve ideallerinin doğurduğu sonuçlara katlanmak, bu yanlışları anlayıp çözümlemek ve sonunda, onların yerine kendi vargı ve bulgularını koymak zorundadır. O bunları yaparken sen ona hiç yardımcı olmazsın Küçük Adam. Hiç, ama hiç işini kolaylaştırmaz, tersine güçleştirirsin. Örneğin şunları söyleyemezsin: "Bak dostum durumları düzeltmek için ne kadar çok çalıştığını görüyorum. Benim makinam, benim çocuğum, benim karım, benim dostum, benim evim, benim tarlalarım konusunda çalıştığını da anlıyorum. Uzun yıllardır şundan bundan yakınıyorum, ama bu dertlerden kurtulmayı başaramadım. Bana yardımcı olmana bir katkıda bulunabilir miyim?" Hayır, Küçük Adam, yardımcına yardım etmeye kalkmadın hiçbir zaman. İskambil oynarsın sen ancak, ya da bir horoz dövüşünde avazın çıktığınca bağırırsın, yada bir büro ya da maden ocağında aptal aptal köleliğini sürdürürsün. Ama yardımcına yardıma koşmazsın hiçbir zaman. Neden biliyor musun? Çünkü, herşeyden önce, bir araştırmacının sana düşüncelerinden başka verecek hiçbir şeyi yoktur. Kâr dağıtmaz, ücret yükseltmez, toplu sözleşme yapmaz, yılbaşı ikramiyesi vermez ve bir elin yağda bir elin balda yaşamanı sağlayamaz. Yalnızca kaygı verebilir bir araştırmacı, sense kaygı istemiyorsun, yeterinden çok kaygı ve tasa duyuyorsun çünkü.

Ne var ki yalnızca uzak durmakla, yardım elini uzatmamak ya da yardım etmemekle kalsan, araştırmacı senin bu tavrından dolayı mutsuz olmayacaktır. Ne de olsa o senin için düşünüyor, tasalanıyor ve araştırmalarını "senin için" yapıyor değildir. Onun yaşamsal işlevleri onu bunu yapmaya ittiği için bu yolda çalışmaktadır. Senin için tasalanmayı ve sana acımayı parti önderlerine ve din adamlarına bırakmıştır. Onun istediği tek şey, senin sonunda kendi kendine bakabilme, kendini düşünebilme, kendin için tasalanma yetisini geliştirdiğini görmektir.

(...)

Sana göre meslek onuru ya da bankadaki hesabın ya da radyum sanayisi ile olan ilişkin, hakikatten ve öğrenmekten çok daha önemlidir. İşte bu yüzden çok küçük ve sefilsin, Küçük Adam.

Yani demek istiyorum ki, yardım etmemekle kalmıyorsun, senin adına ya da senin yerine yapılan işi çirkince bozuyorsun. Şimdi anlıyor musun, mutluluk neden senden kaçıyor? Mutluluk, uğrunda çalışılmasını gerektirir; mutluluk gökten yağmaz, kazanılır. Oysa sen mutluluğu yalnızca yalayıp yutmak istiyorsun; bu yüzden senden kaçıyor o da; senin kendisini kemirmeni, yutmanı istemiyor.

(...)

İşte sen böylesin, Küçük Adam. Kaşık atmayı, kepçe daldırmayı iyi beceriyorsun ama yaratma yetisinden yoksun. Zaten bu yüzden böylesin, bu yüzdendir ki, yaşamın boyunca sıkıcı bir büroya ya da bir resim masasının başına kapanıyorsun, sırtına deli gömleği geçirir gibi parmağına evlilik yüzüğünü geçiriyorsun. Ve bu yüzdendir ki çocuklardan nefret eden bir öğretmensin. Gelişme yok sende, yeni bir düşünce geliştirmene olanak yok çünkü sen yalnızca aldın bugüne dek, bir başkasının gümüş tepside sunduğu şeyi kaşıkladın yalnızca.

Bunun neden böyle olduğunu anlayamıyorum diyorsun öyle mi? Ama başka türlü olamaz ki? Bunun nedenini ben söyleyebilirim sana, Küçük Adam, çünkü sen, bir hayvan gibi huşsu bir halde bana geldiğinde tanıdım seni; seni o halinle gördüm. Büyük bir boşluk ya da güçsüzlük duyduğum, ya da ruhsal-akılsal sağlığının en bozuk olduğu anda geldin bana. Böylece, seni tanıdım. Sen yalnızca çorbaya kepçe daldırmasını bilirsin, yalnız almasını bilirsin sen. Bir şey yaratamaz, veremezsin. Çünkü temel bedensel davranışın sürekli olarak kendini tutmanı ve kin gütmeni gerektiriyor; çünkü içinde gerek ve doğal sevgi ve verme duygusu uyandığında birden paniğe kapılıyorsun. Sendeki alma eyleminin temelde yalnızca bir anlamı var: Kendini büyük bir oburluk içinde parayla, mutlulukla, bilgiyle doldurmak istiyorsun, çünkü kendini boş, aç, mutsuz hissediyorsun Küçük Adam: İçinde bulunan sevgi, tepkisini salıverir diye kaçıyorsun ondan. Hakikat, kaçınılmaz olarak, burada sana benim göstermek istediğim, anlatmakta yetersiz kaldığım şeyleri gösterecektir çünkü. Sense bunu istemiyorsun Küçük Adam. Yalnızca bir tüketici ve yurtsever olmak istiyorsun, o kadar.

(...)

Sevgiye hasretsin, işini seviyor ve emek paranı ondan kazanıyorsun; senin işin, benim bilgimle, ve başkalarının bilgisiyle beslenmektedir. Sevgi, çalışma ve bilginin anayurdu yoktur, gümrük denetiminden geçmez bunlar, üniforma tanımaz. Onlar evrenseldir ve bütün insanlığı kapsar. Ne var ki, sen küçük bir yurtsever olmak istiyorsun, hakiki sevgiden korkuyorsun çünkü, işine karşı olan sorumluluğundan, bilgiden korkuyorsun. Bu yüzdendir ki sen yalnızca başkalarının sevgi, çalışma ve bilgisini sömürmekten başka bir şey yapamazsın, bunları kendin asla yaratamazsın. Bu yüzdendir ki, kendi mutluluğunu aydınlıktan ürken bir gece hırsızı gibi çalıyorsun; ve bu yüzdendir ki, başkalarının mutlu olduğunu gördüğünde kıskançlıktan çatlarsın.

(...)

Geleceğinden kaygı duyduğum için, mutsuzluğunun nedenini anlamayı ve bunu ortadan kaldırmayı öğrenmeni sağlayabilecek örgütler kurdum. Sen ve dostların, bu toplantılara oluk oluk akın ettiniz. Bunun sebebi neydi acaba Küçük Adam? Başlangıçta bunun içtenlikli bir davranış olduğunu sandım, yaşantını iyileştirmek için büyük bir istek duyduğunu, toplantılara bu yüzden geldiğini sandım. Seni harekete geçiren dürtünün ne olduğunu ancak bir hayli zaman sonra anladım. Buranın değişik türden yeni bir genelev olduğunu sandın, kendine kolay yoldan bir kız bulacağını, üstelik beş para bile vermeden gününü gün edeceğini umdun. Bunu anlayınca aslında senin yaşantını iyileştirmene yardımcı olmak için kurulmuş olan bu örgütleri dağıttım. Böyle bir örgütün toplantısında bir kızla tanışmakta bir kötülük gördüğümden değil, bu örgütlere böylesi iğrenç düşüncelerle yaklaştığın için dağıttım hepsini. İşte bu yüzden kalktı bu örgütler ve sen, bir kez daha bataklığın içindeki yerini korudun... Ne o, bir şey mi dedin?

(...)

Bir kartal, tavuk yumurtaları üzerine kuluçkaya yatsa ne olur, biliyor musun Küçük Adam? Başlangıçta kartal yumurtalardan kartal yavruları çıkacağını, bunları büyütüp büyük kartallar yetiştireceğini sanır. Bir bakar ki, yumurtalardan civciv çıkıyor. Çaresizlik içinde bulunan kartal, civcivlerin büyüyüp kartal olacağını umar gene de. Bir kez daha kuluçkaya yatar, sonuç aynı. Kartal bu durumda, gıdaklayan tavuklarla civcivleri yeme itkisini bastırmak için çok uğraşmıştır. Onu yemekten alıkoyan tek şey küçük bir umuttur. Yani bu civcivlerden birinin, bir gün küçük bir kartal olabileceği, büyüyüp kendisi gibi yetenekli, kendisi gibi çook yükseklerdeki yuvasından bakıp uzakları görebilecek, böylece yeni dünyalar, yeni düşünceler ve yeni yaşama biçimleri bulunduğunu anlayıp bunları arayabilecek büyük bir kartal olabileceği umudu. Üzgün ve yalnız kartalı yumurtalardan çıkan tavuk ve civcivleri yemekten alıkoyan şey yalnızca bu küçücük umuttur. Tavuklara ve yavrulara gelince, onlar bir kartalın kuluçkaya yatması sonucu dünyaya geldiklerinden habersizdirler. Nemli, karanlık vadilerde çook çok yükseklerde sarp kayaların üzerinde yaşadıklarından habersizdirler. Tek başına kalmış kartal gibi uzaklara bakmazlar. Kartalın kendilerine getirdiği yiyecekleri tıkınıp durmaktadırlar boyuna, durmadan gagalamakta, karınlarını doyurmaktadırlar. Yağmur yağdığı ya da fırtına koptuğunda onun güçlü kanatları altında ısınmakta, korunmaktadırlar. Kartalsa kendi gövdesini fırtınaya siper etmekte, herhangi bir korumadan yoksun bulunmaktadır.

Daha da kötüsü, bu tavuklar ona tuzaklar kurmakta, siperler ardına gizlenerek ona ucu sivri kaya parçaları, taşlar atmaktadırlar. Onların kendisine kötülük yaptığını anlayan kartal ilkin bu tavukları parçalama isteği duyar. Ama düşünür, onlara acımaya başlar. Belki, diye umar, gün gelir, bu yalnız önünü gören ve gıdaklamaktan, yalayıp yutmaktan başka bir şey bilmeyen civcivler arasında kendisi gibi olma yetisine sahip bir kartal çıkar.

Yalnız kartal, bugün bile umudunu yitirmiş değildir. Bu yüzden kuluçkaya yatmayı, civcivler çıkarmayı sürdürmektedir.

Sen bir kartal olmak istemiyorsun, Küçük Adam, bu yüzden de akbabalara yem oluyorsun. Kartallardan korkuyorsun, bu yüzden sürüler halinde yaşıyor, senden kalabalık olan sürüler tarafından da yutuluyorsun. Çünkü senin tavuklarından bazıları da akbaba yumurtaları üzerine kuluçkaya yattı. Ve akbabalar, kartallara, seni daha ileriye daha iyi geleceklere götürmek isteyen kartallara karşı olan Führerler haline geldi. Akbabalar sana leş yemeyi ve birkaç buğday tanesiyle yetinmeyi öğretti. Sana bir de "Heil, Heil, Büyük Akbaba!" diye haykırmayı öğrettiler. Şimdi büyük kitleler halinde açlıktan kıvranıyor ve ölüyorsun, ama gene de senin yumurtalarına kuluçka yatan kartallardan korkuyorsun.

Düşünürken de korkak davranıyorsun, Küçük Adam, çünkü gerçek düşünme eylemi, bedensel duygularla birarada gerçekleşir, sense bedeninden korkarsın. Pek çok büyük adam söyledi sana: "Aslına dön -içinden gelen sesi dinle- hakiki duygularının buyruğuna uy- sevgiyi yeşert, sev." Ama onların sözlerine kulak tıkadın, sağırdın sen, çünkü kulakların bu sözlerden sağır olmuştu. Söylenenler uçsuz bucaksız çöllerde yitti; hakikati söyleyen yalnızların sesiyse, senin korkunç boşluğun içinde, senin çöllerinde yokoluyor Küçük Adam.

(...)

Marks'ın, nesnelerin değerini üreten tek şey olan sendeki yaşayan işgücünün üretkenliğini sağlama fikri ile devlet fikri arasında bir seçme yapmak durumunda kaldın; kendi içindeki "yaşayan şey"i tümüyle bir kenara atarak devlet fikrini seçtin.

Acımasız Engizisyonla Galileo'nun hakikati arasında seçme yaptın. Bulgularından yararlanmakta olduğun büyük Galileo'yu, onur kırıcı sözler söylemeye zorlayarak işkence içinde öldürdün. Şu yirminci yüzyılda, Engizisyon yöntemlerini bir kez daha dirilttin.

(...)

Yüzyıllar boyunca yolunu sapıtacaksın, sonunda sen ve senin gibiler, genel bir toplumsal sefalet sonucu kitle halinde öleceksiniz, sonunda, ilk kez kendi içine baktığında, varlığının korkunçluğu ve çirkinliği, ince, zayıf bir kıvılcım halinde belirecek. Bu senin içinde yaşanan ilk kıvılcım olacak. Sonra, yavaş yavaş, giderek ve karanlıkta el yordamıyla yolunu bulan biri gibi, dostunu - yaşamın sevgi, çalışma ve bilgi üzerine kurulduğuna inanan adamı aramayı öğreneceksin, onu anlamayı ve ona saygı duymayı öğreneceksin. Bundan sonra yaşamın için kitaplığın boks maçından daha önemli olduğunu anlamaya başlayacaksın; ormanda düşüne düşüne yürümenin, sokaklarda tören yürüyüşü yapmaktan daha önemli olduğunu, iyileştirmenin öldürmeden, sağlıklı bir özgüvenin, ulusal bilinçlilikten daha önemli olduğunu ve alçakgönüllülüğün, yurtsever ya da daha başka naralardan daha iyi olduğunu anlamaya başlayacaksın.

Belli bir ereğe varmak için her türlü aracın, aşağılık ve alçaklıkların, çirkin yöntemlerin bile geçerli olduğunu sanıyorsun. Yanılıyorsun: Amaç, ona varmak için yürüdüğün yoldadır. Bugün attığın her adım, senin yarın ki yaşamındır. Hiçbir büyük ereğe, kötü ve aşağılık yöntemlerle varılmaz. Yaptığın her toplumsal devrim bunun doğruluğunu gösterdi. Ereğe giden yolun kötülüğü, iğrençliği ya da insanlıktan uzak oluşu, seni de kötü ya da insanlık-dışı yapmakta, ereğe varmanı da olanaksız kılmaktadır.

(...)

Kapitalist çağın getirdiği sömürüler karşısında kolları sıvayıp bu sömürüye son vermek, insan yaşamının horgörülmesini, insanın aşağılanmasını önlemek ve haklarını savunmak için kavgaya durdun. Yüzyıl önce sömürü vardı evet, insan yaşamına değer verilmez, insanlar horgörülürdü; iyilikbilmezlik vardı evet, ama aynı zamanda, elde edilen büyük başarılara saygı gösterilir, büyük şeyler veren, büyük şeyler ortaya koyan kimseye sahip çıkılır, büyük yetenekler kabul edilirdi. Savaşa durdun da ne oldu, Küçük Adam?

Kendi küçük Führer'lerini nerede başa getirdinse, orada senin gücün otuz yıl öncekinden daha ağır biçimde sömürüldü, kendi yaşamını daha da acımasızca horgörmeye başladın, haklarınsa hiç mi hiç tanınmıyor. Kendi Führer'lerini iş başına getirmeye hâlâ çabaladığın durumlarda, başarıya saygı denen şey tümüyle ortadan kalktı, bunun yerine, büyük dostlarının yaptığı yorucu çalışmaların meyvalarını çalma olgusu baş gösterdi. Bir yeteneğin tanınması ne demek bilmezsin sen, çünkü bu gibi şeylere saygı göstermen, onları tanıman halinde, artık özgür bir Amerikalı, ya da Rus ya da Çinli olamayacağını sanıyorsun. Ortadan kaldırmak amacıyla uğrunda kavgaya durduğun şey, her zamankinden daha hırslı bir biçimde yeşermekte; buna karşılık, kendi öz yaşamın gibi korumak ve savunmak durumunda olduğun şeyi ortadan kaldırdın. Bağlılığı "duygusallık" ya da "küçük-burjuva alışkanlığı" olarak nitelendiriyorsun; başarılara karşı saygılı olmayıysa kölece bir el-etek öpme sayıyorsun. Saygısızlık göstermen gereken yerde nankörlük ettiğinden haberin bile yok. Tepetaklak duruyorsun, böyle durmakta, özgürlük türküsünün eşliğinde dans ettiğini sanıyorsun. Gördüğün bu karabasandan uyanacaksın Küçük Adam, ve göreceksin ki, yatağından yuvarlanmış, çaresizlik içinde yerde yatmaktasın. Çünkü sana bir şey verenden çalıyor, seni soyana bir şeyler veriyorsun. Konuşma ve eleştirme özgürlüğüyle sorumsuz gevezelik ve adî şakaları birbirine karıştırıyorsun. Eleştirmeye her an hazırsın, ama eleştirilmek istemiyorsun ve bu nedenle de başkalarından kopuyorsun. Başkasına saldırmaya bayılıyorsun, ama saldırı karşısında kalmaya dayanamazsın. Bu yüzdendir ki, her zaman gizli bir siperden saldırıyorsun.

(...)

Kes sesini Sevgili Küçük Adam. Yaşamın çok sefil, çok perişan, sesini çıkaracak halin yok. Seni kurtarmak istiyor değilim, ama sırtında beyaz bir gecelik, suratında maske, acımasız kanlı elinde bir iple beni asmaya bile gelsen, sana söyleyeceklerimi, bu konuşmamı tamamlayacağım. Kendi boynunu ipe dolamadan beni asamazsın sen Küçük Adam. Çünkü ben, senin yaşamını, dünyayı içinde duymanı, senin insanlığını, sevgini ve yaşama sevincini temsil ediyorum. Yok, hayır, beni öldüremezsin, Küçük Adam. Bir zamanlar sana gereğinden çok inanıyordum ya hani, o vakit senden korkuyordum da. Şimdi seni aştım ama; binlerce yılın bakış açısından görebiliyorum seni, binlerce yıl geçmişten ve binlerce yıl gelecekten bakıyorum sana. Kendinden-korkma duygundan kurtulmanı istiyorum. Daha mutlu ve daha insana yaraşır bir yaşam sürmeni istiyorum.

(...)

Kendi kendinin efendisi olabilmen için, kendini ve değersizliğini yüzyıllar boyunca çeke çeke sürüklemen gerekecek. Senin geleceğine daha iyi hizmet edebilmek için kendimi senden ayırıyorum. Çünkü uzağında olursam, beni öldüremezsin, ve uzağında olursam benim çalışmalarıma daha çok saygı gösterirsin. Sana yakın olan şeyi aşağılıyorsun. General ya da Mareşallerine saygı gösterebilmek için, aşağılık biri olmasına karşın, onu bir kaide üzerine, yerden yükseğe koyuyorsun. Dünya tarihini yazmaya başlayalı beri, büyük adamların senden uzak durmasının nedeni budur.


(...)

Dediğim gibi, seni bırakıyorum. Bunu yapabilmek, yıllarımı aldı, sayısız uykusuz ve acılı gece yaşadım. Senin tüm proleterlerin Führeri olacak nitelikteki adamların böylesine karmaşık değillerdir. Bugün Führerlerin olanlar, yarın, para için, beş para etmez gazetelere yazı yazarlar. Gömlek değiştirir gibi karar değiştirirler. Ben böyle değilim. Senin geleceğini düşünmeyi sürdüreceğim eskisi gibi. Ama sen, kendine yakın olan birine saygı gösterme yetisinden yoksun olduğundan aramıza belli bir uzaklık koydum. Senin torunlarının torunları benim çalışmalarımın mirasçısı olacak.

(...)

Ben, umudumu yitirmedim, yenilik duygusuna kapılmadım, çünkü bu arada, senin hastalığını daha iyi ve derinlemesine anlamayı öğrenmiş bulunuyordum. Şimdi, daha doğru düşünmene ve o zaman yaptığından daha doğru davranmana olanak bulunmadığını çok iyi anlıyorum. Kendi içindeki "yaşayan şey"den ölesiye korktuğunu öğrendim çünkü; bu korku senin, her seferinde bir işe doğru başlamana ve onu yanlış sonuçlandırmana neden oluyor. Bilginin umut'a yol açtığını anlamıyorsun. Umudu yalnızca kendi içine pompalıyorsun, içinden dışarıya değil. Bu yüzden de, kendi dünyan tümüyle yıkıldığı içindir ki, bana "iyimser" diyorsun, Küçük Adam. Evet, iyimserim ben ve yüreğim, her şeyim gelecekle dolu.

Wilhelm Reich, DİNLE KÜÇÜK ADAM, Çev: Şemsa Yeğin, Payel Yay., I. basım: Şubat 1980