Wednesday, July 11, 2012

Gitmek Zamanı

 Metin Celâl ile “Gitmek Zamanı”nı konuştuk…

“‘Yüzde yüz gerçek’ diye bir şeyin olabileceğine inanmıyorum!”

Söyleşi: Kadir Aydemir

Metin Celâl’in romanı Gitmek Zamanı, Gendaş Yayınları’ndan Mart 2003′de çıktı. Yazarla ‘roman’ ve ‘gitmek’ kavramları arasında kısa bir gezinti yaptık.

-‘Gitmek’ çok çağrışımlı bir sözcük. ‘Gitmek’ ne demek ve bu melankolik yolculuğun nerede biteceği -‘Gitmek Zamanı’ndaki gibi- belirsiz mi sizin için?

Gitmek arzusu, içinde birçok başka duyguyu da barındırıyor. Bir kere ayrılık var. Sevdiklerinizi ardınızda bırakıp gidiyorsunuz. Ve tabii terk etmek… Bu hem kişileri; dostları, arkadaşları, akrabaları terk etmek, hem de evinizi, sokağınızı, kentinizi ve yurdunuzu… Giderken yanınıza alamayacağınız her şey geride bıraktıklarınız oluyor.
Bu romanda “gitmek”, insanın kendini tüm varlığıyla terk edip yeni bir yerde, yeni bir insan olarak, yepyeni yaşam şartları ve ilişkilerle yeniden doğması demek. İnsanoğlu kendi benliğinden gelen mutsuzluğu, bunalımı bulunduğu yerden giderek, kaçarak çözeceğini sanıyor. Sorunun çözümünün kendi içinde değil de dışarıda olduğunu sanıyor. Gitmeye alışmış bir insan sorunlarını çözemediği müddetçe sürekli kaçacak, yer değiştirecek, yeniden ve yeniden hayatını kurmaya çalışacaktır. Çünkü kendiyle yüzleşmekten korkmaktadır.

-‘Gitmek Zamanı’ndaki karakter, sizce neyi arıyor kitap boyunca -bunu çok merak ettim-, kendi kaderini mi, düşlediği sevgililerini mi, yoksa kaybettiği zamanı mı? Yersiz yurtsuzluğunun ve hayata tutunamayışının sebebi nedir?..

Bireyin temel sorunlarından biri kendinden hoşnutsuzluğu olsa gerek. Hemen hiçbirimiz kendimizden memnun değiliz. Bu en azından düşünen ve sorgulayan insan için geçerli. Tabii kendimizi sorgularken sorunun içimizden değil de dışarıdan geldiğini düşünüyoruz çoğunlukla. Mekânın ve ona bağlı olarak ilişkilerin değişmesinin bizi ferahlatacağını düşünüyoruz. O nedenle de gitmek istiyoruz. Bulunduğumuz yeri terk edip yeni bir yerde, yeni ilişkiler ve insanlarla varolursak sorunlarımızı çözeceğimize inanıyoruz. Bence, romandaki karakter huzur ve güven peşinde. Kendiyle barışıp, mutlu olabileceği bir yeri arıyor. Bu da doğal olarak kaçışı gerektiriyor.
-Engin, kitap boyunca monologlar şeklinde düşünmekte. Sürekli kafasında bazı soru işaretleri var, kendini, insanları sorguluyor, geçmişi fazlaca anımsıyor ve ayrıntıları kaçırmıyor…

Gitmek Zamanı’nın kahramanı, birçoklarımız gibi düşünen ve sorgulayan biri. İnsan yalnız kaldığında bu sorular, sorgulamalar doğal olarak daha da yoğunlaşıyor. Hele, yeni bir ülkede, yeni bir hayata başladığını göz önüne alırsak, hayatını, ilişkilerini ve geçmişi sorgulaması çok normal. Kitabın bir yerinde, kahramanlardan biri, “Sürgün hatırlamaktır,” diyordu. Sanıyorum, kahramanımızın sürgünde olması, hatıralarının üzerinde daha da yoğunlaşmasına neden oluyor. Bir yol ayrımında ve geride bıraktıklarıyla hesaplaşıp onları tamamen tarihe gömmek gibi bir tavrı var sanıyorum.
-”Kıyıda bir banka oturmuş, denize, karşı kıyıya bakmıştım. Kendimi özgür ve mutlu hissetmiştim. Ren’in gri suyuna bakarken de benzer bir durumda olduğumu düşündüm. Yine kaçmıştım. Aradaki ayrım mavi ile grinin farkı kadar belirgindi. O gün ne denli umutluysam, bugün de o kadar umutsuzdum.” Romanınızın 25. sayfasında yakaladım bu cümleleri. Belki de kitabın özetini, ne dersiniz? Neden umutsuzluk yaşanıyor sürekli? Ayrıca, umutsuzluğun kendi romanınız dışında, üretilen güncel eserlerde de yaygınca işlenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gitmek, kaçmak arzusunun sonuçlandığı bir noktada orada, o nehir kıyısında bankta oturuyor Engin. Bildiğiniz gibi umut etmek her zaman umut edilene ulaşıldıktan sonra yaşananlardan daha iç açıcı bir şey. Günlerce, belki aylarca “gitmeliyim, kaçmalıyım buralardan” diye düşündükten sonra, kaçmış, amacına ulaşmıştır. Ama, gerçeğin soğuk yüzü esas o zaman ortaya çıkmıştır.
Kaçmayı düşünmüştür, ama kaçtıktan, gittikten sonra neler olacağını, neler yaşayacağını, başına neler geleceğini enine boyuna tartmamıştır. Hedef önemlidir, hedefe ulaştığında tüm sorunların çözümleneceğine inanmıştır. Bir anlamda gitmek, ulaşmak istediği yer bir “düşülke”dir. Tabii, oraya varınca gerçeklerin hiç de düşlediği gibi olmadığını görür.
Ülkemiz kendi vatandaşları için hiç de iç açıcı bir yer değil. Yaşama koşullarına bakmak bile yeterli. Bir ömrü “bir şeyler değişecek, sonunda mutlu olacağız” duygusuyla yaşamış ve hiçbir şeyin olumlu yönde değişmediğini, aksine kötüye gittiğini yaşamışsanız umutsuzluğa kapılmanız normal diye düşünüyorum. Bu anlamda, insanların yaşadıkları bu duyguların eserlere yansıması kaçınılmaz. Sonuçta eser hayatın aynasıdır. Tabii onu nasıl yansıtır, ayrı bir tartışma konusu.
 
-”Romanda yüzde yüz gerçeklik aramak çok yanlış. Bana göre bir roman, sadece romandır. Benim yazdığım romanın da bu şekilde değerlendirilmesini istiyorum,” demiştiniz, ilk romanınız ‘Ne Güzel Çocuklardık Biz’den sonra sizinle yapılan bir söyleşide. Aynı soruyu sorsak, aynı cevabı mı alırız? Yüzde yüz gerçekliğin kurmaca bir eserden zayıf ve güçlü olan yönleri nelerdir sizce?

Bence, anılar, biyografiler bile yüzde yüz gerçekliği yansıtamaz. Onlar ancak belleklerde kalanlardan ibarettir. “Yüzde yüz gerçek” diye bir şeyin olabileceğine inanmıyorum. Gerçek kişiden kişiye, konumdan konuma ve tabii zamana göre çok değişkendir. Bugün çok önemli ve çarpıcı olan, altı çizilmesi gereken bir olgu yarın sıradan ve anlatılmaya değmez bir hal alabilir.
Roman bir sanat eseri olarak, bence, öncelikle estetik özellikler taşımalı. Kendi içinde özgün olmalı. “Yaşadığım şeyleri anlatmalı, gerçekleri göstermeli, insanlara iletmeliyim” duygusuyla yapılan çalışmalarda ister istemez sanatın arka planda kalacağına inanıyorum. O bakış açısında roman yazmak, tüm diğer sanat dallarında olduğu gibi amaç değil, araç olur. Sonuçta ortaya çıkan da bir sanat eseri olmaz.
Romanın bir edebiyat dalı olarak belli kuralları var. Kurmaca, öykü, anlatım, dil gibi unsurları göz ardı edemezsiniz. Anıda, biyografide kurguya yer yoktur, çünkü gerçekler vardır. Onların tam ve doğru olarak yansıtılması önemlidir.
Ben romanın hem kurmacayı hem de gerçekliği içerdiğine inanıyorum. İnandırıcı olduğu oranda okuyucu indinde gerçektir de. “Bunlar gerçek hayatta yok!” diye bir cümle doğrusu çok komiğime gidiyor. Bence doğru cümle, “Hiç de inandırıcı değil,” olmalı. Bire bir gerçekliğin romana yansıması kural olsaydı ne fantastik roman olurdu, ne bilim kurgu, hatta ne de polisiye… Eh, o zaman da okuduklarımız kuru belgesellerden öteye geçmezdi.
-‘Gitmek Zamanı’ dediniz, ilk romanınız ‘Ne Güzel Çocuklardık Biz’den sonra. Bu yeni romanla birlikte, “Şiirden bir kopuş yaşamaya başlıyor Metin Celâl,” diyebilir mi insanlar, derlerse buna vereceğiniz cevap nasıl olur?

Şiir her zaman, ilk ve en önemli uğraşım oldu. Lise yıllarından beri şiir düşünüp şiir yaşamadığım anlar çok azdır. Romanı, bu şiir uğraşım içinde, soluklanma zamanı olarak değerlendirebiliriz sanırım. Roman yazarken de şiirden kopmuyorum.
Roman yazmamın en önemli nedenlerinden biri şiir dışında ifade alanları aramak olsa gerek… Şiir, bildiğiniz gibi az sözle çok şey ifade etme sanatıdır. İmgelerle yazıldığı için de okuyucunun yaşadığı çağrışımlara olabildiğince açıktır. Bunun yanında şiir, yazan ve okuyan açısından sıkı bir disiplin. Bazı konuları şiir dışında ifade etmenin beni rahatlatacağını düşündüm belki de… Roman, şiire göre farklı olanaklar getiriyor, diğer yandan da anlam oldukça belirli ve sınırlı. Kurgusal bir sanat eseri. Oysa şiir kurguyu kaldırmaz, doğasına aykırıdır. Kurmak, onu geliştirmek farklı bir duygu yaratıyor.
-Artık Metin Celâl’e ‘romancı’ denmesinin zamanı geldi mi sizce? Şairler roman sanatına garip bir ilgi duyuyorlar, değil mi?

Şairler, sanatçılar arasında, sanıyorum denemeye en açık kesim. Denemek, aramak, yenilikler bulmak şiirin özünde olan şeyler. Şiir, bu haliyle türler arası, metinler arası ilişkilere de açıktır. Şiire tür olarak yakın olan edebiyat dalları, sanıyorum, öykü ve denemedir. Roman onlara göre çok daha farklı. Şairlerin romana ilgi duymasının nedeni de sanıyorum romanın bu kendine has farklı yapısı. Şairin her zamanki yazma disiplinine ters, bu haliyle çekici geliyor olabilir.
Benim romancılığıma gelince, kendi kendime herhangi bir yafta yapıştırmak istemem. Gerçek anlamıyla bir roman yazmayı başarabilmişsem buna okuyucu ve eleştirmenler karar verecektir, ben değil.
Gitmek Zamanı, Metin Celâl, Roman, Gendaş Kültür Yayınları, Mart 2003 ALINTI

Monday, July 9, 2012

Somut Yaşam

 Marguerite Duras


Ev

Ev, aile ocağıdır, çocuklarla erkekleri barındırmak, kendileri için yapılmış bir yerde tutmak, sağa sola dağılmalarına engel olmak, yüzyıllardan beri içlerinde yatan kaçıp gitme, serüvenlere atılma heveslerini unutturmak içindir. İnsan şu an en çetin konuya el attığında, bu evin temsil ettiği o çılgınca girişim hakkında kadının kafasında beliren düşünceye, o kaygan, pürüzsüz gerece ulaşmak ister. Çocuklar ve erkeklerle arasındaki ortak bağlayıcı noktaya ulaşmak ister.
(Sayfa: 43)
* * *
İşin altından kalkamayan kadınlar vardır, içini alabildiğine doldurdukları, ıvır zıvır yığdıkları evleriyle başedemeyen, kendi bedenleri üzerinde dışarıya doğru hiç bir açıklık bırakmayan, bütünüyle yanılan ve buna karşı hiç bir şey yapamayan, evi yaşanmaz hale getiren ve böylece çocukların onbeş yaşına basar basmaz, tıpkı bizim gibi, kaçıp gitmesine yol açan kadınlar. Evden kaçarız, çünkü anamızın öngördüğü tek serüven budur.
Bende köklü bir evi çekip çevirme duygusu vardır. Bütün ömrüm boyunca duydum bu eğilimi. Hâlâ içimde bir şeyler kalmıştır ondan. Şimdi bile, dolaplarda yiyecek ne olduğunu, canlı kalabilmek, yaşayabilmek, yıkımlara dayanabilmek için, her an, yeterli şeyin bulunup bulunmadığını bilmem gerekir. Ben de, sevdiklerim ve yavrum için, yaşam gemisinin, yaşam yolculuğunun kendi yağıyla kavrulmasını isterim.
(Sayfa: 49-50)
* * *
Belki de kadın kendi umutsuzluğunu analıkları, eşlikleri boyunca kendi içinde üretmektedir. Bütün ömrü boyunca, her günün umutsuzluğu içinde, egemenliğini yitirmektedir. Gençlik özlemleri, gücü, sevgisi en katkısız yasallık içinde açılmış ve kabul edilmiş yaralardan akıp gitmektedir. Belki böyledir bu iş. Belki kadın belli bir idealin kurbanıdır. Belki becerikliliğini, sporculuğunu, mutfak ustalığını, erdemini ortaya koymakta tam anlamıyla başarıya uğramış kadının kaldırılıp atılması gerekir.
(Sayfa: 56)
* * *
Evin birtakım maddi nesnelerle dolması her şeyden önce ve aynı zamanda, düzenli olarak Paris'i istila eden, bilmem ne zamandan beri sürüp gelen bir dinsel törenden, ucuz satışlardan, indirim indirimlerinden, yok fiyatına satışlardan gelmektedir. Beyazlar, sonbaharda yapılan yazlık ürün fazlalarının, kışın yapılan sonbahar ürün fazlalarının satışları, gerçekten gereksindikleri için değil, ucuz olduğu için, kadınların uyuşturucu yutar gibi aldıkları nesneler, eve gelir gelmez bir köşeye atılıveren bütün o "çılgınlıklar". Sorarsanız: "Bana n'oldu bilmem..." derler. Yabancı bir erkekle otelin birinde geçirdikleri bir gece için söyleyecekleri gibi.
(Sayfa: 58)
* * *
Doğduğum ülke, bir su ülkesidir. Göllerin, dağlardan inen çağlayanların, pirinç tarlalarının, kasırgalar sırasında sığındığımız ovadaki toprak renginde ırmakların ülkesiydi. Yağmur öyle yağardı ki, insanın canını acıtırdı. On dakikada bahçe suya boğulurdu. Yağmurdan sonra buhar çıkaran sıcak toprağın kokusunu kim anlatacak? Kimi çiçeklerin kokusunu. Bahçenin birindeki yaseminin kokusunu. Ben, doğduğu ülkeye bir daha hiç dönemeyen biriyim. Hiç kuşkusuz bu, oradaki, salt çocuklar için yaratılmış doğadan, iklimden ötürüydü. İnsan büyüdükten sonra, bu anıları yanına alamıyor, hepsi dışımızda kalıyor, yaşandıkları yerde kalıyorlar. Hiç bir yerde doğmadım ben.
(Sayfa: 63)
* * *

Hayvanlar

Bir sürü ve değişik hayvanım olsun isterdim. Paris'te inek edinmek olanaksız, çıldırmak kadar olanaksız. Paris'te, konutun kapısına bağlanmış bir inek, hemen ertesi sabah, hem inek, hem de sahibi için tımarhane demektir.
Geçen hafta, televizyonda, Kuzey Kutbu'ndaki buzların altından kocaman bir ayının çıktığını gördüm. Başını çıkarıp baktı. Deliğinden dışarı çıktı ve bitkin, olduğu yere devrildi.
Bu kocaman ayının 86 kışında üç yavrusu oldu, üç ay yerinden kıpırdamadı, hiç bir şey yemedi. Yavruları son derece sağlıklı, sütüyle alabildiğine iyi beslenmiş durumda. O ise, tam anlamıyla bitkin.
İlk gün bir dakika, ikinci gün iki dakika dışarı çıkıyor. Bir hafta sonra, kendi üzerinde yuvarlanarak denize dek iniyor. Yavruların dışarı çıkmamaları gereken deliğe bakarak yüzüyor. Artık ayağını sürümüyor, küçük bir fokun yarısını yiyor, öbür yarısını yavrularına götürüyor.
General De Gaulle kadar iri, generali getiriyor insanın aklına. Olağanüstü bir yaratık. Deliğinden yüz metre ilerde kendisine bakan bir erkek ayı var. Ayı duruyor, erkeğe bakıyor. Erkek ayı korkup, tabanları yağlıyor.
(Sayfa: 66)
* * *

Talih açan söz

Annem, kamu görevi yapanlardan, Devlet görevlilerinden, veznecilerden, mübaşirlerden, gümrükçülerden, görevi yasayı saydırmak olan herkesten korkardı. O onulmaz kafa yapısından ötürü kendini hep suçlu sayardı. Hiç bir zaman bütünüyle kurtulamadı bu korkudan. Ben anamın bu korkusundan sözlü sınavlarla kurtuldum. Başardığım her sözlü sınavdan sonra, aileden gelen yoksulluğa karşı bir adım daha atmışım gibi bir duygu belirirdi içimde. Talih kapısını açan söz. Kendi bedenimle, beni yutmak isteyen toplumsal varlık arasında amansız bir çatışma vardı sanki. Şarkıcılar, oyuncular seyirci karşısında aynı şeyi yaşıyor olmalılar.
Şarkı söyleyişinizi ya da konuşmanızı dinlemek üzere para verenler, yaşayabilmek için "altetmeniz" gereken düşmanlardır. Bunu, söze egemen olmayı, dinleyiciyi ardınıza takıp götürmeyi bir kez becerdiniz mi, ondan sonra hep becerirsiniz. Sizi dinlemek için zahmetlere girmiş insanları düşkırıklığına uğratmamak gerektiğini öne sürersiniz. Oysa işin aslı bunun biraz ötesindedir, sizi mahkum etmeye geleni boğazlamaya girer azıcık.
(Sayfa: 107)
* * *

Paris

Burada, insanı kentin boğuculuğundan, sımsıkı sarmalamasından koruyan deniz var. Burada, Paris insana bir yanılgı, benimsenmesi olanaksız bir site hali gibi gözüküyor. Ölüm pazarı, uyuşturucu pazarı, cinsellik pazarı orada, Paris'te. Yaşlı kadınlar orada gebertiliyor. Karalar'ın yatakhaneleri orada ateşe veriliyor, iki yılda altı etti.
Arabalı insanlar, yontulmamış, kaba, saldırgan, arabalarıyla cana kıyan insanlar orada; eroin pazarının yeni zenginleri, ölüm pazarının Yönetim Kurulu Başkanları. Volvo ya da BMW'yle dolaşıyorlar. Eskiden bu markalar gizli sonuçları içinde inceliği, herkesle kibarca konuşmanın ve sesin, güzel pabuçların, güzel kokuların inceliğini dile getirirdi. Bir bakıma, ölçülülüğün züppeliğiydi. Şimdiyse kimsenin içinden bu arabaları almak gelmiyor. Kent Paris, eski kent. Yitip gidiyor insan orada. Suçu korumak, silmek, masetmek için en uygun yer; oniki milyon kişiden oluşmuş koca bir molekül.
(Sayfa: 117)
* * *

İndia Song'daki şömineler

İnsan yaşarken, nesnelerin ne zaman orada olduklarını, var olduklarını bilmiyor. Geçen gün bana, yaşamın çok kere ikili olarak kendisini gösterdiğini söylemiştiniz. Ben de işte tam böyle duyumsuyorum; yaşamım ikili, kötü monte edilmiş, kötü yorumlanmış, yerine oturmamış bir film, sizin anlayacağınız bir yanılgı gibi. Cinayetleri olmayan, aynasızı ve kurbanı olmayan, konusu, hiç bir şeyi olmayan bir polis filmi. Öyle olmaması için yapılması gerekeni bulun bakalım. Hiç bir şey demeden, en küçük bir el hareketi yapmadan, belli bir şey düşünmeksizin, salt kendimi göstermek üzere bir sahnede dikiliyorum sanki. Evet, böyle.
(Sayfa: 128)

Murray Bookchin'in "Özgürlük Mirası"

[Murray Bookchin'in "Özgürlük Mirası"
Ramazan Kaya
(03.07.2012)

“Bookchin’in anarşizmi, devrimci ateşini Bakunin’den, pratik önerilerini Kropotkin’den alır” [Peter Marshall]

Murray Bookchin’in “Üçüncü Devrim” başlıklı dört ciltlik kitap dizisinin ilk cildi olan “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” kitabı Sezgin Ata’nın özenli çevirisiyle Dipnot Yayınları tarafından basılarak, okuyucularıyla buluştu. Serinin geriye kalan ciltlerinin telif hakları da aynı yayınevine ait olup hummalı bir çeviri çalışmasına devam edilmektedir. Murray Bookchin’in, Türkiye’de son dönemde en çok okunan, Türkçeye çevrilen bütün kitaplarının baskıları tükenmiş, cezaevindeki Kürt siyasal kadrolarından akademiye, ekolojik hareketlerden kent aktivistlerine ve anarşist gruplara kadar uzanan politik yelpazenin farklı uçlarında yer alan özneler arasında en çok konuşulan ve tartışılan radikal düşünür olduğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Bu ilgi de Kürt siyasal hareketinin şüphesiz önemli bir rolü vardır. Kürt siyasal hareketinin geliştirdiği “Demokratik Özerklik” projesinin Bookchin’in politik görüşlerinden önemli oranda besleniyor olması, Bookchin’e olan ilgiyi arttırdığı gibi, çağımızın sömürü ve tahakküm dünyasında hala güncel önemini koruyan tezlerinin yeniden keşfedilmesini ve tartışılmasını da beraberinde getirdi. “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” kitabına önsüz  yazan Bookchin’in en yakın yoldaşı Janet Biehl’de Kürt Hareketi’inin Bookchin’ne olan politik ilgisini selamlamaktadır. Bookchin’in görüşleri kısaca “ekolojik, adem-i merkeziyetçi, yüz yüze bir demokrasi aracılığıyla kendi kendini yöneten kentler”[1]inşa etmek olarak özetlenebilir. Ulus-devlet modelinin otoriter ve dışlayıcı karakterini iyi gören Kürt hareketinin, Kürdistan’da konfederal bir özyönetim politikasını hedef olarak belirlemesin de Bookchin’in tezlerielbette önemli bir referans kaynağı olmuştur.  Merkeziyetçiliğin, endüstriyel üretimin, cinsiyetçiliğin, hiyerarşinin ve temsili siyasetin sorgulanmasında Murray Bookchin’in fikirleri daha uzun süre birçokhareket için esin kaynağı ve modeli olma potansiyeline sahiptir.Bookchin’in siyaseti, sıradan insanlarla birlikte politika üretmeye davet çağrısıdır.  Politikanın, öncü profesyonellere, partilere ve karizmatik liderlere devredilmesihalkın kendi geleceğini belirlemesine ipotek koymaktır. Onun tabiriyle, “sıradan insanlar zamanlarının büyük bir kısmını günlük geçim meşgalelerine ayırmak zorunda kaldıkları sürece, politik yaşam genellikle küçük bir azınlığın elinde olacaktır”.
Kuzey Amerika’daki bireyci yaşam tarzı anarşistlerinin komünal bir yaşamın parçası olmaya yanaşmamaları ve bu bireyci anarşistler arasında gittikçe canlanan yeni ilkelciliğe sert eleştiriler yönelten Bookchin bu tür anarşizmlerle arasına kalın bir çizgi çekerek 2000 yılından itibaren kendisini “komünalist” olarak tanımlamaya başladı. Ancak bu ideolojik sınır çizgisi Bookchin’in kendisini toplumsal anarşist geleneğin bir parçası olarak görmesini engellememiştir. Rusya’da, Ukrayna’da ve İspanya’da vücut bulan toplumsal anarşist hareketlerin, anarko-sendikalizmin kazanımlarına ve tarihsel geleneğine her zaman sahip çıkmıştır. 1970’lerin başında geliştirdiği eko-anarşist fikirlerine “toplumsal ekoloji” adını veren Bookchin, 1987’de insandışı doğanın insanlardan öncegeldiğini söyleyen doğa mistisizmini savunan derin ekolojistlerle keskin bir tartışma başlattı. Gerici bulduğu bu ideolojilere karşı seküler, hümanist ve toplumsal bir ekolojiyi savundu. Ayrıca Bookchin, derin ekolojistlerin aksine ekolojik sorunları hiyerarşi ve hükmetme eleştirisi temelinde ele alarak sorguladı. Çünkü ona göre insanın insanla uyumu ve eşitliği sağlanmadıkça doğa ile uyumu sağlanamazdı. Bookchin’in İkinci Dünya Savaşından bu yana düşünce ve eylemde en yenilenmiş liberter düşünür olduğunu söyleyebiliriz. En büyük başarısı, bir “toplumsal ekoloji” oluşturmak için geleneksel anarşist iç görüleri modern ekolojik düşünceyle birleştirmiş olmasıdır. Üstadı Kropotkin gibi Bookchin’de, özgür topluma ilişkin görüşlerinin kanıtını antropoloji ve tarih bulgularında bulur. Tarihin hiyerarşi ve sömürü zincirlerinden “özgürlük mirası”nı çekip kurtarmaya çalışır. Bu özgürlük mirası içinden, Ortaçağın binyılcı Hristiyan mezheplerini, İngiliz Devrimi’ndeki Kazıcılar kolonisini, Amerikan Devrimi’nden sonra New England’daki şehir meclislerini, Fransız Devrimi ve Paris komünü sırasında Paris’te kurulan seksiyonları, İspanyol Devrimi’nin anarşist komün ve konseylerini geleceğin özgürlük formlarının modelleri olarak seçer. Klasik anarşist düşünürlerin devlet ve kapitalizme ilişkin itirazlarının ötesine geçer ve sınıftan çok “hiyerarşi”, sömürüden çok “hükmetme” argümanlarıyla insanlık tarihini analiz eder. “Tarihsel olarak, aslında hiyerarşilerin ortaya çıkışı sınıfların ortaya çıkışından çok öncedir ve ayrıcalıklı cinsiyetlerin, etnik grupların, milliyetlerin ve bürokrasilerin süregiden baskıları, ekonomik sınıflar ortadan kalksa dahi toplumda var olmaya pekâlâ devam edebilir”[2]. Murray Bookchin’in felsefesinde, devrim, iktidarı ele geçirmeyi değil onu dağıtmayı amaçlamalıdır. Özyönetim temelinde bir toplum özyönetimle gerçekleştirilmelidir. Devrimci süreç, topluluğun bütün üyelerini kapsayan ve onların bireyler olarak davranabilmelerini sağlayan halk meclislerinin ve toplulukların oluşmasını hedeflemelidir. Bookchin kendi “ekotopya”sının pratikte bir özyönetim komünleri konfederasyonu olacağını öne sürer. Her komün bir doğrudan demokrasi formuyla kendisini yönetecektir. İdari görevler rotasyon yöntemiyle yerine getirilecek, ancak temel siyasetler herkese açık halk meclislerinde belirlenecektir. Teknolojiyi topyekûn reddetmez. Ona göre teknoloji, aynı zamanda zorlu çalışmayı, maddi güvensizliği ve merkezi ekonomik denetimi ortadan kaldırarak, boş zamanı arttıran özgür bir toplumun ön koşulunu sağlayabilir. Ancak doğayla uyumlu, sadece yerel malzemeyi sağlayacak ve asgari kirliliğe yol açacak “ekoteknolojiler”den yanadır. Yine de Bookchin’in Hegel’ci teleolojisi, bolluk toplumuna ilişkin iyimser bakışı, insanı merkeze alan aydınlanmacı hümanizmi, Avrupa merkezci tarih anlayışı, nesnel akla ve modern teknolojiye olan güveni özgürlükçü siyasetler tarafından eleştirilmeye ve tartışılmaya açık konular olmaya devam etmektedir.

Son kitabı “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” dönecek olursak, kitap Ortaçağ’daki halk isyanlarından, köylü ayaklanmalarından, mezhep temelli iç savaşlardan başlayarak Fransız Devrimi’nin sonuçlarına kadar olan bölümü kapsamaktadır. Bookchin’in bu son kitabını bitirdiğimizde kendimize sorduğumuz temel soru şu olmaktadır: Modern toplumlardan önce ortaya çıkan ve ezilenlerin belleğinden silinmemiş halk isyanlarını ve başarısız devrim girişimlerini özgürlüğü ve eşitliği kaçırdığımız tarihi fırsat anları olarak mı göreceğiz yoksa yenilgiye uğramaları zaten kaçınılmaz olan ve özgürlük için modern kapitalizmin şafağını beklememiz gerektiğini buyuran Marksist teleolojiye mi iman edeceğiz? Bu sorunun cevabı günümüzde devrime bakışı ve politika yapma ufkunu belirlemeye devam etmektedir. Bookchin’e göre “Marx’ın görüşü tarihsel devrimci süreci genellikle çok kaderci kılma eğilimindedir. Öyle ki, bizleri dört yüzyıldan fazla süren büyük özgürlük hareketlerinin hiçbirisinin kapitalizmin nihai zaferine bir alternatif oluşturmadığını kabul etmeye zorlar”[3]. Tarihi, tabandan gelen halk hareketlerinin ve devrimlerinin ışığında yazan Bookchin, boş ve homojen zamanı esas alan modern tarih anlatılarını net bir şekilde reddeder. “Bu hareketlerin niyetlerini endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışının ve kendini sağlamlaştırmasının bir yansıması olarak görmekten kaçındım; bunun yerine farklı devrimci eğilimlerin arzularını, onların kelimeleriyle anlattım”[4] der. Bu kitabı okuyan her insan Bookchin’in derin tarih bilgisine, tarihi olayları ancak içinde yaşamış bir insanın bu derece vakıf olabileceği ayrıntılarla aktaran diline bir kez daha şaşıracaktır. Aktardığı direniş tarihinden kendisi de büyülenen Bookchin, o tarihlerde yaşaması durumunda hiç düşünmeden baldırı çıplakların 1793 ayaklanmalarında Jean Varlet ve Paris Komünü’nün savaş günlerinde Jean Varlin ile birlikte olacağını itiraf eder. Murray Bookchin, tarihi, Marx gibi sadece sınıfların savaşımından ibaret olarak görmez. Sömürenlerle sömürülenler arasındaki çatışmaların tarihin önemli bir bölümünü kapsadığını kabul etmekle birlikte yukarıdan aşağıya kontrole, merkezileşmeye, devlete, bürokrasiye, cinsiyetçi baskılara, dinsel kurumlara ve organik cemaat yaşamının parçalanmasına karşı direnenlerin de izini sürmekten vazgeçmez. Jakoben devrimlerin bağrında varlığını sürdürmeye çalışan, halk meclisleri, iş komiteleri, Sovyetler ve halk dernekleri şeklinde işleyen “en alttakilerin” devrim organizasyonlarını da görünür kılmaya çalışır. Büyük devrimci dalgalara katılan halk kitlelerinin mevcut öncülerin gelecek programlarını onaylamadıklarını, içinde bulundukları olumsuz yaşam koşullarını reddetmekten hareketle bu süreçlere dâhil olduklarını ortaya koyar. Bir dönüm noktasına gelindiğinde her devrimci iktidarın veya partilerin halkın komünal yapılarıyla girdikleri çatışmayı (Kronştadt-1921) bunun kanıtı olarak sunar. Ayrıca modern tarihin, devrimci oluşları yaratan insanları “bilinçsiz yığınlar” şeklinde göstermesine öfkeyle itiraz eden Bookchin, tam aksine “matbaacılar, demirciler, tekerlek yapımcıları ve bağımsız çiftçiler gibi köklü zanaatkârların takipçileri genellikle güçlü kişiliklere sahip, ifadece gücü yüksek bireylerdi”[5] belirlemesinde bulunur. Hiçbir devrimci yangının durduk yere ortaya çıkmadığını bu insanların komünal yaşamında, kültürel alışkanlıklarında kök salan eşitlikçi veotonom fikirlerden ateş aldığını vurgular.

Murray Bookchin’in bu kitapta önümüze serdiği “Devrimci Halk Hareketleri Tarihi” içindenOrtaçağ’daki Feodal Avrupa’nın bütün devrimci ve komünist hareketlerinin isyan alayı, Amerika’daki bağımsız koloni birlikleri ve Fransız Devrimi’nin baldırı çıplakları tüm görkemiyle akar. Heretik Hristiyan mezheplerinden (Anabaptistler, Özgür Ruh Kardeşleri, Thomas Münzer’in taraftarları) Alman köylü isyanlarına, Mezopotamya ve Mısır’daki kabilesel eşitlikçiliği talep eden halk isyanlarından, İngiltere’deki Düzleyiciler ordusuna ve Gerrard Winstanley önderliğindeki Kazıcılar kolonisine, Amerikan Devrimi’nden sonra kurulan bağımsız kolonilere,  New England Kent Meclisine ve Fransız Devrimi’nde “özgürlüğün kırmızı beresini” takan köylü ve işçilerin oluşturduğu Paris seksiyonlarına kadar tarihe yön veren bütün hareketler, toplumsal adaletsizliğin duvarlarında çatlaklar oluşturanisimsiz kahramanlar, kaybedenlerin tarihindeki onurlu yerlerini alırlar. Bookchin bu mücadelelerin başarılı olması durumunda, özellikle Batı Avrupa tarihinin merkezi ulus-devletler yerine şehir ve köylü konferasyonlarından oluşan bir yönde evirilmesinin yüksek bir ihtimal olduğunun altını çizer. Bookchin yine de geçmişe ağıt yakmak yerine ezilenlerin tarihinden aldığı cesaretle, devrimci ruhun yok olduğu hiçbir tarihsel dönemin parçası olmayacağını, her tarihsel dönemin kendi içinde devrimci imkânları da barındırdığını ısrarla göstermeyi sürdürür.

[1]Murray Bookchin, Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine, Çeviren: Sezgin Ata, Dipnot Yayınları, s.15
[2]A.g.e, s.47
[3]A.g.e, s.36
[4]A.g.e, s.18
[5]A.g.e, s.38

Sunday, July 8, 2012

‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’


 ‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’ – EDUARDO GALEANO

 “sokağın savaşı, ruhun savaşı..

dibe vurmak mı yoksa bir araya toplanmak mı? diğerlerini siliyor muyum yoksa onları çağırıyor muyum? deve gibi kendi kusmuğumu mu yiyeceğim? mastürbasyon yapanın aldığı risk nedir ki? olsa olsa en fazla bileği çıkabilir..

gerçeklik, diğer insanlardır: mutluluk ve tehlike. boğaları çağırıyorsam, üzerime saldırmalarına katlanacağım. o güçlü boynuzların kalça kemiğimi parçalayabileceğini biliyorum..
***
bir diktatörlüğün işlediği suçlar işkence görenlerin, katledilenlerin ve kaybedilenlerin yer aldığı listelerle sınırlı değildir.. makine seni bencillik ve yalanla yönetir.. dayanışma bir suçtur.. makine, kendini kurtarmak için ikiyüzlü ve adice davranman gerektiğini öğretir.. bu akşam seni öpen yarın seni satacaktır.. her yaptığın iyilik sana kötülük olarak dönecektir.. eğer gerçekten ne düşündüğünü söylersen senin canına okurlar; böyle bir risk almaya değmez. işsiz dolaşan bir işçi, fabrikanın şu anda çalışan bir işçiyi çıkarıp yerine kendisini almasını gizliden gizliye arzulamaz mı? yoldaşım dediğin kişi senin rakibin ve düşmanın değil midir? kısa bir süre önce, montevideo’da, melez bir çocuk annesinden kendisini doğum kliniğine geri götürmesini istemişti, çünkü bu dünyaya hiç doğmamış olmayı yeğliyordu..

her insanın içinde mevcut olan iyi tarafa yönelik katliam, tek bir damla kan, hatta tek bir damla gözyaşı dökmeden yapılıyor her gün. makinenin zafer: insanalar konuşmaya ve göz göze gelmeye korkuyorlar.. kimse kimseyle buluşmasın. birisi sana bakıp belli bir süre bakışlarını kaçırmıyorsa şöyle düşüneceksin : ‘canıma okuyacak..’ yönetici, altından çalışan arkadaşına şöyle diyor:

‘seni ele vermek zorunda kaldım. benden liste istediler. birkaç isim vermem gerekiyordu. affet beni, eğer bunu yapabilirsen..’
 her otuz uruguaylıdan birinin görevi diğer insanları gözetlemek, izlemek ve cezalandırmak. kışlaların ve karakolların dışında insanlara hiç iş yok; bir işi olanlar da onu korumak için polisten illaki demokratik iman sertifikası almak zorundalar.. öğrencilerden arkadaşlarını ihbar etmeleri talep ediliyor; çocuklar öğretmenlerini ihbar etmeleri için kışkırtılıyor.. arjantin’de televizyon soruyor: ‘şu anda çocuğunuzun ne yaptığını biliyor musunuz?’

ruhları zehirleyerek öldürme suç çetelesinde neden yer almıyor?

***
latin amerikalı ünlü bir play boy sevgilisinin yatağında başarısız olur. ‘gece içkiyi çok fazla kaçırmışım,’ diye kahvaltı sırasında özür diler. ikinci gece başarısızlığını yorgunluğa bağlar.. üçüncü gece sevgili değiştirir.. bir haftanın sonunda doktora gider.. birinci ayın sonunda doktor değiştirir.. bir süre sonra psikanalize başlar. seanslar ilerledikçe, dibe çökmüş ya da silinmiş anılar yavaş yavaş bilincin yüzeyine çıkmaya başlar. ve hatırlar :

1934.. chaco savaşı.. cepheden kaçan altı tane bolivyalı asker and dağları’nın yüksek düzlüklerinde dolaşmaktadır.. bozguna uğrayan bir müfrezeden bir tek onlar hayatta kalmıştır.. bir kişi görmeden ve ağızlarına bir lokma koymadan çıplak steplerde ilerler.. o adam işte bu altı askerden birdir..

bir akşamüstü, keçi sürüsünü güden küçük bir yerli kızı görürler.. onu takip ederler, yere yatırırlar ve tecavüz ederler.. kızın içine sırayla girerler..
sıra son olarak o adama gelir.. yerli kızın üzerine atılınca onun artık nefes almadığını fark eder..
beş asker onun etrafında bir çember oluşturur..
tüfeklerini sırtına dayarlar..
bunun üzerine adam, dehşetle ölüm arasından, dehşeti seçer..

bin bir işkenceci hikâyeleriyle örtüşen bir durum.
işkence yapanlar kimler? beş tane sadist, on tane manyak, on beş tane klinik vaka mı? hayır, işkence yapanlar iyi aile babası insanlar.. memurlar mesailerini tamamladıktan sonra akşam evde çocuklarıyla birlikte televizyon seyrediyorlar.. makine onlara etkili olanın iyi olduğunu öğretiyor.. işkence gayet etkili: bilgi kopartıyor, bilinçleri dağıtıyor, korku yayıyor.. gizli ayincilerinkinin benzeri bir suç ortaklığı doğuyor ve gelişiyor.. işkence yapmayan işkenceye maruz kalır.. makine ne masumları ne de tanıklıkları kabul eder.. kim inkâr edebilir? kim ellerini temiz tutabilir? küçük dişli ilk seferinde kusar.. ikinci seferde dişlerini sıkar.. üçüncüde alışır ve görevini yerine getirir. zaman geçer ve dişlinin tekerciği makinenin dilini konuşmaya başlar: kukuleta, sopa, elektrik, denizaltı, kelepçe, askı.. makine disiplin ister.. en yeteneklileri en sonunda bu işten zevk almaya başlarlar..
eğer işkenceciler hasta kişiliklerse, onları doğuran sisteme ne diyeceğiz?”

EDUARDO GALEANO..
 ‘AŞKIN VE SAVAŞIN GÜNDÜZ VE GECELERİ..’, EDUARDO GALEANO, Çeviri: SÜLEYMAN DOĞRU, SEL Yayınları, Mart 2012, 200 Sayfa..

Anarşizme Doğru – Errico Malatesta


Bizler, özgür ve gönüllü anlaşmaya dayanan bir toplum olan Anarşizm’i istiyoruz
 Errico Malatesta
 Malatesta , 1853′te Güney İtalya’da dünyaya geldi.Henüz 18 yaşındaki genç Errico ,1871′de komünarların, paris barikatlarında aydınlattığı ateşlere yüzünü dönerek Enternasyonel’in İtalya Seksiyonuna katıldı.O, kitlelerin , ezen ve ezilenin olmadığı bir dünyaya olan inancını arttırmak için Napoli Üniversitesi’ndek tıp öğrenimi yarıda bırakarak İspanya’dan başlayıp Yunanya’yı içine alan bir seyahata çıktı.Malatesta ,doğrudan eylem anlayışı içerisinde enternasyonel içindeki bir grup anarşistle birlikte Bologna’da bir ayaklanma planladı.

Ancak; Malatesta ve yoldaşlarının bu ilk ayaklanma girişimini önceden ihbar alan italyan kolluk güçleri bu ayaklanma girişimini engelledi.Fakat bu başarısızlık Errico ve yoldaşlarını asla yıldıramadı.Malatesta , Andrea Costa ve Carlo Cafiero ile birlikte bir grup isyancı genç anarşisti de aralarına alarak Canpania bölgesinde bir köye baskın düzenledi ve vergi kayıtlarını yakarak kralın saltanatını sona erdiği deklare ettiler.Halktan insanlar bu durumu ilk anda olumlu karşıladıysa da isyancılara katılmakta tereddüt ettiler ve İtalyan birlikleri kısa sürede bu isyan girişimini bastırdı Malatesta da İtalya dışına çıkmak zorunda kaldı.

Errico Malatesta’ya sürgünde geçirdiği yıllar önemli katkılar sağladı.Hem Kropotkin ve Bakunin gibi isimlerle tanıştı hem de Arjantin , ingiltere ve Mısır gibi dünyanın çok farklı coğrafyalarında örgütlenme faaliyetleri ve kitle hareketleri içinde yer aldı.Yönetenlerin ve efendilerin olmadığı bir dünyaya sürekli devrimle , sürekli devrime de; örgütlü mücadeleyle yürüneceği inancı hiç sarsılmadı Errico Malatesta’nın.1890 da Londra’da bir konferasta söylediği “halkı mülkiyete el koymaya , zenginlerin malikanelerine girip oturmaya teşvik edin.Geleceğe ilişkin kısır tartışmaların, eylemlerimizi kesintiye uğratmasına izin vermeyelim.” sözleri döneminde önemli etkiler yaratmış ve sonraki anarşist kuşaklara bir eylem klavuzu olmuştur.

1896′da anarşistlerin Enternasyonel’den tasfiye edilmeleri üzerine Engels’le otorite üzerine uzun polemikler yaşayan Malatesta , Engels’in “Sınıflar ortadan kalkmadan otoritenin yok edilemeyeceği” tezine karşılık şu cevabı vermiştir: “Anarşi , otoritesiz ve örgütlenen toplumdur.Otorite , iradesine rağmen kişiye dayatılan iktidardır.Her kim nesneler üzerinde iktidar kurarsa kişiler üzerinde de kurar.Her kim üretimi yönetirse üreticileri de yöneteri ve onların efendisi olur.”

Malatesta, yaşamını, anarşizmin ayaklanma ve eylemci pratiği gerçekleştirmek için gerekirse sürgüne yollanarak ve ülke ülke dolaşarak örgütlenmeye adamış bir anarşistti.Defalarca sürgüne gönderilmesine rağmen İtalya’ya her dönüşünde ilk işi ya bir eylem örgütlemek ya da bir örgütlenme mücadelesinde safını almak olmuştur bu mücadele insanının.1914′te yine bir sürgün dönüşünde, silahsız ,anti-militarist bir gösteride polisin onalrca göstericiyi katletmesi üzerine haftalar sürecek bir eylemlilik sürecinin içinde buldu kendini Malatesta.İtalyan Monarşisi’ni yıkılma noktasına getiren bu ayaklanmada Malatesta ve yoldaşları Devrimci Sendikal Birlik grubuyla birlikte Ancona barikatlarının başındadır yine.

Ancona ayaklanması Malatesta başta olmak üzere tüm İtalyalı anarşistler için bir moral-motivasyon olmuştur.Malatesta’nın da içinde bulunduğu Devrimci Sendikal Birliği’n üye sayısı 1922′de 400.000′e ulaşmıştı.Ancak 1926 da anarşsitlerin Mussolini’ye yönelik başarısız suikast girişimi sonrası bütün muhalefete yönelik faşist terör kampanyasıyla hayatının kalan 5 yılını kızı ve hayat arkadaşıyla birlikte ev hapsinde geçirdi.Errico Malatesta , patronsuz ve jandarmasız bir toplum inancına sonuna dek bağlı kaldı.Eylemci ve uzlaşmaz mücadele hattını sürekli olarak örgütlenme çağrısı yaparak devrimin sürekliliğinin geniş bir toplumsal dayanışma ağıyla gerçekleştirileceğinin propagandasını yapmış ve kendisinden sonraki isyancı kuşaklara esin kaynağı olmuştur.

***

Anarşizme Doğru – Errico Malatesta

Kendimize devrimci dediğimiz için, Anarşizm’in –varolan her şeye şiddetle saldıran ve tüm kurumları yenileriyle değiştiren bir ayaklanmanın yakın sonucu olarak– tek bir darbeyle geleceği yaygın bir görüştür. Ve doğruyu söylemek gerekirse, aramızda devrimi bu şekilde algılayan bazı yoldaşlarımız dayok değil.

Bu önyargı, birçok dürüst karşıtımızın Anarşizm’in neden imkansız bir şey olduğuna inandıklarını açıklar; ve bu, keza, halkın bugünkü ahlaki durumundan rahatsızlık duyan ve Anarşizm’in yakın zamanda gerçekleşmeyeceğini gören bazı yoldaşlarımızın, neden kendilerini hayatın gerçekliklerine karşı körleştiren aşırı bir dogmatizm ile kendilerine Anarşist olduklarını ve Anarşizm için mücadele etmeleri gerektiğini unutturan bir oportünizm arasında gidip geldiğini de açıklar.

Eğer bir hükümetin yerine bir diğerini geçirmek, yani kendi arzularımızı ötekilere dayatmak istiyor olsaydık, o zaman şu gerçek zalimlere karşı direnmek için gerekli maddi kuvvetleri birleştirmek ve kendimizi onların yerine geçirmek yeterli olurdu.

Ancak bizler bunu istemiyoruz; bizler, özgür ve gönüllü anlaşmaya dayanan bir toplum olan Anarşizm’i istiyoruz –hiç kimsenin kendi arzularını bir başkasına dayatamayacağı, ve herkesin istediği şekilde ve tüm insanlarla birlikte gönüllü bir şekilde komünitenin genel refahına katkıda bulunacağı bir toplum. Ancak bu nedenle, her insanın sadece komuta edilmeyi değil, komuta etmemeyi de istediği zamana dek, Anarşizm kesin ve nihai olarak zafer kazanmış olmayacak; keza, insanlar dayanışmanın avantajını anlayana, şiddet ve dayatmanın artık izlerinin kalmadığı bir toplumsal yaşam planını nasıl örgütleyeceklerini öğrenene kadar, Anarşizm başarılı olmuş sayılamaz.

İnsanın vicdanı, kararlılığı ve yapabilecekleri sürekli geliştikçe; yeni çevresinin yavaş yavaş değişiminde, arzuların –şekillenmesi ile buyurganlaşması ölçüsünde– gerçekleşmesinde kendisini ifade etmenin yollarını buldukça, Anarşizm de gelişecek ve kendisini ifade etme yollarını bulacaktır; Anarşizm ancak yavaş yavaş ortaya çıkabilir –yavaşça, ancak hiç şüphesiz ki yoğunluğu ve yayılması büyüyerek.

Bu nedenle, mesele Anarşizm’in bugün, yarın veya gelecek on yüzyıl içinde başarılıp başarılamayacağı meselesi değildir; bizlerin bugün, yarın ve daima Anarşizm’e doğru yürümemiz meselesidir.

Anarşizm, insanın insan tarafından sömürüsünün ve tahakküm altına alınmasının ortadan kaldırılması, yani özel mülkiyet ve hükümetin ortadan kaldırılmasıdır; Anarşizm, sefaletin, hurafelerin ve nefretin yok edilmesidir. Bu nedenle, özel mülkiyete ve hükümetin kurumlarına indirilen her darbe, insanın vicdanındaki her kabarma, mevcut koşullarının her türlü şekilde aksatılması, maskesi düşürülen her yalan, otoritelerin kontrolünden kurtarılan her insan faaliyeti, dayanışma ve inisiyatifin her çoğalışı, Anarşizm’e doğru atılan bir adımdır.

Buradaki sorun, idealin gerçekten de gerçekleşmesine giden yolun nasıl seçileceğini bilmekte, ve gerçek ilerleme ile ikiyüzlü reformları birbirine karıştırmamakta yatmaktadır. Çünkü, bu sahte reformlar, derhal iyileştirmeler sağlamak bahanesiyle kitlelerin dikkatini otorite ve kapitalizme karşı olan mücadeleden uzaklaştırır; onların eylemlerini sakatlamaya hizmet eder ve umutlarını sömürücülerle hükümetlerin iyilikseverliği sayesinde elde edilebilecek şeylere bağlamalarına neden olur. Sorun, sahip olduğumuz az miktardaki gücü –ki en ekonomik şekilde kullanırsak bununla hedefimize daha çok prestij kazandırabiliriz– nasıl kullanacağımızı bilmekte yatmaktadır.

Dünyadaki her ülkede, kaba kuvvet kullanarak kendi yasalarını herkese dayatan bir hükümet vardır; herkesi sömürüye ve –ister hoşlansınlar, isterse hoşlanmasınlar– varolan kurumların sürdürülmesine tabi kılarlar. Azınlık gruplarının kendi fikirlerini gerçekleştirmesini yasaklar; ve, genel olarak toplumsal örgütlenmelerin, kamuoyu görüşünün değişmesine göre ve onun değişmesiyle birlikte, kendilerini değiştirmelerini engeller. Evrimin normal barışçı gidişatı şiddetle durdurulur, ve bu nedenle, bu ilerleyişin yolunu yeniden açmak için şiddet gereklidir. İşte bu nedenle biz bugün şiddet içeren bir devrim istiyoruz; ve –insan kendi doğal arzularına zıt olan şeylerin dayatılmasına maruz kaldığı müddetçe de– bunu daima istemeliyiz. Hükümetten kaynaklanan şiddeti ortadan kaldırırsanız, bizimkinin varolması için hiçbir neden kalmaz.

Henüz hüküm sürmekte olan hükümeti deviremiyoruz; belki yarın da mevcut hükümetin yıkıntılarından bir başka benzerinin ortaya çıkmasını engelleyemeyeceğiz. Ancak, bu, ne bugün ne de yarın her türden otoriteye karşı –mümkün olduğunda onun yasaalarına tabi olmayı reddederek ve onun kuvvetine karşı karşı sürekli kuvvet kullanarak– direnmekten bizi alıkoyabilir.

Ne türden olursa olsun otoritenin her zayıflaması, elde edilen her hürriyet, Anarşizm’e doğru bir ilerlemedir; o her zaman fethedilmelidir –karşı taraftan rica edilmemelidir; daima mücadelede bize daha fazla kuvvet vermeye hizmet etmelidir; daima devleti, asla barış yapmamız gereken bir düşman olarak görmemizi sağlamalıdır; bize daima hükümetin ürettiği kötülüklerdeki azalmanın, onun yetki ve iktidarındaki azalmadan kaynaklandığını, ve sonuçta ortaya çıkacak şartların yönetenlerce değil yönetilenlerce belirlenmesi gerektiğini hatırlatmalıdır. Hükümet deyince, bununla, yasalar yapma hakkına sahip olan ve bu yasaları onları istemeyenlere dayatan devlet, ülke, komünite veya birlik içerisindeki herhangi bir kişiyi veya kişilerden oluşan herhangi bir grubu kastediyoruz.

Henüz özel mülkiyeti ortadan kaldıramıyoruz; özgürce çalışmak için gerekli olan üretim araçlarını düzenleyemiyoruz; belki de bir sonraki isyankar harekette böyle yapmamız gerekmeyecek. Ancak, bu, şimdi veya gelecekte, kapitalizme ve diğer despotluk biçimlerine karşı hiç durmaksızın direnmekten bizi alıkoymamalıdır. Ne kadar küçük olursa olsun, işçiler tarafından sömürücülerine karşı elde edilen her zafer, kârlardaki her düşüş, bireysel mülk sahiplerinden alınan ve herkesin kullanımına sunulan her refah kırıntısı, bir ierlemedir –Anarşizm’e doğru ileri atılmış bir adımdır. Bu, daima, işçilerin taleplerini genişletmeye ve mücadeleyi yoğunlaştırmaya hizmet etmelidir; daima, minnettar olmamız gereken bir taviz olarak değil, düşman karşısında kazanılmış bir zafer olarak kabul edilmelidir; daima, mümkün olur olmaz, hükümet tarafından korunan özel mülk sahiplerinin işçilerden çalmış oldukları araçları kuvvet kullanarak alma kararlığımızda sebatlı olmalıyız.

Kuvvet [kullanma] hakkı ortadan kalktığında, üretim araçları üretmek isteyenlerin yönetimi altında olduğunda, sonuç barışçıl bir evrimin meyvesi olmalıdır.

Anarşizm, onu isteyen ve onu sadece anarşist olmayanların işbirliği olmadan elde edebilecekleri şeyler için isteyen bir azınlık için olamaz, eğer böyle olsaydı ortaya da çıkamazdı. Bu demek değildir ki Anarşizm ideali çok az veyahut da hiç ilerleme gösterecektir; fikirleri giderek daha çok insana ve daha çok şeye sirayet edecektir, ta ki tüm insanlığı ve yaşamın tüm ifade şekillerini kucaklayana değin.

Hükümeti ve gücüyle savunduğu tüm mevcut tehlikeli kurumları devirmişken, herkes için tam özgürlüğünü ve bununla birlikte aksi takdirde hürriyetin bir yalandan başka bir şey olmayacağı emeği düzenlemenin araçlarını fethetmişken, ve keza bu noktaya ulaşmak için mücadele ederken, bizler yavaş yavaş yeniden inşa edeceğimiz şeyleri yıkmak niyetinde değiliz.

Örneğin, gıda arzını sağlayan fonksiyonlar vardır bugünün toplumunda. Bu, kötü, kaotik bir şekilde, enerji ve maddenin büyük bir israfıyla, ve kapitalistlerin çıkarları doğrultusunda yapılmaktadır; ancak, buna rağmen, şu veya bu şekilde beslenmeliyiz. Daha iyisini ve daha adilini yerine koyamadıkça, gıda üretimi ve dağıtımı sisteminin düzenini bozmayı istemek saçmalık olacaktır.

Posta hizmetleri vardır. Yapacak binlerce eleştirimiz var, ancak bu arada mektuplarımızı göndermek için onu kullanırız, ve onu düzeltene veya yerine başka bir şey koyana kadar tüm kusurlarıyla onu kullanmaya devam etmek mecburiyetindeyiz.

Okullar var, ne kadar da kötü çalışıyorlar. Ancak bundan ötürü çocuklarımızın –okuma-yazmayı öğrenmelerine karşı çıkarak– cahil kalmalarına izin veremeyiz.

Bu arada, herkes için yeterli olacak model okullar sistemini örgütleyebileceğimiz bir zamanı bekliyor ve bunun için mücadele ediyoruz.

Bunlardan görebiliriz ki, Anarşizm’e ulaşmak için, bir devrimi yapmak için maddi kuvvet yegane gerekli şey değildir; üretimin farklı dallarına göre gruplaşmış işçilerin, kendi toplumsal yaşamlarının doğru dürüst işlemesini sağlayacak bir konuma –kapitalistlerin veya hükümetlerin yardımı olmadan, onlara ihtiyaç kalmadan– gelmeleri hayatidir.

Ve, Anarşist idealllerin, “bilimsel sosyalistler”in iddia ettiklerinin aksine, bilimin kanıtladığı evrim yasalarıyla çelişmekten uzak olduğunu da görüyoruz; bu yasalarla mükemmel uyumlu olan bir anlayıştır; bunlar, araştırma alanından alınarak toplumsal gerçekleşim alanına çıkarılan deneysel bir sistemdir.

“Uzlaşmadan her zamankinden çok sakınmalıyız. yönetenler ile yönetilenler arasındaki çatlağı derinleştirmeliyiz. devletlerin yıkılmasını savunmalıyız. Halkların kardeşliğini, herkes için adalet ve özgürlüğü sağlayacak tek araç budur. Bunu gerçekleştirmeye hazır olmalıyız. ” Errico Malatesta

"Anarşizm, insanın insan tarafından sömürüsünün ve tahakküm altına alınmasının ortadan kaldırılması, yani özel mülkiyet ve hükümetin ortadan kaldırılmasıdır; Anarşizm, sefaletin, hurafelerin ve nefretin yok edilmesidir." Errico Malatesta