|
|||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||||
KÜNYE
|
Friday, June 6, 2014
Sol, Sinizm, Pragmatizm
İş Cinayetleri Almanağı 2013 çıktı!
Türkiye’de iş cinayetlerinde hayatını kaybedenlerin sayısı artıyor. 2012’de en az 878 olan can kaybı 2013’te en az 1235’e çıktı. İşçilerin 103’ü kadın, 59’u çocuk ve 22’si göçmen. Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa birinciliğini, Hindistan ve Rusya’dan sonra dünya üçüncülüğünü istikrarlı bir şekilde sürdürüyor. İş cinayetlerinde yakınlarını kaybedenler ve yaralanarak kurtulanlar bu kara madalyalardan kurtulmaya kararlı. Davutpaşa’dan Ostim ve İvedik patlamalarına, Esenyurt’taki AVM çadır yangınından Kozlu’ya iş cinayetlerinde en çok canı yananlar, geride kalanlardan başka canlar yanmasın diye örgütlüler.
Adalet Arayan İşçi Aileleri konuyu gündemde tutmak için her ayın ilk pazar günü İstiklal Caddesi Galatasaray Meydanı’nda “Vicdan ve Adalet Nöbeti” tutuyor.
Her gün 5 ila 8 işçinin hayatını kaybettiği Türkiye’de, Adalet Arayan İşçi Aileleri iş cinayetlerinin kaza da kader de olmadığına kulak verecek vicdan sahiplerini dayanışmaya çağırıyorlar. Çabaları iş cinayetlerine sebep olan tüm idari birimlerdeki sorumluların yargılanması için.
Yayımcının notu:
“Umut ediyoruz ki 2013 İş Cinayetleri Almanağı’nın, artmaya devam eden iş cinayetlerinin meydana gelmemesine bir nebze de olsa katkısı olsun. Bu acıların yaşanmayacağı, iş cinayetleri almanaklarının hazırlanmayacağı günler görmek temennisiyle..”
“İş Cinayetleri Almanağı 2013”, 1umut yayınlarından çıktı.
“İş Cinayetleri Almanağı 2013”ü, kitapçılardan ve internet sitelerinden temin etmek mümkün.
Sendika.Org
Wednesday, June 4, 2014
Haziranda Ölmek Zor – Hasan Hüseyin Korkmazgil
03 Haziran 2014
Hasan
Hüseyin Korkmazgil’in 2 Haziran 1970 yılında kaybettiğimiz “Orhan
Kemal’in güzel anısına” yazdığı “Haziranda Ölmek Zor” şiiriyle, Orhan
Kemal’in insanlık tarihinin gelişimi adına yaptığı ilerici katkılarından
dolayı saygıyla anıyoruz. Ayrıca şair, şiirin başında “Orhan Kemal’in
güzel anısına” demesine rağmen şiirde, 3 Haziran’da Nazım Hikmet’i
kaybetmemizi de dile getirerek büyük bir saygıyla anar.
“3 Haziran 1963. Duyuyorum ki Nazım Hikmet ölmüş. Bir sanatçı için böyle bir haberi soğukkanlılıkla karşılamak olanaksız! “Hava leylak ve tomurcuk kokuyor /uy anam anam Haziranda ölmek zor” dizeleri dökülüyor dudaklarımdan. 2 Haziran 1970. Duyuyorum ki Orhan Kemal ölmüş. Yine aynı dizeler, yine kendiliğinden… 1976′lara değin, bu türden acılarla doldum; dizeler beni bir kitaba zorluyordu. İşte “Haziranda Ölmek Zor” böyle oluştu…” Hasan Hüseyin
“3 Haziran 1963. Duyuyorum ki Nazım Hikmet ölmüş. Bir sanatçı için böyle bir haberi soğukkanlılıkla karşılamak olanaksız! “Hava leylak ve tomurcuk kokuyor /uy anam anam Haziranda ölmek zor” dizeleri dökülüyor dudaklarımdan. 2 Haziran 1970. Duyuyorum ki Orhan Kemal ölmüş. Yine aynı dizeler, yine kendiliğinden… 1976′lara değin, bu türden acılarla doldum; dizeler beni bir kitaba zorluyordu. İşte “Haziranda Ölmek Zor” böyle oluştu…” Hasan Hüseyin
“Orhan Kemal’in güzel anısına” işten çıktım
sokaktayım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sokakta tomson
sokağa çıkmak yasak
sokaktayım
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
havada tüy
havada kuş
havada kuş soluğu kokusu
hava leylâk
ve tomurcuk kokuyor
ne anlar acılardan/güzel haziran
ne anlar güzel bahar!
kopuk bir kol sokakta
çırpınıp durur
çalışmışım onbeş saat
tükenmişim onbeş saat
acıkmışım yorulmuşum uykusamışım
anama sövmüş patron
ter döktüğüm gazetede
sıkmışım dişlerimi
ıslıkla söylemişim umutlarımı
susarak söylemişim
sıcak bir ev özlemişim
sıcak bir yemek
ve sıcacık bir yatakta
unutturan öpücükler
çıkmışım bir kavgadan
vurmuşum sokaklara
sokakta tank paleti
sokakta düdük sesi
sarı sarı yapraklarla birlikte sanki
dallarda insan iskeletleri
asacaklar aydemir’i
asacaklar gürcan’ı
belki başkalarını
pis bir ota değmiş gibi sızlıyor genzim
dökülüyor etlerim
sarı yapraklar gibi
asmak neyi kurtarır
sarı sarı yaprakları kuru dallara?
yolunmuş yaprakları
kırılmış dallarıyla
ne anlatır bir ağaç
hani rüzgâr
hani kuş
hani nerde rüzgârlı kuş sesleri?
asılmak sorun değil
asılmamak da değil
kimin kimi astığı
kimin kimi neden niçin astığı
budur işte asıl sorun!
sevdim gelin morunu
sevdim şiir morunu
moru sevdim tomurcukta
moru sevdim memede
ve öptüğüm dudakta
ama sevmedim, hayır
iğrendim insanoğlunun
yağlı ipte sallanan morluğundan!
neden böyle acılıyım
neden böyle ağrılı
neden niçin bu sokaklar böyle boş
niçin neden bu evler böyle dolu?
sokaklarla solur evler
sokaklarla atar nabzı
kentlerin
sokaksız kent
kentsiz ülke
kahkahanın yanıbaşı gözyaşı
işten çıktım
elim yüzüm üstümbaşım gazete
karanlıkta akan bir su
gibi vurdum kendimi caddelere
hava leylâk
ve tomurcuk kokusu
havada köryoluna
havada suçsuz günahsız
gitme korkusu
ah desem
eriyecek demirleri bu korkuluğun
oh desem
tutuşacak soluğum
asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi
yaşatmaktır önemlisi
güzel yaşatmak
abeceden geçirmek kıracın çekirgesini
ekmeksiz yuvasız hekimsiz bırakmamak
ah yavrum
ah güzelim
canım benim / sevdiceğim
bitanem
kısa sürdü bu yolculuk
n’eylersin ki sonu yok!
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
nerdeyim ben
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz siz
kimsiniz?
ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?
asmak neyi kurtarır
öldürmek neyi?
yolunmuş yaprakları
ve kırılmış dallarıyla bir ağaç
söyler hangi güzelliği?
kökü burda
yüreğimde
yaprakları uzaklarda bir çınar
ıslık çala çala göçtü bir çınar
göçtü memet diye diye
şafak vakti bir çınar
silkeledi kuşlarını
güneşlerini:
«oğlum sana sesleniyorum işitiyor musun, memet,
memet!»
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
üstümbaşım elim yüzüm gazete
vurmuşum sokaklara
vurmuşum karanlığa
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
bu acılar
bu ağrılar
bu yürek
neyi kimden esirgiyor bu buz gibi sokaklar
bu ağaçlar niçin böyle yapraksız
bu geceler niçin böyle insansız
bu insanlar niçin böyle yarınsız
bu niçinler niçin böyle yanıtsız?
kim bu korku
kim bu umut
ne adına
kim için?
«uyarına gelirse
tepemde bir de çınar»
demişti on yıl önce
demek ki on yıl sonra
demek ki sabah sabah
demek ki «manda gönü»
demek ki «şile bezi»
demek ki «yeşil biber»
bir de memet’in yüzü
bir de güzel istanbul
bir de «saman sarısı»
bir de özlem kırmızısı
demek ki göçtü usta
kaldı yürek sızısı
geride kalanlara
nerdeyim ben
nerdeyim?
kimsiniz siz
kimsiniz?
yıllar var ki ter içinde
taşıdım ben bu yükü
bıraktım acının alkışlarına
3 haziran ’63′ü
bir kırmızı gül dalı
şimdi uzakta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
yatıyor oralarda
bir eski gömütlükte
yatıyor usta
bir kırmızı gül dalı
iğilmiş üzerine
okşar yanan alnını
bir kırmızı gül dalı
nâzım ustanın
gece leylâk
ve tomurcuk kokuyor
bir basın işçisiyim
elim yüzüm üstümbaşım gazete
geçsem de gölgesinden tankların tomsonların
şuramda bir çalıkuşu ötüyor
uy anam anam
haziranda ölmek zor!
1977
Hasan Hüseyin Korkmazgil
“1963′lerde yaşanılanları ben, ancak böyle dökebildim 1976′larda şiire.
Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. ‘El elden üstündür, taa arşa kadar’ demiş eskiler.” Hasan Hüseyin
Onüç yılda özümsemişim o olayları, onüç yıl sonra damıtabilmişim. O günleri yaşayıp da ozanlığa soyunanlar, elbette ki benden daha iyi yapabileceklerdir bu işi. ‘El elden üstündür, taa arşa kadar’ demiş eskiler.” Hasan Hüseyin
Orhan Kemal’in Hayatı
15.09.1914 – 02.06.1970
15.09.1914 – 02.06.1970
Roman
ve öyküleriyle çağdaş Türkiye edebiyatında özgün bir yeri olan Orhan
Kemal, toplumsal yaşamımızın değişim dönemlerini gerçekçi bir biçimde
yapıtlarında dile getirmiştir. Aydınlık gerçekçi bakışıyla insan-toplum
ilişkilerini ustalıkla yansıtmıştır. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü olan
Orhan Kemal, 15 Eylül 1914′te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Babası,
1920-1923 döneminde birinci B.M.M.?de milletvekilliği, 3 Mayıs 1920?de
Vekiller Heyeti?nde Adliye Bakanlığı yapan ve 26 Eylül 1930?da Adana?da
Ahali Cumhuriyet Fırkası?nı kuran Abdülkadir Kemali Bey’dir. Orhan
Kemal?in o günlere ait izlenimleri Baba Evi?nde söyle yer alır: ?Ama ben
babamı asıl ?fırka? mücadelelerinde tanıdım. Yine böyle günlerdi… Nutuk
söyleyenleri niçin alkışladıklarını çok defa bilmeyen sokaklar dolusu
insanın kinle, küfür şimşekleriyle yüklü kalabalığı. Kalabalık,
kalabalık, hep kalabalık. Aynı parkelere basan iskarpinli, çarıklı veya
yalınayakların mahşeri hatırlatan, insanı coşturan müthiş kalabalığı.
Dar
bir sokakta, karşılıklı iki konak hatırlıyorum. Becerikli ilkokul
öğrencilerinin yaptıkları mukavva konakları hatırlatan bu cumbalı,
kafesli, çıkıntılı, tahta saçakları dantela gibi işlemeli konaklardan
birisi bizim. Burası aynı zamanda babamın ?Fırka? binasıydı. Alt kat
ağır, beyaz taşlarla döşeliydi. Ben bu alt kattan çok korkardım.?
Partisinin
kapatılması üzerine 1931?de Suriye?ye kaçan babasının yanına ailece
gidince, orta son sınıftaki öğrenimini yarım bıraktı. Ailece
Beyrut?tadırlar: ?Beyrut?ta Fıstıklı tarafında oturuyorduk. Lübnan
teb?ası olmadığımız için, babama avukatlık yaptırmıyorlardı. Babam da
annemin bileziklerini bozdurdu, on altın lira sermayeyle, Burç Meydanına
çıkan aralıklardan birisinde, yüksek bir apartmanın altında, küçük bir
lokanta açtı. Babam lokantaya pek uğramazdı. Yemekleri Süreyya adında
bir Türk mültecisi pişirir, Niyazi?yle ben de lokantanın garsonluğuyla
bulaşıkçılığını yapardık. On yedi yaşındaydım ve hayatımın bu tarzından
çok memnundum. Memleket, futbol, Cin Memet ve ötekiler silinmişti.
Ortalık yeni yeni ağarmaya başlarken, Niyazi?yle birlikte evden
çıkardık. O saatte Beyrut?un yeşil tramvayları bile seyrek işlerdi.
Yalnız işçiler, o, dünyanın her tarafında, herkesten az uyuyan, kadınlı
erkekli çoluklu çocuklu kalabalık, onlar kümeler halinde ve yollarda
olurlardı. Aralarına katılırdık… Tıpkı onlar gibi, ceketlerimiz
omuzlarımızda, onların bastıkları parkelere basmak gururu içinde, iş-güç
sahibi insanlardık.?
Daha
sonra burada bir basımevine işçi olarak girdi: ?Vazifem, kağıt kesme
makinesinde kol çevirmekti. Vişne çürüğü fesini daima sol kaşına doğru
yıkan ustamsa, zayıf, uzun boylu, dehşetli şakacıydı. Herkese takılır,
sık sık kahkahalar atardı. (…) Herkesten evvel işbaşı yapıyor, makinenin
bir kenarına ilişiyor, evden getirdiğim esmer somunumu birkaç zeytinle
yiyordum. Çok geçmeden öteki işçilerle mürettipler de geliyorlardı ve
derhal iş başlıyordu.? Bir yıl kadar Suriye ve Lübnan?da kaldı. 1932?de
Türkiye?ye dönünce, Adana?da çırçır fabrikalarında işçilik, dokumacılık,
katiplik, ambar memurluğu yaptı. 5 Mayıs 1937?de evlendi. Nisan 1938?de
kızı Yıldız doğdu. Aynı günlerde Niğde?de askerlik görevine başladı.
Burada, ?yabancı rejimler lehine propaganda ve isyana muharrik? suçundan
yargılanarak, 27 Ocak 1939?da beş yıla hüküm giydi Kayseri, Adana ve
Bursa cezaevlerinde yattı. 1940 yılı kışında Bursa Cezaevi?nde Nazım
Hikmet?le tanıştı. O tanışma anını anılarında şöyle dile getirir, Orhan
Kemal: ?Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi
kesmiş, gözlerimi kısmışım..Bir heykel sükunu içinde, azametli bir
mermer heykel bekliyorum… Bir an yüzyüze geliyoruz, sonra gözgöze..Mavi
mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor..Temiz,
taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması
lazım geldiğini ölçtü, yahut tanış bir yüz arandı..Sonra gözüne Necati
ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve
beni tanıttı.El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını, hazır oldaki bir er
gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikar bir tarzda
ciddileşmeye çalışarak: -Ben Nazım Hikmet! Dedi.”
Bu
tanışma, onun sanat yaşamının belirginleşmesinde bir dönüm noktası
oldu: ?Benimle inceden inceye uğraşıyordu. O kadar ki, “yarı
aydın”lığımdan, yahut “küçük burjuva”lığımdan gelen “vıdıvıdıcı”
tabiatımla, birtakım huy ve telakkilerime varana kadar her şeyimle..?26
Eylül 1943?te tahliye olunca Adana?ya döndü. Karataş’ta toprak taşıma
işinde bir ay amelelik yaptı. 14 Nisan 1944?te Devlet Demiryolları?nda
?muvakkat hamal? olarak çalıştı. Aynı yılın haziranın da Güzel İzmir
Nakliyat Ambarı?nda iş buldu. Bir sure sonra bu işden de çıkarıldı. 13
Temmuz 1944?te oğlu Nazım doğdu.
1945
yılı yazında Kilis?e giderek, kalan 35 günlük askerlik görevini
tamamladı. Çorum?a sürgüne gönderildi. Babasının, dönemin başbakanı
Recep Peker?e telgraf çekmesi üzerine, 26 Ekim 1946?da bırakıldı.
Adana?ya dönünce sebze nakliyeciliği, Verem Savaş Derneği?nde katiplik
yaptı. Bir süre sonra işsiz kaldı. Aralık 1949`da 3. çocuğu Kemali
doğdu. 17 Nisan 1951?de ailece İstanbul?a yerleşti. Bu göç serüvenini
kendisi şöyle anlatmaktadır: ??Adeta itiliyordum İstanbul?a?Yazı
işlerine baktığım, bu sayede kıt kanaat geçinmeye çalıştığım çeşitli
derneklerdeki işlerime de şıp diye son verilmişti, iktidara yeni geçen
Demokrat Parti?liler tarafından.. Sebep politik miydi:.. Yoksa benden
açılacak yer ya da yerlere kendi partililerini mi kayıracaklardı
bilmiyorum.. Verem Savaş Derneği, Bağ ve Bahçeler derneği, bir de o
zaman ki adıyla Etibba Odası?ndan aldığım paraların toplamı, vergiler
çıktıktan sonra ya 160 ya da 180 liraydı..Bu paradan da olmuştum..Bir de
beni bir türlü İstanbul?a salıvermek istemeyen babam ölmüştü..?
İstanbul?da geçimini yazarlıkla sağladı. Kasım 1957 de 4.çocuğu Işık
doğdu. 7 Mart 1966?da bir ihbar üzerine iki arkadaşıyla birlikte
tutuklandı. ?Hücre çalışması ve komünizm propagandası? yaptıkları
gerekçesiyle tevkif edilerek Sultanahmet Cezaevi?ne gönderildi. 7
Nisan?da Türk Edebiyatçılar Birliği, Gen-Ar Tiyatrosu?nda 30. sanat yılı
nedeniyle bir jubile düzenledi. Toplantıda Melih Cevdet Anday, Yaşar
Kemal ve James Baldwin birer konuşma yaptı. Bilirkişice verilen; ?suç
teşkil eden bir cihet bulunmadığı hususunda?ki rapor üzerine 13 Nisan
1966?de serbest bırakıldı. 17 Temmuz 1968?de bu davadan beraat
etti.Bulgar Yazarlar Birliği?nin çağırısı üzerine gittiği Sofya?da,
tedavi edilmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970?te öldü.
Edebi Yaşamı
Yazın
yaşamına askerdeyken şiirle başladı. İlk şiirleri Raşit Kemali
imzasıyla ?Yedigün? ve ?Yeni Mecmua?da çıktı. Bunları, hapisteyken ?Yeni
Ses?, ?Ses?, ?Yürüyüş? dergilerinde yayımladıkları izledi. Nazım
Hikmet?in etkisiyle düzyazıya yöneldi. İlk düzyazısı, Baba Evi romanının
bir bölümü olan ?Balık? 1940?ta ?Yeni Edebiyat? gazetesinde yayımlandı.
İlk öykülerini ise Raşit Kemali ve Orhan Raşit imzalarıyla yine aynı
gazetede yayımladı. Bunları, 1942?de ve 1943?lerde, Orhan Kemal
imzasıyla ?Yürüyüş? ve ?İkdam? gazeteleri ile ?Yurt ve Dünya? dergisinde
çıkan öyküleri izledi. Bu yıllarda şiirlerini de yayımlamakla birlikte,
asıl çalışmalarını öyküye yöneltti. Öyküleri ?Varlık?, ?Gün?, ?Yığın?,
?Seçilmiş Hikayeler?, ?Yaprak?, ?Yeni Başdan?, ?Yeditepe?, ?Beraber?
gibi dergilerde yayımlanırken; birçok romanı da ?Vatan?, ?Dünya?,
?Ulus?, ?Son Havadis? ve ?Cumhuriyet? gazetelerinde tefrika edildi.
Kardeş
Payı ile 1958, Önce Ekmek? le de 1969 Sait Faik Hikaye Armağanı?nı;
yine Önce Ekmek kitabıyla 1969 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü?nü kazandıÖykü
ve romanlarının yanı sıra film senaryoları yazdı. 72. Koğuş, Murtaza,
Eskici Dükkanı, Kardeş Payı adlı yapıtlarını oyunlaştırdı. İspinozlar
oyununu yazdı. Bu oyunları çeşitli tiyatrolar tarafından sahnelendi. 72.
Koğuş oyunuyla 1967?de Ankara Sanat Severler Derneği?nce en iyi oyun
yazarı seçildi.
İlki
1972?de verilen (Yılmaz Güney , Boynu Bükük Öldüler ), her yıl yazarın
ölüm yıldönümünde verilmek üzere, konulan ?Orhan Kemal Roman Armağanı?
ailesi tarafından düzenlendi.
Yapıtları
Öykü:
Ekmek Kavgası, 1949; Sarhoşlar, 1951; Çamaşırcının kızı, 1952;
72.Koğuş, 1954; Grev, 1954; Arka Sokak, 1956; Kardeş Payı, 1957; Babil
Kulesi, 1957; Dünyada Harp Vardı, 1963; Mahalle Kavgası, 1963; İşsiz,
1966; Önce Ekmek, 1968; Küçükler ve Büyükler, (ö.s.), 1971. Ayrıca
öykülerinden yapılan derlemeler Bilgi Yayınevi?nce dört cilt olarak
yayınlandı: I. Yağmur Yüklü Bulutlar, 1974; II. Kırmızı Küpeler, 1974;
III. Oyuncu Kadın, 1975; IV. Serseri Milyoner/İki Damla Gözyaşı, 1976.
Arslan Tomson, (ö.s.), 1976; İnci?nin Maceraları, (ö.s.), 1979.
Roman: Baba
Evi, 1949; Avare Yıllar, 1950; Murtaza, 1952; Cemile, 1952; Bereketli
Topraklar Üzerinde, 1954; Suçlu, 1957; Devlet kuşu, 1958; Vukuat Var,
1958; Gavurun kızı, 1959; Küçücük, 1960; Dünya Evi, 1960; El Kızı, 1960;
Hanımın Çiftliği, 1961; Eskici ve Oğulları, 1962 ( Eskici Dükkanı
adıyla 1970); Gurbet Kuşları, 1962; Sokakların Çocuğu, 1963; Kanlı
Topraklar, 1963; Bir Filiz Vardı, 1965; Müfettişler Müfettişi, 1966;
Yalancı Dünya, 1966; Evlerden Biri, 1966; Arkadaş Islıkları, 1968;
Sokaklardan Bir Kız, 1968; Üç Kağıtçı, 1969; Kötü Yol, 1969; Kaçak,
(ö.s.) 1970; Tersine Dünya, (ö.s.) 1986.
Oyun:
İspinozlar, 1965; 72. Koğuş, 1967. Anı: Nazım Hikmet?le Üç buçuk Yıl,
1965. İnceleme: Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar,
1963. Röportaj: İstanbul?dan Çizgiler, (ö.s.) 1971.
Kaynak:http://www.orhankemal.org/v05/
Kaynak:http://www.orhankemal.org/v05/
Tuesday, June 3, 2014
Ahmet Altan’ın Son Oyun’u: İktidar ve Cemaat Çatışmasının Kodları
SARPHAN UZUNOĞLU
Bu
yazının kaleme alındığı sabaha gözaltında bakan çocukları, bürokratlar
ve iş adamları, Gülen Cemaati ile AKP’nin karşılıklı salvoları,
emniyette görevden alma operasyonları, fotoğraflanan rüşvet sahneleri
ile başladık. Televizyonlar, karmaşayı anlatıyorlar. Sanki her şey
üstümüze yıkılacak ve biz altında kalacakmışız gibi hissediyoruz,
bazılarımızın gözleri yalnızca döviz kurlarını ve borsayı kolluyor,
bazılarımızsa şaşırıyoruz. Olduğu söylenen rüşvet ağındaki isimlerin bir
düğünde beraber gerdan kıvırırken fotoğraflarını görüyoruz.
Benim bu kocaman fotoğrafta gördüğüm tek şey, inanılmaz bir yerellik,
sıradanlaşmış bir kötülük ve o kötülüğün taşralılaşan kıvamı. Sanki her
şey, milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede değil ama küçücük bir
kasabada gerçekleşiyor. Tıpkı Ahmet Altan’ın son romanı, Son Oyun’un geçtiği kasaba gibi.
Altan’ın son romanına cinayet romanı diyebilmek için her anlamıyla
siyasetten uzaklaşmış, son birkaç yıl içerisinde hiç gazete okumamış
olmak lazım. Karşımızda 2010 sonrası Türkiye’nin politik fotoğrafını
çeken bir roman çıkıyor. Üstelik tarafları çok belirgin olan, hatta baş
karakteri de, şaşılmayacak bir biçimde, Ahmet Altan’ın ta kendisi olan.
Romanı dört temel başlık altında incelemekte fayda var. bunlardan
birincisi kasaba, yani olayların gerçekleştiği yer, ikincisi kilisedeki
hazine üçüncüsü güçler arası çatışma, dördüncüsü ise tutku.
Kasaba,
açık bir biçimde günümüz Türkiye’sinin herhangi bir kasabasının güç
ilişkileri üzerinden Türkiye’deki temel güç ilişkilerinin anlatıldığı
bir alan. Kentin yoksulları kentin ‘tarihi’ olan kısmı diyebileceğimiz
yokuş bir alan üzerine konumlanmış durumdalar, yüksekte zenginlerin evi
dururken, orta sınıf, TOKİ’lerinin tüm çirkinliğiyle kocaman bir ovaya
yayılmış şekilde duruyor. Altan’ın baş karakteri kasabada kabul görmüş
tek yabancı. Keza kasabada ikinci bölümde açıklayacağım, iktidar
kavramının doğrudan eşitlendiği bir gerçeklik var: Kilisedeki hazine.
Kimse hazineye dokunulmasını istemiyor. Başkarakter olan yazar,
kasabanın seçkinleri ve esnaflarıyla kurduğu iletişim sayesinde orada
durabiliyor. İki avantajı var: Birincisi yazar olması, ikincisi de
kasabanın elitlerine yakın olması. Üçüncü bir avantajı da merakı. Bu
kasabada herkes tek bir şeyi merak ediyor. Hazine kimin olacak? Yazarsa
insanlara dair merakıyla koyuluyor yola, onların hikayelerinin peşine
düşüyor.
Kasabanın, tıpkı Türkiye’nin olduğu üzere underground bir
yaşam tarzı var. Gündüzleri kalın pardesülerinin, montlarının
içerisinde dolaşan bedenlerin akşamları bilgisayar karşısında birer
şehvet yumağına dönüştüğü bir dünya. Gündüz, ahlakı ve tüm diğer ‘kutsal
şeyleri’ temsil eden kasaba halkı arası ilişkiler, akşam olduğunda
sağlam bir seks oyununa dönüşüyor. Kasabanın en güçlülerinden en
güçsüzlerine, herkesin birbirinden gizli girdiği bu dünyada, tüm
sırların farkında olan tek kişi yazar.
Yanında çalışan kadından sokakta gördüğü tüm diğer insanlara herkesin
bir sırrı var ve yazar o sırların dolaştığı alemde geziniyor. Bu noktada
Ahmet Altan’ın hakkını vermek lazım. Onun gibi bir yazarın bilgisayar
yazışmalarına format olarak da romanının içinde yer vermesi ve gereksiz
bir ‘mektup romantizmine’ ihtiyaç duymuyor olması, gerçekten önemli.
Hazine: İktidar
Romanın en önemli noktası, kasabanın tepesindeki kilisenin altında
olduğu iddia edilen hazine. Bir kasaba dolusu insanı o kasabada tutan ve
o kasabanın varolmasının ve o kasabada olup biten her şeyin bir
‘sebebi’ olduğuna inandıran da o hazinenin ta kendisi. Kasabada işlenen
ve rutinleşen cinayetler de, kasaba elitlerinin ilişkilerinin fonksiyonu
da tam olarak o hazinenin varlığı üzerinden konumlanmış durumda.
Hazine, herkesin karanlık odada bir fili tarif etmeye çalıştığı gibi
tarif edilen, mistik anlamlar yüklenerek, maddi olanın ötesinde, öyle ya
da böyle Tanrı’nın asası konumuna getirilmiş bir güç.
Kasabanın belediye başkanı ve kasabanın en zengin adamı (bu karakterlere
dördüncü bölümde döneceğiz) doğal olarak hazinenin kimin olacağına
karar veremiyorlar ve ellerinde böyle bir yetki de yok. Keza hazine,
tapu kiminse onun olacak ama tapunun kimde olduğu da bilinmiyor.
İktidarın sırrı ve kaynağı belirsiz durumda görünüyor.
Her iki taraf da yazarı etrafına alıp bu zeki adamın karşı tarafı
zayıflatacak herhangi bir fikir verebileceği varsayımına fena halde
yaslanmış durumda. Bu yüzden yazar her iki tarafın da sofralarında
oturup kalkarken, hatta onların hayatlarının en özel detaylarına tanık
olurken bir sıkıntı çekmiyor gibiler.
Taraf Gazetesi’ni çıkardığı dönemde Aydın Doğan’ın ilk önemli
röportajını Taraf’a verdiğini, herkesin günah çıkarmak için Taraf’ı
kullandığını hatırladığımızda, bütün günah çıkarma seanslarının öznesi
olarak yazarı göz önüne alırsak yavaş yavaş hazine yani iktidara giden
bir anahtar olarak insanların entelektüel görgüsü ve hitabı
kendilerinden çok yüksek olan ‘yazarı’ taraflarına katma ve kullanma
çabasını es geçmemek gerek. Altan, kurgusuna eklediği bu çatışmadaki
rolünü elbette Taraf’taki rolünden kitaba aktarıyor. O günlük hayatın
‘pis oyunlarını’ da bilen biri. Ve bu romanıyla bir intikam alıyor. Tutku bölümünde açıklayacağım bir intikam.
Çatışma: Çeteler, Cemaatler, Başkanlar ve Zenginler
Altan’ın kitabında iki temel güç sahibi var. Bunların birincisi Belediye
Başkanı Mustafa, ikincisi ise kasabanın en zengin adamı. Mustafa’nın
sevgilisi yazarın sevgilisi, daha da garibi, kasabanın en zengin
adamının karısı da yazarın sevgilisi. Tutku bölümünde kodlarını analiz edeceğimiz bu ilişkiyi şimdilik bir kenara bırakalım.
Belediye Başkanı Mustafa aynı zamanda çok zengin bir adam ve
zeytinlikleri ve. Kasabanın en zengin ailesi ise fabrikalara sahip.
Aralarında ‘centilmence’ gibi görünen ama nefrete dayalı bir iletişim
olan bu iki aile dönemsel ittifaklarla o güne kadar kotardıkları
ilişkilerdeki gerilimlerini kendilerine bağlı çalışan iki çete
arasındaki çatışmalar üstünden atıyorlar. Her ikisi de kendilerine bağı
çalışan ‘çeteleri’ namuslu insanlar olarak gösterirken, kasabadaki bütün
‘mülk’ meseleleri hukukun değil, çetelerin eliyle çözülüyor. Hukuk ise
‘iktidarın oyuncağı’ konumundan bir an olsun uzaklaşmıyor. Başkan
Mustafa sürekli olarak yanında kasabanın kaymakamı ve yargıcıyla
birlikte geziyor. O politik anlamda görünür olan tüm güçlerin sahibi.
Raci ve Rahmi Bey ise (zenginler) ellerindeki sermaye ile güvenli bir
‘istikrar’ yaratma peşindeler; ancak işler Mustafa’nın kiliseye ulaşımı
engellemesiyle birlikte karışmaya başlıyor ve bugünlerde yaşadığımız
yolsuzluk skandalındakine benzer karşılıklı ‘restleşmeler’
başlayıveriyor.
O restleşmelerin ayrıntıları romanın içinde saklı elbette; ancak
birbirlerinin para kaynaklarını kapattıran yahut yakan, birbirlerinin
adamlarını öldürten ve bu koca kasabayı yakmaya çalışanlar, hiçbir
şekilde sonu bilinmeyen ve sonu da romanda bile belli olamamış, yine
yalnızca tanığının kaderiyle sonuçlanmış bir roman var burada.
Tutku: Son seçim
Ama asıl mesele hem Başkan’ın karıyısla, hem kasabanın en zenginin
karısıyla hem de kasabanın hayat kadınıyla yatan bir adamın nasıl olup
da bu kadar çok şey üstünde karar verici ya da belirleyici olabildiği.
Bu noktada devreye tek bir kavram giriyor o kadar. Yazarın tanrıyı
oynaması.
Her yazar gibi Ahmet Altan da bu kitabında tanrıyı oynuyor ve yarım
bıraktığı bir oyunu anlatıyor, Son Oyun’u. Onun kader çizgisini
değiştiren cinayet anından sonra ne olduğunu bilmiyoruz; ama tek bir
şeyi biliyoruz. En güçlü adamların aynı anda hem en yakın arkadaşı
olabildiğini hem de bu iki adamın birden kadınlarıyla yattığını. Ahmet
Altan, öcünü alıyor.
Bir gün ansızın, hayatının en ‘değişik’ dönemini yaşadığı Taraf’tan
ayrıldığı gibi romanın kurgusundan da ayrılıveriyor. Küçük bir tanrının
yok oluşuna neden oluyor ama küçük bir tanrı olarak kendi de yok
oluveriyor. Ama mesajı sabit kalıyor, söyledikleri sabit kalıyor
Altan’ın. Yazar, kendine yakıştırdığı rolü oynuyor ve romanın ‘kaderini’
değiştirerek ayrılıyor. Tıpkı Taraf’tan ayrıldığı gibi. Bunca
muktedirden sadece birini ortadan kaldırmayı başarıyor, üstelik masum
olduğuna inandığı ama masum olmayan onlarca ilişkiden sadece biri için.
Yazar, neticede yalnızca bir intikam almış oluyor. Taraf’ta yazdığı
yıllarda AKP’yi oluşturan büyük koalisyonun tüm taraflarıyla ettiği
flörtü ve herkesi ortada bırakıp gidişini anlatıyor. O küçük bir tanrı
olmaya devam ediyor. Geri kalan her şeyse, pis bir nehirde kendi
debisinde akıp gidiyor.
Mesele Dergisi’nin Ocak 2014 sayısında yayınlanmıştır.
Monday, June 2, 2014
“Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın”
02 Haziran 2014
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı…
Bir
ölüm düşünün. Uzun…Uzun gecelerden daha uzun, karanlık bir ölüm… Sinsi
olduğu kadar aleni… Toprağın fersah fersah altında, sessiz, kımıltısız
ve bir o kadar da çığlık çığlığa… Madencinin sesi kısıktır oysa. Çığlığı
kuru… 1500 lira maaşla çalışır; daima başkalarına çalışır. Kirasını
öder, çocuğuna bez alır, kanaat eder. Sanayi devriminden bu yana, modern
zamanların dervişleridir madenciler. Yüzyıllar boyu mağaralara çekilip,
nefsini terbiye derdine düşen zahitlerin soylu torunlarıdır. Kör
kuyulara iner, emek sarfeder ve can
verirler. İşte bu ahlak, sedyeye uzanan işçiye; “ayakkabımı çıkarayım
mı” sorusunu sordurtur; şehit düşmüş işçinin ninesine “kader böyleymiş,
devletimiz sağolsun” kelamını ettirir.
Kapitalizm
ahlakı da, bu emeği kutsar. Tıpkı bizim yaptığımız gibi övgüler düzer.
Ölen işçinin damı akan evine televizyon muhabirleri gönderir.
Hüzünlenir, vicdanı sükun bulur. Yoksulluğuna rağmen muktedire “yuh”
çekmeyen, “kader yavrum” diyen nineyi örnek vatandaş ilan eder. İşçi
bilinci içinde olan, sarı sendikaya karşı duran, hak arayan madenciyi bu
örnekle taca çıkarır. Parmak ucuyla gösterip, hain yaftası yapıştırır.
Mızraklarının ucuna Kuran sayfaları asan münkir ordusu gibi, bu derviş
tevekkülünü; hak mücadelesi veren işçinin üzerinde kılıç edasıyla
sallandırır. Büyük tehlike budur. Şükreden nineler üzerinden, kavga
veren işçiye linç girişimi… Büyük tehlike budur!
Attila
İlhan bir şiirinde, “belki ölmek hakkımı kullanıyorum” diye yazmıştı.
Ölmek bir haktı çünkü. Sıcak yataklarda uykunun arasında ölebilmek,
torunlarının kulağına son sözlerini fısıldayarak göçüp gidebilmek…
İnsanca yaşamak hakkından çoktan vazgeçmişti madenciler. Doya doya
nefeslenip, gönlünce türküler söyleyebilmek hakkından… Rahat bir ölmek
hakkı bile çok görüldü onlara.
“1909’da
ilan edilen Manifesto Futurista (Fütürist Manifesto) geleceğe inancın
hareketidir. Bu manifestonun aynı zamanda yirminci yüzyılın, yani
geleceğe güvenen yüzyılın, kültürel ve ideolojik açılış merasimi
olduğunu iddia edebilirim… Yüzyılın tüm dehşetine karşın Ütopyacı
imgelem ilerici bir gelecek umuduna can vermekten geri durmamıştır, ta
ki 68’de modern vaadin gerçekleşmenin an meselesi olduğu zamana dek.
Yüzyılın son otuz yılında ütopyacı imgelem ağır ağır tersine döndü ve
yerini distopyacı imgeleme bıraktı. 1977 yılı, pek çok sebepten ötürü
bir dönüm noktası sayılabilir. Punk hareketi o yıl patladı. Başat
sloganı –Gelecek yok!- , kendini gerçekleştiren ve yavaş yavaş tüm
dünyayı saran bir kehanetti.” (sayfa:27-28)
1948
yılında İtalya’nın Bolonya kentinde doğan, İtalyan Otonomist gelenekten
gelen, Marksist kuramcı ve eylemci Franco “Bifo” Berardi, dilimize
“Gelecekten Sonra” olarak çevrilen kitabında bu tespiti yapıyor. Bir
yüzyıla yakın bir süre dünyaya hakim olan fütürist düşünce ve
iyimserliğin, halk ağzıyla söylemek gerekirse “güzel günler göreceğiz
çocuklar” düsturunun 1970’lerden sonra nasıl çözüldüğü ve yerini kötücül
bir karamsarlığa bıraktığını anlatıyor.
Kanaatimce,
2013 yılının Haziran ayında ülkemizde yaşanan toplumsal hareketler de,
Berardi’nin 1977 yılı Punk Harketine yaptığı atıf gibi, ülke tarihimiz
açısından bir neşter niteliğinde. Bir şeyler iyi veya kötü anlamda
değişiyor, zihinlerde değişiyor. Yaşanan olaylar gösteriyor ki,
siyaseti, stratejileri, dünya görüşlerini, üslupları değil vicdanı
sorguladığımız bir noktaya geldik. İnsanların birbirlerinin gözlerine
kinle baktığı, yaşanan ölümlere baş sağlığı dileğini çok gördüğü;
muktedirlerin halkını tokatladığı bir mevzideyiz. Belki de bu yüzden,
toplumsal tarihimizde kayda geçmeyen ama hepimizin belleğinde hece hece
bildiği genel algılarımızın bir diğer deyişle, yazılmayan manifestomuzun
terse dönmesi gereken zaman. Laik, mütedeyyin, Sünni, Alevi vb.
ayrımların safında yer almak değil; kapitalizm ve karşıtları diye
ayrılmak zamanındayız fikrimce. Zira, yerküredeki tüm mahlukat ve
sistemler içerisinde vicdanı olmayan tek müessese kapitalizmdir. Tıpkı
bugün kutularını dolduran ve ruhen ölenlerin çenesine sille atan iktidar
sahiplerinde yani kapitalizmin temsilcilerinde vicdan olmadığı gibi!
Bakın Berardi ne diyor:
“Kapitalizm
bitti, ama gözden kaybolmayacak. Geçici olmayan Otonom Bölgelerin
yaratımı herhangi bir bütünleştirmeye yol açmayacaktır. Katartik bir
olay olarak devrime tanık olmayacağız, devlet iktidarının bir anda
yıkılışını görmeyeceğiz. Önümüzdeki yıllarda bir tür öznesiz devrime
tanıklık edeceğiz. Bu devrimi özneleştirmek için tekillikleri
çoğaltmamız gerekir. Naçizane düşüncem, kültürel ve politik görevimizin
bu olduğudur.”
Saygıdeğer
okur, Berardi’nin “No Future” kitabını beğenmek ve tavsiye etmekten
öte, önemsiyorum. Üzerine etraflıca düşünülmesi ve tartışılması gereken
bir metin olduğunu düşünüyorum. Bu metni Türkçe’ye kazandıran Otonom
Yayınlarını kutlamak gerek! Bir kez daha başımız sağolsun… Bunca zulme
karşın, sağ kalmanın bir anlamı olacaksa tabii:..
Dağhan Dönmez
(Franco “Bifo” Berardi, Gelecekten Sonra, Çev: Osman Şişman-Sinem Özer, Otonom Yayınları, sayfa:198)
Subscribe to:
Posts (Atom)