Friday, October 5, 2012

Rotterdamlı Erasmus

Stefan Zweig

Kendini hiçbir dogmaya adamayan ve hiçbir taraftan yana olmayan özgür ve bağımsız düşünüre, yeryüzünün hiçbir yerinde vatan yoktur.

Hiçbir düşünce, tek başına gerçekliğin bütününü oluşturamaz; ama her insan, başlı başına bir gerçektir.

Nesnel kişiliklerin kendilerine güvenleri azdır. Kendi görüşlerinden kolaylıkla kuşkuya düşerler ve hasımlarının kanıtlarını en azından gözden geçirmeye her zaman hazırdırlar.

Kim insanlığın ahlak yolunda ilerlemesine ilişkin umut besleme gücünü yeni bir ideal ile pekiştirmeyi bilirse, kuşağının önderi olur.

Yalnız ve yalnız toplumun esenliğini amaç edinen bir ideal, geniş halk kitleleri için hiçbir zaman tümüyle yeterli olamaz; ucuz kafaların var olduğu yerde, salt sevginin yanı sıra nefret de o karanlık hakkını ileri sürer ve bireyin, ortaya atılan her düşünceden en kısa sürede kendi kişisel çıkarını sağlama eğilimini belirginleştirir. Somut olan, elle tutulup gözle görülebilen, her zaman kitleye soyut olandan daha kolaylıkla nüfuz eder; onun içindir ki bir ideal yerine somut nitelik taşıyan, yöneltilebilen, başka bir sınıfa, ırka ya da dine dönük düşmanlığı dile getiren sloganlar siyaset pazarında daha çabuk benimsenir. Çünkü bağnazlığın öldürücü ateşini körükleyebilecek en büyük güç nefrettir.

Herkes, kaderinin hazırladığı trajediyi yaşar.

Bütün tutkuların kaderi, günün birinde gevşemektir; her türlü bağnazlığın varabileceği nokta, günün birinde kendi başını yemektir. Akıl ise beklemeyi ve direnmeyi bilir. Kimi zaman, çevresindekiler sarhoşluk içerisinde tozuttuklarında susmak zorunda kalır. Ama kendi sesini duyuracağı günün de geleceğini bilir; çünkü hep gelmiştir.

Özgür ve önyargısız bir kafanın hiç kimseye aldırmaksızın elini değdirdiği her şey, artık çoktan eskimiş tasarımların kafesinde yaşayan bir dünya için yepyeni bir görünüm kazanır. Çünkü bağımsız düşünebilen kişi, aynı zamanda başkaları için de en iyi ve en destekleyici biçimde düşünmüş olur.

Martin Luther: İyi bir işin bilgelik ve sakınganlığın ürünü olması enderdir; ne olacaksa, ayrıntılı bilgi edinme çabasına girişilmeden olmalıdır.

Bir sanatçının yaşamında en mutlu rastlantı, içerisinde yeteneklerinin tümünü uyumlu olarak bir araya getirebileceği ve işlemek istediği konuya uyan sanatsal biçimi bulabilmesidir.

hizmetler bir dilenci olarak doğmakta
acınası hiçlikler ise görkeme boğulmakta
ve sanatın ağzı iktidar sahiplerince tıkanmış
düşüncenin hiçbir hakkı hukuku kalmamış
ve yalın dürüstlüğün de adı aptallığa çıkmış
(Shakespeare)

Erasmus: Delilik olmadığı takdirde, yaşamda herhangi bir beraberlik ne zevkli ne de sürekli olabilir; birbirlerini bazen aldatmadıkları, bazen birbirlerinin yüzüne gülüp akıllıca ödün vermeyi beceremedikleri ve son olarak da bütün bunlara bir tutam delilikle lezzet katılmadığı takdirde, ne halk uzun süre hükümdarına ne efendi uşağına ne hizmetçi saygıdeğer hanımına ne öğretmen öğrencisine ne dost dostuna ne karı kocasına ne hancı müşterisine ne de yol arkadaşları birbirlerine dayanabilirlerdi; kısacası kimse kimseyle geçinemezdi.

Sophokles: Hayat, ancak anlaşılmadığı takdirde zevklidir.

Akıl her zaman yalnızca düzenleyici bir güçtür; ama hiçbir zaman tek başına yaratıcı bir güç değildir; asıl üretici yan, gerçekten de hep bir deliliğin varlığını şart kılar.

Cicero: Adil olmayan bir barış bile, en haklı savaştan daha iyidir.

Erasmus: Savaşın en büyük yükü, bu savaşın hiç ilgilendirmediği kişilerin sırtına biner ve savaşta herhangi bir başarı söz konusu olsa bile, taraflardan birinin mutluluğu, öteki tarafın zararı ve yıkımı demektir.

Erasmus: Her savaştan bir başkası, bir savaştan bir ikincisi doğar.

Yön verici güçlerin, yani kaderin ve ölümün insanlara uyarısız yaklaştıkları enderdir. Bunlar her defasında yüzü örtülü, sessiz bir haberci gönderirler ve kendisine haberci gönderilen, hemen her zaman yöneltilen esrarlı seslenişi duymazdan gelir.

Tarafsız kişi, taraf tutan için her zaman en iyi bayraktır.

Erasmus: Her zaman gerçeği olduğu gibi söylemek zorunluluğu yoktur. Önemli olan, gerçeğin açıklanış biçimidir.

Tarafsız olan, her zaman kavgaların en acımasızı ile karşı karşıya kalır.

Erasmus: Daha sessiz ve güvenlik verici bir yoldan gitmek, bana düşünce açısından daha uygun gelen bir davranıştır. İkilikten nefret etmekten, barışı ve uzlaşmayı sevmekten başkaca bir şey elimden gelmez. Çünkü insanlar arasındaki sorunların ne denli karanlık olduğunu anladım bir kez. Kargaşa çıkarmanın, bastırmaktan çok daha kolay olduğunu biliyorum. Ve kendi aklıma her alanda güvenmediğimden, başkalarının manevi yanı üzerine kesin konuşmaktan kaçınmayı yeğliyorum. Ben özgürlüğü seviyorum; bundan ötürü herhangi bir zamanda şu ya da bu partiye hizmet etmek ne elimden gelir ne de böyle bir şey yapmak isterim.

bütün irade
bir istemektir sadece, istememiz gerektiği için
ve istek, durur iradenin önünde
(Goethe)

Monday, October 1, 2012

Bu hayat “Hiç Adil Değil!” | Gaye Dinçel

Bu hayat hiç adil değil! Burnu havada liseli gençler, kendi isteklerinden başka bir şey düşünmeyen anne babalar, şımarık ablalar… Herkes bencil, “standartlarına” uymayanı dışlıyorlar. “Tipsiz”, “gerzek”, “şişko” diye etiketleyip kaldırıyorlar rafa.

Hiç Adil Değil!  dışlananların romanı. Adil, Mina ve Ferhat, okuldakilerin deyimiyle “Tipsiz-Gerzek-Şişko Takımı”, sıkı bir takım. Boş işlerle uğraşmıyor, hayatla mücadele etmeyi deniyorlar.
Adil anlatıyor hikâyeyi, olduğu gibi, rahat ve samimi. Hemen sevdiriyor kendini, merakla dinliyorum onu. Ferhat’la tanışıyorlar önce. Aynı sıraya “düşüyorlar”. Ferhat aslında zengin bebesi, ama şımarık değil, çıkaramadığı güneş gözlükleriyle acayip bir tip. Biraz kör, manik ve kanser. Körlüğü ve manikliği neyse de kanser tehlikeli. Yüzleştiriverdi bizi hayatın acılığıyla, kabul edemedik, inanasımız gelmedi. Kesin atıyor!
Sonra Mina’yla tanıştık, Ferhat ona Mona Lisa diyor, gülüşü benziyormuş, sumo güreşçisine daha çok benziyor aslında. Ferhat’ın dar penceresi işte… Önce pek ısınamadık ama sevdik sonra Mina’yı. Akıllı ve düşünceli bir kız. O olmasaydı Ferhat’la yakınlaşamazdık.
Ferhat’ın hastalığı gerçek çıktı. Beynindeki tümör kötü huyluymuş. Hiç hoşumuza gitmiyor bu durum… Gerçeklerle baş etmenin yollarını bilmiyoruz ki… Ferhat o çılgın halleriyle hiç öleceğe benzemiyor. Bir umut varmış, İngiltere’de yeni bir tedavi… Ailesi onu götürmeden yaşayacağımız maceralar var!
Gerisini nefes almadan okuyunca öğrenirsiniz. Adil’in sade anlatımıyla…
Suzan Geridönmez,  yazar ve çevirmen. Son çevirisi Satılan Gülüş’ü  keyifle okumuştum. Dupduru bir dili vardı. Demek yazarken de duruluğunu kaybetmiyor, bir kelime bile olmadı kulağımı tırmalayan. İyi ki yazmış!
Günışığı Kitaplığı, Genç Roman  dizisinden yayımlamış bu kitabı. Bence her yaşta okunmalı. Biz “yetişkinler” her şeyi ne kadar karmaşık hale getiriyoruz, gençler ne kadar duru görüyor hayatı. “Hayatı olduğu gibi görüp yaşamayı” hatırlamak için okuyun.

Sunday, September 30, 2012

Hür… Hep O Uzak Çocuk…


“Edemediğimiz/ ve edebileceğimiz/ tüm intiharlar/ ateşten gözleriyle bakıyorlar/ yolun üstündeki/ bir semender gibi.”

Ahmet Oktay



İlkin, “kıymeti bilinmemiş” yazarlar arasında rastladım ismine. Ardından, ona “sayıklama cüreti olan yazar” dendiğini okudum. Ve sonra Mehmet Günsür’ün kitabı “İçeriye Bakan Kim?”de yeniden karşılaştık Hür Yumer’le.

Günsür’ün içeriye bakanın kim olduğunu söylemeye dilinin varmadığı o güzelim öykü kitabında bir hayalet gibi dolaşır Hür Yumer. “Stinea’da, bir resmin içinde kaybolup giderken” adlı öykü ona adanmış gibidir: “Kadın, bir resmin içinde yitip giden ressam ve çırağını anlatan hikâyeyi yüksek sesle okurken, sessizce ağlamaya başladı adam. (Daha önce okumuş muydu?) Bu hikâyeleri çeviren insanla, bir yılbaşı gecesi sabahı, adadaki pikniği hatırladığı için ağlıyor olabilirdi, yani bileklerini kesmekle yetinmeyip bir de…balkondan aşağı atlayan o aynı uzak çocuğu…”

“Bir resmin içinde yitip giden ressam ve çırağını anlatan hikâye”, Yumer’in dilimize kazandırdığı, Marguerite Yourcenar’ın Doğu Öyküleri adlı kitabına da atıftır. Onun, Jean Genet ve Danilo Kiş’ten yaptığı çeviriler de var. Yumer’i ya da çevirilerini okurken bizi sıklıkla yoklayan intihar izleği, bugünden bakıldığında yazarın ardında bıraktığı iz; gövdede ve akılda hüküm sürmeye başlamış ölümün manidar sezgisi.

Yumer’in 1996 Cevdet Kudret Ödülü’nü alan öykü kitabı “Ahdım Var”, yaşamın ucuna yolculuk eden bir yazarın kaleminden çıkmış olmaktan ziyade, zaten orada olan bir yazarın eseri gibidir. Karamsar, hatta ölümcül satırlardan ruhuma sızan kelimeler, yaşamla çekişmeli hesaplaşmasının devingen, gelgitli dünyasına girmemi sağlamış; sayıklamalardan sorgulamalara dönüşen o öykülerden içimde bir burukluk kalmıştı. Ölümü çağıran, bekleyen, bekledikçe ona hazırlanan, sonra birden zamanın henüz gelmediğine kanaat getirip uzaklara yelken açan biri… Biliyordu, zamanı gelmişse, artık çok geç olacaktı.

"Sen sahilden yürü. Ben suyun dibinden, senin peşinden geleyim. Bu gerçek görünmezlik hoşuma gidiyor. Demin yanınızdaydım; şimdiyse suyun dibindeyim. Mucize gibi, tılsım gibi bir şey bu. Çok istersem balık olurum belki. Rengârenk bir kırlangıç. Beni bir balıkçı getirir sana. Çorbamı yaparsın ilk gün. Ama üst üste de balık yenmez ki! Koca kırlangıç! Tamam Allahım; peki; çıkıyorum. Ciğerlerimin gücü sonsuz değil, biliyorum. Çıkıyorum, tamam.”
“Ahdım Var”, sadece edebiyatımızdaki önemli öykü kitaplarından biri değil, aynı zamanda yazarının arayışına tanıklık eden zorlu öykülerin toplamı. Nasıl bir arayıştır Yumer’inki? Edebiyattan medet umduğu zamanlar olmamış mıdır hiç; edebiyatın, acılarını sağaltacağını düşündüğü zamanlar?.. Yazı yoluyla, arzulamayı, ait olmayı, bağlanmayı, hatta belki kök salmayı öğrenmek istemiştir; başarıp başaramayacağını görmek, yaşamı olduğu gibi kabullenmeyi içinin alıp almayacağını bilmek… Belki sebebini bile bilmediği bir pişmanlığın hesabını sormak için yazmıştır ya da sadece dönüp duran seslerden kurtulmak için… Hepsi için.

Asıl zamanın arzuyla yaratıldığını kim söylemişti? Varoluşumuzu arzulama biçimimiz, ölümümüzü de mi şekillendiriyor? En önemlisinin gerçekle kurulan bağ olduğunu yazmıştı o ve yaşamıştı, gerçeğin uzun bir yolculuk olduğuna inanarak.
O uzun yolculuk nereye kadar; içimizdeki sesleri dinleme cesaretimiz varken ve her mesafeye bir yakınlık düşüyor, tüm saatler, “her çağrı bir yolculuk için”i vuruyorken?   

Zeynep Sönmez