Wednesday, August 21, 2013

Tuhaf kadınlar | Gönül Kıvılcım




Bunaltıcı bir yaz günü Büyükada’da denize nazır çay bahçelerinden birinde oturmuş gelen geçeni izliyordum. Arap turistlerin çoğalmaya başladığı aylardandı. Etrafta şortlu Arap erkeklerinin yanında siyah çarşaflarla yürüyen kadınlar göze çarpıyordu. Böyle kadınlı erkekli bir grubun içinde, yüzünü örten peçeyi kaldırmış, peçenin altından doğru bin bir eziyetle ama yine de iştahla külahtaki dondurmayı yalayan Arap kadınını seyrettim bir süre.

Sokaklar onlarındı. Tohumlarını içimizde büyüttüğümüz erkeklerin.

Okula gelip giderken yürüdüğümüz sokaklar. Gündüzleri alışveriş yaparken inip çıktığımız, geceleri eve dönerken kaldırımlarda çınlayan topuk seslerimizi dinleyip kadınların yalnızlığını anlatacak kelimeler aradığımız. Yalnızlığın cinsiyeti olur mu?

Gazeteci, bankacı, işletmeci olarak da deneyimlediğimiz ama en çok kadın kimliğiyle hissettiğimiz yalnızlık hali. Kadınların, özellikle de eğitim ve sınıfsal durumları kendine benzeyen erkeklerin yanında duyumsadığı tek başınalık.

Kadınlar hakkında bilmek istediğiniz her şeye yalnızlık da dahildir. Anne, yazar, senarist, tezgâhtar, işçi, Doğulu, Batılı, Müslüman, Karadenizli, Kürt… Kimliklerin çoğulluğundan hareket ederek evde veya kamusal alanda kadınlara dayatılmış bir yalnızlığı tarif etmek mümkün müdür? Erkekler de varoluşsal bir yalnızlığı hissediyor olabilirler bu arada. Ama entelektüel kimliğe sahip ve Adanalı kimliği vurgulanan, filmlerinin tek tek her karesine hayran olduğumuz büyük usta Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’yi ağzını burnunu kan içinde bırakırcasına dövdüğünü okuduğumuzda hissettiğimiz, kadınsak eğer, dayatılmış ve katmerli bir yalnızlıktır.

Bedenim ve ben. Bedenim ve ötekiler. Coğrafya nasıl kaderse, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, beden de kaderdir.

İçki sofralarında, siyaset alanında, hak mücadelesinde kadınların hissettiği bir başınalık.

Kadının kürtaj hakkını anlamak istemeyenler.

Kadının gördüğü şiddete ses çıkarmayan hatta bunun bir parçası olan erkekler.

Namus kavramını kendileri için farklı kadınlar için farklı tarifleyen karşı cins.

Kâğıt üstünde özgürlüğü kabul eden ama hayat içinde kadının özgürlük mücadelesine önyargılarla yaklaşan erkekler.

En ilericilerinin bile takılıp kaldığı, aşamadığı ahlak kodları.

Burada biraz nefes alıp edebiyatımızın “yalnız” kadınlarından söz etmek istiyorum. Zira edebiyat anlatılamaz gibi duran ve insanın boğuştuğu durumları, duyguları tarif etme çabasını taşır içinde.

“Aynaya omuz silkiyorum. Hiçbir şeyi doğrulamaya çalışmadığım için artık, artık denenecek hiçbir şeyim olmadığı için ve belki de ölerek hâlâ tek başıma haklı olmaya çalıştığım için, arsızca silkiyorum omuzlarımı. Omuzlarım. Beni üst yanımda hâlâ genç tutan. Yüklendiklerinden övünç duyan. Daha çok yüklenme gerekliliğini hep duymuş olan” der Adalet Ağaoğlu‘nun yalnız karakteri Aysel. Bir otel odasında temize çeker hayatını.

Kadınlar kendilerini aramak, hayata daha yürekli bakmak, mutlu anlar yakalamak,  şikâyet ettiklerinden bir nebze olsun kurtulmuş yaşam alanları yaratmak için çıktıkları yolculuklarda farklı merhalelerden geçtiler. Çıktığımız özgürlük yolculuğunda annelerimizi aştık, burası kesin. Ellili altmışlı kuşağın kadın yazarlarına baktığımızda sınırları çizen bir anneyle didişme, Leylâ Erbil‘in Tuhaf Bir Kadın‘ında, Ela’nın düşüncelerini sıkça meşgul eden yasakçı anne örneğiyle Sevgi Soysal‘ın Yürümek‘inde ve ilk öykü kitabım Kasaba ve Yalanlar‘daki hikâyelerde çok net olarak okunabiliyor. Şimdilerde ise anlatılması gereken başka bir boyut var: kadınların göze aldıkları yolculuklarda yakalandıkları fırtınalar, uğranan hüsranlar, aldıkları yaralar.

“… Şenel’in anası karışmıyor göğüslerinin büyümesine. Kendi göğüsleri anası kızar diye mi büyümediler hâlâ? … Niçin bütün annelerin yasakları Tanrının yasakları gibi kesin değil? Değişik yasaklar, değişik aile kızları.” (Sevgi Soysal, Yürümek, 1996, Bilgi Yayınevi)

Kadınlar kendilerini dönüştürmeli, toplumun, ailenin, dinin koyduğu ketleri tabuları aşmalı, uzun yollar yürümeliydiler. Ancak bu yolculukta görüldü ki onlar en çok özgürlüğü ararken yalnızlaştılar.

Hayatın ayrıntılarında gizlidir kadınların yalnızlığı ve genç kalemlerden Sine Ergün‘ün öykülerinde bu ayrıntıların üzerine küçük bir fener ışığı düşer. Evli erkekler, bekâr erkekler, genç yaşlı, iktidarı paylaşmak istemeyen, mecliste, evimizde, yanı başımızdaki erkekler… Her yerde erkekler var ve erkeklikleriyle varlar.  Bu yüzden de sokaklar ve geceler tekin değil kadınlara.

“Kenara çek, dedim, ineceğim… Saçmalama, dedi, pis pis sırıtıyordu. Beni arkadaşlarının yanında aşağılamak gibi bir huy edinmişti. Arkadaki adını -anımsadığım- arkadaşının yanında da bunu yapmayı yol boyunca sürdürmüştü. Bana dair her şey uluorta alay konusu olabiliyordu. Alışık olduğum bir durum değildi. Tatlılıkla uyarmıştım onu ama pek yararı olmamıştı. Bir daha söylemeyeceğim, dedim. Ne yapacaksın ya, dedi sırıtarak. İşin ucu kaçmıştı artık, iki elimle direksiyona abandım…” (“Uyarmıştım”, Sine Ergün, Burası Tekin Değil, 2012.)

Sine Ergün’ün öfkeli, gözü dönmüş kadın karakterlerine benziyoruz bugünlerde. Susuyor, susuyor ve patlıyoruz. Ne zaman mı?

Erkekler özgürlük yolculuğuna çıkmış kadınları bir tehdit gibi algıladığında.

Ya da skor tahtasında bir sayı olarak görmeye başladıklarında.

Annelerini geçen kadınların yanındaki erkekler sevgililerini dövdüklerinde.

Geceleri sokaklarda yalnızca erkeklerin ve travestilerin olduğunu fark ettiğimizde.

Gazeteler, var olan erkek bakışını tekrar tekrar üreten, kadını kör bir duvarla baş başa bırakan o zehirli dille karşımıza çıktıklarında.

Herkes kendinden bir şeyler ekleyebilir buraya. Çarşaflarla dolaşmıyoruz evet belki, ama örtünmüyoruz anlamına da gelmiyor bu gerçeklik, bir taraftan utancı örtüyorlar üzerimize muhafazakâr cephenin hacıları, hocaları. Öteki tarafta ise iktidar denen geminin dümenini kadına vermek istemeyen erkeklerin en az bir o kadar dışlayıcı elbiseleri var repertuarda. Kadına açlıkları ve ondan korkuları dinmeyen ilerici “hoca”lar. Bu kaygan zeminde doğru bildiğini konuşmak gitgide daha fazla yalnız kalmak demektir. Erkekler, iktidarı paylaşmayı öğrenmek istemez çünkü.

Kadın ne yapar peki? Oturur ve kadınların yalnızlığının masalını yazar. Kâğıt Gemiler‘e “Sen, Kâğıdın sesine fütursuzca kulak kabartan okur… Bilmelisin ki bu satırların yazanı bir kadındır. Elinde tuttuğun sayfaya, kalemin kondurduğu işaretler, bir kadının avaz avaz bağıran avuçlarından kaynıyor. Okumak yazmak sırrı şeyhlere aitken kaleme el sürdüğüm için suçluyum” diyerek başlayan Ayşegül Çelik gibi.

Şöyle uzun bir daktilo şeridi olsa ve üzerine notlar düşsek, gölgelerinde öldüğümüz erkekleri anlatsak.

Metrelerce metrelerce uzar ve dünyayı bir kere dolaşır üzerinde yaşayan kadınların, ölü kadınların ve birkaç yabancı kadın adının olacağı bu şerit.

Yabancı kadınlar. Pippa Bacca ve Amerikalı Sarai Sierra özgürlük arayışlarında Türkiye’ye geldiler ve ölü döndüler. Aynı yolculuğa kendi memleketlerinde çıksalardı ölmeyeceklerdi muhtemelen. Nasıl Kürt meselesi Türkiye’de demokratlık sınavında turnusol kâğıdı işlevini görüyorsa, yabancı kadınlar da kadın meselesinde aynı işlevi görüyorlar. Eşitliği, özgürlüğü aramaya çıkmış yabancı kadınlar yollarda, şehirlerimizin arka sokaklarında öldürülmedikleri gün bizler de yalnızlık maceramızın sonuna gelmiş olacağız sanırım.

O güne kadar daktilo şeridindeki adlar ve yaşanmışlıklar birikmeye devam edecek.  Görüp görebileceğiniz en uzun daktilo şeridinden oluşan bu enstalasyonun adı geçenlerde gördüğüm bir düşte simsiyah gökyüzüne beyaz harflerle yazılmıştı: Tuhaf Kadınlar. Şeridin başında ise taşı her zaman gediğine koyan yazarlardan Leylâ Erbil’in cümleleri duruyordu: “Haydar’ı dışarıya çektim. ‘Atatürk’ dedim çıkarken, bizi rahat bırakacaksınız diye size de genelevler açtı, ama cebinize para koymayı unuttu.” (Leylâ Erbil, Tuhaf bir Kadın, Yapı Kredi, 1998)

Tuesday, August 20, 2013

Gözaltında Kayıp Onu Unutma!



         
Yıldırım Türker

"İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı 'Gece ve Sis'ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sanra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik.

İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor."


"Gözaltında Kayıp, Onu Unutma!", s. 7-18

Hasan Ocak, kimsesizler mezarlığında bulundu. Hepimiz, bir yerlerde kimsesizler için bir mezarlık olduğunu bilirdik. Olması gerektiğini. Çoğumuz için, ölüsünü bulup kaldıracak yakını olmayan insanlar, hayal edilmesi oldukça güç bir yenilginin trajik kahramanlarıdır. Onların hayatını anlayabilmek için hepimizin dağarcığında yılların biriktirdiği öyküler, söylenceler vardır. Bilebildiğimiz, sınırları bizim hayatımızla çizili bir dünyadan kabaca istifa eden, beceremeyen, becerecek gücü olmayan o insanların sonunda ya bir ucuz otel odasında, ya bir sokak köşesinde ölüp, "sahipsiz" yaftasıyla devlet tarafından mermersiz, çiçeksiz bir yere gömüldüğünü duymuşuzdur. Biliriz.

Hasan Ocak kimsesiz değildi. Ailesi ve sevenleri tarafından aylardır aranıyordu. Resimlerinden tanıyorduk hepimiz o kumral delikanlıyı. İşkenceyle bereli bedeni Beykoz ormanında bulunmuş, adli tıptan sahipsiz damgası yiyerek kimsesizler mezarlığında bir rakamın altına gömülmüştü. İtilip kakılmayı, gözaltına alınmayı, milli düşman ilan edilmeyi göze alan ailesinin inatçı çabaları sonucu izi bulundu. Biz de kimsesizler mezarlığıyla bu kez gerçekten tanıştık. Hasan'ın kızkardeşinin dile getirdiği dehşet, bir televizyon programında nedense mahçup bir kameranın saptadığı bölük pörçük görüntüler, gözümüzde acıklı, biraz da romantik bir son durak olan kimsesizler mezarlığını bambaşka bir gerçekliğe oturttu. Kimsesizler mezarlığı, hepimiz için bir tehdit. Herkesi yutabilir. Adeta bir kıyımdan artakalan toplu mezarlık. Son yıllarda gelişigüzel rakamlarla adlandırılıp üstüste, yanyana gömülüveren, kimliği meçhul varsayılan ölülerin çoğunluğu doğal olmayan yollarla ölüme yakalanmış. Tercümesi: İşkenceden geçmiş, paralanmış, katledilmiş. Kayıplarımızı ormanlardan, kimsesizler mezarlığından, şifreli adli tıp dosyalarından bulmaya başladık. Hayatımız aynı çöl lehçesiyle sürçüp gidiyor. Yer yerinden oynamıyor.

Ayşenur, Hasan, Rıdvan... Onları bulduğumuza seviniyoruz. Onları kendi ellerimizle bir kez daha kendi tarihimize, kendi belleğimize gömebildiğimize seviniyoruz. Bir umutsuz bekleyişe, beklentisi olmayan sinsi bir umuda asılı kalmaktan kurtulduk. Onları bulduk. Ama yer yerinden oynamadı.

Gece ve sis

İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı "Gece ve Sis" ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik.

İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor.

Rakamların serinliği

Rakamlardan söz etmek istemiyorum. Rakamlar beni üşütüyor. Rakamsal dökümlerle yaklaştığımızda herşey sanki zihinsel denetimimiz altındaymış gibi oluyor. Kaydımızdan düşüveren, şu an nerede, ne durumda olduğunu bilemediğimiz insanların sayısını anmayacağım.

Bilebildiğimiz, binlerce isim. Saptayabildiğimiz...

Toplumsal bilinç kuntlaşması sonucu, gitgide her olguyu, başımıza gelen her felaketi rakamlarla açıklamaya çalışıyoruz. Kendimizi bilimsel bir yaklaşımın koruyucu, soğuk ışığı altında hissetmemizin yanısıra zamanla her kurban, bir rakam karşılığı olan, akıl sıramızda efendice yerini almış bir vaka'ya dönüşüyor. Bilginin demokratikleşmesi kisvesi altında hayatımız rakamlarla sıvandıkça, enflasyonun yüzdesinden en kıytırık televizyon referandumlarındaki evetlerin yüzdesine; meclis aritmetiğinden, onun beraberinde getirdiği ilçeleri il yapma katakullisine kadar, küçük birer matematikçi olarak memleketimizi çözmeye çalışıyoruz. Hayatla ilgili hesaplarımız, rakamların o büyülü kolaylığına yamanıyor; bir koyup üç alıyoruz, 8'i kaldırıp demokratikleşmeye, 24'ü koruyup laik kalmaya, 141-142'nin kalktığını hatırlatıp muhalefet yapmaya çalışıyoruz. Hayır, ben rakamlardan söz etmeyeceğim.

Kayıp'ları tek tek tanımak istiyorum. Onların topluca, bir rakamın eşliğinde toplumsal bir yara olarak adlandırılıp bizden uzağa bir yere konulmalarını, yıllar sonra hatırlandıklarında keyifli bir uyanıklıkla toplumsal bellek kaybımızdan söz edilmesini istemiyorum. Herşeyi, bu boktan dünyada kalabilecek kadar unutup, yeri geldiğinde bu memleket insanının bellek sorunundan söz edecek soğukkanlılığı tutturmayı reddedelim, diyorum. Belleksiz toplum yoktur. Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi erdemlere sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık çıkmasın" duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. Kayıp'larımızı iyi tanıyalım. Yer yerinden oynamalı!

İnsan kalmak için

Hüseyin kim? Kenan kim? İsmail kim? Kayıp oldukları andan itibaren bilemediğimiz, uzanamadığımız, uğultulu bir dünyanın sakinleri onlar. Bir insanı kayıp etmek, işkence tarihinde varılan son nokta. Zulmün en katmerli çeşitlemesi. Kayıp edilenin dünyayla bütün bağlarını koparmak, en ufak bir umut kırıntısına yer bırakmamak. Onu, uğruna yaşadığı, savaştığı dünyanın kaydından düşürmek. Yapayalnız bırakmak. Ardında kalanı, yakınlarını ise kendi umutlarıyla boğmak. Kendi umutlarına asmak. Kendi umutlarıyla cezalandırmak. Bildiği, hazır olduğu hiçbir duyguya soluk aldırmayan bir mahpusluğa itmek. Sevdiği, artık tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Âdetlerini, kurallarını bilmediği bir dünyada. Gündelik hayatın ayrıntıları; günü gün, geceyi gece kılan ufacık şeyler incitmeye başlar. Herşey, beklemenin gergin durağanlığına yazılır. Bütün yaşamsal eylemler askıya alınır. Sevdiğinin hayatından ne kadar umudunu kesse de, bir yanıyla; o mucizelere inanan, onu insan kılan yanıyla beklemeyi sürdürür. Bir ana, on beş yıl sonra dahi araba süren gözlüklü bir delikanlı gördü mü, yüreği hop ediyor. Demek bir yanıyla oğlunun, belleği silinmiş, bambaşka biri olarak, bir başkasının hayatını sürdürebileceğini düşünüyor. Düşünebiliyor. Dile getirmese de. İnsan beyni, acılarla sıkıştırıldığında sahibini bile şaşırtacak neler üretmez ki. İnsanları kendi umutlarıyla tüketmek, onları hayatlarını artık yaşayamayacak hale getirmek, gerçekten Nazi yaratıcılığına yaraşır bir zulüm. Toplu işkence. Vakit kaybetmek yok. Kayıp edilenler ve geride kalanlar. Hepimiz, birbirimizden koparılıp bir bilinmezler dünyası karşısında çaresiz bırakılıyoruz. Görüşebildiğim kayıp ailelerinin hemen hepsi umuttan istifa etmişlerdi. Oğullarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek için, para kazanmak için, çalışabilmek için, akşamleyin televizyon karşısında kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için, komşuları ziyaret edebilmek için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. Hayatta kalabilmek için. İnsan kalabilmek için.

O anı yaşadılar mı?

Peki, kaybolanlar kayboldukları, kaydımızdan, bilebildiğimiz dünyanın kaydından düştükleri andan itibaren neler yaşadılar? İşkencede neler hissettiler? O anı; kötülüğün yenik düştüğü, çaresiz kaldığı anı; tanık olarak, itirafçı olarak, yararlanılabilecek bilgi kaynağı olarak görülemeyeceklerinin anlaşıldığı o anı farkettiler mi? İşkencecilerinin onların işe yaramadıklarına kanaat getirdikleri o anı? Copların bezgin bir öldürücülükle gövdelerine inmeye başladığını, elektriğin denetimsizce verilmeye başlandığını, işkencecilerin yenilgi öfkesini sezmişlerdir mutlaka. İnsan o an ne hisseder? Ölüm, ne kadar göze alınırsa alınsın, yüzleşildiği anda ürpertmez mi?

Yoksa başından beri karşılarındaki işkencecileri sonları olarak mı gördüler? Çoğu önceden baskı, dayak, işkenceyle tanışmıştı. Ama her seferinde yakınlarının bir şekilde izlerine düşmüş olduğunu biliyorlardı. Yakınlarının tanıklığına sığındılar. Sevdiklerinin kayıtlarına sığındılar. Korkunç bir masal ormanında sonsuza dek kaybolmamak için arkalarına iz serptiler. Diyelim, bir polis arabasına tıkılırken yoldan geçenlere adlarını haykırdılar. Gözaltında adlarını haykırdılar. Yan koğuştaki, sağ kalacağından emin olamadıkları adama künyelerini haykırdılar. Bildikleri yegane dünyaya ulaşmaya çalıştılar. Ama işte o an; paylaşamayacakları, artık kimseye anlatamayacakları bir an. Tek kişilik. Ölüm gibi... O an, rüyalarıma giriyor. Gencecik bir kadın, gencecik bir adam, öleceğini anlıyor. Bundan hiçbir sevdiğinin haberi olmayacağını da biliyor. O an, yapayalnız. Ardında kalan dünyayı düşünüyor belki. Belki onu da düşünecek halde değil.

Şu dünyada nerede olduğunuzu, ne yaşadığınızı bilen tek sevdiğiniz kalmadığında başka bir düzleme; âdetlerin farklı olduğu; işaretlerin, diyelim bir sözün, bir bakışın bambaşka anlamlara geldiği bir dünyaya geçtiniz demektir. O çizginin ötesine geçtiğiniz anda, berisinde kalanlar; ananız, arkadaşlarınız, sevgiliniz, mutlaka size çoktan ardınızda bırakmış olduğunuz bir dünyanın çok ama çok uzak anıları gibi geliyordur. Sesinizi artık kimseye duyuramayacaksınız. Kısacık ömrünüzde çoktan göze almış olduğunuz, buna rağmen kafanızda hep öteye, daha öteye ittiğiniz o an geldi işte. O kopma anı. Düşman karşınızda. Öfkeden yüzü gözü seyiriyor. Sizi öldürecek. O düşman kim peki? Görünürde o da sizin gibi biri. Belki yaşıtınız. Aynı mahallede oturuyorsunuzdur, kimbilir. Yoksulluğun dilini biliyor o da. Analarınız pazar yerinde dertleşiyor belki de.

Kötülüğün örgütlenmesi

Kötülük üstüne düşünelim istiyorum. Şefkat, merhamet, vicdan; velhasıl artık hepsi yanlış yazılan bu kelimeler ne ifade ediyor? Oğlunu kaybetmiş bir anayı çamura yuvarlayan polisi, çaresiz kaldığını öne sürüp yine de koltuğundan vazgeçmeyen bakanı düşünelim. Kurbanının etinden et koparan, ona böylesine büyük bir nefret biriktirebilmiş olan adamın hiçbir canlıya, hiçbir şeye merhameti yok mu? Herkesi rahatlıkla tekmeler, kanatır, yaralar, parçalar mı?

İçindeki vahşi hayvanı böylesine serbest bırakmasına yol açan ne, kim? Bir insana uzun uzun çeşitli işkenceler yapan, çığlıklara kulağını tıkayan, sonunda onun ölüsünü bir ormana atıveren kim? Uzaylı mı? Deli mi? Ne kadar uzağımızda? Seçim önceleri güleryüzlü, hak hukuk söylevleriyle oyumuzu rica eden, yeri geldiğinde dilenen adamlar kim? Son zamanlarda kimi bakanlar hangi suskunluk hakkını kullanıyor? Böyle bir hak var mı? Varsa Mafia'nın suskunluk yeminine mi benziyor?

Cumhurbaşkanından en ücra köydeki mazlum anaya kadar herkesin üstündeki bir güç, bir dünya mı çekiyor sevdiklerimizi yanına? Kontrgerilla, açıkça dile getirilir, tarihi deşilir, kökü kazınmaya çalışılırsa, gizli-açık bağlantıları nedeniyle bütün devlet yapısı çöker mi? Korkulan, göze alınamayan bu mu? Geceye ve sise borcu olmayan kimse yok mu? Amerikan filmlerindeki kovboy kılıklı kahraman bireyleri mi bekleyeceğiz? Devletin bekası için halktan gizlenen nedir? Halk, bu sırra daha ne kadar kurban verecek? Bundan 20 yıl sonra hâlâ başımızda oturan Demirel, bugünün kayıpları için, Deniz'lerin idamı için dediği gibi "o günün koşullarında kaçınılmazdı" mı diyecek? Mehmet Ali Birand yine zıplaya zıplaya haşmetpenâhlarını sıkıştırıp memleketin en iyi gazetecisi olarak zafer gülücükleriyle programını kapatırken yine bizi gözyaşlarına boğan bir demokrasi dersi mi verecek?

Kayıp aileleriyle görüştüm. Kayıp edilen o insanları tanımaya çalıştım. Onlardan kendime bir aile edindim. Şimdi onları çok özlüyorum. Kayıplar listesinden pek çok insanın ailesi bizimle görüşmeye yanaşmadı. Kalan çocuklarını da kaybetmekten korkuyorlardı. Herşeyin ötesinde dış dünyaya güvenleri kalmamıştı. Görüşmeyi kabul edenler, kayıplarının hayatından umudu kesmiş olsalar da hesap sormak istiyorlar. Ama önce sevdiğimizin, hayal edemeyeceğimiz yöntemlerle berelenmiş ölü bedenini olsun, istiyoruz. Onu biz gömeceğiz. Onu biz gömene dek bu dünyada yerimiz yok!

Hepimiz gün günden büyüyen bir kayıplar ailesinin üyeleriyiz. Yakınlarımız kayıp edilmiş olmayabilir. Kendi kayıplarımızı, her geçen gün kaybettiğimiz, kaybettirildiğimiz şeyleri hatırlamanın zamanıdır.