Friday, August 28, 2015

Ego ve Biricik – Max Stirner

…Her şey benim için bir hiçtir!
Ne çok şey varmış benim davam olması gereken! Öncelikle ve en önemlisi, hayır işleme davası, sonra Tanrı’nın davası, insanlık, hakikat, özgür­lük, hümanizm ve adalet davası; ayrıca halkımın, kralımın, vatanımın davası; nihayet de tin meselesi ve diğer binlerce­si daha. Bir tek benim davam asla benim davam olmamalı. ‘Yalnızca kendisini düşünen egoisti ayıplamalı!”
Öyleyse bir bakalım, kendi meseleleri için bizim çalış­mamızı, kendimizi adayıp hayranlık duymamızı isteyenler kendi işlerini nasıl yürütüyorlar.

Tanrı baklanda pek derin şeyler beyan etmeyi bilen sizler binlerce yıl boyunca “Tanrısallığın derinliklerini araştırdınız” ve özüne kadar vardınız; o halde hizmet etmemiz istenilen “Tanrı davası”nın bizzat Tanrı’nın kendisi tarafından nasıl yürütüldüğünü şüphesiz bize açıklayabilirsiniz. Ve siz onun neler yaptığını gizlemezsiniz elbet. Nedir peki onun davası? Tanrı, bizden de talep edildiği gibi, yabancı bir davayı, hakikat veya sevgi davasını mı sahiplendi? Bu yanılgı sizi şoke ediyor ve bize, Tanrı’nın davasının elbette hakikatin ve sevginin davası olduğunu, bu davanın Tanrı için yabancı bir dava olarak değerlendirilemeyeceğini, çünkü Tanrı’nın kendisinin bizzat hakikat ve sevgi olduğuna emrediyorsunuz; Tanrının yabancı bir davayı sahiplenmekle bizim gibi zavallı bir yaratık olabileceği varsayamı öfkelendiriyor sizi. “Eğer Tanrı kendisi hakikat olmasaydı hakikat davasını üstlenir miydi hiç?”
Tanrı bir tek kendi işi için uğraşıyor, ama o her şeyi kapsayan bir bütün olduğu için her şey onun davası oluyor! Fakat biz insanlar, bizler her şeyi kapsayan bir bütün değiliz, hatta bizimkisi önemsiz ve bayağı bir dava; bu nedenle bizler “yüce bir davaya hizmet etmeliyiz”. Şu açıkça ortada ki, tanrı sadece kendisine ait olanı önemser, . Yalnızca kendisiyle meşgul, bir tek kendisini düşünmekte, gözleri yalnızca kendisini görmektedir, ona biat etmeyenlerin vay haline. Tanrı kendisinden daha yüce bir varlığa hizmet etmez, yalnızca kendisini tatmin eder. Onun meselesi tam anlamıyla egoist bir meseledir.
Ya davasını kendi davamızmış gibi görmemiz isteyen insanlığa ne demeli? Acaba insanlık başkasının işini mi üstlenmiş durumda veya yüce bir meseleye mi hizmet etmekte? Hayır, insanlık sadece çıkarını düşünmekte, yalnızca kendi kendisini desteklemekte, meselesi de kendisidir. Halkları ve bireyleri sözde insanlığın gelişmesi için hizmet ettirip eziyet çektiriyor ve çı­karını sağladıktan sonra onları tarihin çöplüğüne atarak ödüyor. İnsanlığın davası da tam anlamıyla egoist bir dava değil midir?
Meselesini bize havale etmek isteyen herkesin bizi değil kendisini düşündüğünü, bizim iyiliğimizi değil kendi iyiliğini istediğini tek tek kanıtlamaya gerek yok. Diğer konulara kendiniz bir göz atın yeter. Hakikat, özgürlük, hümanizm ve adalet içinizde bir coşku yaratıp onlar için hizmette bulunmanızdan başka bir amaç mı güdüyor sanki?
Görev aşkıyla kendilerine hürmet edildiğini görmek pek de hoşlarına gidiyor. Yurtseverler tarafından fedakârca korunan halka bir bakın. Kanlı savaşlarda veya açlık ve sefalete karşı mücadele ederken hayatlarını kaybeden yurtseverler halkı ne derece ilgilendiriyorlar? Halk bu insanların kanlar içindeki cesetleri üzerinden “gelişiyor”! Bireyler “halkın büyük davası” uğruna ölürken, halk arkalarından bir iki sözle minnettarlığını belirterek elde ettiği kârlara bakıyor. Ben buna kârlı bir egoizm derim.
Ama bir de şu sultana bakın, “kendi milletine” nasıl da şefkatle bakıyor. Bencillikten tamamen arınmış, olarak yaşadığı her anı “kendi milleri” için feda etmiyor mu? Evet, “kendi milleti” için. Bir dene bakalım, senin ona değil kendine ait olduğunu göster: Onun egoizmine boyun eğmezsen kendini anında zindanda bulacaksın. Sultan ken­di davasını başka herhangi bir şey üzerinde değil, yalnızca kendisi üzerinde inşa etmiştir, o kendisi için her şeydir,
kendisi için biricik olandır ve “onun milletinden” biri ol­mamayı göze alan hiç kims­eye müsamaha göstermez.
Peki tüm bu çarpıcı örnek­ler karşısında bir egoistin egoist olmakla en doğru­sunu yaptığını hâlâ anla­mak istemiyor musunuz? Kendimi düşünmeksizin büyük egoistlere hizmet etmeye devam edeceğime bunlardan ibret alarak kendim egoist olurum da­ha iyi.
Tanrı ve insanlık başka hiçbir şeyi, kendileri dışında hiçbir şeyi önemsememiştir. Öyleyse bı­rakın kendim için de önemli olan bir tek ben olayım, ne de olsa en az tanrı kadar hiçim ve her şeyim ve biriciğim. Tanrı ve insanlık, sizin de onayladığınız gibi, kendileri için her şey olacak kadar bir öze sahiplerse, o za­man ben de bu konu­da geri kalacağımı ve “boşluğumdan” dola­yı yakınacağımı dü­şünmüyorum. Ben boşluk anlamında bir hiç değilim, ak­sine yaratıcı hiçim, bizzat bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan hiç.
Öyleyse, tümüyle benim davam olmayan her türlü da­vanın canı cehenneme! En azından “iyilik davasının benim davam olması gerektiğini düşünüyorsunuz değil mi? Peki iyi ne, kötü ne? Üstelik benim davam benim ve ben ne iyiyim ne de kötü. Her ikisi de benim için anlamsız.
Kutsal olan Tanrı’nın davası, insanlıkla ilgili olan “in­sanın meselesidir”. Ne tanrısal olan ne de insanlık davası benim davam, ne hakikat, ne hayır, ne adalet, ne özgürlük vs., aksine benim davam yalnızca benim olandır ye bu genel değil, tam tersine – biriciktir, benim biricik olduğum gibi.
Benim için hiçbir şey benden daha önemli değildir!

Wednesday, August 26, 2015

Zayıflığın tiranlığı – Alfredo M. Bonanno

utopiaBugün heryerde zayıflıkla karşı karşıyayız. Zayıfız ya da sanki farklı görünme korkusuyla hareket ediyoruz.
Kendinden emin olmak ya da kendi veya diğerleri veya bir şeyler hakkında bilgi sahibi olmak artık moda değil. Bunlar artık modası geçmiş görünmekte ve adeta kötü bir tat vermektedir. Bir şeyleri düzgün yapmak için artık herhangi bir çaba sarf etmiyoruz ve bununla yapmayı tercih ettiğimiz şeyleri ne pahasına olursa olsun yapmaya inandığımızı kastediyorum. Bunları mantığın kendisine karşı, berbat, yüzeysel ve detaylara önem vermeden yapıyoruz. Tabii ki, tam olarak bu zayıflıkla övünmüyoruz, ancak onun arkasına saklanacak bir çeşit perde olarak kullanıyoruz.
Böylece bizler bu yeni, hızlı yayılan efsanenin köleleri haline gelmiş olduk. Burada yapmak istediğimiz ‘güç’ hakkında konuşmak değil—ki ‘güç’ de hiçbir zaman bir çeşit gizli zayıflıktan başka bir şey olmamıştır—aksine bu duruma açıklık getirmektir. Bu, yaşamak ve düşmanlarımıza saldırmak için kazanmamız gereken değerlerin ayaklar altına alınması ve araçların tahrif edilmesi meselesidir. Bugün hüküm süren model, kaybedenin mücadeleden vazgeçmesi, bırakması ya da en basitinden hız kesmesidir. İktidar yapısının bu eğilimin devam etmesini görmekteki çıkarı büyüktür. Artık çok zor düşünüyoruz ve çeşitli bilgi kanalları tarafından yayılan mesajlara pasif ve yetersiz bir şekilde boyun eğiyoruz ve konuşmalarımız bu yönde oluyor. Tepki vermiyoruz.
Aptallar ile pul koleksiyoncuları arasında bir yerde bir kişilik inşaa ediyoruz. Çok az anlıyoruz, ancak çok şey biliyoruz: ayrılıklara yol açan lüzumsuz bir sürü şey, cep ansiklopedisi bilgisi.
Aptal, cahil ve kaybedenler olmaya hakkımız olduğuna ikna edilmişiz.
Etkiyi düşmana geri çevirmiştik, bunu iktidar mantığına ait bir modelmiş gibi düşünerek. Ve bu doğruydu, bir zamanlar kaçınılmazdı. Sınıf düşmanına zarar vermek söz konusu olduğunda, işe gitmemek ve işe karşı olmak doğruydu. Ama şimdi bu duruşu kendi içimize yansıttık ve bu rövanşı kazanan düşmanımız oldu. Kendimiz ve gerçekten istediğimiz şeyler söz konusu olduğunda bile pes ettik.
Ve böylece, pek işe yaramayan ve açıkgözlülükten yoksun modeller olan oryantal felsefe, alternatif ürünler ve farklı düşünme biçimlerinin kelebek yakalayıcılarına döndük. Dişlerimizin dökülmesini beklemek yerine, onları tek tek çektik. Şimdi mutluyuz ve dişsiziz.
İktidarın laboratuvarları bizim için yeni bir vazgeçiş modeli programlıyor. Sadece bizim için, elbette. Kazanan azınlık ‘içeridekiler’ için, model halen agresifliktir ve fetihtir. Artık, bir zamanlar ayaklanmalarda ve kontrol edilemez isyanlarda patlayan kana susamış, öfkeli barbarlar değiliz. Bizler, bıkkın ve züppe, eyleme inancı olmayan, hiçbir şeyin filozofları haline geldik. Dilimizi ve beyinlerimizi daralttıklarının dahi farkına varamadık. Artık diğerleriyle iletişim kurmak için önemli olan yazmakta bile zorlanıyoruz. Artık konuşamıyoruz. Bizler iletişimi görünür bir şekilde kolaylaştıran, ama gerçekte onu alçaltan ve iğdiş eden televizyon, spor ve kışla tarzı gazetecilikten gelen bayağılıklardan oluşan bodur bir jargonla kendimizi tanımlıyoruz.
Ama daha kötüsü, artık herhangi bir şey yapmak için bile çaba sarfetmemiz çok zor. Kendimizi adamıyoruz. Bir kaç zaman sınırı, yapılacak bir kaç şey, ama okumak yok. Bir toplantı, orda burda bir eylemle yere serilir ve bitkin düşeriz. Diğer taraftan saatlerimizi, içerikten yoksun müziklerle (hiçbir şey anlamadan), anlamadığımız dillerdeki şarkılarla ve fabrikayı, yarış arabalarını veya motorsikletleri andıran gürültülerle harcarız. Hatta doğa konusunda derin düşüncelere dalarak (ondan kalan şeyler hakkında) kendimizi kaybettiğimizde bile gerçekten yürüyüşe bile çıkmıyoruzdur. Kapitalizmin ekolojik ve natüralist modeller (yeni alternatif versiyonunda, elbette, ondan önce gidenden bile daha kötü) gibi bayağılıklarla karşımıza çıkmasını kabul ediyoruz. Ancak sırf derin düşünme değil, sorumluluk ve güç, saldırganlık ve mücadele gerektiren doğayla gerçek bir ilişki konusunda herhangi bir deneyime sahip değiliz.
Ve bana toleranslı bir davranışı geliştirmemiz gerektiğine karşı olarak saldırgan kapitalist davranışlar hakkında bir şeyler söylemeyin. Kapitalizmin veya Paris-Dakar rekabetindeki iştirakçilerin saldırganlığının ne anlama geldiğini gayet iyi biliyorum. Ben bundan bahsetmiyorum. Aslında ben sadece saldırganlıktan da bahsetmiyorum. Kelimeler bizi aldatabilir. Gemiden alevler yükselirken birilerinin zamanlarını aylaklık ederek harcamadan eylemlerini gerçekleştirmeleri gerektiğinden bahsediyorum.
Geniş kapsamlı değişimlerin gerçekleştiği konusunda ikna edildik veya edilmedik. Kapitalizm ve iktidar, on yıllardır iyiliğimiz için mevcut yaşamlarımızın keyfini kaçıracak olan bir dönüşüm geçiriyor. Şayet bu konuda derinlemesine ikna olmadıysak, o zaman gramer ve dille aramıza makul bir mesafe koyarak, hayallerimizin kelebeklerini, budizmin efsanelerini, tedavileri, Zen felsefesini, kaçış edebiyatını, sporu, zevk aldığımız herşeyi kovalamaya devam edebiliriz.
Ama şayet ilk varsayıma ikna olduysak, özellikle kendi zincirlerimizi görme olasılığından bile bizi yoksun bırakan kültürel bir köleliğe indirgemeye meyilli bir proje olduğuna dair ikna olduysak, o halde mücadeleyi bırakmaya veya terketmeye tolerans ve eğilim göstermelere artık katlanamayız. Ve burada bahsettiğimiz şey, devrimci yükümlülüklerini çoktan geride bırakmış ve şimdi yeşiller, portakallar, Budistler ve benzeri topluluklar arasında epeyce sakin bir şekilde otlayan yoldaşlar için gereklidir. Ayrıca burada kendilerini halen devrimci olarak tanımlayan ancak günden güne fiziksel ve zihinsel kirlenme trajedisini yaşayanlara gönderme yapıyoruz.
Bu basit bir eylem çağrısı değildir. Mezarlıklar bu tarz çağrılarla dolu. Bizler sermayenin laboratuvarlarında çalışılan ve şimdi kusursuz bir şekilde işleyen bir projeden bahsediyoruz. Bu projenin amacı bizim mücadele kapasitemizi azar azar ve acıtmadan etkisiz hale getirmektir. Bu proje sermayenin derinlemesine yeniden yapılanmasıyla el ele yürüyor. Bizimkisi bir gönüllülük çağrısı, veya isterseniz, çölde bir çığlık değildir. Bu, kısıtlı ve benzer olsa da, çevremizdeki dünyada gerçekleşen derin değişikliklerin anlaşılmasına küçük bir katkıdır.
Alfredo Maria Bonanno
Orijinal başlık: La tirannia della debolezza, ‘ProvocAzione’ no.11, Şubat 1988, s.5
Kaynak: Pantagruel