Saturday, April 14, 2012

Pontos-Helenleri Soykırımı

Pontos-Helenleri Soykırımı
 20. yüzyılın başında Pontoslu Helenler, 353.000 kurbanla ikinci büyük soykırıma maruz kalmışlardır.

“Jenosid” kavramı ne anlama gelmektedir?

Birleşmiş Milletler Cemiyeti, 9 Aralık 1948 tarihinde, 12 Ocak 1953’te yürürlüğe giren soykırımın önlenmesi ve cezalandırılmasına ilişkin 260 numaralı kararı (Convention on the Prevention and Punishment of the Crime of Genocide) onaylamıştır. Federal Almanya soykırım konvansiyonunu Şubat 1953’te imzalamıştır. Bu Karar gereğince soykırım, uluslar arası hukuka aykırı “uygar dünyanın mahkûm ettiği” insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçtur.

“Soykırımın, uluslar arası kurumların, ulusal devletlerin ve kişilerin sorumluluk duyması gereken en büyük insanlık suçu” kabul edilmesi anlayışına temel olan düşünce, ikinci dünya savaşında insanlığa karşı işlenmiş suçları, halklar hukuku bağlamında anmak için Birleşmiş Milletler Cemiyetinin 21 Aralık 1947 tarihili genel kurulunda kabul ettiği 180 numaralı kararıdır.

Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonu ikinci maddesi “bir ulusu, bir etnik, ırksal, ya da mezhepsel grubu tamamen ya da kısmen kasıtlı olarak tahrip etmek amacı ile” aşağıda sıralan suçlardan her hangi birinin işlenmesini soykırım olarak değerlendirmektedir.

     Gruba mensup bireylerin katledilmesi
    Grup üyeleri üzerinde bedensel ve ruhsal ciddi zararlara sebep olunması
    Grubun yaşam kaynaklarının tamamen ya da kısmen kasıtlı olarak ortadan kaldırılması
    Grup üyelerinin doğal üremelerinin kasıtlı olarak engellenmesi
    Grup üyelerinin çocuklarının zorla ellerinden alınıp başka bir gruba verilmesi

Pontoslu Helenler olayında dini motif tayin edici olmuştur. Hıristiyan Helenler, ya imhayı ya da İslamiyet’i seçmek zorunda bırakılmışlardır.
 Tarihçi prof. Konstantinos Fotiadis’in “Pontos-Helenleri Soykırımı” adlı yapıtından bir alıntı:
 “Bu gün soykırım dendiğinde otomatikman akla 20. yüzyılın insanlığa karşı işlenmiş en kötü iki cürümü gelir. Yani “jön Türklerin”  1915 Ermeni soykırımı ve Nazi Almanya’sının Yahudilere ve Slav halklara karşı gerçekleştirmiş oldukları soykırımlar anlaşılır.
 Halbuki, bu günkü dünya düzeninin üzerini örtmeye çalıştığı, 20. yüzyıl da işlenmiş daha başka soykırımlar da vardır. Bir jenosidin akla gelebilecek bütün yöntemlerini yaşayan halklardan biri de Pontos-Helenleridir ve bu jenosidin faili, Ermeni Holocaust’unun, Kürt katliamlarının ve Kuzey Kıbrıs işgalinin ortak faili olan silahlı kuvvetlerin bağlı olduğu Türk egemenliğidir.

Pontos-Helenlerine karşı işlenmiş soykırım maskelenmiştir. Sorumlular dünya politikasının temeline kök salmış devlet sınırlarının dışına taşan diplomatik örgütlenmeler içine yer etmişlerdir.
Pontos Halkı, Trabzon’un düşüş tarihi 1461’den buyana Osmanlı egemenliği altında, katliamlara, sürgünlere, köleleştirilmeye, akla gelebilecek bütün insanlık dışı muamelelere maruz kalmıştır. Bu politikanın doruk noktası, 20. yüzyılın jenosididir.
 Soykırıma varacak olan yol, 1908’de jön Türkler tarafından belirlenmiştir. 1919’dan 1923’e kadar da, Mustafa Kemal tarafından uygulanmıştır.
 Bu cinayetin işlenişinde önemli bir kavramına, “sistematik” kavramına dikkat etmek gerekir. Küçük Asya’nın bütün alanlarını Türkleştirmek ve İslamlaştırmak için Türkler tarafından uygulanan plan ve yöntem bunun en açık kanıtıdır. Pontos halkının erkeklerinin köle olarak çalışma kamplarına sokulması sonucu bütün köyler ateşe verilmiş, sağ kurtulanlarsa, İslam dinine geçmeye zorlanmıştır. Kadınlar ve yaşlılar yollarda öldürülmek maksadıyla sürgüne gönderilmişlerdir.
Hıristiyanlara ait ne kadar dini okul, kilise vs. sosyal kurum varsa tümü ya yakılmış, tahrip edilmiş ya da camiye dönüştürülmüştür. Elimizde bu gerçekleri bütün detayları ile teyit eden sağlam kaynaklara dayalı ansiklopedik bilgiler mevcuttur. Bu yapıtlardan bazı bölümler aktarmak istiyoruz.
Alman Dış İlişkiler Dairesi (Politisches Archiv des Auswärtigen Amtes) Belgelerinden, Türkiye Nr. 168, Türkiye-Yunanistan ilişkileri, Cilt 14 ve 15, Dragomans Schwörbel’in Ayvalıya seyahati sırasındaki gözlemleri; Tarih 2 / 19 Ağustos 1915
İstanbul’da bulunan Alman büyükelçi Metternich, Jön Türklerin, Karadeniz sahil şeridinde yaşayan Helenlerin sürgün edilmesini Rusların yardımı ile silahlanmalarına ve bir ayaklanma hazırlığı içinde olmaları ile gerekçelendirdiklerine, ancak bunun yanlış olduğuna dikkat çekiyor. Metternich, eli silah tutan Helenlerin ya askere alındıklarını ya da yabancı ülkelere savrulduklarını (sürgün ve takibatlar sonucu elbet) söylüyordu. Sürgün edilenlerinse, neredeyse tamamını kadınların, çocukların ve yaşlıların oluşturduğunu söylüyordu.
Soykırım ve sürgün harekatı ile hemfikir olmayan bazı Alman ordu mensupları, dışişleri bakanlığına raporlar göndererek, olaylardan sorumlu tutulmamak için Jön Türklerle aralarına mesafe koyuyorlardı. Ermeni Holocaustundan dünya kamuoyunun haberdar edilmesinden sonra araya mesafe koyanların sayısında artış görülüyordu. Amisos (Samsun) konsolosu Kückhoff, 16 Haziran tarihli raporunda Berlin içişleri bakanlığına şu bilgileri aktarıyordu:
 “Güvenilir kaynaklardan edindiğim bilgilere göre, Helen halkının Sinop’tan ve devamı sahil şeridinden kökünden sökülürcesine boşaltılarak sürgüne gönderilmiş olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Bu durumda sürgün etmekle imha etmek Türkçede aynı anlamı ifade etmektedir. Zira imha edilmekten kurtulanları açlık ve hastalık yok edecektir.”
   Avusturya belgelerinde, HHStA Viyana, PA, Türkiye, XII, Liasse 467 LIV Griechenverfolgung in der Türkei (Türkiye’de Helen takibatı) 1916 -1918, No. 97/ pol., Konstantinopel (19.01.1916) ve (02.01. 1917)
  Ve yine Alman Belgelerinde Bonn PAAA, Türkei (Türkiye) Nr.168, Cilt 15, f. Cilt16, (9.2.1917)
Avusturya’nın Konstantinopel (İstanbul) büyükelçisi Pontos’un Amisos (Samsun) ve yöresinde son olarak şahit olduğu olayları 19.12.1916 ve 2.1.1917 tarihlerinde Viyana’da şu sözlerle ifade etmektedir: “Tarih 11 Aralık 1916, beş Helen köyü yağmalandı sonra da yakıldı. Köy sakinleri kovuldu. 12 Aralık 1916 çevrede başka köyler de yakıldı. 14 Aralık 1916, bazı köylerin tamamı okulları ve kiliseleri ile birlikte yakıldı. 17 Aralık 1917, Samsun yöresinde yağmalama devam etmekte kadınların ırzına geçilmekte, ahali dayaktan geçirilmektedir. 31 Aralık 1916, 18 köyün tamamı 15 köyün de bir bölümü yakıldı; yaklaşık 60 kadına tecavüz edildi; kiliseler yağmalandı.
Helen P. Enepekidis 17.08.1997 tarihli „Kathimerini“ gazetesinde soruna ilişkin düşüncelerini şu sözlerle ifade etmektedir:
 “Jenosit Made in Turkey, doğu karakterli ve sinsidir; teorik bakımdan background’sızdır (arka plansız); fakat pratik olarak yağmacıdır. Bir bütün olarak köy ahalisinin kovulması, sürgün edilmesi, savunma gücüne sahip erkeklerin askere “amele taburları” denen temerküz kamplarında toparlanması, kadınların, yaşlıların karda, boranda yaya olarak yollara düşürülerek merhametsizce imhası bir Auschwitz’le son bulması anlamına gelmiyordu. Hayır, burada hareket halinde olan, seyyar olan bir Auschwitz söz konusuydu. Yollara düşürülmüş kurban kafileleri belli bir hedefe değil, iftira ve kötü muamele altında açlıktan, susuzluktan, ölüme yürütülüyorlardı, yollarda imha ediliyorlardı.
 İblisane sistemin örgütlü mesajı buydu. Kurbanlarının sonunu bekleyen Auschwitz yoktu. Kurbanların çoğu için zaten son yoktu. Ölüme yolculuğun hedefi değil, kendisi ölümdü.”
Der Lehrer und Leiter des Griechischen Komitees zur Aufklärung der Weltöffentlichkeit über diese Geschehnisse, P. Kinigopoulos sagte: Dünya kamuoyunun tarihi gerçeklerden haberdar edimesi için Helen Komitesi Başkanı ve Öğretmeni P. Kinigopoulos şöyle diyor:
 “Türk devlet mekanizması Helen çocukları ‘korumak’ için ailelerinden koparıp kendi ‘sorumluluğu’ altında Sivas’ta Türk okullarına göndermiştir. Tabii ki, çocukları orada kendi düşünceleri temelinde eğittiler. Çocukların bile özünü boşaltmakta vicdani rahatsızlık duymadılar. Sonuç, Hıristiyan çocukların İslamlaştırılması oldu. 
Makedonya Üniversitesinde Profesör, Florina Pedagoji Bilimleri Üniversitesi Rektörü olan Konstantinos Fotiadis, Pontos-Helenleri soykırımına dair ve yazdığı eserlerinde şu görüşlere yer vermektedir:
 Dünyanın bütün Helenleri, özellikle de Pontos-Helenleri, tıpkı Ermeni soykırımının tanındığı gibi, Ermeni halkı ile aynı kaderi paylaşan halkımıza karşı işlenmiş soykırım suçunun da uluslar arası düzeyde kabul edilmesi için onlarca yıldır mücadele etmektedir. Bu amaca barışçıl yollardan ulaşmak için azami derecede itina gösterilmektedir. Pontos-Helenleri Avrupa Örgütü ve Pontos-Helenleri Gençlik örgütünün çalışmalarına rehberlik eden şiar şudur:
Affetmeye hazırız, fakat unutmaya asla!
 Son uluslar arası Pontos-Gençliği festivali şu şiarı kendine rehber edinmeyi kararlaştırmıştır:
Tarihi Gerçekleri Doğru Öğren! Fakat Fanatizme Ve Demagojiye Asla İtibar Etme!
ALINTI

SOPHIA ve HYPATİA

İlk Kadın Filozof
Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar bütün tasvirlerde felsefeyi bir kadın simgeler “SOPHIA” -- bilgelik Tanrıçası.
İlk kez tek tanrılı dinler ortaya koyduğu simgelerle kadınları bilgeliğin dışında bırakmış ve “sadece erkeklerle tanrı anlaşma yapar, sadece erkekler, tanrı ile insanlar arasında aracı olabilir” denmiştir.
Aynı şey Batı Felsefesinde de geçerliydi. Neredeyse kadınların sözü bile edilmezdi. Metzler 1989’da hazırladığı 300 biyografik yapıt içinde sadece 6 kadın düşünüre yer vermiştir. Bunlar : Hannah Arendt, Simone de Beauvoir, Hildegard von Bingen, Agnes, Heller, Rosa Luxemburg ve Margaret Mead’dir.
Kadın ve kadın düşüncesi Antik çağdan günümüze geldikçe daha az değerli görünüp kimse kadın filozoflardan alıntılamıyor, hiç bir felsefe ya da bilim tarihi bu düşüncelerden ve yazarlarından artık söz etmiyordu (Tielsh, 1984)
Felsefe tarihinde kadınların göz ardı edilen çıkışlarına, yapıtlarına bir göz atarsak, Karl Marx, Hegel, Kant gibi felsefe sistemleri kurmuş kişilerden hiç de geri kalmadıklarını görürüz.
Mesela, Sosyalist Programı (Arbeiterunium, 1843) ilk olarak ortaya Flora Triston tarafından atılmış olmasına rağmen dikkate alınmamıştır. Onun bildirisi Karl Marks’ın Komünist Manifesto’sundan 5 sene önce yayınlanmış ve Marks’tan 10 kez daha fazla baskıya ulaşmıştı.
Almanya’da felsefe tarihinin mistik kadın Hildegard von Singen ile başladığını hiç bir ansiklopedi yazmaz. Felsefe tarihinde “unutulmuş” başarıların ve yanlış yükselmelerin listesi oldukça fazladır.
Mesela, Sokratik diyalogların aslında Aspasia tarafından kurulduğu, Anne Conway’ın Leibniz’i etkileyen Monadlar öğretisinin mimarı olduğu, Montaigne’den çok önce Teresa von Avila’nın ilk felsefi-yazınsal denemeleri yazdığı hep “unutulur”.
Felsefe tarihi boyunca çoğu erkek düşünürler kadınları hep sınırlayıcı, hatta - aşağılayıcı sözcüklerle alan dışı bırakmaya çalışmışlardır. Aristoteles’e göre “kadınlarda ruh bulunmadığı”, Kant’a göre “kadınlarda akıl yeteneğinin eksikliği”, hatta Fichte’e göre “kadınların duygularının sınırlarını saptamak” gibi yaklaşımları hep görürüz.
Sokrates, Leibniz, Erasmus von Roterdan, John Stuart Mill dışında, kadınlarda özgün bir düşünce görebilmek diğer düşünürlere göre düşünülebilir bir şey değildi. Erkek filozoflara göre düşünce erkeklerle, duygu ise kadınlarla özdeşleşmişti.
Filozof kadınların hayatları ve yapıtları üzerindeki tartışmalar, onların çok kez cinsellikle ilgili dedikodulara karşı korunmasız olmaları yüzünden daha çok güçleşmiştir.Aspasia’ya karşı Antik yazarların iftiraları ile (tanrıtanımaz, aracılık, çok eşlilik gibi) başlayarak Isolta Nogarola’ya yapılan ensest karalamasından, “bilimsel leydiler”, “mavi çoraplılar”, “erkek kadınlar” olarak adlandırmalar hep filozof kadınlara, düşünen ve düşündüğünü belli eden kadınlara gelmiştir.

“Acayip” olarak görülen, “zeki fakat kısır”, “soğuk”, “hetare (fahişe)”, “femmes fatale (felaket kadınları)” yakıştırmalarına maruz kalan filozof kadınların çoğu tam aksine çok kez bilinçli bir namus düşkünlüğüne ve geniş ölçüde “erkeksiz” hayatı seçip yalnız yaşadılar. Bunda bir başka etken de, “ kadınların eğitim görmesine ancak evlenmeden önce izin veren toplum görüşüne” uydular.
Yeniçağ’ın başlangıcına kadar evli ve çocuklu, yani anne olan bir kadının bilimsel çalışma yapması hemen hemen düşünülemez bir şeydi.


HYPATİA (370 - 415)

Filozof, gökbilimci, matematikçi .

Matematikçi Theon'un kızıydı ve babasıyla birlikte matematik çalıştı. Daha sonra genç Plutarch ile çalışmalarına devam etti. İskenderiye’de, Neoplatonist felsefe Okulunun başı oldu ve matematik, gökbilimi konularında yazılar yazdı. Güneşi, ay ve yıldızları gözlemleyen, ölçümler yapan "astrolob'un" mucidi olarak da bilinir.

Tarihte kadın olarak saygı duyulacak, izler bırakmış biridir.

Hıristiyanlar tarafından kadın olduğu ve dine olan inançları Hıristiyan başpiskoposunun inançlarına benzer olmadığı için (pagan) ders verilmesine de karşı çıkıldı. 415 yılında Hıristiyanlar tarafından öldürüldü.
Hypatia, İsa'dan sonra 400'lü yıllarda İskenderiye'de yaşamış, geometri ve psikoloji eğitimi almış, ileri matematik dersleri vermiş bir pagandı. 415'te Hıristiyan keşişler tarafından linç edilerek öldürüldü. Bu olay özellikle Aydınlanma döneminde popülerleştirilerek bir Hypatia efsanesi haline geldi. 'Sanatla süslenmiş, duygusallık ve ideolojik önyargılarla çarpıtılmış' bu efsane günümüze dek varlığını sürdürmüştür.
Aydınlanma döneminde Hypatia efsanesi bir sembol olarak kullanılmıştır: Hypatia, "Hıristiyan bağnazlığının masum bir kurbanı; öldürülmesi ise, Yunan tanrılarıyla beraber, sorgulama özgürlüğünün de ortadan kalkışının bir simgesi olarak ele alınmıştır." Kiliseye muhalefetiyle tanınan Aydınlanmanın ünlü düşünürü Voltaire, Hypatia'yi 'kilise ve vahiyle gelen dine olan başkaldırısını' dile getirmek için kullanmıştır. Hypatia figürü kilise yandaşları tarafından da sıkça kullanılmıştır. Tabii ki bu eserlerde Hypatia "Hıristiyanlığa karşı korkunç bir kin besleyen", hoşgörüden uzak, kocasını genç erkeklerle aldatan, ahlâksız kadın imgesiyle sunulur. Her iki imgelemede de gerçekle kurgu birbirine karışmıştır. Daha sonraki eserlerde bu iki imge sentezlenmeye çalışılmıştır.
1827'de İtalyan bir şair Hypatia efsanesini kurgusal bir yaşam öyküsüne dönüştürür. Burada Hypatia'nin yaşamına ait öğeler İskenderiyeli Azize Catherine efsanesiyle iç içe geçer.
Çok ironik görünse de Hypatia İsa ile özdeşleşiyor, her ikisi de öldürülüşleriyle şehitlik mertebesine çıkıyorlar. Ne de olsa Hypatia "yiten bir uygarlığın; sanatla doğaüstü, tanrısallıkla maddecilik, ruhla beden arasında kusursuz bir uyum kuran Yunan dünyasının kurtarılması için verilen savaşımın son kurbanıdır."
Hypatia figürü edebiyatta yeni bir boyutla da sunulacaktır, Hypatia'nin katledilişi anti-feminist bir harekettir: "Açıktır ki Hypatia'nin gördüğü eziyet büyük ölçüde bu küstahça ve batıl kadın düşmanı eğilimden kaynaklanmaktadır (...) önceleri özgür, düşünsel olarak bağımsız ve üretken olan kadınlar baskıyla susturulmuşlardır."

İskenderiye Başpapazı St. Cyril (MS 315-386), Hıristiyanlığın temel inanışlarını anlatırken ve örneğin dünyanın dört çevresi itibariyle duvarlarla çevrili bulunduğunu ve düz olduğunu, ya da Meryem ana'nın bakire olarak İsa'ya hamile kaldığını ve bunun bir tanrı mucizesi olduğunu, ya da müspet ilme aykırı buna benzer şeyleri dinsel gerçekler diye açıklarken, o dönemin çok ünlü bir matematikçisi olan Hypatia (MS 370-415), eski Yunanın akılcı bilimlerini öğretmekle meşguldü.
Kuşkusuz ki akılcı verilerin belletilmesine müsamahakâr kalmak Kilise bakımından pek tehlikeli bir şeydi. Bilindiği gibi Kilise o tarihlerde artık Hıristiyanlık devlet dini haline girdiği için tam manasıyla güçlenmiş sayılırdı. Tehlikeyi sezdiği içindir ki, Hypatia 'nin hakkından gelebilmek için St.Cyril' e destek oldu. Günlerden bir gün Hypatia yakalatıldı, çırıl çıplak soyularak din adamları tarafından sokaklarda dolaştırıldı, saçlarından sürüklenerek bir Kilise’ye sokuldu ve orada vücudu param parça edilerek etleri kemiklerinden ayıklandı ve kalan kısımlar ateşte yakıldı.
Bu vahşet olayı sonucu olacaktır ki eski Yunan'dan gelme akılcı bilimlerin okutulmasına paydos dendi ve Tanrı sözleri diye bilinen İncil dışında gerçek aranamayacağı ilan edildi; böylece akılcı düşün geleneğine kesin olarak son verildi. Böylece Kilise, akılcılığa karşı başlatmış olduğu üç yüz yıllık savaşı tam bir zaferle süslemiş oldu. Batı artık "Karanlık çağ" dönemine girmiş oluyordu; bundan böyle din doğmaları ilmi’n ve ahlak'ın kendisi sayılacaktır. Bu dönem bin yıl sürecek ve bu süre boyunca akılcı usullerle ilim yapmak isteyenler cahil diye damgalanacak, dinsiz diye suçlandırılacak, zindanlara atılacaktır.
Eski Yunan'dan kalma akılcı bilim verileri yalan sayılacak, unutturulacaktır. Ancak ne var ki "imancılığın", "akılcılığa" galebe çalmasıyla oluşan bu Karanlık Çağ, bin yıllık bir sapmadan sonra, tekrar eski Yunan kaynaklarına kavuşulmakla ve daha doğrusu "gerçeklerin" din kitaplarında değil faka akıl verilerinde yattığının anlaşılmasıyla son bulacaktır.

Bilimsel Başarıları

Babası tarafından çok iyi eğitilen Hypatia, hiç evlenmemiş ve "Antik ideale uygun "salt bilim yapan kadın" idealine uygun bir yaşam sürmüştür.
Bütün dinlerin temsilcilerine ders vermiş ve saygınlığını hep korumuştur.
Kilise tarafından "inançsız kadın" olarak görüldüğünden, vahşice öldürülmesinden sonra onunla ilgili her kayıt ve belge de özellikle yok edilmeye çalışılmıştır.
Öğrencilerinden Kyrene'li Synesios'a yazdığı mektuplar günümüze kadar gelebilmiştir.
Cebirin babası sayılan Diophant'in Aritmetica'sına yaptığı 13 ciltlik yorum en önemli yapıtlarındandır.
Elips kesitler hakkında 8 ciltlik bir çalışmanın yazarıdır.Buna dayanarak, düzensiz gezegen yörüngelerinin hesabı yapılabilmektedir.
Pagan felsefesi Hıristiyanlar için dinsizlik olduğundan Hypatia'nın tüm felsefi görüşlerini içeren yapıtları yok edilmiştir.


Özgür düşündüğü için linç edilen bu kadını en güzel anlatan Zitelmann (1988,s.277)şöyle diyor....


"Hypatia, sonradan cadı kovalamaları ile kana susamışlık derecesine varan kadın düşmanlığının ilk kanlı kurbanı olmuştu. Hypatia, adsız yüz binleri temsil ediyor. Bu yüzden onun adının tarihten silinmemesi gerekir." ALINTI

Thursday, April 12, 2012

Anayurt Oteli

"Kahraman İnsandan Antikahraman İnsana: Yusuf Atılgan’ın Eserlerinde Bireyin Dönüşümü" |

Yusuf Atılgan
"AMACINI YİTİREN İNSANIN NE ESKİYLE NE DE YENİYLE BİR BAĞI KALMIŞTIR"

Büyük badirelerin, çatışmaların, üzünçlerin ve kahırların ardından gelecek mutlu sonların kurgulandığı (gerçekten de belki öyle durumların yaşandığı); irade sahibi, güçlü kuvvetli karakterlerin tek başına, kitleleri de peşlerinde sürükleyip büyük kahramanlık ve fedakârlık örnekleri göstererek dünyayı değiştirdikleri ya da değiştirmeye/dönüştürmeye çalıştıkları yıllardı… Evet, bugün de olduğu gibi, dünyada kötülük her zaman vardı. Despotik, anlayışsız ebeveynler; baskıcı, sadist yöneticiler; zalim ağalar, paragöz sömürücü işverenler ve dost bilinenlerin yarattıkları hayal kırıklıkları… Tamiri güç travmalar, yürekleri dağlayan acılar… Fakat bütün bunlara rağmen, an gelir insan öyle bir silkinirdi ki arzuladığı mutlu sona ulaşamasa bile hakkını yedirmeyerek varlığını ifade ederdi.

Maddi ve manevi varlığıyla kahraman insan, hiçleşmemişti henüz… Uçsuz bucaksız tarlaları, güçlü orduları, gösterişli konakları/sarayları ve bu sarayları dolduran değerli eşyaları vardı. Özel olarak bakılmış, eğitilmiş ve yetiştirilmişti… Çevresi hep kalabalık olmuş, yalnızlaşmamıştı henüz. Etrafındakilerden (kitlelerden) güç alıyor, onlardan bağımsız düşünemiyordu varlığını. Tıpkı Lenin, Atatürk, Churchill, Roosevelt, Hitler, Stalin, Mussolini, Franko veya Tito gibi tek başına bir halkın kaderini ellerinde tutabiliyor ya da Eugénie Grandet, Goriot Baba, Thérese Raquin, Madam Bovary gibi de kötülüğe karşı çıkabiliyordu.

Gerçek hayatta üretilen kötülüğün geçici olduğu, idealist kişilerin cesaretle öne atıldığı yıllardı o yıllar. Bizim gibi ülkelerde feodal üretim ilişkileri henüz tam anlamıyla parçalanamamış, topraksızlaşan feodal artıklar kentlere savrulmamıştı daha. Kentlerin kalelerini zorlayanların ise hâlâ bir ayağı köydeydi. Köylülükle özdeşleşen saflık, kentin ikiyüzlülüğüne henüz teslim olmamış, bir erdem olarak değer yargıları hanesindeki itibarlı konumunu koruyordu. Saflıkla bütünleşen cesaret, sonunda kahramanlık madalyalarıyla ödüllendirelebileceği gibi, meçhul bir asker de olabilirdi; ama o en sonunda toplumsal bir varlık olmanın sorumluluğunu yerine getirmiş olacak ve bunun huzurunu duyacaktı.

Çağını gözlemleyen ve çözümleyen büyük yazarlar da o yıllarda hep toplumsal bir varlık olarak insanın dönüştürücü gücüne vurgu yaptılar. Halk kahramanlarının edebiyatta rol model olarak kitlelere büyük yazarlar tarafından sunulduğu o yıllarda, edebiyatın toplumu olumlu anlamda dönüştürücü gücüne olan sonsuz inançla mutlu sonla bitmese bile, mutlu sona hep yakındı hikâyeler. Mutsuz sonlar insanın gücüne, doğasına hakaretti sanki. O sayın, bay, bey, paşa; asalet unvanlarıyla, tumturaklı ad ve soyadlarıyla tanımlı bir varlıktı. Henüz adının bile silineceği o yabancılaşmayı tatmamış, birey olamamıştı daha insan. Bireyliğe geçişte hâlâ bir ayağı eşiğin berisindeydi. Bir romanda veya hikâyede Ahmet'ti, Mehmet'ti veya falanca zadediydi hâlâ. Kahramanlıktan antikahramanlığa terfi edeceği(!), yalnızlaşacağı, izole olacağı, adının bile silineceği kayıtlardan, o boğuntulu bungun yıllar gelip çatmamıştı henüz. Ya da gelip çatmıştı da çağın görüntüsü gözlere daha yakındı.

Sahicilik yitirilmişse, başkaları için de yaşamanın anlamı yoktur

Aylak Adam | Yusuf AtılganYaşadığı çağın bir (belki de birkaç) adım sonrasını (iyi veya kötü) öngörenlerin çağdaşları tarafından takdir görmesi beklenemez. Devrimcilerin ve avangardların kaderidir biraz da çağından sonra anlaşılmak. Kendi kabuğu içinde devinerek dünyaya kapalı bir görünüm sergilediği 1940-50'liler boyunca Türkçe edebiyattaki, köy edebiyatı olarak da adlandırılan toplum gerçekçi etkili romantik yönelim, günümüzden baktığımızda o günün ruh halini kavramak açısından sağlam işaretler de bırakmıştır elbette; ama toplum gibi, insanın ekonomik ve toplumsal ilişkideki konumlanışı gibi, edebiyat ve sanat da aynı yerde kalamazdı. Eşyanın tabiatına aykırıydı bu durum. Bu duruma rağmen, yol hâlâ tıkalıdır ve açılmayı beklemektedir.

Ancak bireyin şaşaalı dönemi bitmek üzeredir. Bunun sancıları vardır yine aynı yıllarda. Toplum için var olan insan, artık sadece kendisi için var olduğunu, çünkü kendi kendisiyle baş başa kaldığını; akraba, aile, yakın çevre ilişkilerinin parçalandığını; komşusunu bile tanıyamayacak hale geldiğini idrak etmek üzeredir. Gösterişli konaklardan, görkemli saraylardan, soylu ilişkilerden, üzerine bastığı topraktan sürülmüş bir apartman dairesine tıkılmıştır artık. Her şeyini kaybedeceği günler için henüz daha vakit olsa da yazgısını değiştirmek için de şansı yoktur. Bu yüzden kaderine boyun eğip kasırganın ona ulaşmasını beklemek zorundadır.

Tabii tüm bu varsayımlar bir spekülasyondan ibaret de olabilirdi. Fakat o günün bazı sanatçıları da yukarıdaki gibi düşünüyor olmalıydı ki “kahraman insan”ı hiçe indirgeyen, onu olumsuzlayan yapıtlarının ilk örneklerini verdiler. 60'lı yıllarda Batıda, A. Robbe-Grillet'nin başını çektiği Yeni Romancılar, insanın toplum içindeki değişen konumundan hareketle romandaki yerinin de değiştiğine, kahramanlıktan antikahramanlığa terfi(!) ettiğine hükmettiler. Grillet'ye göre, romanda yeni bir anlayış ve yorumla ele alınması gereken eskimiş bazı kavramlar vardı. Bunun için de en başta geçmişin romanına karşı çıkmak gerekiyordu. Geçmişin romanında Balzac'ın kahramanları dünyayı değiştirebilecek güce sahip olabilirlerdi, ama artık onlar ölmüştü. Gerçekçi romanın önemli karakterleri, donandıkları tüm yeteneklerini kaybetmiş, geleceğin antikahramanlarıyla yer değiştirmek zorundaydı.

1959 yılında Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam romanındaki C. karakteri edebiyat okuru ve eleştirmenlerin karşısına çıktığında, yukarıdaki öngörülerin birçoğundan habersiz ya da haberli oldukları halde yeni yapının neye benzeyeceği konusunda fikirsiz günün edebiyatçıları, doğal bir tepkiyle önce onu yok saymanın yolunu seçtiler.

Dış dünyada kapladığı hacimle değil, ama iç dünyasındaki önü alınamaz boğucu boşluğun, ruhsal çırpınışın, karamsar psikolojisinin bir ürünüydü artık insan; tıpkı Batılı romancılar gibi Yusuf Atılgan da bu yaklaşımı benimsiyor, ilk örneğini veriyordu Aylak Adam'la. Yeni insanın yeni romandaki temsili bu yüzden artık C. gibi sadece nesnelerle olan ilişkisinden ibaret olmalıydı. Tabii insanüstü tüm yeteneklerinden soyundurulduğu için, tüm doğallığı ve çıplaklığıyla da yeni insan, yeni romana yansımalıydı. Dövülebilir, aşağılanabilir, gururu kırılabilir ve tüm bunları sineye çekebilirdi. Eski romanda, günlük eylemlerini uhrevi bir haleyle örten o zırh; yiyen, içen, dövüşen; ama sevişmeyen, “ayakyolu”na gitmeyen, işemeyen kahraman insanın üzerinden kalkmış, giysilerinden soyundurulmuştur artık.

Kapitalizmin bir yaşam biçimi olarak günlük hayata sinmesiyle kendine ve çevresine yabancılaşan insan, artık birey olmanın acısını duyuyordu sadece. Bu yüzden de tek bir amacı vardı, başka bir bireyle aynı ruhsal eksende kesişmek. Fakat atomize olan hayatlar yüzünden bu o kadar zordur ki, C.'nin B.'yi sürekli olarak ıskalaması da söz konusu olabilirdi. Birey gerçek mutluluğa artık o kadar uzaktı ki, parçalanmış olan bağları tekrar bir araya getirmek anlamsız bir çabadan öteye gidemezdi. Çırpındığı kuyunun dibinde, geleceksizliğiyle karşı karşıya ve çıkışsızdır. Ona öyle büyük anlamlar atfetmek; üreten, çabalayan, başaran ve örnek olan bir konuma yükseltmek, Zebercet'ten sonra mümkün olamazdı. O dibine kadar yalnız, saplantılı ve gururu kırılmış biri olarak sadece bedeninin yükünü taşımaktadır. Günü gelince de bundan kurtulmak gerekmektedir. Gerçek mutluluğa bu kadar uzak olabiliyorsa insan (Gecikmeli Ankara'da treninden bir daha o kadın inip gelmeyecekse), sahte mutluluklarla kendini kandırmanın anlamı yoktur. Sahicilik yitirilmişse, başkaları ne der ne düşünür, ayıplanır mıyım kaygısıyla yaşıyorsa, kendisi için yaşamıyorsa insan, başkaları için de yaşamasının anlamı yoktur.
İnsanın elindeki seçenekler tükenmişti artık
Anayurt Oteli | Yusuf AtılganÖlmese bile, aylaklık yolunu seçebilirdi bu yüzden. Kapitalizm insanın ancak tek başına yaşamasına izin veriyordu çünkü. Birleştiğine, bir araya geldiğinde, sesini yükselttiğinde, ya balyozu yiyor ya da silindirin altında eziliyordu (71 ve 80 darbeleri; biri balyoz diğeri de silindir harekâtı olarak tanımlanmıştı). Beş kişinin bir araya gelmesi bile örgütlü suç kapsamına alınmışken, kimse altıncı kişinin arayışına giremezdi. Olabilecek olan dünyalar en fazla iki kişilikti. O iki kişilik dünyalarda da eğer C., B.'yi ıskalarsa ömrünün geri kalan kısmında “eli paketlilerden olacak” (yani karısı ve çocukları için yaşayacak) ve iki kişilik toplumu üç kişiye çıkarmaktan başka bir işlevi olmayacaktı.

Üzerine yapışıp kalmış, onunla en az ilgili olan yanı (adı) hariç, insanın elindeki seçenekler tükenmişti artık. Ama hâlâ bir seçenek olarak kabul edilmese de, intihar da bir seçenekti. Gelinen durumda, amacını yitiren insanın ne eskiyle ne de yeniyle bir bağı kalmıştır. (Ne Osmanlı'ya ne de Cumhuriyet'e aittir: Anayurt Oteli'ndeki Zebercet'in sıkıntısı.) Ne aralarında incitilmiş, örselenmiş olsa bile eski aile yapısı yerindedir ne de “kul” olarak kabul edilmiş olsa bile eski devlet örgütlenmesi. Uyum problemini aşamadığı noktada, (en azından) varlığına son vermek kendi ellerinde olması gerekiyordu. Anayurt Oteli'nin Zebercet'i bunu başarıyordu. Canistan'ın Selim'i de… C., zaten hiçbir şey yapmayarak yaşayan bir ölü değil miydi?

Kahraman insanın, antikahraman bireye dönüşmesi elbette gözlerimizin önünde oldu. Göğsünü kabartan cesaret madalyaları, duvarlarını süsleyen takdirnameleri ve üzerine bastığı toprağıyla bir günde bozguna uğramadı. Hepsi aşama aşamaydı ve bu aşamaları gören, duyumsayan, çözümleyen edebiyatçılar da gününden sonrasını öngörerek anlaşılmayı bugüne bıraktılar.

Sonuç olarak bakıldığında bir edebiyatçı olarak Yusuf Atılgan'ın, 1959 yılında yayımlattığı Aylak Adam ile 1973 yılında yayımlattığı Anayurt Oteli romanlarının (yanı sıra öykülerinin), tam da günümüzü imlemesi tesadüfî değildir. Köyünde oturarak kenti çözümlemiş bir yazar olarak Yusuf Atılgan'ın, o günün (1950'ler) eleştirmen ve okurları tarafından gerçek anlamıyla anlaşılmaması da beklenmedik bir durum değildir. Darısı bugün anlaşılmak kaygısıyla hareket eden yazarların başına… Yarın biz olmadan da gelecektir. Ama istersek bugünden de görebiliriz. Bunun için yeteri kadar işaret mevcuttur.
 Hasan Uygun

 ..................................
Anayurt Oteli – Yusuf Atılgan ‘Anlayışsızlığın, acımasızlığın, şiddetin ve ahlaksızlığın yaygın olduğu yozlaşmış bir toplumu anlatan başkaldırı romanı’

A. Ömer Türkeş

Yusuf Atılgan’ın 1973′de kaleme aldığı romanda karakterler olağanca basit, mekân gözünüzün önüne gelebilecek, romanın geçtiği yerleri daha önce defalarca gördüğünüz izlenimine kapılabileceğiniz kadar nettir.

Zebercet; ailesinden geriye kalan tek varlık olan Anayurt Oteli’ nin hem patronu, hem resepsiyonisti, hem bekçisidir. Sıradanlaşmış hayatının en belirgin özelliği, rutin düzeninin asla şaşmaması ve yalnızlığıdır. Bir gün otele bir kadın gelir. Yalnız bir gece kalır. Ancak Zebercet’in bütün hayatını bu bir tek gece değiştirecektir.

Romanın dili ilk başlarda biraz sıkıcı gelebilir. Fakat olaylar ilerledikçe kahramanımızın yaptığı akıl almaz işler romanın dilini ağır olmaktan çıkarıyor. Yalnızlığın böylesine açık bir anlatımla dile getirilebildiği önemli bir romandır.

Berna Moran eseri şöyle özetler: “…Zebercet’in yalnızlığı ve iletişimsizliği kendi psikolojik nedenlerinden ötürü daha uç noktalarda yaşar, ama sorunu genel insanlık sorunudur. Ayrıca romanın topluma dönük bir yanı olduğunu da unutmamalıyız. Atılgan, haksız düzenden, sömürüden, ezilenlerden söz etmezse de Anayurt Oteli bir tür başkaldırı romanıdır, çünkü dolaylı bir biçimde sergilediği toplum, anlayışsızlığın, acımasızlığın, şiddetin ve ahlaksızlığın yaygın olduğu yozlaşmış bir toplumdur. Bu metne bu açıdan bakarsak ilginç şeyler saptarız.”

Gerçekten de Berna Moran bu konuda çok haklı. Eğer ki kitabı birkaç farklı pencereden algılamaya çalışırsanız olayların boyutunu fazlasıyla genişletebilir ve daha sağlıklı bir okuma yapabilirsiniz.

Yusuf Atılgan’ın, “Anayurt Oteli” kitabı, “Aylak Adam”dan uzun bir süre sonra, 1973’te yayımladığı ikinci romanıdır.

Romanda eski bir konak olan Anayurt adlı otelin katipliğini yapan Zebercet’in yaşadığı ruhsal sorunlardan sonra intihara yönelişi, belki de sürüklenişi demek daha doğru, anlatılır. Zebercet çevresiyle ve toplumla pek fazla teması bulunmayan, ancak zorunlu durumlarda otel dışına çıkan bir katiptir. Onu otelde oyalayan tek şeyse otele gelen müşterileri gözlemlemektir. Bu açıdan bakıldığı zaman onun kişiliği hakkında çok da fazla söz söylemeye gerek olmadığı düşünebilir…

Romanın başlıca karakterleri odacı kadın Zeynep, ‘Gecikmeli Ankara Treniyle Gelen Kadın’ ve ‘Emekli Subay’dır. Tıpkı Yusuf Atılgan C. karakteri gibi onların isimlerle çok fazla işi yoktur!

Zebercet’in serüveni gecikmeli Ankara treniyle gelen ve otelde bir gece kalıp giden kadının ardından başlar. Zebercet, yaşamının, kadının kaldığı o geceden sonra değişmeye başladığına tanık olur. Kadının kaldığı odayı olduğu gibi korumak için kilitler ve bu odaya müşteri kabul etmez. Bu durum onun için bir saplantı halini almaya başlar… Ara sıra odaya girerek, kadının varlığını hissetmeye bile çalışır. Zamanla oda, Zebercet’in yaşamının odak noktası, belki de yaşamasının tek nedeni halini almaya başlar. Oysa saplantı halini alan bu durum, Zebercet’in o güne kadar sürdürdüğü düzenini etkiler. Bir nesneyle, bir kavramla yani bir odayla Zebercet arasında bir bağ kurar Yusuf Atılgan. Oda dışında her şeye yabancılaşır Zebercet, yıllardır bastırdığı cinselliğini bile harekete geçirir, ancak bu cinsellik nesnesi olmayan bir cinselliktir. Romanda cinsellik kaba bir şekilde verilmemiştir. Asıl tema, Zebercet’in acımasızlığı ve çevresine karşı olan yabancılaşmasıdır. Devamındaysa oda ve karakter arasındaki mücadele, karakterin yaşamını tamamen etkiler ve sonunda onu kötü bir sona sürükler…

Not: “Anayurt Oteli” isimli bu yapıt Ömer Kavur tarafından 1987 yılında sinemaya uyarlanmıştır. Film döneminde çok başarılı olmuştur ve hâlâ ismi anılmaktadır. Macit Koper, Serra Yılmaz, Orhan Çağman, Şahika Tekand, Osman Alyanak, Yaşar Güner, Arslan Kaçar, Cengiz Seçici, Songül Ülkü, Ülkü Ülker, Osman Çağlar, Orhan Başaran, Kemal İnci gibi isimler bu filmde rol almışlardır. Selçuk İletişim Dergisi, Temmuz 2000 3. sayısındaki şu ayrıntıyı da ekleyelim

Wednesday, April 11, 2012

Voltairine de Cleyre

Voltairine de Cleyre
 "Doğa, bazen zamanın çok ötesine, gıpta edilecek insan karakterleri yaratır; yapmacıktan uzak, uzlaşmaz ve gerçeğe sıkı sıkıya bağlı; bencilliği, bütün insanlığı kapsayan ve kendini büyük kitlenin ayrılmaz parçası olarak gören bir insan; her çeşit yanlışlığa karşı ince bir duyarlılığı olan ve bunların karşısına dikilen bir birey; geleceğe uzanabilen ve onu yakınlaştırabilen biri. İşte böyle bir insandı Voltairine de Cleyre."

Jay Fox'un bu methiyesi, Voltairine de Cleyre'in Amerikan anarşizm tarihindeki eşsiz yerini ve yoldaşları arasında gördüğü saygıyı tam anlamıyla ifade etmektedir. Anarşist hareketin en önde gelen tarihçisi Max Nettlau, onu, "liberter duyguları ve sanatsal güzelliği" ile çağdaşları arasında parlayan, "Anarşinin incisi," olarak tanımlamaktadır.

Leonard D. Abbott, Emma Goldman ve Louise Michel'le birlikte "modern çağın üç büyük anarşist kadınlarından biri," olarak nitelemektedir. Aralarında geçen çok acı sürtüşmeye rağmen, Emma Goldman'ın kendisi de, Voltairine de Cleyre'in, "şiirsel isyancı, özgürlük aşığı sanatçı, Amerika'nın en büyük Anarşist kadını" olduğunu düşünmektedir.

Voltairine de Cleyre (17 Kasım 1866—20 Haziran 1912) ABD'li anarşist. Emma Goldman'ın sözleriyle “Amerika'nın yetiştirdiği en yetenekli ve keskin zekalı anarşist." Erken ölümünün, bugün diğerleri gibi tanınan bir anarşist olmasını engellediği kabul edilir.

Hayatı

Michigan’da küçük bir kasaba olan Leslie’de doğdu, babasının ailenin geçimini sağlayamaması nedeniyle küçük yaşta zorunlu olarak Katolik manastırına verildi. Bu deneyim onun üzerinde Hıristiyanlıktan çok ateizmin etkili olmasına neden oldu. Sarnia'da (Ontario, Kanada) bulunan Manastır’da geçirdiği zaman hakkında Cleyre şöyle demiştir: “Ölüm Gölgesi Vadisi gibiydi, ve o boğucu günlerde ihmalin ve batıl inancın yakıcı cehennem ateşinin bedenimde bıraktığı beyaz yara izleri var.” Voltairine de Cleyre buradan Huron Michigan Limanı’nı yüzerek ve 17 mil yol yürüyerek kaçma girişiminde bulundu, ailesinin arkadaşları ile karşılaşması ardından babasına haber verilerek geri gönderildi. Yeniden kaçan Cleyre bu defa bir daha geri dönmedi.

Ailesinin, Abolitionist hareket (ABD’de köleciliğin kaldırılmasını savunan grup) ve Underground Railroad hareketi(ABD’li kölelerin bu ülkeden özgür ülkelere kaçmalarını sağlayan grup)ile bağları, bitmek bilmez amansız yoksulluk, ismini felsefeci Voltaire’den alan Cleyre'in yetişkin yaşlarında radikal söylemlere sahip biri olmasında ciddi katkıları oldu. Manastır eğitimi ardından, Cleyre seküler özgür düşünce hareketine katılarak entelektüel çevreye dahil oldu, burada dersler verdi ve bu hareketin gazetesine, makaleleri ile katkılarda bulundu.

1880'lerin ortalarında ve sonlarında, içinde bulunduğu özgür düşünce hareketi zamanında, de Cleyre özellikle Thomas Paine, Mary Wollstonecraft ve Clarence Darrow'dan etkilendi. Düşüncelerinden etkilendiği diğer isimler ise Henry David Thoreau, Big bill Haywood ve sonraları Eugene Debs’dir.

Haymarket eylemcilerinin 1887 yılında asılarak idam edilmeleri ardından anarşist olduğu kabul edilir. Otobiyografik makalesinde “O zamana kadar mahkemelerde Amerikan yasalarındaki adalet esasına inanıyordum" diye yazmıştır, “Bu olaydan sonra bir daha asla böyle düşünmedim.” diyecektir.

De Cleyre mükemmel bir konuşmacı ve yazar olarak tanınır – biyografi yazarı Paul Avrich’e göre, o “yazınsal alanda diğer tüm Amerikan anarşistlerinden daha büyük bir yetenektir" ve anarşist ideallere adanmış yorulmak bilmez bir savunucu olarak [Goldman’a göre ] “imanlı şevki giriştiği her işe damgasını vurmuştur.”[2] De Cleyre'in esin kaynaklarından biri Dyer D. Lum'dır; "onun öğretmeni, güvendiği kişi, yoldaşı", idi, fakat Lum 1893 yılında intihar etti.


12 Temmuz 1890'da Harry adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi, babası özgür düşünce çevresinden James B. Elliot idi; fakat de Cleyre, Elliot ile birlikte yaşamayı reddettiğinde Harry ondan alındı.

Tüm hayatı boyunca hastalıklarla ve depresyonu ile mücadele etti, en az iki kez intihar girişiminde bulundu ve 19 Aralık 1902'de bir süikast girişiminden kurtuldu. Saldırgan Herman Helcher adında Cleyre'nin eski öğrencilerinden, akıl sağlığını yitirmiş biriydi, Cleyre süikast girişiminin hemen ardından Helcher’i affetti. Bu konuda “Akıl sağlığının yerinde olmamasından kaynaklanan bu eylemi nedeniyle onu hapishaneye göndermek medeniyete hakaret olurdu” diye yazmıştır. Saldırı ona, konuşmasını ve konuya yoğunlaşmasını olumsuz etkileyecek kronik kulak ağrısı ve boğaz enfeksiyonu bırakmıştır.

Voltairine de Cleyre, Chicago-Illinois’de St. Mary Nezaret Hastanesinde hastalığı septik menenjit nedeniyle 20 Temmuz 1912 yılında öldü

Anarşizm

Voltairine de Cleyre’nin siyasi görüşü tüm hayatı boyunca sürekli değişime uğramıştır, son olarak anarşizmin (önadsız) önemli savunucularından biri oldu, bu düşüncede –tarihçi George Richard Esenwein’e göre- "komünist, kollektivist, mutualist, bireyci gibi niteleyici isimler kullanılmaz." Bazıları için, [anarşizm (önadsız) ]farklı anarşist ekollerin birarada varolmasına tolerans gösteren bir tutumu ifade eder.

Uzun yıllar de Cleyre, Amerikan bireyci anarşist gruplar içinde bulundu. Erken dönemde bireyciliğe bu bağlılığı kendisi ile Emma Goldman arasında yaptığı ayrımdan anlaşılabilir. “Bayan Goldman bir komünist, ben bir bireyciyim. Onun isteği mülkiyet hakkını yoketmek, ben ise onu savunuyorum. Ben mücadelemi ayrıcalık ve otoriteye karşı yürütüyorum, ki bu sayede mülkiyet hakkı, bireye uygun olan asıl hak, yokedilebilir. Goldman’a göre kooperatifler rekabetin yerini tamamen alabilir; ben ise rekabetin şu ya da bu şekilde herzaman olacağını iddia ediyorum, ve bunun böyle olması son derece istenen bir şeydir." [5]

Goldman ve de Cleyre, kendi aralarındaki bu olumsuz tutuma rağmen entelektüel açıdan birbirlerine saygı duymaktaydılar. 1894 tarihli Emman Goldman’ın Savunması ve Mülksüzleştirme Hakkı adlı makalesinde de Cleyre mülsüzleştirme hakkını destekleyen bir yazı yazmış, fakat bununla birlikte yine de tarafsız kalmaya devam etmiştir. Makalesinde “Bir insanın en küçük duyarlı bir parçasının bile tüm New York şehrinin mülkiyet haklarına değer olduğunu düşünmüyorum… Yiyecek ve giyecek rüyası ile, hapishaneden uzakta, açlıktan ve soğuktan ızdırap çekmek ya da Timmermann ve Goldman'ın yanında yer alarak mülkiyet kurumlarına aleni eylemlere girişme kararının size kaldığını söylüyorum.” diyecektir.

De Cleyre son dönemde bireyciliği reddetme noktasına geldi. 1903 yılında “Çalışan sıradan işçilerin yapabileceği en iyi şeyin, paranın gücünden kurtulmak için, kendi işkollarını örgütlemek” ve “işveren - işçi ayrımı yerine elbirliği ile birlikte üretmek” gerektiğini dile getirmiştir. (“Neden Bir Anarşistim"). 1912 yılında Paris Komünü’nün başarısızlığının kaynağı olarak [özel] mülkiyetin korunmasını gördüğünü söylemiştir. “Komün Yükseliyor” adlı makalesinde, ona göre “Komünün düşmesinin başka nedenleri olmasına rağmen, asıl nedeni gerekli olduğu anda Komün taraftarları Komünist değildi.” Onlar siyasi zincirlerini, ekonomik zincirlerini bertaraf etmeden kırmaya kalkıştılar..." [6] "Sosyalizm ve Komünizm, her ikiside belli bir düzeyde ortak çaba ve yönetimi gerektirir ki bu tamamen Anarşizm ideali ile tutarlı olmaktan çok, daha fazla kontrolü sağlar; Bireycilik ve Mutualizm mülkiyete dayanarak, özel polis gücünün gelişimine önayak olur ki benim özgürlük anlayışımla uyuşmayan bir durumdur. “Bir Anarşist Olmak” adlı yazısında, “Kendimi yalın haliyle ‘Anarşist’ sıfatından başka bir şeyle tanımlamıyorum” diyecektir.

Voltairine’nin bireyciliği reddetmesinde komünizmi kabul etmesinin bir rolü olduğu hakkında çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Rudolf Rocker ve Emma Goldman böyle bir iddiayı öne sürmüşlerdir, fakat aralarında biyografi yazarı Paul Avrich'in bulunduğu başkaları buna itiraz ettiler. [8] Anarşist yazar Iain McKay, de Cleyre’nin 1908 paranın olmadığı ekonomi savunusunun, komünizm olduğunu dile getirmiştir.[9]

Doğrudan Eylem

Voltairine de Cleyre’nin 1912 tarihli doğrudan eylem savunması’na bugün yaygın biçimde atıfta bulunulur. Bu makalesinde, de Cleyre, Boston Çay Partisi’ni (Boston Tea Party) bir doğrudan eylem örneği olarak ele alır; ona göre “doğrudan eyleme her zaman başvurulmuştur, ve bugün bizzat onu lanetleyenler tarafından tarihte tasvip edilmiştir."

Feminizm

1895 tarihli Seks Köleliği adlı konferansında, de Cleyre güzellik idealini kadınların bedenlerine zarar verdiği için ve çocuklara uygulanan sosyalleşme etkinliklerini doğal olmayan cinsiyet rolleri yarattığı için eleştirir. Makalenin başlığı bundan da bahsedilmiş olmasına rağmen hayat kadınlarına atıfla kadın ticaretini anlatmaz; aslında burada konu edilen medeni yasaların kendi karılarına tecavüz eden erkeklere karşı hiçbir bağlayıcılığının olmamasıdır. Bu tür yasalar "her evli kadını; efendisinin ismini alan, efendisinin ekmeğine ve emirlerine tabi, efendisinin zevklerine hizmet eden zincirlenmiş köleye dönüştürür."

Anti-militarizm

De Cleyre savaş zamanları dışında tutulan orduya şiddetli şekilde karşı çıkmıştır, çünkü hazır ordunun varlığı ona göre savaşları daha olası hale getirmektedir. 1909 tarihli makalesi “Anarşizm ve Amerikan Geleneği”nde, barışı gerçekleştirmek için “her barışçıl insan, orduya desteğini çekmelidir, ve savaş isteyen herkes bunun maliyetini ve riskini üstlenmelidir; insan-öldürme mesleğini icra edenlere ne ücret ne de barınma sağlanmalıdır.” diyerek anti-militarist tutumunu ifade etmiştir.
Eserleri

Konuşmalarının biraraya getirildiği, Bir Mayıs:Haymarket Konuşmaları 1895-1910 (The First Mayday:The Haymarket Speeches) Libertarian Book Club tarafından 1980 ve 2004 yıllarında basıldı. The Voltairine de Cleyre Reader ise AK Press tarafından yayınladı. 2005 yılında konuşmalarının ve makalelerinin toplandığı iki koleksiyon daha SUNY Press tarafından Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius, diğeri University of Michigan Press tarafından, Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind adı ile yayınlandı. 
ALINTI

Sunday, April 8, 2012

Kürtçe tiyatro yapmak daha büyük bedel istiyor

Kürtçe tiyatro yapmak daha büyük bedel istiyor

Destar Tiyatro'nun kurucuları Berfîn Zenderlioğlu ve Mîrza Metîn, "Bu ülkede tiyatro yapmak zaten bedel isteyen bir şeyken, bir de Kürtçe tiyatro yapmak daha büyük bedeller istiyor" diyor

Destar Tiyatro’nun Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananları anlattığı ‘Disko 5 No’lu’yu duymayan kalmamıştır. Bundan birkaç ay önce, Berfîn Zenderlioğlu’nun yönettiği, Mîrza Metîn’in oynadığı oyunu izlemeye gittiğimde, henüz neyle karşılacağımı bilmiyordum ve işin doğrusu kimse de uyarmamıştı! Islak zemin, dev örümcek ağı, kırmızı halat, şişe ve sandalyeden oluşan basit ve yalın bir sahnede, sırayla örümcek, sinek, fare, köpek, gardiyan ve mahkum olarak beliren bir adam, kelimelere dökülemeyecek bir ‘duvara toslama’ hissi veriyordu... Ben işte o gün karar vermiştim onların hikâyesini dinlemeye... Röportaj için buluştuğumuzda, soru-cevaptan ziyade, aramızdaki ses kayıt cihazını unutmuş, uzun zamandır tanışıyormuşuz gibi dertleşir olmuştuk...

“Kürtçeyi sonradan mı öğrendiniz?” diye soruyorum ve Zenderlioğlu’yla başlıyoruz ‘bilinmeyen dil’i dillendirmeye: “İlçelerinde, köylerinde konuşulur ama Bitlis merkezde Kürtçe hâkim değildir. Orası iyice asimile olmuş bir il. Ailem ‘Aman kızımın Türkçesi bozuk olmasın, Kürtçeyi nasılsa sonradan öğrenir’ diyerek dört yaşından sonra, daha doğrusu okul süreciyle birlikte benimle asla Kürtçe konuşmadı, hep Türkçe hâkim oldu evde. Kürtçeyi, evet, İstanbul’da öğrendim diyebilirim”.

Bu durumun onların ailelerine özgü mü yoksa o bölgede sık karşılaşılan bir durum mu olduğunu merak ediyorum, Mîrza Metîn yanıtlıyor: “Kürtlerdeki bu durum genel bir sömürge psikolojisi olarak özetlenebilir. Çocuğun Türkçesi bozuk olduğunda, kendini ifade etmekte zorlanıyor, insanlarla daha zor ilişki kuruyor. Ben üç yaşındayken Kars’tan çıkmışım, İstanbul’a gelmişim. Dört yaşıma kadar Kürtçe konuşmuşum, ardından okul süreci başlayınca Türkçe gelmiş. Aklımda çocukluğuma dair tek bir cümle var Kürtçe konuştuğuma dair: ‘Nene min cûco kuşt’ (Nene civcivi öldürdüm). Civcivleri severken öldürüyormuşum (Gülüyor).

Peki aileleriyle hangi dilde konuşuyorlar? Metîn “Türkçe” diyor: “Günlük hayatın dili Türkçe şu an İstanbul’da. Ailesiyle çocukluğundan beri Kürtçe konuşanlar devamında da Kürtçe konuşuyor ama benim ailem benimle Türkçe konuştu, devamında da öyle gelişti. Bazen Kürtçe konuşuyoruz, bazen Türkçe. Ama çoğunluk Türkçe”.
Zenderlioğlu ise ailelerin ‘Çocuklarımıza zarar gelmesin’ duygusuyla, tamamen korumacı bir mantıkla yaklaştığını ama öte yandan dille ilgili ne kadar büyük bir tahribata yol açtıklarının farkına varmadıklarını söylüyor. “Neyse ki biz sıyrılanlardanız. Hayatımıza sanatın girmesiyle dille tanışıklığımız başladı. Ama hâkim dil Türkçe, evet”.

Felsefeyi Kürtçe konuşmak
“Biz tiyatro yapıyoruz ve bu dilde konservatuvarlarımız yok. Dolayısıyla oyuncular, yönetmenler, tasarımcılar yetişmiyor. Bu ülkede tiyatro yapmak zaten bedel isteyen bir şeyken bir de Kürtçe tiyatro yapmak daha büyük bedeller istiyor” diyor Mîrza Metîn. “Biz sonradan öğrendiğimiz dilimizde tiyatro yapıyoruz. Tiyatroyu, felsefeyi, sosyolojiyi Türkçe okuyoruz. Hayata bakışımız, hayatı değerlendirmemiz Türkçe’nin kendi mantığıyla, kendi aklıyla gelişiyor ama bunu Kürtçe yapmak istiyoruz biz. Felsefeyi Kürtçe konuşmak, tiyatroyu Kürtçe tartışmak istiyoruz. Şimdi örneğin Diyarbakır’da iki tane belediye konservatuvarı var artık. Orada müzik ve tiyatro üzerine Kürtçe eğitim veriliyor ama kaynak yok. Kürtçe ne kadar eğitim dili olursa, kaynaklar da o kadar artar. Yayınevleri bu sefer Kürtçe kitaplara yönelir”.

Bu noktada, “Kürtçe tiyatro yapmak zor mu?” diye soruyorum. Türkiye’de değişen siyasetin, süreci belirlediğini söylüyorlar: “90’ların başında gizli saklı yapılıyordu zaten. Mezopotamya Kültür Merkezi’nin bodrum katında gösteri yapılırdı. Bazı gecelerde de gösteriler yapılırdı ama gösteri bittikten sonra arka kapıdan kaçılırdı. Turnelerde, oyuncular oyundan sonra veya hatta bazen oyun yarıda kesilip gözaltına alınırdı. Böyle süreçler yaşadı Kürt tiyatrosu. Sonra turneler gerçekleştiğinde valilikler izin vermiyordu, bir şekilde yolu bulunursa oynanıyordu ama bir yolu bulunamazsa oynanamıyordu oyun”.

“Barış köprüsünü ancak sanat kurabilir” diyen Mîrza Metîn, “Disko 5 No’luyla görüyoruz ki insanlar yüzleştiklerini söylüyor. Bir taraftan insanlar yüzleşirken diğer taraftan Kürt tiyatrosuyla bağ kuruyorlar. Birçok eleştirmen, Türk tiyatrosundan yönetmenler, oyuncular gelip izlemeye başladı oyunu, ama çok geç oldu bu. Biz yıllardır bağ kurmaya uğraşıyoruz” diye ekliyor.

Onlar, Destar Tiyatro olarak dört yıldır perde açıyorlar ama bir konuda sıkıntıları var: “Gruplar çoğalmıyor ki bir rekabet ortamı gelişsin”.

Destar Tiyatro’nun oyunları
Bûka Lekî (Plastik Gelin): Oyun, iletişimsizlik ve plastik hayatlar üzerine... (25 Nisan’da saat 20.30’da)
Cerb (Deney): Diyalogsuz-deneysel olan ‘Cerb’, dört denek mahkumun yaşadığı iktidar kavgasını Panaptikon kavramı üzerinden anlatıyor. (11 Nisan’da saat 20.30’da)
Disko 5 No’lu: Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’ni anlatıyor. (5, 10, 17 ve 24 Nisan’da saat 20.30’da)
Antigone 2012: Berfîn Zenderlioğlu’nun yazıp, Mîrza Metîn ile birlikte oynadığı oyun, Sophokles’in Antigone tragedyasından esinlenerek yazıldı. (Oyun, 12, 18, 19 ve 23 Nisan’da saat 20.30’da)
JêrZemîn( YerAltı): 1991-2011 yılları arasında Türkiye’de yapılmış Kürtçe oyun afişleri sergisi ve bir albüm.

Mîrza Metîn
1980’de Kars’ta doğdu. 1994-1995 yıllarında Mezopotamya Kültür Merkezi’nde tiyatro, halkoyunları, Kürtçe dil dersleri alıyor. Daha sonra Teatra Jiyana Nû’da eğitimini sürdürüyordu. Bir dönem İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda eğitimi aldı ama sonra bıraktı gerekçisi ise şöyle: “Üçüncü sınıfta İnkılâp Tarihi dersi vardı. Girdim, sinirlendim, çıktım. Bu tabii nedenlerden birisi.”

Berfîn Zenderlioğlu
1980 Bitlis doğumlu. Sanat hayatına 98’de Mezopotamya Kültür Merkezi’nde başlıyor, ardından kültür- sanat, edebiyat dergisi Jiyana Rewşen geliyor. Oradan ayrıldıktan sonra 2004’te Seyri Mesel Tiyatrosu’nda hem eğitmen hem oyuncu olarak yer alan Zenderlioğlu, 2008’de Mîrza Metîn’le Destar Tiyatro’yu kuruyor. Mekân ihtiyaçları doğunca Destar Tiyatro bileşenleri ile Şermola Performans’ı kuruyorlar.

 Taksim’in Göbeğinde Bir Cezaevi… Disko 5’Nolu…
 
Türkiye’de Türkçe haricinde deneysel tiyatro yapan bir kaç tiyatro grubundan biri olan Destar Tiyatro’nun kürtçe sahnelenen “Disko 5 no’lu” adlı yeni oyunu; Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkence gerçeğini tüm yönleriyle ele alıyor...

   Türkiye’de Türkçe haricinde deneysel tiyatro yapan bir kaç tiyatro grubundan biri olan Destar Tiyatro’nun kürtçe sahnelenen “Disko 5 no’lu” adlı yeni oyunu; Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkence gerçeğini tüm yönleriyle ele alıyor. Mirza Metin tarafından yazılıp oynanan oyununun yönetmenliği Berfin Zenderlioğlu’na, sahne tasarımı,  Metîn Çelik’e, ışık tasarımı Alev Topal’a ve müzikleri ise Nizamettin Arıç’a ait.
    Radikal gazetesinden Ertuğrul Mavioğlu, Diyarbakır 5 No’ lu Cezaevi’nde 1981-1984 yılları arasında 34 tutuklunun ölümüne, yüzlerce tutuklunun da sakat kalmasına ve sinir sistemlerinin tahribine neden olan uygulamaları,  20 tutuklunun aldığı ağır darbelerle, beş tutuklunun da açlık direnişinde öldüğü, koşulları protesto eden beş tutuklunun kendini asarak, dördünün de kendini yakarak yaşamına son verdiği, ’vahşet dönemi’ diye adlandırılan bu yılları yaşayan 29 tanık ile iki savunma avukatının anlatımı, Serbesti adlı derginin 14. sayısında yayımlandığını anlatıyor.  http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=94914
    İçeride yaşananlar ise elbette başlı başına bir tez konusu. Ama sanırım şunu açık yüreklilikle söyleyebiliriz. 12 Eylül rejimin somutlaştığı yer olan bu şeytan adasını tasarlayanlar ve içeride “özgün” yöntemler geliştirenlerle Türkiye hesaplaşmadığı sürece bu karanlık örtü kalkamayacaktır.
    Hiçbir görevlinin ise ceza almadığı bu akıl almaz vahşeti, Destar Tiyatro sahipleniyor. Üstelik taksimin göbeğinde perdelerini açan Destar Tiyatro böylesine sert ve vahşet yüklü oyunu kürtçe olarak sahneliyor. Bundan 10 yıl öncesini düşünün. Bırakın böyle bir eyleme kalkışmayı kürtçe konuşmanın bile yasak olduğu bir ülkede yaşıyorduk. Gelinen sürece bakıldığında ise süreçle bir hesaplaşmanın olduğunu çok açık görebiliyoruz.
    Bu genç iddialı ve prensip sahibi Destar Tiyatro,  2008 yılının Mirza Metin ve Berfin Zerderlioğlu tarafından kurulmuş. Grup, önceliklerinin hızlı oyunlar üreterek içeriği boş oyunlarla salonu doldurmanın yerine ekibin sanatsal anlamda mayasını tutturmak ve ekipteki her bireyi üretime itecek, yaratıcı atmosferi oluşturacak teorik ve pratik bir atölye sürecinin olduğunu ifade ediyor.
    Grup ilk oyunu olan Reşe Şeve’nin, bir ihtiyaç sonucu ortaya çıktığını söylüyor. Aynı zamanda kurucu üyeleri farklı Kürt tiyatro gruplarında uzun yıllar çalışmış. Salt Kürt tiyatrosu yapmak yerine farklı deneyimlerle Kürt tiyatrosuna renk ve güç kazandırmayı ve yeni evrensel niteliklerde katmayı hedefliyor. Kendi sahne dilini yaratmayı hedefleyen bu ekip “dil ve kültür” ile ilgili duyarlılıklarının da modern bir sahne dili olmaksızın taşınamayacağı fikrine sahip.
    Aynı zamanda geçtiğimiz günlerde “Tiyatro Tiyatro Dergisi Ödülleri 2011” de yılın en iyi 5 oyunundan biri olarak ödülünü alan Disko 5’Nolu; bilindik bir vahşetin öyküsünü anlatmak yerine farklı bir bakış açısıyla yaşanan süreci iki farklı koldan ele alıyor. Mirza Metin’in yazıp oynadığı bu tek kişilik oyunda oyuncunun hem işkenceciyi hem de işkenceye maruz kalanı ele alması izleyici objektif bir tartım sürecine ve diyalektiğe sürüklüyor.
    Türkiye’nin en karanlık yıllarını bir kez daha gün ışığına çıkararak bizi o yıllarla tekrar yüzleştiren Mirza Metin, metni yazarken kullandığı dilin bakış açısı oldukça spesifik bir üsluba sahip. Hem işkenceciyi hem de işkenceye maruz kalan mahpusu canlandıran Metin, yaşananları örümceğin vücut bulmuş haliyle izleyenlere aktarıyor.
   Elbette bu tür oyunların dramaturgi süreci epey bir araştırmaya ve bir takım yaşanmışlıklara da ihtiyaç duyuyor. Metnin çıkış noktası oyuncuyu ve yazarı rahatsız etmesi gerekiyor. Metnin yazılma fikri de zaten buradan çıkıyor. Bunun bir şekilde seyirciye aktarılması gerektiğine inanan Metin, oyunu o yıllarda kürtçe konuşmanın yasak olduğu cezaevinde kürtçe sahneleyerek bir bakıma tepkisini de ortaya koyuyor. İşin ironik tarafı ise sahnede maruz kaldığı işkencelerden ziyade oyuncunun üslubundaki tepki ve vücut bulmuş örümcek simgesi beni daha çok etkiliyor.
    Oyunun kürtçe sahnelenmesi ve hikâyeye konu olan konunun bu kadar bıçak sırtı olması güçlükleri de beraberinde getiriyor. Ortada zaten zor bir konu ve anlatım üslubu var. Üstüne bir de sahneleme tekniğini zorlaştırmak açıkçası tiyatroya olan inancımı ve oyunculuğun ne kadar onurlu bir meslek olduğunu hatırlatırken ekibinde ne kadar iddialı olduğunu ortaya koyuyor.
    Alternatif tiyatro bağlamında perde açan Destar Tiyatro’nun Disko 5’nolu adlı oyunda Mirza Metin izleyicisine tek kişilik bir performans sunuyor. Bu performansı sergilerken oyun boyunca bir takım işkencelere maruz kaldığını görüyoruz. Neredeyse oyun boyunca örümceğin vücut bulmuş haliyle sahnede bir hayli zor mizansende bulunuyor. Oyun boyunca sahnede yerlerde sürünüyor. Sahneyi kaplayan sularda yüzüyor. O ıslak elbiseleriyle 1 saat boyunca hasta olacak korkusuyla izleyenleri terletiyor. Diğer taraftan iki farklı kişiyi canlandırıyor. Haliyle hem ses olarak hem de beden olarak altından kalkılması zor bir performansa imza atıyor. Bu performansıyla hem fiziksel olarak hem de psikolojik olarak izleyenleri rahatsız ederek amacına ulaşıyor.
   Oyunun yönetmenliğini üstlenen Berfin Zenderlioğlu, oldukça spesifik bir uygulamaya giderek o küçük sahneyi içeriye girdiğimiz andan itibaren mekanın atmosferiyle izleyici rahatsız ederek işe başlıyor. Özellikle örümcek figürüyle oyuncuya bir hayli yüklendiği görülüyor. İzleyenleri o döneme götürmek için diğer dış etmenlerle oyunu markelemek yerine oldukça sade ve şık bir anlayışla oyunun özüne ve demecine uygun bir teknik kullanıyor. Ziyadesiyle başarılı bulduğum rejisine karşın oyunda kullanılan üst yazıyla ilgili oyunun bütününü etkileyecek çok önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırıyor.
    Ekrana yansıyan çevirinin zamanlaması oyunun algılanması açısından çok önemli... Zamanlamanın birebir yakalanması gerekiyor. Diğer taraftan oyun boyunca oyuncunun dilini çeviren ekran, sahneyi kaplayan ağ nedeniyle kısmen görünmüyor. Görmek için verilen uğraşlar nedeniyle bazen oyuncu bile ikinci planda kalıyor. Benim tavsiyem ekranı ağın arkasından alarak daha rahat görebileceğimiz bir yere konulması. Oyunda oyuncu kadar işlev gören bu unsurun mutlaka ama mutlaka bir an önce yer değişmesi gerekiyor. Ayrıca ekrana yansıyan yazıların biraz daha büyütülerek görme problemi yaşayanların algısına destek olmasında da büyük bir fayda var.
   Metîn Çelik’in tasarladığı sahne, oyunda rahatsız eden en büyük öğe. O küçücük sahnenin tam ortasına gerdiği örümcek ağı bile oyunun simgesel boyutuna çok büyük bir katkı sağlıyor. Diğer taraftan sahnenin yüzeyini kaplayan su birikintileri oldukça özgün bir çalışma. Oyunu dekora boğmak yerine oyuncunun rahat hareket etmesine alan sağlayan bu sade tasarımı oldukça başarılı.
   Disko 5’Nolu, Diyarbakır Cezaevinde işkencecinin, bir işkence gören mahpusun bir örümceğin dilinden vücuda gelmesi yaşanılan o vahşetin metafor olarak sahneye aktarıldığı çok ama çok başarılı simgesel bir oyun. Oyunu aynı zamanda Türkçe üst yazıyla da izleyebilirsiniz.

Not: Bu değerlendirme, Yeni Tiyatro Dergisi’nin Ocak 2012 sayısında yayınlanmıştır.

(OYUNUN KÜNYESİ): DİSKO 5 NO’LU

Nivîskar/Yazan: Mîrza Metîn
Derhêner/Yöneten: Berfîn Zenderlîoğlu
Lîstikvan/Oynayan: Mîrza Metîn
Sêwirînerê Dikê/Sahne Tasarım: Metîn Çelik
Sêwirînerê Ronahiyê/Işık Tasarım: Alev Topal
Mûzîk: Nizamettin Ariç / Wêneyên Xewnan
Vîdeo: Pia Rönicke & Zeynel Abidin Kızılyaprak
Afîş: Metin Çelik
Asîstan: Adar Değer, Alan Ciwan, Sevgi Turan
Wergera jor-nivîs ê/Üst-yazı çevirisi: Nazê Yerlikaya
1 Perde / 60 dk. / Kürtçe / Türkçe üst yazılı.
http//:www.sermolaperformans.com

TİCARİ SEKS MEDYA DOSYASI




CETAD, cinsel sağlık ve üreme sağlığı alanındaki projesi kapsamında "Seks Ticareti" dosyası hazırladı. Dosya, seks işçiliği tarihinden, seks işçiliği ile ilgili yasal düzenlemelere, risklerinden güvenli seks işçiliğine kadar birçok başlık içeriyor. 
KAOS GL 
Cinsel Eğitim Tedavi ve Araştırma Derneği (CETAD) tarafından yaptırılan ”Bilgilendirme Dosyası-7 - Seks Ticareti” konulu çalışmanın sonuçları, Swissotel'de düzenlenen toplantıda açıklandı. 
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Esin Küntay, burada yaptığı konuşmada, dünya genelinde “fuhuş” olarak bilinen olayın “seks işçiliği” veya “seks ticareti” şeklinde tanımlanmaya başlandığına işaret ederek, “(Seks işçiliği) tanımında, yapılan işi normalleştirme gibi bir tehlike görüyorum” dedi. 
Prof. Dr. Küntay, bu tanım yapılırken sömürü, şiddet ve çocukların istismarı gibi konuların göz ardı edildiğini belirterek, kadının veya erkeğin nesnelleştirilerek cinselliğin arz ve talep dengesinde pazara sunumunun söz konusu olduğunu anlattı. 
Konunun insan hakları açısından ele alınması gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Küntay, “Cinsel, duygusal ve fiziksel sömürü yapılıyor. Seks işçiliğinde kullanılan çocuklarla ilgili yaptığım araştırmada bana, 'hocam ne yapıyorsunuz, bunlar artık adam olmaz' gibi laflar edildi. Burada ataerkil toplum yapısının izlerini görüyoruz. Konu, insan hakları ve kadının kendi bedeni üzerinde hak sahibi olmasıyla ilgilidir” diye konuştu. 

“Tarihin en eski mesleği” 
İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı Sağlık ve Eğitim Koordinatörü Dr. Muhtar Çokar da seks işçiliğinin, “tarihin en eski mesleği” olarak nitelendirildiğini ifade ederek, tarih öncesi toplumlarda, bereketin sembolü olarak “tapınak fahişeleri”nin kullanıldığını, bunun Sümerler'e “İnanna”, Babiller'e “İştar”, Yunanlar'a “Afrodit” ve Romalılar'a da “Venüs” olarak geçtiğini aktardı. 
Çokar, Ortaçağ Avrupası'nda fuhuşun kilise tarafından “yararlı bir günah” olarak görüldüğünü ve Osmanlılar'da yasak olmasına rağmen gizli yollarla yapıldığını ifade etti. 
Cumhuriyet döneminde ise bu alanda çeşitli yasal düzenlemeler yapıldığını kaydeden Çokar, 1961'de yapılan bir düzenleme ile genelevlerin yasal bir kimliğe kavuşturulduğunu ve buraların kontrol edilerek çalışmasına izin verildiğini, bu uygulamanın halen devam ettiğini kaydetti. 
Çokar, “Türkiye, dünyada çok az sayıda kalmış bir genelev sistemini temsil ediyor. Birçok ülke insan hakları gibi gerekçelerle buraları kapattı. Türkiye'deki sistemin olumlu ve olumsuz yönleri var. Fuhuşla Mücadele Komisyonu'nun son dönemde ruhsat ve tescil vermemesi nedeniyle sayıları çok azaldı. Türkiye genelinde kayıtlı genel kadın sayısı 2–3 bine, İstanbul'da da 126'ya düşmüş durumda” dedi. 
İşin kayıt ve kontrol altında yapılmasının daha olumlu olduğunu anlatan Çokar, aksi durumda yer altına indiğini ve yasa dışı yollarla yapılmaya devam edildiğini, bunun da sağlık ve güvenlik açısından birçok sakıncayı beraberinde getirdiğini söyledi. 

Dosyadaki Tespitler 

CETAD'ın yürüttüğü proje kapsamında yapılan araştırma sonuçlarına ilişkin hazırlanan “Seks Ticareti” dosyasında, Türkiye'de 100 bin civarında “seks işçisi” bulunduğu, 56 genelevde yaklaşık 3 bin kadının çalıştığı, tescil edilmeyenlerin sayısının 12 bin olduğu ve yaklaşık 85 bin kişinin de yasa dışı yollardan çalıştığı belirtildi. 
“Seks işçisi etiketlenmemeli, soyutlanmamalı, şiddete maruz bırakılmamalı” denilen ve bunların bütün insan hakları ile iş yasalarından yararlanmaları gerektiğine değinilen dosyada, iyi organize olmuş suç örgütlerince yapılan ”insan ticareti”nin özellikle kadın göçmenler için tehdit olduğu, Türkiye'de bu şekilde kullanıldığı tespit edilen 246 kişinin geçen yıl ülkelerine geri gönderildiği kaydedildi. 
Dosyada, çocukların “seks işçiliğinin karanlık yüzü” olduğu ifade edilerek, şu tespitlere yer verildi: 
“Dünyada çocuk seks işçiliği tırmanıyor. Uzmanlar, bir insanlık suçu olan çocuk cinsel istismarının iki yüzlü bir tutum takınılarak yeterince sorgulanmadığına dikkat çekiyor. Çocukluk dönemi, bireyin kişiliğinin gelişim sürecindeki en kırılgan ve sömürüye en açık dönemidir. 
Yapılan araştırmalara göre, ticari seks mağduru çocukların yüzde 77'sinin aile yapıları çeşitli nedenlerle kopuk. Yüzde 23'ü ise anne babasıyla birlikte yaşamasına karşın, aile içinde tartışma ve şiddet olaylarının varlığı dikkat çekiyor. Evden kaçarak sokaklarda yaşamaya başlayan çocuk, çeşitli risklere açık, risklerin en tehlikelisi ise cinsel sömürülme olasılığıdır.” ALINTI