Saturday, June 30, 2012

Ölüm Pornosu


Fight Club'ın yazarı Chuck Palahniuk'in yeni kitabı Ölüm Pornosu'na soruşturma

Çağdaş dünya edebiyatının en önemli yazarlarından Chuck Palahniuk’un Ölüm Pornosu adlı kitabına, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu imzalı, sekiz sayfalık bilirkişi raporuyla soruşturma başlatıldı.

Kitabın Türkiye haklarına sahip Ayrıntı Yayınevi’ne gönderilen yazı ile kitap ve yayınevi hakkında bir soruşturma yapılmaya başlanıldığı ve yayınevi sorumlusuyla çevirmeninin ifadesine başvurulacağı bildirildi.

Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu'nun bilirkişi raporunda şöyle deniyor; "İncelenen ve değerlendirilen Ölüm Pornosu isimli kitapta yer alan yazıların halkın ar ve duygularını incittiği, cinsi arzuları istismar eder nitelikte olduğu, Türk Ceza Kanunu'nun 226.Maddesini ihlal ettiği, dolayısıyla müstehcen bulunduğu, kitabın süresiz yayın olması nedeniyle 1117 sayılı kanuna 3445 sayılı yasa ile ilave edilen Ek-2. Madde kapsamına girmediği oybirliği ile mütalaa edilmiştir."

Ayrıntı Yayınları ise Facebook sayfasından yaptığı açıklamda şöyle diyor;

"Ölüm Pornosu'nun (Snuff) yazarı Chuck Palahniuk'un bütün kitapları dünyada olduğu gibi ülkemizde de yakından takip ediliyor. Neredeyse bütün kitaplarının film hakları alınmış olup, birçoğu zaten başarıyla sinemaya da uyarlanmıştır. Dövüş Kulübü'nü duymayan yoktur. Ayrıca yazar eleştirmenler tarafından 'çağımızın en büyük yüz yazarı' arasında gösterilmektedir.

Başta Almanca, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, Çekçe olmak üzere dünyanın belli başlı dillerine çevrilmiş ve onlarca ülkede yayımlanmış, Türkiye'de ise Ayrıntı Yayınları'ndan yaklaşık iki ay kadar önce yayımlanan Ölüm Pornosu, Chuck Palahniuk'un diğer romanları gibi okur tarafından hemen benimsenmiş ve kısa sürede iki baskı yapmıştır. Kitap ayrıca yayımlandığı ülkelerde de hemen dikkati çekmiş ve hakkında oldukça fazla değerlendirme yazıları çıkmıştır.

Ancak bu kitapla ilgili sizlere üzüntüyle duyurmak zorunda olduğumuz bir durumla karşı karşıyayız: İstanbul Basın Savcılığı'nın Ayrıntı Yayınlarına gönderdiği yazı ve ilişiğindeki Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu imzalı sekiz sayfalık bilirkişi raporuyla kitap ve yayınevi hakkında bir soruşturma yapıldığını ve yayınevi sorumlusuyla çevirmeninin ifadesine başvurulacağını duyuruyor.

Ayrıntı Yayınları Genel Müdürü Hasan Basri Çıplak açılan soruşturma kapsamında bugün basın savcısına ifade verdi.

Hasan Basri Çıplak ifadesinde, Palahniuk'un dünyanın önemli edebiyatçılarından biri olduğunu, dava konusu olan kitabın içeriğinin de iddia edilenin aksine, kadın vücudunun metalaştırılmasına karşı şiddetli bir eleştiri içerdiğini belirtti. Çıplak, Ölüm Pornosu'un her anlamıyla edebi bir eser olduğunu savundu." ALINTI

Cinsellik Muamması

Türkiye, devlet eliyle aile ve beden politikalarına ilişkin muhafazakar tartışmaların ortasındayken bir yandan da “başka cinsellikler ve başka aileler” yaşam alanı bulma mücadelesinde.
2000′li yıllar boyunca Queer kuramının ve politikalarının geçirdiği aşamalar, Metis Yayınevinden çıkan, CinsellikMuamması – Türkiye’de Queer Kültür ve Muhalefet kitabında anlatılıyor.
Kitap, Türkiye’deki yerel LGBTQ kültürünün felsefe, sosyoloji, psikanaliz, kültürel incelemeler, tarih, hukuk, insan hakları, aktivizm, sanat, görsel kültür vb. sahalardaki yansımalarını ifade eden bir dil, kuram ve özgün bir literatür oluşturarak queer ile ilgili genel tartışmalara orijinal bir bağlam ve katkı sunmayı hedefliyor.
“Heteronormativiteye” karşı, yerel tarihsel ve kültürel anlatıların, toplumsal pratiklerin ve ilişkilenme biçimlerinin yaratıcı, muhalif, tersten bir bakışla yeniden okunduğu kitapta, “heteronormativitenin” tarihselleştirilmesi amaçlanıyor.
Giriş yazısından: 
Bu kitabın amacı Türkiye toplumundaki homofobik/transfobik şiddete, zorunlu, doğallaştırılmış heteroseksüelliğe ve heteronormativiteye karşı, yerel tarihsel ve kültürel anlatıları, toplumsal pratikleri ve ilişkilenme biçimlerini yaratıcı, muhalif, tersten bir bakışla yeniden okumaktır. Heteronormativite kavramı, bütün bir kültürün sonradan doğallaştırılmış ve idealleştirilmiş heteroseksüel yönelim, pratik, değer ve yaşama biçimine göre tanımlandığı, bu yönelimin dışında kalanların ısrarla marjinalleştirildiği, görmezden gelindiği, baskı ve şiddete maruz bırakıldığı veya en iyi ihtimalle “uysal ötekiler” olarak sindirildiği bir düzeni ifade ediyor. Bu düzen, biyolojik ve toplumsal cinsiyet bakımından birbirlerinden tamamen ayrı oldukları ve birbirlerini aile ve üreme vasıtası ile tamamladıkları düşünülen kadın ve erkek kategorilerine dayandırılır. Heteronormativite sadece zorunlu, doğallaştırılmış heteroseksüelliği içermez; aynı zamanda kadın-erkek ikili karşıtlığına dayanan ve bunun dışında kalanları sistemden dışlayan bir biyolojik ve toplumsal cinsiyet algısını yeniden üretir.
Bu kitabın amacı heteronormativiteye seslenerek “LGBT bireyler vardır, buradadır, onların farklılığını ve ötekiliğini kabul et, kimliklerine ve haklarına saygı göster!” demek değil. Amaçlanan, daha ziyade, heteronormativiteyi tarihselleştirmek ve onun sözde doğallığını sarsmak. Bunu yapabilmek için yazarlar, “heteronormativite ne zaman ve nasıl bu kadar palazlandı; cinsel haz, pratik ve ilişkileri hangi sıfatla kalıplara sokuyor, hangi hakla görünmez kılıyor, onlara hangi hakla görünürlük lütfediyor, dahası kültürün fıtratına ne kadar uygundur” gibi sorular soruyorlar.
“Kadının fıtratı”, “erkeğin fıtratı” gibi son derece özcü ve indirgemeci sözleri sıkça duyduğumuz bugünkü siyasal, kültürel iklimde kültürün fıtratından bahsediyor olmamız tehlikeli bulunacaktır. Ancak bu kitabı derleyenler olarak tartışmak istediğimiz meselelerden birisi şudur: Bu tür kavram ve kelimeleri homofobik birey ve kurumların eline bırakarak, heteronormativiteye karşı verilecek mücadeleyi cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim ayrımcılığına karşı çıkan, sosyal, ekonomik ve anayasal insan hakları temelli, çok önemli ve gerekli olduğuna inandığımız “seküler” bir dil ile mi sınırlı tutmalıyız? Yoksa dilin edimselliğini ve parodinin imkânlarını kullanarak fıtrat gibi kavram ve kelimeleri heteronormativitenin aleyhine döndürecek, heteroseksizmin ve ataerkilliğin elinden çekip alacak destekleyici bir dilin oluşması için kültürel kazı çalışmasına mı başlamalıyız? Bu sorulardan hareketle bu projede, heteronormativiteyi ve onu her daim besleyen kapitalizm, neoliberalizm, emperyalizm, milliyetçilik, militarizm ve dini muhafazakârlığı itibarsızlaştıracak alternatif bir eleştirel pratiğin olasılıklarını sorguluyoruz. Çalışmamızın öncelik verdiği bu pratik, kaynağını sadece cinsel kimlik kategorilerine ve mağduriyet siyasetine dayanan “ben” ve “öteki” temelli liberal insan hakları söyleminden(1) değil, aynı zamanda yerel ve tarihsel kültürel dokudaki cinsel çokluk ve müphemlikten alan yeni bir araştırma gündemi öneriyor. Toplumsallığın vaat ettiği farklı, umulmadık ilişkilenme biçimlerini, kabına sığmama, hizaya girmeme hallerini merkezine alan, metodolojisini bu minvalde yeniden düşünen başka bir araştırma gündemi.
Yerellik üzerindeki bu vurgumuzun riskli bir tarafı olduğunu elbette biliyoruz. Akademik çalışmalarını başka bir ülkede sürdüren iki Türkiyeli akademisyenin kendi kültürlerini oryantalize edip, Anglo-Amerikan akademik ve aktivist mecralarında Ortadoğu’da LGBT cinsellik kültürleri üzerine yapılan çalışmalara hâkim olan temsil siyasetine, farkında olarak veya olmadan, malzeme devşirmeleri işten bile değildir. Ancak biz, hem akademik kariyerlerimizde hem de kişisel karşılaşmalarımızda önümüze çıkıp duran “Ortadoğulu Müslüman queer” (veya o olmazsa, ılımlı İslam’ın biricik örneği addedilen, kendince modernleşmiş bir ülkeden gelen “Türkiyeli queer”) yaftasından ve bir tür farklılık fetişizminden pek sıkıldığımız için bu hususta fazlasıyla temkinliyiz. Bahsettiğimiz yerel, tarihsel, kültürel ve toplumsal dokunun bizim açımızdan İslam’a ve/veya Türkiye’nin ikircikli modernite deneyimine indirgenemeyecek maddi bir gerçekliği var.
Çengileri, köçekleri, civelekleri ve mahbup oğlanlarında tecessüm eden bambaşka toplumsal cinsiyet sunumları, başka türlü âşık olanları, başka türlü haz duyanları, bunları nadiren kötü yâd eden esaslı bir şiir ve şarkı geleneği, sanatı, siyaseti, ahlak felsefesi ve tarihi olan bir toplum ve kültür tasavvurundan alıyor ilhamını bu kitap. Cinsel yönelim, tercih ve toplumsal cinsiyet sunumları bu denli karmaşık ve çoklu olan bir kültürün nasıl olup da, ailenin, cinsiyetin ve heteroseksüelliğin kalıbına girmeyen insanların hasta, günahkâr, terörist, gayri insani sıfatlarıyla yaftalandıkları, şiddet ve nefretin hedefi haline getirildikleri veya, en iyi ihtimalle, günü kurtaran bir lütufkârlıkla geçiştirildikleri bir cendereye dönüştüğünü sorguluyoruz bu kitapta.
Dahası bizim için, yerel olan, içerisinden malzeme devşirilecek ve küresel olanın dikkatine sunulacak bir kaynak olmadığı gibi, küresel olan da yerele sorunsuzca tercüme ve tatbik edilecek, dışarıdan gelen bir tesir değil. Yerel ve küresel olanın tarihsel iç içe geçmişliğinden yola çıkıyoruz. Bu kitapta yerel olanın içerdiği özgün imkânları araştırırken bir taraftan Batı kaynaklı cinsel kimlik kategorilerinin ve kuramların küresel seyahatinin, özgün kültürel cinsel ilişkilenme ve özdeşleşme biçimlerini nasıl dönüştürdüğüne, sindirdiğine bakıyor, bu kategori ve kuramların evrensel geçerliliğini ve tercüme edilebilirliğini sorguluyoruz. Diğer taraftan bu sorgulama çabasının bir tür otantiklik fetişizmine dönüşmemesi gerektiğine de inanıyoruz. Küresel cinsel kimlik kategorilerinin ve Batı çıkışlı kuramların farklı bağlamlarda farklı amaçlar adına stratejik olarak kullanılabileceğinin, bunlara değişik anlamlar yüklenebileceğinin ve umulmadık biçimlerde temellük edilebileceklerinin farkındayız.
Bir bakıma küresel kuram ve kategorilerin seyahatini tek taraflı bir dayatma olarak görmekten ziyade hem küresel hem de yerel olanı her daim değiştiren ve dönüştüren bir karşılıklılık olarak görmek gerekir. Bu kitap, temsil siyasetini tatmin eden bir tercüme faaliyeti değil, yerel Türkiye bağlamının cinsel karmaşıklığı ve indirgenemezliğinden yola çıkarak Batı kaynaklı cinsel kimlik kategorilerini, toplumsal cinsiyet ve cinsellik kuramlarını stratejik biçimde sorgulayan bir çalışma. Yerel olanı daha geniş bir küresel bağlama yerleştiren, ama bu esnada küresel olanın oluşumunu irdelemeyi ihmal etmeyen, böylece kuramı kullanırken daima sorunsallaştırmaya gayret eden bir çalışma.
Notlar(1) Kimlik siyasetine yaslanan, ötekiye/farklılığa saygı temelli etik ve insan hakları söyleminin özellikle Türkiye bağlamında değil ama Avrupa ve Amerika’da mevcut neoliberal iktidar yapılarıyla nasıl bir suç ortaklığı içine girebildiğini belgeleyen iki güçlü eleştiri için bkz. Alain Badiou, Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis, 2006 ve Slavoj Zizek, Violence: Six Sideways Reflections, Londra: Profile Books, 2008 ALINTI

Friday, June 29, 2012

TalkingStickTV - John Perkins - Confessions of an Economic Hit Man - Part I


Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları - John Perkins
Confessions of an Economic Hit Man
 
 Pulitzer ödüllü bir Harward Profesörü olan Mack, John Perkins’in kitabı için diyor ki: “Patlamaya hazır bir bomba, ülkemizin hükümet/şirket ilişkilerinin iç yüzünü inkar edilemez bir şekilde gözler önüne seren muhteşem bir ahlak ve cesaret örneği.”

Bir Ekonomi Tetikçisinin İtirafları

Ekonomi tetikçisi olarak bizlerin amacı küresel imparatorluk kurmaktır. Bizler, diğer ülkeleri şirketlerimizin, hükümetimizin, bankalarımızın, kısacası benim şirketokrasi diye adlandırdığım kurumsal yapının kölesi haline getirmek için uluslararası finans kuruluşlarını kullanan elit bir grubuz. Mafyanın yaptığı iyilikler gibi Ekonomi Tetikçileri de görünüşte bazı iyilikler yapar. Örneğin elektrik santralleri, otoyollar, limanlar, havaalanları, teknoparklar gibi altyapı hizmetleri için borç temin ederler. Bu borçların ön koşulu, bütün bu projelerin Amerikan inşaat ve mühendislik firmaları tarafından gerçekleştirilmesidir. Aslında paranın çoğu Amerika’yı hiç terk etmez; yalnızca Washington’daki bankalardan New York, Houston veya San Francisco’daki mühendislik firmalarına transfer edilir.

Para hiç vakit geçirmeden şirketokrasi üyesi şirketlere (kreditörlere) döndüğü halde borçlu ülkenin anapara artı faizin tamamını ödemesini isteriz. Eğer Ekonomi Tetikçisi çok başarılı ise borç tutarı o kadar büyük olur ki birkaç yıl sonra borçlu ülke ödemeleri aksatır. Bu olduğunda biz de mafya gibi diyetini isteriz. Birleşmiş

Milletler’de Amerika’nın isteği doğrultusunda oy verme, askeri üs kurma veya petrol gibi değerli kaynaklara el koyma şeklinde olabilir bu diyet. Buna rağmen borçlunun borcu devam eder. Böylece küresel imparatorluğumuza bir ülke daha eklenmiş olur.

2004 itibariyle 3. Dünya ülkelerinin borç toplamı 2.5 trilyon dolara, yıllık faiz ödemeleri de 3.75 milyar dolara yükselmiştir. Bu tutar, tüm 3.Dünya ülkelerinin sağlık ve eğitim harcamaları toplamından fazla, aldıkları dış yardımın da 20 katıdır. Yine bu ülkelerde nüfusun en üst yüzde biri, ülkelerinin mali kaynaklarının ve gayrımenkullerinin %70 ila %90’ına sahiptir. Bu çağdaş imparatorluğun sinsiliği, Romalı askerleri, İspanyol fatihlerini (konkistador), 18-19 uncu yy Avrupalı sömürgecilerini fersah fersah geride bırakır. Biz Ekonomi Tetikçileri kurnazızdır. Bizler tarihten ders aldık. Kılıç taşımayız, zırh-üniforma giymeyiz. Ekuador, Nijerya, Endonezya gibi ülkelerde yerli öğretmenler veya esnaf gibi giyiniriz. Washington ve Paris’te bürokratlara ve bankerlere benzeriz. Proje mahallerini gezer, yoksul köyleri dolaşırız. Yerel basında ne kadar hayırlı işler yaptığımızdan söz ederiz. Yasadışı bir şeye tevessül ettiğimiz pek nadirdir. Zira sistem aldatmacaya dayansa da tanım olarak yasaldır. ALINTI

Thursday, June 28, 2012

I Never Promised You a Rose Garden

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim
 Joanne Greenberg
Özgün adı: I Never Promised You a Rose Garden

Çeviri: Nesrin Kasap
Yayın Yönetmeni: Müge Gürsoy Sökmen
Kapak Fotoğrafı: André Kertész

İçine doğduğu dünyanın kurumlarıyla bağdaşmayı öğrenemeyen, iletişimsizliğin karanlığında yaşayan on altı yaşındaki bir genç kızın öyküsü...
       Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, deliliğin, resmi tanımıyla akıl hastalığının öyküsü: Deborah kimlik kavramını yitirip içine kapanmış, zengin düşlemi ve mizah duygusuyla yarattığı kendi düşsel dünyasına sığınmıştır. İki dünyanın çatışmaya başlaması, Deborah'ın akıl hastanesine "düşme"sine neden olur. Bundan sonra hastaneleri, doktorları vb. kurumlarıyla toplumun "kurtarma operasyonu" başlar.
       Greenberg'in kendi yaşamından yola çıkarak yazdığı bu kitap, "akıl hastalarının gizleri" üzerine pek çok ipucu taşırken, toplumun yerleşik değer yargılarına çarpıcı bir eleştiri de getiriyor, böylece "normal" kavramını sorgulamaya götürüyor bizi.

Sunuş, s. 5-9

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, pek çok açıdan bir "ilk" yapıt. Ülkemizde henüz pek tanınmayan çağdaş Amerikalı roman ve öykü yazarı Joanne Greenberg'in dilimize çevrilen ilk yapıtı olmasının yanı sıra, yazara Batı'da büyük bir ün getiren ilk kitabı. Joanne Greenberg, bu kitabın öncesinde ve sonrasında, başka birtakım romanlar ve kısa öyküler yazmışsa da, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim onun yazarlık çizgisini belirleyen en önemli kilometre taşı olma özelliğini korumakta hâlâ. Yine, içerdiği konuyu ele alış biçimiyle de ilk sayılabilecek kitaplardan biri.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, deliliğin —resmi tanımıyla akıl hastalığının— serüvenidir. İnsanın, neredeyse toplum düzenine geçtiği ilk günden başlayarak, kitlesel uzlaşımlara, kabullenilmiş değer yargıları ve davranış biçimlerine aykırı düşen bireylere yakıştırdığı konumun serüvenidir bu. İşte başkişisi Deborah'ın öyküsüyle, makro boyuttaki böyle bir insanlık durumunun mikro boyuta indirgenmiş bir örneğini sunar bize Sana Gül Bahçesi Vadetmedim.
Deborah, içine doğduğu dünyayla, bu dünyanın kurumlarıyla bağdaşmayı öğrenemediği için, iletişimsizliğin karanlığına düşmüş, toplumdışı olmuş bir bireydir. Zekâsı, erken gelişmiş kişiliği, sanat yeteneği ve aşırı duyarlılığıyla çoğunluktan farklı olan on altı yaşındaki bu genç kız, Ben'in parçalanmasına giden bir yabancılaşma ve gerçekten kopma sürecine girmiştir; kimlik kavramını yitirmiş, iyice içine kapanmıştır. Ancak, "bir yere ait olma" içgüdüsü, onu bir başka düzen arayışına itecek, genç kızın zengin düşlemi ve mizah duyusuyla yarattığı gizli, düşsel bir dünyaya sığınmasına kaynaklık edecektir. Bu dünyanın da çeşitli yönetim birimleri ve kendine özgü bir dili vardır. Ne var ki, iki dünyanın çatışmaya başlamasıyla, Deborah'ın tragedyası da biçimlenmeye başlar. Ve Deborah, hem zihinsel hem de fiziksel olarak yok olmanın eşiğine gelir. Bu aşamada, ona yardım etme zorunluluğunu duyan annesiyle babası, onu toplumun böyle kişiler için oluşturduğu kurumlardan birine, bir "akıl hastanesi"ne yatırır. Böylece Deborah'a tanıyıp çözümlemesi gereken üçüncü bir dünya sunulur. Anlatının başında karşılaştığımız durum budur. Sonra, adım adım, aşama aşama, Deborah'ın kendi tragedyasının sonunu değiştirmek için verdiği savaşıma tanık oluruz. İnişler ve çıkışlarla dolu bu zorlu savaşımda, gerçek dünyanın sözcülüğünü üstlenerek bir itici güç işlevini yapan ikinci bir başkişisi vardır anlatının: deneyimli ve usta bir psikiyatr olduğu gibi, dürüst ve sevecen bir yüreği taşımasını da bilen Dr. Fried.
Deborah, Dr. Fried'in uzattığı güçlü ve dostça elin yardımıyla gerçeği ve kimliğini ararken, sıkı bir sorgulama ve hesaplaşma sürecine girer. Anlatının temelini oluşturan bu süreç yalnızca Deborah'ın kişisel sorunuyla sınırlı kalmaz; gittikçe boyutlanarak "gerçeklik" kavramını da içine alır. Ana-babalar, akrabalar, öğretmenler, okul arkadaşları gibi kişiler aracılığıyla toplumun çeşitli kesimleri ve yerleşik değer yargıları sorgulanır; gerek olumlu, gerek olumsuz, bütün insani yönleriyle çizilen hastane görevlileri aracılığıyla kurumsal ilkeler sorgulanır; çok canlı betimlemelerle çizilen akıl hastalarının yarattığı çeşitli trajikomik olaylar da, "delilik" olgusunun derecelerinin ve kökenlerinin sorgulanmasına kaynaklık eder. Bütün bu sorgulamaların gerisinde, yer yer toplumsal boyuttaki deliliklerin —Nazi faşizmi gibi— bir art-alan biçiminde irdelendiğini görürüz. Satır aralarına sinmiş bir leitmotif de, sevginin, sevginin yapıcılığının ve yıkıcılığının irdelenmesidir.
Söz konusu süreç için seçilen ana mekân hastanedir. Bu mekânın yanı sıra başka mekânlar da yer alır. Ayrıca, Deborah'ın hastanede geçirdiği üç yıl, temelde zamandizinsel bir çizgiye oturtulmuşsa da, çağrışımlar yoluyla çeşitli zaman dilimleri bu çizgiye katışır. Bütün bu özelliklerin son kertede zenginleştirdiği anlatısında, konu gereği yer yer bilimin nesnelliğine de başvurur Joanne Greenberg; ancak, aşırı bir bilimsellik karmaşası yaratmaz hiçbir zaman. Genç bir insanın, koptuğu dünyayı yeni baştan gözlemleyip tanıma serüvenini öykülemek için seçtiği anlatım biçimi, çeşitli imgelerle, eğretilemelerle, sözcük oyunlarıyla bezeli, renkli, incelikli bir anlatım biçimidir.
Yazar, gerçekçi bir yaklaşım içinde, "normal" insanlarla "akıl hastası" insanların, başka bir deyişle, "uyumlular"la "uyumsuzlar"ın bakış açılarını karşılaştırırken, yanlı ve acımasız bir eleştiriciliğe de girmez. Amacı, daha çok, biçimci ve duyumsamaz kişilere bir düşünüp sorgulama çağrısı iletmektir. Zaman zaman, Deborah'ın çocuksuluğu ve deneyimsizliğiyle, insanlara büyüyüp "akıllanınca" unuttukları çocuk saflığını hatırlatma çabasına da dönüşen bu çağrı, hiç de asık yüzlü bir çağrı değildir. Anlatı bizi bir karanlığın içine sürüklese de, bu karanlığın içinde kimileyin sevimli bir naifliğin, kimileyin ironinin ve sık sık da güçlü bir gülmece anlayışının örneklerine rastlarız. Umuttan da yoksun değildir Sana Gül Bahçesi Vadetmedim. Bir gün, Deborah'a "kavak ağaçlarına âşık olma" deneyimini yaşatan umut, satırların gerisinden varlığını sürekli duyumsatır.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'deki bunca içgörü, duyarlık, içtenlik ve ayrıntıcılığa bakıldığında, bu anlatının bir özyaşamöyküsü olduğunu düşünmemek neredeyse olanaksızdır. Gerçekten de anlatının temel gereci, Joanne Greenberg'in kendisinin yaşadığı bir psikiyatrik tedavi deneyimidir. Ve yazar bu gerçeği iki küçük oğlundan gizlemek için, bir süre kitaplarında Hannah Green diye takma bir ad kullanır. Anlatısının özyaşamöyküsel yanı, eleştirmenler düzleminde yoğun tartışmalara da yol açar. Dahası, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim hemen kabul de görmez. Yayımlandıktan ancak birkaç yıl sonra, yavaş yavaş ama giderek büyüyen bir coşkuyla benimsenir ve yetkin bir kalemin ürünü olarak çağdaş yazın dünyasında yerini alır. Bunda, yazarın Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'den sonra yazdığı romanlarla öykülerin de payı olur kuşkusuz.
İlkin, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim üzerine kafa yoran eleştirmenler, kitabı genelgeçer roman kategorisine pek oturtamazlar. Kitabın kurmaca boyutu, bu eleştirmenlerin yoğun eleştirilerine hedef olur. Bu eleştiriler çoğunlukla kitabın özyaşamöyküsel ve öğretici yanının ağır bastığı, kurmaca sanatının bütünlük ve yoğunluğuna tam olarak ulaşamadığı biçimindedir. Sözgelimi, R.V.Cassil adlı bir eleştirmen şöyle der: "...Hannah Green (takma bir ad) genç bir akıl hastasının iç dünyasındaki savaşımı betimlerken olağanüstü başarılı. Akıl hastaları, doktorlar ve kurumsal yaşamın soyut güçleri arasındaki ilişkileri, bütün ayrıntılarıyla, yetkin bir biçimde açımlıyor. ... Ancak, son derece inandırıcı ve etkileyici bir anlatı olmasına karşın, kurmaca değeri açısından tam olarak inandırıcı değil. Bütün dikkatimiz bu kişilerin özlerindeki insan yanlarından çok, oynadıkları rollere yöneltiliyor. ... Okur kesinlikle kandırılmıyor; ancak kurmaca açısından yeterli doyuma da ulaştırılmıyor." (The New York Times Book Review, 3 Mayıs 1964, s. 36) Haskel Frankel adlı bir eleştirmen de şöyle bir yorum getirir: "Hannah Green yapıtına roman demeyi seçmişse de, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'i bir kurmaca ürünü olarak övmek güç. Yapıt bir roman olarak yetersiz; ancak kurmaca dışı bir yapıt olarak, büyük bir dürüstlükle anlatılan ve belleklerde yer eden bir akıl hastalığı öyküsü. ... Ne var ki, Deborah'ın iki-adım-ileri, bir-adım-geri biçiminde ilerleyen yaşama dönüş süreci, kurmaca sanatının gerektirdiği yoğunluğu tam olarak içermiyor. ... Aile öyküsü biçimindeki yan olay örgüsünün ana olay örgüsüne pek katkısı olmuyor. Gene de, kurmaca olsun olmasın, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim gerçekten çok etkileyici, kavrayıcı, güçlü bir anlatı." (Saturday Review, 18 Temmuz 1964, s. 40) Gelgelelim, bu eleştirmenlerin tümünün görüşlerinde ortak bir nokta vardır: Joanne Greenberg'in, bir akıl hastasının iç dünyasını, korkularını, gerçek dünyaya dönüş savaşımını aktarmada son derece başarılı ve etkileyici olduğu.
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, uzun yıllar etkisini sürdürerek daha derin boyutlu incelemelere ve daha olumlu değerlendirmelere konu olur. Nitekim, yayımlanmasından on iki yıl sonra, Kary K. Wolfe ve Gary K. Wolfe imzalarını taşıyan bir yazıda şöyle değerlendirilir: "Sana Gül Bahçesi Vadetmedim akıl hastalığı üzerine öğretici bir kitap olarak yaygın bir biçimde kabul görürken, birçok eleştirmen kitabın kurmaca değeri konusunda kuşkulara düştü. ... Bu ilk değerlendirmeleri izleyen yıllarda, kitabın gitgide ünlenmesine karşın, ilginç bir psikiyatrik vaka tarihçesi olmanın ötesindeki birtakım özellikleri gözardı edildi. Oysa, kitabın kendisi, içerdiği estetik öğeler ve Joanne Greenberg'in öteki yapıtları, bu anlatının bir bütünlük içeren, tutarlı bir kurmaca yaratma girişimi olduğunu kanıtlayan pek çok ipucu taşıyor. ... Sana Gül Bahçesi Vadetmedim tek bir kitapta çağdaş anlatı sanatının birçok öğesini biraraya getiriyor. ... Kısmen özyaşamöyküsü, kısmen kurmaca, kısmen de öğretici bir kitap olarak, son yirmi yılın en önemli yapıtlarından biri Sana Gül Bahçesi Vadetmedim." 
(The New York Times Book Review, 31 Ekim 1976, ss. 28-30)
Joanne Greenberg'in, Sana Gül Bahçesi Vadetmedim'de olduğu gibi, iletişimsizlik izleği bağlamında, kimisi etnik kökeni, kimisi de ruhsal ya da fiziksel eksiklikleri yüzünden ezilen insanları anlattığı, The King's Persons (1967), In This Sign (1968), Founder's Praise (1976), A Season of Delight (1982), ve The Far Side of Victory (1983) adlı romanlarının yanı sıra, Rites of Passage (1972) High Crimes and Misdemeanors (1980) başlıkları altında derlenmiş öyküleri vardır...ALINTI

Wednesday, June 27, 2012

Kendisini Savunan İnsan



Erich Fromm

Erich Fromm (1900-1980) Almanya’da doğmuş ve eğitim görmüştür. 1930’larda ABD’ye göç eden psikiyatristlerden biridir. Bir üniversite hocası olarak, aralarında totaliterliğin psikolojik çekiciliğini inceleyen, Özgürlükten Kaçış (1941) adlı eserin de bulunduğu pek çok önemli kitap yazmıştır. Genellikle bir neo-Freudyen olarak sınıflandırılan Fromm’un aslında insan doğası kavramı açısından Freud’la arasında büyük farklılıklar bulunmaktadır.

Modern insani kriz, desteğiyle siyasi ve ekonomik ilerlememizi başlatan Aydınlanmanın umutları ve fikirlerinden bir geri çekilmeye yol açmıştır. İlerleme fikrinin kendisi, çocuksu bir yanılsama olarak adlandırılmaktadır ve onun yerine, insana olan kati inançsızlık için yeni bir kelime, “realizm” telkin edilmektedir. Son birkaç yüzyılın büyük başarıları için bize gerekli gücü ve cesareti veren insanın saygınlığı ve gücü düşüncesine, insanın son derece önemsizliği ve güçsüzlüğünün kabulüne geri dönmek zorunda olduğumuz önerisi karşı çıkmaktadır. Bu fikir, kültürümüzün köklerini yok etmekle tehdit etmektedir. (…)

Ben bu kitabı insancı etiklerin geçerliliğini doğrulamak amacıyla kaleme aldım. (…)

Eğer insanın içindeki doğal kötülük dogması gerçek olsaydı, insanın neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilebileceği ve buna göre kendi doğal potansiyeli ve mantığıyla hareket edebileceğine dayanan insancı etikçilerin konumu savunulamazdı. İnsancı etikçilerin muhalifleri, insanın doğasının dostlarına karşı düşmanlığa, hasede ve kıskançlığa ve bir şeyden korkmadığı sürece tembelliğe meyilli olduğunu iddia ederler. İnsancı etikçilerin pek çok temsilcisi, bu iddialara insanın doğuştan iyi olduğu ve yıkıcılığın insan doğasının önemli bir kısmını oluşturmadığını söyleyerek karşılık vermiştir.

Aslında bu iki zıt fikir arasındaki çatışma, Batı düşüncesinin en temel temalarından biridir. Sokrates’e göre, cahillik insanın kötülüğünün kaynağıydı, kişinin doğal yapısı değildi ve ona göre bunun tersi ise yanlıştı. Öte yandan, Eski Ahit, insanın tarihinin günah eylemiyle başladığını ve “mücadelelerinin çocukluktan itibaren kötü olduğunu” söyler. (…)

Bu iki iplik, modern düşüncenin bünyesine dokunmuş olmaya devam etmektedir. İnsanın saygınlığı ve gücü düşüncesi; aydınlanma felsefesi, On Dokuzuncu yüzyılın ilerlemeci liberal düşüncesi ve en radikal haliyle Nietzsche tarafından dile getirilmektedir. İnsanın değersizliği ve hiçliği düşüncesi, yeni ve bu kez otoriter sistemlerdeki tamamen laik bir ifade şekli bulmuştur. Otoriter sistemlerde “toplum”un konumu en yüksek rütbedeyken, kendi değersizliğinin bilincindeki bireyin itaat ederek ve boyun eğerek kendini gerçekleştirmesi beklenmekteydi. Demokrasi ve otoriterlik felsefelerinde kesin çizgilerle ayrılmış olan bu iki fikir, kültürümüzün çok uçlarda olamayan düşünme ve hatta bundan da fazla oranda hissetme biçimlerinde birbirleriyle kaynaşmışlardır. Biz bugün, hem Augustine hem de Pelagius’u, Luther ve Pico della Mirandola’yı, Hobbes ve Jefferson’ı desteklemekteyiz. Biz, insanın gücüne ve saygınlığına bilinçli olarak inanmaktayız fakat genellikle bilinçsiz olarak insanın ve bilhassa da kendimizin güçsüzlüğüne ve kötülüğüne inanmakta ve bunu “insan doğası” olarak açıklamaktayız. (…)

Freud’a göre, yıkıcılık tüm insanlarda kalıtımsaldır. (…) [Fakat] görünen o ki bu yıkıcılığın derecesi, bireyin kapasitesini açığa çıkarmasının engellenmesiyle doğru orantılıdır. Burada kastettiğim şu ya da bu arzunun sıradan mahrumiyetleri değildir, kastettiğim; insanın duyusal, duygusal, fiziksel ve entelektüel yeteneklerinin kendiliğinden ifadesinin engellenmesi ve bireyin üretken potansiyellerinin azaltılmasıdır. Eğer hayatın ilerleme ve yaşanma eğilimine engel olunursa, set çekilen enerji, bir değişim sürecine girer ve hayatı yıkan bir enerjiye dönüşür. Yıkıcılık, yaşanmayan hayatın bir sonucudur. Hayatı ileriye götüren enerjinin engellenmesine yol açan kişisel ve sosyal şartlar, böylelikle kötülüğün çeşitli tezahürlerinin ortaya çıktığı bir kaynak olan yıkıcılığı oluşturur. (…)

Yıkıcılığın, insanın sadece birincil potansiyelini gerçekleştiremediği durumda kendini gösteren, insandaki ikincil bir potansiyel olduğunu farz etmekte haklı olduğumuz düşünüldüğünde, insancı etikçilerin itirazlarından birine karşılık vermiş oluruz. İnsanın özünde kötü olmadığını, ancak büyümesi ve gelişimi için gerekli şartlar mevcut olmadığında kötü olduğunu işaret etmekteyiz. Kötünün kendi başına bağımsız bir oluşumu yoktur; kötü, iyinin eksikliği, hayatın gerçekleştirilmesindeki başarısızlığın sonucudur. (…)

Kıyamet günü kehanetleri, bugünlerde artan bir sıklıkla kulağımıza çalınmaktadır. Bunlar, günümüz ortamında tehlikeli olasılıklara dikkatleri çekmek gibi önemli bir işleve sahiptir. Bunun yanı sıra, bu kehanetler, insanın doğal bilimlerde, psikolojide, tıpta ve sanattaki başarılarıyla kendini gösteren vaadi dikkate almamaktadır. Aslında bu başarılar, çürüyen bir kültür tablosuyla bağdaşmayan, sağlam üretken güçlerin varlığını göstermektedir. İçinde bulunduğumuz dönem bir geçiş dönemidir. Orta Çağ, On Beşinci yüzyılda sona ermedi ve modern devir, hemen ardından başlamadı. Son ve başlangıç, dört yüzyıldan fazla bir süredir devam etmekte olan bir sürece işaret etmektedir. Aslında kendi yaşam süremizle değil de, tarihi açıdan ölçüldüğünde, bu çok kısa bir zamandır. Dönemimiz bir son ve bir başlangıçtır ve olasılıklara gebedir.

Eğer bu kitabın başında sorduğum soruyu, gururlu ya da ümitli olmak için nedenimiz olup olmadığı sorusunu, şimdi tekrarlayacak olursam, cevap yine olumludur. Fakat tüm bu tartıştıklarımızdan çıkan tek bir sonuç vardır: Ne iyi ne de kötü, kendi kendine olmuş ya da önceden belirlenmiş değildir. Bu noktada karar bireyindir. Kişinin kendisini, hayatını ve mutluluğu ciddiye alma becerisiyle ve kendisinin ve toplumunun ahlaki sorunuyla yüzleşme istekliliğiyle ilgilidir. Kişinin kendisi olma ve kendisi için var olmasıyla ilgilidir.ALINTI
 
* Erich Fromm, Kendini Savunan İnsan (Man for Himself), s. 4-5,7, 210-12, 217. 1947, Holt, Rinehart and Winston, Inc.

Tuesday, June 26, 2012

Çok seviyordum öldürdüm!

 Ayşe Önal bu kitabıyla Türkiye’de kadına yönelik şiddeti konu edinen çalışmalara önemli bir katkıda bulunuyor. Kitabın özgünlüğü, kadına yönelik şiddeti, mağdurların gözüyle değil, birebir faillerin anlatımıyla izlemesi. Cezaevlerinde “namus cinayeti” hükümlüleriyle uzun görüşmeler yapan Önal, okurun tahammülünü ve sinirlerini zorlayan dokuz erkeğin anlattıklarına yer veriyor. Annesinin, kardeşinin ya da eşinin gözlerinin içine bakarak “seni öldüreceğim” diyen bir erkeğin ruh dünyasını ve daha da önemlisi bu beyanlar aracılığıyla, kadına dair algıyı yansıtması bakımından da dikkat çekiyor.
 
NAMUS CİNAYETLERİ
 Ayşe Önal
 İstanbul Kültür Üniversitesi Yayınları,  158 sayfa 2012

Niçin Öldürdüler? (Honour Killing)

 Öldürmek istememişti aslında. Sadece isterse yapabileceğini göstermek istemişti...

"O evi ancak cesedin terkeder" dedi büyük ağabeyi Mehmet Sait. Böylece umut kapısı tokat gibi çarptı Zehra'nın yüzüne.

"Beni öldürsen bile o eve geri dönmeyeceğim, Sait" sözleri bir çırpıda çıkıverdi ağzından. Oysa ağabeyinin duymak istediği sözler bunlar değildi. Ailesindeki hiçbir kadın ona bu şekilde kafa tutamazdı. Kızkardeşini sarstı, tokatladı, sözlerini derhal geri almasını istedi Mehmet Sait. Onu yere düşmüş gördüğünde ise kısacık bir an için bile olsa kalbine bıçak gibi bir acı saplandı. Ama sonra, kocasından ayrıldığı takdirde, kızkardeşinin cinselliğinden yararlanmaya kalkacak delikanlılar aklına geldi. Kahvede kızkardeşiyle ilgili yayılacak müstehcen dedikodular da cabasıydı. Zihninde canlandırdıkça bunları, tepesi attı yeniden; vurmaya devam etti.

"Topla eşyalarını, seni geri götüreceğim" dedi.

Zehra ağabeyinin ayaklarına sarıldı: "Ondan daha yaşlı olduğum için beni istemiyor. Senin bir ağabey olarak hiç mi gururun yok? Beni, istemeyen bir adama geri götürüyorsun. Öldürsen bile geri dönmeyeceğim!"

"Zehra'nın "Öldürsen bile" deyişi Mehmet Sait'in beynine adeta bir teşvik unsuru gibi çakılı kaldı o günden sonra. Zehra, ağabeyinin bunu asla yapamayacağını sanıyor olmalıydı. Kendi kanı, kendi canı olan Zehra, onu ve yapabileceklerini küçümsemişti...

Mehmet Sait, tetiği çekmeyi gerçekten istemiş miydi? Bunu kendisine defalarca sordu sonradan. İstemediğini biliyordu. Sadece Zehra'ya isterse yapabileceğini göstermek istemişti. Zehra'nın bunu bilmeye fırsatı olmadı zaten, oracıkta ölüverdi. Mehmet Sait'in hafızasında kalan ise 2 silah atışı oldu, 2 atış birbiri ardısıra...

Mehmet Sait, karakola teslim olduğunda, polis ona nazik davrandı, "kader kurbanı" olduğunu söyleyerek. "Olur böyle şeyler, kader böyleymiş" dediler...

Ailevi nedenlerle cinayet işleyenler, bu toplumun her kesiminde saygı görürler. "Kader kurbanları" oldukları düşünülerek "gerçek suçlu"lardan ayrı tutulurlar... Zehra'nın cenazesini ne ailesi ne de kocası sahiplendi. Talihsiz kadın, sessiz sakin bir ikindi saatinde, hükümet görevlileri tarafından kimsesizler mezarlığına gömüldü. Ama hakkındaki dedikodular, uzun süre dilden dile yayılmaya devam etti arkasından. Şehir, namus cinayeti haberleriyle çalkalandı durdu.    

Uzunca bir aradan sonra yeniden merhaba... "Dünyanın En Cesur Gazetecisi" ödülünü almış olan tek Türk gazeteci Ayşe Önal'ın "Niçin Öldürdüler?" adlı kitabından bir kesitle başladım. Daha doğrusu, kitabın Türkçe'si olmadığından İngilizce'sinden bir parça çevirmeye çalıştım. Töre cinayetlerini konu alan, üstelik bir Türk yazara ait olan bu kitap, 2008'den bu yana Çince de dahil tam 25 dile çevrilmiş iken "Neden Türkçe'si yok?" diye sorabilirsiniz. Sayısız ödül de almış olan kitabı, her nedense Türkiye'deki hiçbir yayınevi yayımlamaya yanaşmamış! Ayşe Önal da kendi parasıyla bastırmak istemediği için kitabın neredeyse her dilde baskısı olmasına rağmen Türkçe baskısı yok. Bütün dünyanın ilgi gösterdiği bu kitabı Türk yayınevlerinin kitabı basmak istememelerine bakılırsa, töre cinayetleri bizim ülkemizin değil de başka başka ülkelerin sorunu olmalı! Öyle ya, bizim töre cinayetleriyle uzaktan-yakından hiçbir ilgimiz olmadığı için üzerimize alınmıyoruz; böyle bir kitabı okumaya da hiç ihtiyacımız yok tabii!?

Ayşe Önal, kitabı yazmak için 7 bölgeden 10 cezaevinde toplam 50 hükümlüyle görüşmüş. Namus cinayetlerini araştırmak için Adalet Bakanlığı'ndan bir yıl izin beklemiş. "Türkiye'de hiç kimseyi kadına karşı şiddet konusunda harekete geçiremiyorsun. En liberal erkek entellektüelin bile damarında garip, katı, dinsel bir İslami namus anlayışı vardır. O İslami namus anlayışı da temiz kadından geçer..." diyor.

Mardin Kızıltepe'de 2004'te evli bir adamdan hamile kalan Şemse Allak'ın taşlanarak öldürülmesinden sonra artık gazeteci gibi değil, insan hakları için aktivist olarak savaşmaya karar veriyor. Çünkü o olayda, kadın öldürüldüğü halde evli adam büyük para karşılığı serbest kalıyor, ceza almıyor...

Adıyaman Cezaevi'nde annesini öldürdüğü için yatan Murat'ın sözleri de yazarı oldukça etkilemiş.. Şöyle demiş Murat: "Allah indinde suçluyum çünkü annemi öldürdüm. Toplum indinde suçluyum çünkü annemi öldürdüm. Kendi vicdanımda suçluyum çünkü annemi öldürdüm. Ama bana annemi öldürmem gerektiğini söyleyen hiç kimse suçlu çıkmadı."...

Bir başka enteresan hikayede ise Remziye ile kocası İsmail var. Remziye, İsmail'e kaçtığı için aşiret peşlerinde. Ama kendi kızkardeşi birisine kaçsa, peşlerine düşeceğini, yakalayıp öldüreceğini söyleyebiliyor hala....

Yazara göre, öldürenler, isteyerek yapmıyorlar bunu. Yoğun geleneksel ve dinsel baskılar altında yapıyor ve sonradan gerçekten pişman oluyorlar. Kahraman gibi karşılanıyorlar içerde. İlk yıl, yaptıklarıyla gurur duyuyorlar. Ama sonradan bunun yükünü taşıyamaz hale geliyorlar. Kalpleri, beyinleri, herşeyleri yaralı. Öldürdükleri kızkardeşleri, anneleri, karıları akıllarına geldikçe hüngür hüngür ağlamaya başlıyorlar.

Yazar, görüştüğü mahkumların anılarını, sırlarını, kısacası tüm yaşamlarını anlatıyor kitapta. İslami namus kavramını yanlış algılayan bir dizi mutsuz aile, bu tür ailelerde kadına karşı baskıcı tutum, şiddet ve namus cinayetleri kitabın özünü oluşturuyor.  "Bu kitap hafif değildir; kumsalda veya halka açık herhangi bir alanda okunacak kitap değildir; gözyaşlarınız sizi mahçup edebilir." diye tanıtmış kitabı İngiliz gazetesi Guardian. İyisi mi evde, yalnızken okumalı. Ama bizim asıl sorunumuz, nerede okuyacağımız değil nasıl  okuyacağımız sanırım. Bir yayınevi sevabına bassaydı da şöyle sindire sindire Türkçe'sinden okusaydık olmaz mıydı?..

* Yandaki resim, namus cinayetlerine karşı başlatılan uluslararası kampanyadan alınmıştır. Buna göre, dünya çapında her gün 13, her yıl 5000 kadın namus cinayeti kapsamında öldürülmektedir.
ALINTI

Sunday, June 24, 2012

Namusun Halleri


Nomos’tan Namus’a
Fatin Kanat
 A. Nevin Yıldız Tahincioğlu’nun Postiga Yayınlarından çıkan kitabının adı Namusun Halleri. Kitap, namus söylemini ve onun üzerinden kurulan erk işleyişini tarihsel süreçten alıp bugünlere getirmekle kalmıyor, doğru sanılan ve bilinenin aslında hiç de öyle olmadığını, dahası düpedüz yanlışlar içerdiğini, bilimsel verilerle gözler önüne seriyor.

Namus sözcüğünün kökeni nomos tan geliyor. Antik Yunan ve Roma döneminde kurucu yasa anlamına gelen nomos, geniş cinsellik söyleminin, üreme de dahil, sosyal hayattaki tüm kurallarını da düzenliyor. Kadınlık, kadın için bir tür yazgıya dönüşen bu söylemle tanımlanıyor ve kadın, hiçbir zaman öznesi olmadığı bu söylemin belirlediği alana hapsediliyor.

Tahincioğlu’na göre, kadına reva görülen bu rol, homo-saccer diye tanımlanan roldür ve kökleri Roma’ya dayanmaktadır. Kadın, erkek/ataerkil düzenin kurulmasında olduğu gibi korunmasında da bir homo-saccer olarak üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiren konumdadır. İşlediği olası bir suç nedeniyle kurban edilemeyen ama öldürülmesi de cinayet olarak görülmeyen bir statü. Toplumsal olanın sınırında gezinen ve nomos’u çiğneyen böylesi bir kadın, çoğu kez “ibret-i alem” lik bir cinayete kurban gitmesi kuvvetle muhtemel bir kadındı. Örneğin bir kadının kocasını aldatması onun akrabaları tarafından öldürülmesi için meşru bir nedendi. Cinayeti işleyen akraba bu durumu mahkemede ilan ettiği zaman hem ceza almazdı hem de topluma karşı işlenmiş bir suçun cezasını verdiği için toplum nezdinde kahraman olarak görülürdü.

NE DEĞİŞTİ

Peki, diyor Tahincioğlu, o zamandan bu zamana ne değişti?

Kadınlar dünyanın her yerinde cinayetlere ve tecavüzlere kurban gitmeye devam ediyor. Dahası dünyanın birçok yerinde bu cinayetler gerçek bir cinayet, tecavüzler de tecavüz olarak tanımlanmıyor. Namus cinayetlerine kurban giden kadınlara “Namussuz cezasını buldu” deniliyor. Hatta katili mağdur ettikleri düşünülerek bu kadınların ölü bedenleri yargılanıyor.

‘KÜRTLER’E HAS’ ALGISI

Kitabında doğru sanılan bir büyük yanlışa daha işaret ediyor Tahincioğlu: Namus cinayetlerinin feodal, geri kalmış kültürlere, dolayısıyla coğrafyamız itibarıyla Kürtlere, ait bir eyleyiş olduğu zannının yanlışlığı. Yukarda kurulan tarihsel çerçeve, namusa ilişkin geliştirilen mevcut hegemonik söylemi de çürütüyor. Örneğin, töre cinayetleri olarak da adlandırılan ve “Kürtler” tarafından işlenen kadın cinayetleri, Kemalist modernleştirici ideolojinin dışında kalmış ilkel kültürlerin bir sonucu olarak görülmekte, hatta bu, bir övünç nedeni bile olabilmektedir.

Durum buyken ülkenin modern hukuk sistemi “ilkel törelerden” farklı yaklaşmıyor olaya. İlkel töreler kadınları fiili olarak katlederken modern ve aydın hukuk sistemi, yasalar ve içtihatlar aracılığıyla kadınların katliamına çanak tutuyor ve kadını adeta ikinci kez katlediyor.

HEMFİKİR HALKLAR

Namusun Halleri, gelenekselden moderne, Türk, Kürt, Arap vb., Türkiye halklarının namusta nasıl hemfikir olduğunu tüm açıklığı ile ortaya koyuyor. Her üç halktan ve farklı sosyoekonomik sınıflardan seçilen görüşmeci verileri, toplumsal yapının kurucu öğesi olan nomos ve ataerkil cinsellik söylemi arasındaki bağı, tarihin en derinlerinden günümüz toplumlarına kadar getiren geniş bir kuramsal tartışma ağıyla destekleyerek anlaşılır kılıyor.

Bu kuramsal tartışmalara yer verilen ilk bölümde, cinsellik ve iktidar arasındaki derin dostluğun bir sonucu olan ataerkil yapının kadınlık açısından yarattığı sonuçlara bakılıyor; cinselliğin toplumsal yapı açısından gördüğü işlevlere, başka bir ifadeyle cinselliğin nasıl bir biyo-politik olarak bedenleri, dolayısıyla toplumları düzenlediğini ortaya koyan çalışmalara yer veriliyor.

Yine bu bölümde ataerkil yapının ortaya çıkışı ve kadın cinselliğinin/doğurganlığının denetimi sorunu arasındaki ilişkiye ışık tutuluyor. Ayrıca geçmişte ve günümüzde denetim sorununun aldığı biçimler, denetimde kullanılan araçlar, özel/kamusal ayrımına ilişkin tartışmalar çerçevesinde ele alınıyor.

KADINLAR ANLATIYOR

Bu bölümün sonunda, namus üzerinden kurulan iktidar, bir görüşmecinin ifadesiyle “Namus sadece bir kadının iki bacağının arası değildir, namus isimdir, topraktır, maldır yani şereftir” biçiminde dile geliyor. Toprağı, malı, şerefi de içeren namusun, ironik olarak yine kadının iki bacağının arasına indirgenmesi, bu onulmaz kültürel genetiğin püf noktası olarak arzı endam ediyor.

Kitabın son bölümünde, saha araştırması olarak belirlenen Şanlıurfa’da, eylül-ekim 2009 tarihinde derinlemesine görüşme tekniğiyle gerçekleştirilmiş, her biri pek çok yönden kelime kelime analiz edilen, 18’i erkek, 20’si kadın; 11’i Türk, 18’i Kürt, 8’i Arap olmak üzere 37 kişiyle yapılan görüşmelere ve sonuçlarına yer veriliyor.

Kentin varoşlarında yaşayan “gururlu göçebeler” ve köylerde yaşayan “köylüler” ile yapılan görüşmelerde, kadının “gerçek akraba” olarak görülmediği, ancak namus nedeniyle “tam yabancı da” olmadığı anlatılıyor. Bu gruptan bir görüşmeci şunları söylüyor:

“Kadın nihayetinde kadındır, okusa da çalışsa da… Sonuçta yani erkekten farklıdır. Yani erkek şeydir, güçlü. Bir de yani düşün ki çocuk onundur, çünkü onun dölüdür yani o şey edendir… kadın edilen. Yani icabında insan kendi şerefi için kadını kapatır, gerekirse öldürür.”

Yapılan görüşmelerde namusun kendileri için geçerli olmadığını söyleyen orta ve üst sınıf mensubu kadın ve erkekler de var. Bu görüşmecilere göre namus, geri kalmış ilkel insanların değeri. Ama dil böyle dese de gönül başka telden çalıyor:

“Şimdi ben eğitimli biriyim ne bende ne de ailemde namus diye bir şey yoktur. Kadın da her şeyden önce erkek gibi insandır. Ama bizim için de bazı değerler önemli, adına namus demeyelim… Ama kadın asla erkek gibi olamaz. Yani o kadar rahat olamaz. Erkeklerle çok rahat iletişim, giyim tarzı, davranışlar. Ne bileyim istediğimle gezerim, istediğim gibi giyinirim veya istediğim saatte eve girer çıkarım diyemez. Yani ben ona güvenmediğimden değil insanlara güvenmediğimden. O da zaten aklı, bana olan sevgisi ve eğitimiyle bunları bilir öyle davranır.”

Namusun Halleri, pek çok ayrıntıya ışık tutan, kalıcı ve yol gösterici bir kitap.