Saturday, July 21, 2012

Geriye kalan, itaat etmek, yönetmek, hükmetmek ve emretmekti: Tebaa

Heinrich Mann‘ın, otoriter kişiliğin oluşumunu canlı bir biçimde betimleyen ve başyapıtı olarak taçlandırılan romanı Tebaa, Alman toplumunun alelade bir karakteri olan Diederich Hessling’in hayat hikâyesi üzerinden 19. yüzyıl şafağındaki Kayzer Almanyası’nın toplumsal ilişkilerini gözler önüne seriyor.
İtaatkâr, korkak, medeni cesaret yoksunu, konformist bir iktidar destekçisi olan Hessling, romanda, bir yandan başkalarına acımasızca şiddet uygulamaktan başka yeteneği olmayan ve Kayzer Almanyası’nın o boğucu hiyerarşik ilişkileri sayesinde güce erişmiş bir zorba, diğer yandan egemen toplumsal ilişkiler tarafından yaratılan ve bu gayrişahsi bütünden, acımasız ve insan onurunu hiçe sayan bu mekanik organizmadan muzdarip bir tebaa olarak tasvir edilir.
Mann’ın Birinci Dünya Savaşı’nın arefesinde kaleme aldığı, ancak hemen yasaklandığı için ilk baskısı 1918 yılında yapılabilen bu kitabı, içerik ve yazıldığı döneme ilişkin tipik özellikleri bir yana bırakılırsa, betimlediği ilişkiler ve toplumsal-siyasal atmosferiyle günümüz Türkiye’sinde yazılmışçasına aktüel bir metin.
Kitaptan:
“O zamanlar olduğu gibi, hâlâ bile müesses düzen, Alman’dan aldı ve Alman’a verdi: Ondan bireysel özgürlüğünü aldı ve ona başkaları üzerinde tahakküm kurmayı verdi. Hepsi uysal uysal tahakküm altına girmeyi kabul etti, tek başkalarına hükmedebilselerdi! Ve hükmettiler. Polis yaya’ya, astsubay acemi ere, kaymakam köylüye, çiftlik kahyası rençpere, memur kendisine işi düşen vatandaşa hükmetti. Ve herkes, her zaman sadece böyle bir makam, böyle bir mevki elde etmek için çırpınıp durdu – elde ettiğinde de gerisi kendiliğinden geldi. Geriye kalan, itaat etmek, yönetmek, hükmetmek ve emretmekti.”
edebiyathaber.net (17 Temmuz 2012)

Friday, July 20, 2012

Haydar Karataş’ın On İki Dağın Sırrı adlı romanı hakkında

"Haydar Karataş’ın On İki Dağın Sırrı adlı romanı hakkında
 
Haydar Karataş, küçük bir kızın gözünden 1938’de Dersim’de yaşananları anlattığı Perperık-a Söe’de olduğu gibi, 1938 öncesini anlattığı On İki Dağın Sırrı’nda da masalsı bir dil kullanmayı yeğlemiş. Yaşanmış çok büyük acıları, yakın zamana kadar doğru dürüst anlatılamamış, hakkında söz söylenmesi yasaklanmış katliamları masalsı bir dil ve kurgu ile anlatmanın hem yararları hem de sakıncaları olabilir. Cemal Şakar, geçenlerde, Bir Dersim Hikâyesi bağlamında değinmişti: “Böylesi ağır acıların yaşandığı temaları, olayın aynı sıcaklığıyla canlılığıyla anlatabilmek muhaldir. (…) Bu tür durumlarda yazarlar, genellikle olayla arasına ‘soğuk bir mesafe’ koyarlar, işte bu soğuk mesafe sayesinde olay anlaşılabilir ve anlatılabilir,” diyerek masalsı formun sunduğu böylesi bir mesafe yaratma imkânının altını çizen Şakar, “masal aynı zamanda tahkiye ettiği temayı kendi sisli puslu ve olağanüstü dünyasında yumuşatır, esnetir ve böylelikle gerçeklik buharlaşır,” sözleriyle de masalsı formun yol açabileceği sakıncaları vurgulamıştı (“Ve Dersim Dile Gelir”, Yeni Şafak Kitap, 13 Haziran 2012).
Masallarla ilgili olarak bu dilin başka işlevlerinden söz edilebilir. Bir masalı masal yapan, anlatılan olağandışı olaylar ve başka masallardan bize aşina gelen varlıklarla, kurgularla, yapılarla karşılaşmamız olduğu kadar, hatta onlardan önce, masalların dilidir. Olan biteni bize o metin bağlamında olağanmış gibi hissettiren, yaşadığımız evrenden bizi çekip masalın evrenine taşıyan, abartıdan, yinelemelerden, ses benzerliklerinden yararlanılarak oluşturulmuş, kendine özgü bir müziği ve büyüsü olan bu dildir. Bu dil algılarımızı da altüst eder. “Bir varmış bir yokmuş” diye başlayan tekerlemeler örneğin, bir yandan masal evreninin kapılarını bize açarken bir yandan da babamızın beşiğini tıngır mıngır sallıyor olabileceğimize ikna eder.
Günümüzde masalların, hikâyelerin gündelik hayatta pek yeri kalmadı; sınırlı ve belirli alanlara hapsolmuş durumdalar. Modern dünyanın yerleşikleri için kaskatı neden-sonuç ilişkilerinin dışındaki her türlü algıya kapılarımız kapalı – dolayısıyla masallara da. Gezegenler, aylar, güneşler basit birer gök cismi; tekmil hayvan ve bitkileriyle doğa işlevsel bir şey, bizi doyurur, ısıtır; insanlar, başkaları, onlar da işimize yaramıyorlarsa kuru kalabalıktır sadece. Bizimki gibi olmayan bütün yaşam biçimleri, alışkanlıklar, gelenekler ilkel. Masalların da işlevi değişti. Bir zamanlar kültürel bir aktarım yolu olarak bir yaşam biçimini, deneyim ve görgüyü, hatta dünya algısını kuşaklardan kuşaklara taşıyan masalların bugün çocukları uykuya hazırlamak dışında bir iş görüyor olabileceklerine pek inanmıyoruz.
Perperık-a Söe ve On İki Dağın Sırrı’nda Haydar Karataş’ın kullandığı masalsı dilin ise başka bir anlamı var. Masalsı dil ve anlatım Karataş’ın metinlerde içeriğe ilişkin de bir şeyler söylüyor, anlatılan olayların geçtiği dönemin ruhunu ve roman kişilerinin dünyayı nasıl algıladıklarını da gösteriyor bize. Bu romanların ilk cümleleriyle içine girdiğimiz bir tür “masal evreni” çünkü. Dünyanın, kâinatın, insanın gezegendeki yer ve öneminin modern dünyanın hâkim algısından çok farklı biçimde algılanıp yaşandığı bir evrenden hikâyeler anlatıyor Haydar Karataş. Dolayısıyla masalsılık sadece metnin biçimine, kurgusuna dair değil, içeriğine, anlatılana da dahil bu romanlarda.
MASALIN RUH BULDUĞU YER
On İki Dağın Sırrı’nın başında anlatıcı, roman boyunca roman kişilerinin atlarla ya da yayan yapıldak gidip gelecekleri, telaşla ya da hayaller kurarak geçecekleri muazzam vadilerin, dağların, subaşlarının, ceviz, yabani armut ve türlü çeşit meyve ağaçlarının arasından geçen kağnı yolarının, ziyaretlerin, vadilerin içine kurulmuş gizli köylerin, tırmanması imkânsız tepelerdeki konakların arasından hızlı bir gezintiye çıkarıyor okuyucuyu. Daha bu kısa ve hızlı gezinti sırasında doğanın mekândan, metnin arka fonundan öte anlamları olduğunu anlıyoruz. “Bebek yüzü misali gülen pınarlar”dan geçiyoruz ya da bir tapınak olduğunu ancak suyunu kana kana içtiğimizde anlayacağımız kaynaklarda yüreğimizi hoplatan yılanlarla karşılaşıyoruz. Suyun ansızın sessizleşmesiyle içimizdeki korku yerini merhamete bırakıyor. Şu cümleler bütün bunların kısacık bir özeti gibi:
“Bir masalın bu dağların ardında ruh bulduğu hissine kapılırsınız. Ne yapacağınızı bilemezsiniz; ağlamak istersiniz, ağlayamazsınız; bağırıp isyan etmek istersiniz, edemezsiniz; eliniz kolunuz bağlanır, dünyanın durduğunu, kahkahalar attığını sandığınız pınarın ağladığını duyarsınız…”
On İki Dağın Sırrı’nda gerek anlatıcının aktardığı, gerek roman kişilerinin birbirlerine anlattıkları hikâye, masal ve efsaneler bir bütünlük, birlik evrenine işaret ediyorlar. Pınarların sadece pınar olmaması gibi, saz da sadece müzik aleti değildir, “dünyanın sessizliğine ağlıyor,” dünyayı merhamete çağırıyordur. Rüzgârın merhamet çağrısı ise taşadır: “Taş ki taştır, rüzgârın sesinde dile gelip toprağa döner. Belki yüz bin yılda toprak olur. Bizimkisi taşı merhamete çağıran rüzgâr gibi. Yüz bin yıl taşa ağıt yakacaksın ki, toprağa dönsün, dur durak bilmeden acıyı söze dökeceksin ki, çiçekler açsın.” Turna da güzel bir kuş değildir, o da varlığıyla sazın gördüğü işi görmekte, “dünyadaki adaletsizliğe boyun eğerek, fesatlığı merhamete çağırmaktadır.” Sadece bunlar değil, bu evrende kavak ağacının hışırtısı da bin sazın vurduğu şelpe etkisi yaratmaktadır; yanan odun ateşine bakmak da pınar başında, kavak ağacının altında oturmaktan farksızdır. Ayinlerin içinde masal sesi, hikâyelerin içinde başka hikâyeler vardır bu evrende.
Roman boyunca böylesi bir birlik evrenine düşen ateş topunun nasıl ayrılıklara yol açacağını sezen insanların telaşı anlatılıyor. Albeg’in atına atlayıp ulaştırmaya çalıştığı haberde ya da Sebır’ın dere tepe aşarak taşıdığı pusulada bu telaşın nedeni saklıdır; Hese Gaj ile Rayber’in sohbetlerindeki yaslı ton ya da dağ başında birbirlerine üstünlük taslayan Pırço ile Çöyt arasındaki türlü çeşit yarıştan ötürü Ermeni köylüleri alıp Rusya’ya götürecekken yolundan geri kalan Gagım’ın kaygısı aynı telaş nedeniyledir. Rüzgârların, su seslerinin, yılanların, hastaların, sağların, ölülerin söylemeye korktukları, kendilerine bile ifade edemedikleri şey de böyle bir felaketin gelmekte olduğu gerçeğidir. On İki Dağın Sırrı’nı, bu nedenle masalsı bir dille kaleme alınmış, bir “masal evrenini” anlatan bir yapıttan çok, masal-evreninin çözülüşünün, masalsız bir dünyaya geçişin anlatıldığı bir roman olarak tanımlamak daha doğru olur. Masallar evreninde korku yerini sazın sesi ve turnanın uçuşuyla merhamete bırakırken, burada yeni bir dünyanın, merhametin korkuyla yer değiştirdiği bir dünyanın nasıl oluştuğunun kaskatı hikâyesi anlatılıyor.
Haydar Karataş’ın roman dilindeki masal kipi merhametsiz bir dünyayı yumuşatan bir şey değil; aksine bu kip ancak yasaklanarak, dilsizleştirilerek anlatılmaması, üzerinin örtülmesi sağlanmış acıları ve trajedileri, masalların bizi etkilediği o en derinlerimizdeki yerden duymamızı, görmemizi, bilmemizi sağlıyor – etki gücünü bizi vurduğu yerden alıyor roman. Karataş’ın masal dili gerçekliği ve acıyı yumuşatmıyor, yüreklerimizin katılığına dokunuyor. Aslında bu acıların doğrudan anlatımı değil Karataş’ın dile getirdikleri, bu acıların az öncesinde olanları göstermekle; çok büyük acılar yaşanacağından kesinkes emin olmuş yüreklerdeki korku, kaygı ve telaşı duyurmakla yetiniyor.
KÖTÜ BİR ŞEYLER OLACAK
“Kötü bir şeyler olacak” hissinin sadece insanları değil, dağı taşı, subaşlarını, ziyaretleri, terkedilmiş köyleri, ağaçları, yılanları da sarmış olduğu bir dönemde olan biten anlatılıyor romanda. “Sebır’ın anlamadığı bir şeyler oluyordu[r], sanki toprağın dahi rengi değişiyor; ağaçlar eski neşeyle rüzgâra meyil vermiyor gibi[dir].”
İnsanların ve doğanın çok yakında olacak kötü şeyleri sezmelerinin nedeni ise benzer şeylerin yaklaşık yirmi beş yıl kadar önce de yaşanmış olmasıdır. Saz âşığı Hese Gaj’ın Rayber’e, “Bana öyle geliyor ki, bizim göçümüz varıp karışır Ermeni göçüne,” demesi bundandır. O zaman da ikrar bozulmuş, verilen sözden dönülmüştür; insanlar topraklarından, insanlar insanlardan kopartılmıştır. Daha fenası insan insana düşman kılınmış, komşunun komşuya itimadı yıkılmıştır. Toprakların dengesi, köylerin kasabaların düzeni bozulmuş, taş terbiye edilmez, tohum toprağa düşmez olmuştur. İşte yine böylesi bir şeyler olacağını, yeni bir fesadın kurulduğunu hissedenlerin yüreklerinde derin bir korku duydukları, başlarına geleceklerin işaretlerini görüp kokusunu aldıkları dönemde geçiyor On İki Dağın Sırrı. Üstelik, bütün bu fesat, insanı ve dünyayı kutsal bir birlik içerisinde algılayan, korkunun karşısına merhametle çıkmaktan, yaşadığı acıların yasını tutmaktan başka umar aramayan Dersimlilerin kutsiyet düşmanı gösterilmesi ve bu düşmanlık algısından beslenen bir tür korku hükümranlığı ilan edilerek hayata geçirilmiştir. Mal mülk ve iktidar düşkünlüğü her şeyin önüne geçmiştir; sürgüne gönderilen ve katledilen Ermenilerden kalan mala mülke göz dikenler, bunları komşularının emaneti olarak gören Dersimlilerin karşısına kutsiyet kisvesi altında çıkmışlardır.
On İki Dağın Sırrı’nda tarihi gerçekliklerden ve gerçek kişilerden söz ediliyor olsa da, romanda “o zamanlar şunlar oldu, bunlar yaşandı” şeklinde özetlenebilecek bir tarih aktarımı ya da tarihi olaylarla ilgili tezler yok. O dönemde olup bitenler, dağı taşı kaplayan korkunun insanların yüreklerine nasıl düştüğüne, gündelik yaşantılarda nelerin nasıl değiştiğine dair hikâyeler anlatılarak aktarılıyor. Roman sıklıkla rivayet kipiyle sürüyor; olan biteni başkalarının ağzından –anlatılmış bir şey olarak– okuyoruz, ama Haydar Karataş’ın roman kurgusu içerisinde bu dolaylı anlatım, “masal evrenlerinin” merhamet çağrısını duymamız için bir olanak aynı zamanda. Çünkü insanlar sadece birbirine anlatmıyor bunları, dağlara taşlara, ermişlere, keşişlere, ziyaretlere, hatta gıyaplarında paşalara anlatıyor. Olmayacak dualardaki kederi, büyük acıların içe atılmış çığlıklarını duyuruyor."
(Taraf Kitap‘ın 13 Temmuz 2012 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır.)

İntihar Dükkânı

Ölüme gülerek bakmak


Türkiye’de özellikle 1996 tarihli Ridicule filmiyle tanınan Patrice Leconte’un, 2012 ilkbaharında vizyona çıkacak yeni filmi İntihar Dükkânı (Le Magasin de Suicides) bir animasyon. Film yapım aşamasındaki kimi sorunlar yüzünden bir erteleme yaşadı ama fragman görüntüleri, dinamik, dünyası özel, dili farklı ve eğlenceli bir animasyon izleyeceğimizi fısıldıyor bize. Beklentiyi animasyon severler için özellikle heyecanlı kılan ise İntihar Dükkânı’nın aynı adlı romandan yola çıkan konusu. 1953 doğumlu Fransız yazar, senarist ve karikatürist Jean Teulé’nin bu romanı, İsmail Yerguz çevirisiyle Sel Yayıncılık tarafından yayımlandı.

Distopik bir hikaye anlatıyor Jean Teulé. Evrenin Madam Indira Tu-Ka-Ta adında bir diktatör tarafından yönetildiği, dünyaya açılan tek pencerenin Üç Boyutlu Algılar televizyonu olduğu, tümüyle yok olan ozon tabakasını yeniden oluşturabilmek için Sibirya’ya altı yüz metre yüksekliğinde sekiz yüz bin bacalı komplekslerin yapıldığı, sülfürik asit yağmurlarının dinmediği, para biriminin avro-yen olduğu (Avrupa-Çin birleşmesinde ABD’nin ve doların devre dışı bırakılışı ayrı bir konu), insanların Unutulmuş Dinler sitesi benzeri sitelerde yaşadığı ve istedikleri intihar tarzını seçmek için kapısında “Hayatta başarılı olamadınız mı? Bize gelin, ölümünüzü başaracaksınız!” yazan küçük bir dükkândan medet umdukları, alışveriş torbalarına ipler, zehirler, tabancalar koyarak evlerine döndükleri bir dünya. Yazar hikayesini tümüyle o dükkâna, Tuvache ailesi tarafından işletilen İntihar Dükkânı’na odaklıyor. Hikaye bir kırılma noktasıyla, baba Mishima, anne Lucrece ve çocuklar Vincent ile Marilyn’den oluşan aileye, yeni bir üyenin Alan’ın katılmasıyla başlıyor. Ailenin isimlerindeki Yukio Mishima, Lucrece Borgia, Vincent Van Gogh ve Marilyn Monroe göndermelerinin üstüne, yeni üyeyle bir de Alan Turing göndermesi ekleniyor böylece. Ama Alan’ın aralarına katılması, hayatlarına son vermek isteyen insanlara her tür olanağı sunan Tuvache ailesi için bir felaket oluyor. Çünkü Alan, ailesinin diğer üyelerinin aksine güler yüzlü, günün her anından keyif alan, dükkâna gelen bütün müşterilere yaşamanın güzelliklerini anlatan bir çocuk. “Dünya ne kadar çivisinden çıkmış olursa olsun, yaşamaya değer,” diyen bir çeşit Polyanna. Yıllar geçip ağzı daha fazla laf yapmaya başladıkça, Tuvache’ler için ciddi bir tehlike olmaya başlar yaşama sevdalısı çocuk. Dükkânda işlerin “kesatlaşmasına” neden olunca, kin ve nefret dolu insanların arasına, Monako’daki “İntihar Komandoları Eğitim Merkezi”ne yollanıyor. Ama sonuçta tahmin edileceği gibi oranın ölüme odaklı dirliğini ve düzenini de bozuyor ve apar topar geri yollanıyor. Hem de daha büyük cümleler etmeye başlamış olarak: “Hayat neyse odur. Değeri neyse odur. Hayat da beceriksizliler ve sakarlıklarıyla yapabileceğini yapar. Hayattan da çok fazla şey istememek, beklememek gerekir. Dolayısıyla hayatı yok etmek gibi bir şeyi de istememek gerekir. Her şeyi iyi tarafından almak gerekir.”

Jean Teulé’nin küçük romanı tam da bu noktalarda zayıflamaya başlıyor işte. Kurduğu distopik yapının bütün elementlerine boş verip, “ne olursa olsun hayatı ve kendinizi seviniz” düsturuyla ilerleyen, giderek “sevgi her sorunu çözecek bir anahtardır” demeye başlayan bir kişisel gelişim kitabı havasına büründüğünde, içtenliğini yitiriyor. Dünyanın içinde bulunduğu durumun suçunu siyasi iktidarlara yükleyen “Yetersiz ve suçlu olduğunu kabul eden yönetim bu akşam televizyonda canlı yayında intihar etmeye karar verdi,” gibi bir çözüm de, açıkçası çocukça kalıyor. Böylece yazarın, çok kalın hatlarla çizdiği ve bir karikatüre dönüşen intiharın karşısına koyduğu yaşam sevgisi de, kendiliğinden karikatüre dönüşüyor.

Ama romanı başka bir okuma dinamiği içinde ele alabilirsek, zayıflık olarak değerlendirilebilecek bu durum, ortadan kalkıyor. O okuma dinamiğinin adına da; bir çizgi roman ya da animasyon filmi senaryosunu okuma deneyimi diyebiliriz. Dört-beş sayfalık 34 kısa bölümden oluşan roman, daha başından itibaren filmleştirilmesi amacıyla yazılmış sanki. Her bir bölüm, kendi içinde bir olay örgüsü taşıyor ve bir filmin bütünlüklü sahneleri için kaleme alınmış hissi veriyor. Aslında bunda şaşılacak bir yön yok. Çünkü Jean Teulé dergilerde çizdiği karikatürlerle popüler olmuş, uzun yıllar televizyon için çalışmış, ilk romanı sinemaya uyarlanmış bir isim. Ayrıca efsanevi Fransız aktris Miou-Miou’nun hayat arkadaşı. Dolayısıyla bu romanı da, en başından sinemaya uyarlanması amacıyla, hatta yakın dostu yönetmen Patrice Leconte’un önerisi-yönlendirmesi ile yazdığını düşünebiliriz.

Yine de Alan Turing’e saygı duruşu niteliğindeki bölümler ve adaşının aksine bedeniyle, güzelliğiyle sorunlar yaşayan Marilyn’in, mezarlık bekçisi Ernest’le (bir başka intihar eden yazara, Hemingway’e selam olsun) yaşadığı aşk okuma sürecini ilginç kılıyor. Ayrıca çizgi roman veya animasyon senaryosu yazmak isteyenler için, film hikayesini kurma konusunda bolca ipucu veren bir kılavuz olacağını, bu gözle bakıldığında ilginç bir okuma deneyimi vaat ettiğini de söylemeliyim.

Kitabını okuduk; sırada film var. Onun için kısa bir süre daha beklememiz gerekecek.


TAN KIZILLIĞI

TAN KIZILLIĞI - töre'nin bir önyargı oluşu üstüne düşünceler
 
Töre'ye karşı seferim bu kitapla başlar. onda barut kokuları duyulduğundan değil; terine bambaşka, çok daha tatlı kokular gelir, yeter ki insanın burun delikleri biraz duyar olsun. Ne ağır, ne de hafif topçu ateşi: Kitabın etkileri olumsuzdur ya, kullandığı araçlar hiç de öyle değildir; etki bu araçlardan bir sonuç olarak çıkar, topçu ateşi gibi değil. Gerçi insan bu kitaptan ayrılırken, o ana dek töre adı altında saygı gören, giderek tapınılan herşeye karşı bir çekinme, bir ürkme duyar ama, gene de koca kitapta bir tek olumsuz sözcüğe, bir tek saldırıya, kötülüğe ratslayamazsınız; güneşte yatar o, tostoparlak, mutlu, kayalar arasında güneşlenen bir deniz hayvanı gibi. O deniz hayvanı da benim ayrıca: Kitabın hemen her cümlesi, Cenova yakınındaki o birbiri içine girmiş kayalıklar arasında tasarlanmış, ele geçirilmiştir; orada denizle başbaşaydık, gizli birşeyler vardı aramızda. şimdi bile, bu kitap ne zaman elime geçse, hemen her cümlesi derinlerden benzersiz birşeyler çekip çıkaran bir olta ucu oluverir: Bütün derisi belli belirsiz titreyip ürperir ürperir anılarla. Hani ondaki de az sanat değildir, o uçarcasına, sessizce geçen şeyleri, tanrısal kertenkeleler dediğim o kaçıcı anları yakalamak... Gerçi zavallı kertenkeleleri hemencecik şişleyiveren o genç Yunan tanrısının (Hermes.) kan dökücülüğüyle değil, ama gene de sivri birşeyle, kalemin ucuyla... "Daha ışımamış nice tan kızıllıkları vardır" -bu Hind yazıtını (Rig veda II. 28. 9.) koydum kitabımın girişine. Yeniden bir günün, -ah ardarda günlerin, sayısız yeni günlerle dolu bir dünyanın- başlayacağı o yeni sabahı, o tatlı tan kızıllığını yazar nerede arıyor? Tüm değerlerin yenilenişinde, tüm törel değerlerden kopmakta, o güne dek yasaklanmış, küçümsenmiş, kargınmış herşeye "evet" demekte, güvenmekte. Bu olumlayan kitap, ışığını, sevgisini, sevecenliğini baştanbaşa o kötü şeyler üstüne döküyor; yüce bir hak ve öncelik veriyor. Töreye saldırmıyorum; artık onu yok biliyorum yalnızca... "Ya da" diye bitiyor kitap, -biricik kitap bu, "Ya da" ile biten...

"Kuralın Yerine Getirilmesi". - Bir ahlaksal kurala uymanın, söz verilen ve beklenilen başka bir sonuç ortaya çıkarması, ahlaklıya vaat edilen mutluluk değil de, beklenilenin terine dert ve sefalet getirmesi durumunda, vicdanlı ve korkak kimselere hep, "uygulamada bir şey gözden kaçırılmışdı" demek kalır. En kötü durumda, derin acı çeken ve azilen insanlık şu kararı bile verecektir: "Kuralın iyi uygulanması mümkün değil, biz tümden zayıf ve günahkârız ve temelde ahlaklılık kuralına uyma yeteneğimiz yoktur. Ahlaksal kurallar ve vaatler bizden çok daha iyi olanlar için konulmuş."

Tan Kızıllığı
 -II-
 Ödevim, insanlığn en yüksek anlamda kendine döneceği, geriye bakacağı, ileriye bakacağı, rastlantının, rahiplerin boyunduruğundan kurtulup, niçin, neden sorularını ilk kez toptan ortaya koyacağı o ânı, o büyük öğle'yi hazırlamak olan ödevim, şu kanının zorunlu sonucudur: İnsanlık doğru yolu bulmamıştır kendi başına; yönetilişi hiç de tanrısal değildir; tersine, o yadsıyan, o bozucu içgüdüler, décadence içgüdüsü onu baştan çıkarmış, hem de en kutsal değerleri arasında hüküm sürmüştür. Törel değerlerin kaynağı sorusu bu yüzden benim için en başta gelen sorulardan biridir; insanlığın geleceği bunun yanıtına bağlıdır çünkü. Aslında herşeyin en iyi ellerde yürütüldüğüne, tek bir kitabın, Kutsal Kitap'ın bize insan yazgısını yöneten tanrısal bilgelik üstüne en son çözümleri getirdiğine, ötesini düşünmemek gerektiğine inanmamızı istemek, gerçekci bir dile çevrildiğinde şuraya varır: Bunun tam tersinin -o acınacak durumun- doğru olduğu, yani bugüne dek insanlığın en kötü ellerde kaldığı, en yeteneksizlerin, düzencilerin, öç güdücülerin, o "ermiş" dedikleri, dünyaya kara çalan, insanlığı lekeleyen kimselerin onu yönettikleri inancı su yüzüne çıksın istemiyorlar. Rahiplerin (o kılık değiştirmiş rahipler, yani feylosoflar da buraya giriyor) yalnız belli bir cemaat içinde değil, hepten dizginleri ele geçirdiklerinin, décadence töresiyle bitiş isteminin gerçek töre sayıldığının en şaşmaz belirtisi, çıkar gözetmezliğe verilen yüzde yüz değer ve bencilliğe her yerde duyulan düşmanlıktır. Bu konuda benden başka türlü düşüneni mikrop bulaşmışlardan sayıyorum... Herkles benden başka türlü düşünüyor ne yazıkki... Bir fizyologun bu değer karşıtlığı üstüne hiç şüphesi yoktur. Örgenlik içinde en önemsiz bir parça, kendini korumayı, güç bütünlemesini, "bencilliğini" hiç şaşmadan yürütmekte az da olsa bir kusur işledi mi, örgenliğin bütünü yozlaşıverir. Fizyolog kesilip atılmasını ister yozlaşan parçanın; onunla dayanışma diye birşey tanımaz; hele ona acımayı hiç mi hiç geçirmez aklından. Ama tam budur rahibin istediği, bütünün, insanlığın yozlaşmasıdır: Bu yüzdendir ki saklayıp korur yozlaşan parçayı, bunun karşılığı olarak da hükmeder ona... O yalancı kavramların, "ruh", "tin" "özgür istem", "tanrı" gibi, törede kullanılan kavramların anlamı, insanlığı fizyolojik olarak yıkmak değil de nedir?... Kendimizi korumayı, bedenin, yani yaşamın gücünü arttırmayı önemsemekten bizi alıkoyuyorlarsa, kansızlığı bnir ülkü, bedeni küçümsemeyi "ruhun kurtuluşu" sayıyorlarsa, bunlar décadence'a götüren yoldur değil de nedir? -Dengeyi yitiriş, doğal içgüdülere karşı karşı direniş, kısacası "çıkar gözetmeyiş", -töre buydu şimdiye dek... Tan Kızıllığı ile ilk kez o bencil olmayan töreye savaş açtım.

Kaynak: Ecco Homo

Geleneğin Ahlaklılığı Kavramı. - İnsanoğlunun binlerce yıllık yaşam tarzı ile karşılaştırıldığında, bugünün insanları olarak biz, çok ahlaksız bir zamanda yaşıyoruz: Ahlakın gücü şaşılacak ölçüde zayıfladı ve ahlaklılık duygusu öylesine nazikleştirildi ve öylesine yükseltildi ki, onu neredeyse uçup gitmiş sayabiliriz. Bundan dolayı dünyaya geç gelen bizler için ahlak oluşumunun temel bilgilerini anlamak zor oluyor, buna rağmen onları bulursak, dilimize yapışıp kalıyor ve dışarı çıkmak istemiyorlar: Çünkü kulağa kaba tınlama veriyorlar! Ya da çünkü ahlaklılığa iftira eder gibi görünüyorlar! Örneğin şu temel ilkede olduğu gibi: Ahlaklılık törelere itaat etmekten başka birşey değildir (özellikle artık değildir), töreler ne tür olurlarsa olsunlar bu ilke değişmez; bununla birlikte töreler geleneksel tarzda davranmak ve değerlendirmelerde bulunmaktır. Geleneğin emretmediği şeylerde ahlak yoktur; ve gelenek yaşamı ne denli az belirlerse, ahlaklılık çemberi de o denli küçülür. Özgür insan ahlaksızdır, çünkü o her bakımdan geleneğe değil, kendisine bağlı olmak ister: "Kötü", insanoğlunun ilk zamanlarındaki bütün durumlarında "bireysel", "bağımsız", "keyfi", "alışılmamış", "öngörülmemiş", "hesaplanamaz" anlamalrına gelir. Hep bu tür durumların ölçütleriyle ölçülür: Gelenek emrettiği için değil, başka güdülerle eylemde bulunulur (örneğin kişisel çıkardan dolayı), hatta geleneğin vaktiyle oluşturduğu güdülerden dolayı da yapılır; o zaman buna ahlaksızlık denir ve yapan kişi tarafından da öyle anlaşılır: Çünkü geleneğe boyun eğildiği için yapılmamıştır. Gelenek nedir? Bize yararlı olan şeyleri emrettiğinden dolayı değil, bize emrettiğinden dolayı itaat ettiğimiz yüksek bir otoritedir. -Gelenek duygusuyla korku duygusu birbirinden nerede ayrılır? O emredici yüksek bir akıldan, kavranılamayan, somut olmayan bir güçten, kişiselden daha fazla bir şey olandan korkmadır... bu korkuda batıl inanç var. -Kökende sağlığın, evliliğin, tedavi sanatının, ziraatın, savaşın, konuşmanın ve susmanın, insanların birbirleriyle ve tanrılarla olan ilişkilerinin bütün eğitim ve bakımı ahlak alanına giriyordu. Ahlak, insanın kendisini birey olarak düşünmeden, kurallara uymasını istiyordu. Başlangıçta her şey gelenekti ve onu aşmak isteyen kimse ya kanun koyucu, ya büyücü, ya da bir çeşit yarı tanrı olmak zorundaydı: Yani öfr ve adetler koymak zorundaydı... korkunç, hayati tehlike yaratan bir şey! -En ahlaklı olan kim? Önce yasaya en çok boyun eğen kimse: Yani bilincini sağa sola ve her küçük zaman dilimine taşıyarak hep yasaya uyacak işlere katlanan Brahman gibi biri. Sonra ona en zor durumlarda bile boyun eğen kimse. En ahlaklı olan kimse, kendini töreye en çok feda eden kimsedir. Peki en büyük özveri hangisidir? Bu sorunun yanıtlanmasından sonra birbirinden farklı çok sayıda ahlaklılık kavramları ortaya çıkmaktadır; ama hâlâ en önemli fark olarak ahlaklılığı en zor boyun eğmeden en çok boyun eğmeyi ayıran fark olmaya devam ediyor. Geleneğe en zor boyun eğmeyi ahlaklılığın bir belirtisi olarak isteyen ahlak güdüsü sizi yanıltmasın! Bireyin kendini aşması, bireye sağlayacağı yararlı sonuçlardan dolayı değil, bireysel olan bütün karşı zevklere ve çıkarlara rağmen ahlak, gelenek egemen görünsün diye talep edilir: Birey kendini feda etmelidir... geleneğe bağlı ahlaklılık bunu gerektirir. -Öte yandan Sokrates'in ayak izlerinden giden ahlakçılar gibi ahlakçılar, kendine hâkim olmayı ve yetingenliği bireyin kendi yararı için, mutluluğu için çok kişisel anahtar olarak tavsiye ederler ki, bunlar bir istisna oluşturur... ve eğer bu bize başka türlü görünürse, nedeni, onların etkisi altında yetiştirikmiş olmamızdır: Onların hepsi, töre ahlaklılığının bütün temsilcileri hiç de tavsiye etmedikleri halde, yeni bir yolda yürüyorlar... ahlaksız olarak kendilerini cemaatten ayırıyorlar ve bunlar kötünün de kötüsüdüler. Aynı şekilde, erdemli bir Romalıya "her şeyden önce kendisi için ikbal peşinde olan" her Hıristiyan... kötü olarak görünürdü. -Bir cemaatın ve dolayısıyla töresel ahlaklılığın bulunduğu her yerde, törenin çiğnenmesi halinde ceza verme görevinin her şeyden önce cemaate ait olduğu düşüncesi egemendir: İfadesi ve sınırı çok zor kavranan ve batıl inanç korkusuyla araştırılmış doğa üstü bir cezadır bu. Cemaat bireyi işlediği fiilin sonucunda yakınlarına ya da cemmate verdiği zararı tekrar düzeltmesi için zorlayabilir; işlediği fiilin sözde etkisi olarak cemaatin üzerinde tanrısal öfke bulutlarının ve hiddet fırtınalarının toplanmasına neden olduğu için kişiden bir çeşit intikam da alabilir... ama kişinin suçunu her şeyden önce kendi suçuymuş gibi duyumsar... "Eğer bu tür fiiller mümkün olmaya başladıysa, töreler gevşedi diye herkesin ruhunda feryatlar başlar." Her bireysel eylem, her bireysel düşünce şekli dehşet uyandırır; tam olarak da, en nadir, en seçkin, en köklü ruhların tarihin akışı içinde hep kötü ve tehlikeli olarak algılanmış olmaktan dolayı ne tür acılara katlandıklarını tahmin etmek mümkün değildir, hatta bunlar kendi kendilerini böyle algılıyorlardı. Töresel ahlaklılığın egemenliği altında her türlü özgünlük vicdansızlaştı; bu ana kadar en iyi kimselerin ufku, olması gerektiğinden daha da çok karardı.

Tan Kızıllığı

Wednesday, July 18, 2012

Theodor W. Adorno SAHİCİLİK JARGONU..


 Theodor W. Adorno
  SAHİCİLİK JARGONU..
 “bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolaydır..” – samuel beckett

“yirmili yılların başlarında, felsefe, sosyoloji ve teolojiyle uğraşan birkaç kişi bir araya gelmeyi planladı.. bunların birçoğu eski amentülerini terk edip bir yenisine geçmişti; ortak paydaları bu yeni benimsenmiş dini vurgulamaya verdikleri önemdi, dinin kendisi değil.. hepsi de, o zamanlar üniversitelerde hâlâ hüküm sürmekte olan idealizmden hoşnutsuzdu.. felsefe bu kişileri özgürlük ve özerklikten vazgeçip ‘kierkegaard’ın ‘pozitif teoloji’ adını verdiği şeyi benimsemeye yöneltmişti.. asıl meseleleri, özgül dogmalardan, vahyin hakikat içeriğinden çok zihniyetti.. o zamanlar bu çevreyi ilgi çekici bulan bir ahbabım, toplantılarına davet edilmediği için üzülmüştü.. yeterince sahici olmadığını ima etmişlerdi ona.. çünkü ‘kierkegaardcı’ sıçramaya ihtiyatla yaklaşıyordu; özerk düşüncenin şahadet ettiği dinin böylece özerk düşünceye tabi duruma gelip, tanımı gereği önünde sonunda dönüşmek istediği mutlaklığı olumsuzlayacağından şüpheleniyordu.. bir araya gelen bu insanalar entelektüalizm karşıtı entelektüellerdi.. mutabakatlarının üstünlüğünü karşılıklı tekrar ettikleri amentüleri telaffuz etmeyenleri dışlayarak teyit ediyorlardı.. zihinsel ve manevi düzeyde savundukları düşünceyi ‘ethos’ belliyorlardı; sanki kendinden üstün olanların öğretisini benimsemek kişinin içsel rütbesini de yükseltirmiş gibi; yeni ahitte, ferisiler aleyhine tek bir söz bile yokmuş gibi.. bundan kırk  yıl sonra, ‘evanjelik’ bir bilim kurulu toplantısında, konuşmacılardan birisi günümüzde ilahi müziğin mümkün olup olmadığı konusunda şüphelerini dile getirdiğinde, emekliye ayrılmış bir piskopos toplantıyı terk etti.. bu piskopos da, hizaya girmeyenlerle ilişkiye girmemesi yolunda uyarılmıştı ya da bu kişilerle alışverişten muaf tutulduğunu düşünüyordu: sanki eleştirel düşüncenin nesnel bir temeli yokmuş, eleştirel düşünce öznel bir sapmaymış gibi.. bu tip insanların ortak yanı, ‘borchardt’ın tabiriyle, doğru pozisyon alma çabasıdır; adeta kendilerine kayıtsız şartsız güveniyormuş gibi düşüncelerini açık etmekten korkarlar.. o zamanlar odluğu gibi bugün de, somut addettikleri şeyin, güvenilmez buldukları ama kavramlardan silinmesi mümkün olmayan soyutlama karşısında bir kez daha yenik düşme tehlikesini sezerler.. somutlamanın fedakârlıkta, özellikle de entelektüel fedakârlıkta vaat edildiğini düşünürler.. ‘heretikler’ bu çevreye ‘sahiciler’ adını vermişti.. ‘varlık ve zaman’ o zamanlar daha yayımlanmamıştı.. ‘heidegger’ bu çalışması boyunca sahiciliği varoluşsal ontoloji bağlamında, bütünüyle felsefi bir terim olarak kullandı ve sahicilerin kuramsal açıdan daha zayıf bir yaklaşımla uğrunda çabaladıkları şeyi felsefeye etkili biçimde yedirerek berikine ikircikli yaklaşanları da kendi safına kattı.. onun sayesinde, itibari talepler vazgeçilebilir hale gelmişti.. kitabın halesini, 1933 öncesinde entelejansiyanın karanlık dürtülerinin yönlendiği yeri makul bir yer olarak tasvir edişinden, bunun tümüyle mecburi olduğunu gözler önüne serişinden kazanıyordu.. ondaki ve onun dilini takip eden herkesteki o teolojik tını, zayıflamış halde de olsa günümüzde bile çınlamakta şüphesiz.. çünkü o yıların teolojik iptilaları, o zamanlar kendilerini elitler olarak tesis edenlerden oluşan çevrenin sınırlarını katbekat aşarak dile sızmış durumdadır.. sahicilerin dilindeki kutsal niteliğin kaynağı, etrafa ulaşılabilecek başka bir otorite olmadığı için hıristiyanlığın dilini andırdığı yerlerde bile, hıristiyanlık kültünden ziyade sahicilik kültüdür.. sahicilerde düşünce belirli bir içerik kazanmadan önce bu dilin kalıbına dökülür ve böylece tam da tabi olma hedefine başkaldırma niyetinde olduğu yerde, bu hedefe uyum sağlar hale gelir.. mutlağın otoritesi, mutlaklaştırılmış otorite tarafından alaşağı edilir.. faşizm bir komploydu ama salt komplodan ibaret değildi; muazzam bir toplumsal gelişim sürecinde yeşerdi.. dil faşizme bir sığınak sağladı; için için yanan kötücüllük bu sığınakta kendini kurtuluşun ta kendisiymiş gibi ifade etti..”
..
“zihinsel emek verdiği söylenen ama başkası için çalışan ve bağımlı ya da ekonomik açıdan zayıf olan meslek gruplarında jargon bir meslek hastalığıdır.. bu tür grupların, genelde toplumsal olan işlevlerinin yanı sıra özgül bir işlevleri de vardır.. eğitimleri ve bilinçleri, toplumsal işbölümünde kendilerine düşen eylem alanı olan tini çok geriden, adeta topallayarak takip eder.. hem yüksek kültürün paydaşı –tapon malların modern olduğunu düşünen tipler- hem de kendilerine ait bir öze sahip bireyler olarak, bu arayı jargon üzerinden kapatmaya çalışırlar; aralarındaki daha saf olanlar buna ısrarla, el sanatlarında kullanılan bir tabirle –ki jargon bu alandan da az şey ödünç almamıştır- kişisel dokunuş adını verirler.. jargonun basmakalıp lafları öznel heyecanlar temin eder.. kişinin, o basmakalıp laflarla, aslında yapıyor olduğu şeyi yapmıyormuş, yani diğerleriyle birlikte koyun gibi melemiyormuş, bunu da şüphe götürmez biçimde özgür biri olmasına borçluymuş gibi görünmesini sağlar.. özerkliğin içeriği, biçimsel özerklik jestiyle ikame edilir.. cafcaflı bir adla bağlanım denen şey aslında dışarıdan dayatmayla ödünç alınmıştır.. kültür endüstrisinde sözde-bireyselleşmenin sağladığını jargon kültür endüstrisini küçümseyenler için sağlar.. ilerici yarı-eğitimliliğin almanya’daki semptomudur bu:  tarih tarafından yargılandıklarını ya da en azından düşüşte olduklarını hisseden ama akranlarına ve kendilerine elit sınıfın içindeymiş gibi rol kesenler için icat edilmiş gibidir.. sadece küçük bir gurup tarafından yazıldığı için nüfuzunun küçümsenmemesi gerekir..  sınavlarda sahici karşılaşmalar üzerine sayfalar dolduran üniversite öğrencisinden, bir piskoposun ‘tanrının sadece akla hitap ettiğine inanıyor musunuz?’ diye soran basın sözcüsüne kadar çok sayıda kanlı canlı insan konuşmaktadır jargonu.. bu insanlar dolaysız konuşma tarzını bir dağıtımcıdan teslim almıştır.. ‘thomas mann’ bu yeni almanca’nın teamüllerini gözlemleyecek kadar uzun yaşamamıştır ama ‘doktor faust’un öğrencilerinin 1945 yılında ‘auerbach’ mahzeninde gerçekleştirdikleri teoloji sohbetlerinde söz konusu teamüllerin büyük bölümünü keskin bir ironiyle öngörmüştür; münasip modeller elbette 1933’ten önce de mevcuttu ama jargon ancak nasyonal sosyalizmin dilinin artık istenmediği savaş sonrasında her yere yayılabilmiştir.. o zamandan beri, konuşulanla yazılan arasında çok yakın bir karşılıklı etkileşim söz konusudur; bu sayede, besbelli radyo seslerini taklit eden  -radyodaki sesler de sahiciliğin matbu eserlerinden yararlanır- matbu jargon okumak mümkün hale gelmiştir.. dolaysızlık ve dolaylılık ürpertici biçimde birbirleri üzerinden aktarılır; bu ikisi sentetik biçimde hazırlandığı için dolayımlanan şey de doğal olanın karikatürü haline gelir.. jargon birincil ve ikincil cemaatleri tanımadığı gibi tarafları da tanımaz artık.. bu gelişmenin reel bir temeli vardır.. ‘kracauer’in 1930’da ‘maaşlılar kültürü’ olarak teşhis ettiği, o zamanlar doğrudan işlerini kaybetme tehdidi altında olan beyaz yakalı proletaryayı bundan daha özel olduğuna inandırarak burjuvazinin hizasına getiren kurumsal ve psikolojik üstyapı, süregelen konjonktürde kendini orta sınıf mensuplarından oluşan birleşmiş bir millet sanan ve kolektif narsisizmin devamı için sahicilik jargonunu memnuniyetle benimseyen bir müşterek dille bunu tasdik ettiren bir toplumun evrensel ideolojisi haline gelmişti; sadece bu dili konuşanlar için değil, nesnel tin için de geçerlidir bu durum.. jargon, evrensellikle damgalanmış burjuva kökenlere sahip olma ayrıcalığıyla evrensel olanın güvenilir olduğunu beyan eder: nizami müşkülpesentlik tınısı, kişinin kendinden kaynaklanır gibi görünür.. en önemli getirisi iyi hal belgesidir.. söylenen ne olursa olsun, böyle bir tınıya sahip ses, bir toplumsal sözleşmeye imza atmaktadır.. gerçekte olduğundan daha fazlasıymış gibi davranan bir varolan karşısındaki huşu itaatsiz olan her şeyi yerle bir eder.. bu oluvermenin, dilin söylenmiş olanın içini söyleme yoluyla boşaltmasına yol vermeyecek kadar derin olduğunu anlamamız istenir.. pirüpak eller, geçerli mülkiyet ve iktidar ilişkilerini herhangi bir şekilde değiştirmeye tenezzül etmez; o tını bunu tıpkı ‘heidegger’’in ontik olanı hor görmesi gibi hor görür.. jargonu konuşan kişi, güvenilir kişidir; insanlar ceketlerinin iliğine, şu sıralar pek itibarı kalmamış parti rozetleri yerine jargonu takıverirler.. jargonun o saf tınısından pozitiflik damlamaktadır adeta, üstelik fazlasıyla sabıkalı olanın lehinde konuşarak kendini küçültmesine bile gerek kalmaz bunun için; uzun zaman önce topluma nüfuz etmiş ideoloji şüphesi bile silinir.. faşizmin eleştirel düşünceyi yok etmek için kullandığı yıkıcı ve yapıcı ayrımı jargonda rahatça kış uykusuna yatar..”
..
“ bilgiçlik, esaslı bilim olarak sunulan sözüm ona radikal felsefi tefekkürün sözcülüğünü yapar, üstüne üstlük asla felsefenin vaat ettiği yere varmamak gibi bir yan ürünle ödüllendirilir.. teferruatlı ön mülahazalarıyla esas meselenin kolaylıkla unutulmasına yol açan ‘husserl’e kadar gider bu; oysa eleştirel düşünüm her şeyden önce, müşkülpesentliğin sürekli ötelediği felsefi ifadeye yönelir.. onurlu ön tarihi alman idealizminde bulunabilecek olan iddia, yani sonucun önemsiz olduğu iddiası bile stratejik kurnazlık olmadan öne sürülemez.. ‘kafka’nın dünyasındaki idari ofisler de benzer biçimde vazifelerini yerine getirmez, karar almayı erteledikçe ertelerler, ama bu kararlar herhangi bir gerekçe olmadan kurbanlarının karşısına apansız çıkabilir.. jargondaki kişisel olanla kişisel olmayanın mütekabiliyeti; nesnel olanı güya insanileştirmesi, insanın gerçekte bir nesneye dönüşmesi, bunların hepsi, soyut hukukla nesnel usul kurallarının yüz yüze karar alma kılığına büründüğü idari durumların göz alıcı bir suretidir.. ‘hitle’ iktidarının ilk dönemlerinde görev yapan ‘sturmabteilung’ mensubu erkeklerin görünümünü unutmak imkansızdır.. idari işler ve dehşet işte bu adamların görünümünde çarpıcı biçimde bir araya gelmiştir: baş hizasındaki belge klasörleri, alt kısımda o uzun çizmeler.. sahicilik jargonu, bazı sözcüklerinde, örneğin, yönelimin adil veya adil olamayan biçimlerde kararlaştırdığı konularla sual kabul etmez emirler arasındaki, otoriteyle duygu arasındaki ayrımın belirsizleştiği ‘görev’ gibi sözcüklerinde bu tablodan bir şeyleri barındırır.. görev sözcüğü jargona, jargonun kurucularından biri olan ‘rilke’nin ‘duino ağıtları’nın ilkinden alınan ilhamla dahil edilmiş olabilir; uzun yıllar boyunca hırs sahibi her doçent o ilk ağıtı çözümlemeyi kendine görev addetmiştir.. ‘bütün bunlar görevdi..’ bu dize, dile getirilemeyen bir deneyimin özneden bir talebi olduğuna dair belli belirsiz bir hissiyata yol açar, tıpkı ‘apollon’un arkaik gövdesinde olduğu gibi : ‘nice yıldız bekler dururdu sen göresin diye..’ şiir bunun üzerine, böylesi bir talimatın bağlayıcı olmayışının ve beyhudeliğinin ifadesini, elbette ki, şiirin öznesinin kifayetsizliği olarak ekler: ‘ama sen yeterli miydin ki?’ ‘rilke’ görev sözcüğünü estetik görünümün korunağı altında mutlaklaştırır ve şiir ilerledikçe, kendi ‘pathos’unun çoktan beyan ettiği hakkı kısıtlar.. jargonun tek yapması gereken, bu çekinceyi ustalıkla aşıvermek ve şüpheli bir şair bozuntuluğuyla mutlaklaştırılan görev sözcüğünü sözlük anlamıyla kullanmaktır.. ama yeni romantik şiirin prosedürlerinin bazen jargonunkilere benzemesi ya da en azından ürkekçe onun için gerekli ortamı hazırlaması bizi hemen kötülüğü şiir biçimi içinde aramaya yöneltmemelidir.. fazlasıyla masum bir bakış açısıyla savunulacağı üzere, kötülük şiir ve düzyazının karışımında temellenmemektedir.. bunların her ikisi de aynı nedenle eşit derecede yanlıştır..”

THEODOR W. ADORNO

 Sahicilik Jargonu Theodor W. Adorno
Alman İdeolojisi Üzerine 1962-1964

Özgün adı: Jargon der Eigenlichtkeit, Zur Deutschen Ideologie
 Çeviri: Şeyda Öztürk
Yayına Hazırlayan: Tuncay Birkan
Kapak Tasarımı: Emine Bora
 Kitabın Baskıları: 
İlk Basım: Ocak 2012     
 
Bir polemik kitabı Sahicilik Jargonu. Adorno burada, başta Heidegger olmak üzere Jaspers, Buber gibi Alman varoluşçularının başvurdukları dili, bu düşünürlerin düşüncesini bulandıran "jargon"u hedef alıyor. Varoluşçuluğun başvurduğu bu jargonun tam da sahicileştirme iddiasında olduğu anlam ve özgürlük çağrılarını tahrip ettiğini söylüyor. Adorno'ya göre bu dil, özgürlük meselesini ele alma iddiasında bulunduğu halde, kapitalizmin tam kalbinde yatan özgürlüksüzlüğü ortaya çıkarmayı hiçbir şekilde başaramıyor, tam tersine görmezden geliyor. Tıpkı kültür endüstrisinin yaptığı gibi, ama bu kez tam da bu endüstriye mesafeli durduğunu düşünen insanlarda ucuz bir iyimserliği, toplumsal eylemsizliği ve lafta kalan bir bireyselleşmeyi besliyor. Jargon, yüceliğin insanları hizaya getirme amacının hizmetine sokulmasının, yani katmerli bir hakikatsizliğin "Almanya'nın son dönemlerine uygun biçimiyse", diyor Adorno, "onun olumsuzlanmasında, pozitif formülasyonlara direnen bir hakikat keşfedilebilir."
       Heidegger düşüncesinin günümüzde ülkesinin sınırlarını çok aşan bir nüfuza sahip olduğu düşünüldüğünde, önemi ve aciliyeti daha da artan bir kitap bu. Üstelik, gerçek eleştirel düşünce ile, sürekli özgürlükten dem vururken aslında yeni muhafazakârlık biçimlerini, yeni "hizaya sokma" yollarını meşrulaştıran sahicilik, otantiklik peşindeki düşünce arasındaki mücadele günümüzde de şiddetlenerek sürüyor.

Tuesday, July 17, 2012

Parasız yatılıların en parasızı Ece Ayhan

Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam
Sana uzun heceli bir kent vereceğim
Girilince kapıları yitecek ve boş!
Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!

Ece Ayhan uzun süre görmezden gelindi. Bir nevi sansür uygulandı. Devletin değil, onun uzlaşmaz tutumundan tedirgin olan ebebiyat çevrelerinin, eleştirmenlerin, antoloji hazırlayanların görünmez sansürüydü. Kemalizmi, sosyalizm olarak yutturmaya çalışan aydınların kendi korkularının sansürü.
Bu sansür nedeni ile uzun süre Ayhan’ın şiiri saklı kaldı. Çeşitli konulardaki görüşleri bilinmedi. Ta ki 90′lı yıllara gelene kadar. Bu yıllar sınırlı da olsa kafalardaki karakolların yıkıldığı, tabulara dokunulduğu yıllardı.
Bu yıllarda Ece Ayhan’ın ismi dergilerde, gazetelerde görülmeye başlandı. Kendisi ile sıkı sıkı röportajlar yapıldı. Şiir ve edebiyat dergileri kapak konusunu Ece Ayhan’a ayırmaya başladılar.
Ayhan yaşamının hiçbir döneminde popüler olmak uğruna, kimseye taviz vermedi. Ne devlete, ne de daha alttaki küçük iktidarlara.
Aksine hep İktidarın (iktidarların) amansız bir eleştirmeni olarak kaldı.
Ece Ayhan, iktidarın her türüne karşıydı. O’nu farklı kılan da budur.
Örneğin, “Öğretmenleri sevmem. Çocukları sınıfta bırakırlar. Düzenle şu ya da bu şekilde uyuşmadır bu” der.
Babaları da sevmez. Bir söyleşisinde şöyle der: “Gerçeklikte, ‘baba’lar, ‘baba’ kavramı sonunda öldürülmek içindir de… Ben bugün 1985′de kursaydım şöyle kurardım o dizeyi: “Babalar babalıktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”.*
Ece Ayhan kendi şiirinin fazla övülmesini de istemez, sevmez. Çünkü bu da bir anlamda iktidar olmaktır.
“Bilmem meramımı anlatabiliyor muyum? Şiirimin hiçbir zaman iktidara geçmesini istemiyorum, istemem ben. (Ece Ayhan, Sivil Denemeler Kara s. 68 YKY)
Ayhan’a göre Osmanlı’dan bu güne bütün tarih sarışınlarca** ve ters yazılmıştır. Her fırsatta bu terslikleri gösterir. Kendi deyimi ile “çomak sokar.” Resmi tarihin sınırlarını zorlayan bilim insanlarını sever.
Şiir fukaralıkta doğar
Şimdilerde İkinci Yeni denince, akla onun ismi geliyor. Ama o kendisi ile yapılan bütün görüşmelerde başka isimler gösteriyordu. Özellikle de Cemal Süreya‘nın, Sezai Karakoç‘un ismini. Ece Ayhan, “Anadolu denilen bozkırın” bütün sorunlarıyla kafa yordu. Tarih, sosyoloji, resim, müzik ve sinema. Bu konuları  uzmanlarına taş çıkartacak kadar kurcaladı. Kafa yorduğu konuların başında doğal olarak şiir gelir. Özellikle de İkinci Yeni.
Ayhan, İkinci Yeni’yi Türkiye’nin ilk ve tek sivil şiir akımı olarak niteler.
Bu akımlarla birlikte şair vizesi almak için, Cumhuriyet ve Atatürk şiiri yazma kuralı sona ermiştir.  İkinci Yeni ile birlikte şiire aşk, erotizm, kadın, birey, eşcinsellik ve azınlıklar girmiştir.
Bir ortak özellik daha, Ece Ayhan döne döne vurgular. İkinci Yeni’nin en önemli isimleri parasız yatılı olarak okumuşlardır. Yani ortak payda fukaralıktır. Ece Ayhan’a göre her iyi şey fukaralıkta doğdu. Özellikle şiir.
Parasız yatılıların en parasızı da Ece Ayhan’dır.
Bütün ömrünce hastalıklarla uğraştı. Evsiz yaşadı. Ama o her fırsıta şiirden söz etti. Başka neden söz edebilirdi  ki “dünyada aşktan ve şiirden başka bir şey yoktur” diyen biri. Ve işte o Ece Ayhan 10 senedir yok.
·         Ece Ayhan, Mor Külhani adlı şiirine gönderme yapıyor. Şiirde orijinal dize şöyle: “Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler”.

** “Yalnız Kardeşçe” adlı kitabında bu yargısının anlamını soran İlhan Berk‘e verdiği yanıtı şöyle aktarır: “Bir de ‘karaşınlar’a soralım bakalım bu soruyu; onlar buna ne diyecekler? ‘Evet, sarışınlar yazmıştır tarihi! Hem de karaşınlar üzerine, karaşınlara değgin!’ Söylenmeyen, söyletilmeyen bir başat renk vardır tüm tarihte; ‘iktidar sarısı’.”
Hüseyin Kalkan – bianet.org
  
MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI - ECE AYHAN

Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.

Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbinedir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor

Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik

Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek

ÜÇ GENCİN KALBİ

Bir gemici tanırım
Kalbini bir limanda bırakmış
Ya kaybolursa?
Ağlar çocukluğundaki gibi
Kalbini almaya gidecek hâlâ

Bir oğlan tanırım
Derin yeşil gözlü
Gönlü güney denizlerinin dibi
Kalbi ise yerinde
Birine vermeye gidecek
Bir gemi arar durur
Bulutlardan.

Bir şair tanırım
Onunki içler acısı
Kalbini asla vermemiş
Çalmışlar
Kalbi eski bir efsanede saklı.