Thursday, April 25, 2013

DEVLETİN ŞİDDET TARİHİ Cumhuriyet’in Kuruluşundan AKP İktidarına Berat Günçıkan


'Türkiye genç ölülerinden utanmıyor'
'Devletin Şiddet Tarihi'nde, devletin katillerin üzerine örtüleri örtme başarısının altını çizen Berat Günçıkan: 'Evdeki şiddetin de, annenin çocuğunu dövmesinin de bir politikası var. Biz bunu daha çok 'şiddet kültürü' söylemiyle anlatmaya çalışıyoruz ama devletin siyasal ve ekonomik şiddetini deşifre etmeden, siyasi bir dil oluşturmadan bu yapıyı değiştirmek zor'
Berat Günçıkan

Bir devlet politikası olarak cinayet... Katiller, azmettiricileri belli ve aynı, akıbetleri de öyle; arkası sağlam ve sıvazlanmış, anlı şanlı bir yaşam. Ya kurbanlar? Gözleri kaşıkla oyularak, kafaları koparılarak, bedenlerinde dayanılmaz yaralar açılarak, kurşunlarla eleğe çevrilerek, pencerelerden atılarak, telle boğularak, arabaları bombalanarak katledilmiş, oysa “silgiye hiç gerek duyulmamış” bir hayatı yaşamış aydın insanlar. Türkiye’yi aydınlığa taşımak dışında bir menfaat taşımamış insanlar. Bize, halk denen umursamaz, unutkanlar sürüsüne âşık insanlar...
“Eğer her insan tarihin bir sayfasına aitse, o sayfada hiç boşluk bırakmamalı ve her şeyi ta başından anlatmalı” diyor Berat Günçıkan Devletin Şiddet Tarihi’nin bir yerinde. Tarihi baştan yazmalı evet, ama bu defa, resmi kayıtlara bölücü birer rakam olarak geçmiş ölülerin gerçek hikâyeleriyle. Çünkü, “Hayat hiç kimseyi, hiçbir şeyi durduğu yerde bırakmıyor, ölüler dışında. Bir tek Türkiye hep yeni kazılmış toprak kokuyor, genç ölülerden dün de bugün de utanmıyor.”
Gazeteci Berat Günçıkan yirmi beş yıla yayılan söyleşilerini topladığı Devletin Şiddet Tarihi’nde, devletin muhalifler kadar bütün bir toplumu sindirme, bunun için de bir düşman yaratma çabasının, katillerin üzerine en güzelinden örtüleri örtme başarısının altını çiziyor. Kitabın en çarpıcı tarafı şiddet yaşanan süreçler ve ziyan edilmiş hayatlar mı, yakınlarını kaybetmiş insanların kin gütmeyen, öç istemeyen naif yaşam biçimleriyle “öldürülmeye” bir sevme mirasını sahiplenerek karşılık vermeleri mi!
Berat Günçıkan’ın tarihe ve toplumsal belleğe bir kayıt düştüğü kitabı, Türkiye’de solun ve devletin sola uyguladığı şiddetin tarihini bir kez daha gözler önüne seriyor. Can yanışı, acı, burukluk vaat ediyor. Aydınlığa ya da kurtuluşa dair bir umut var mı sorusunun yanıtı beni aşıyor. Ama... Ölüler sustuğu gün katiller kazanmaz mı diye düşünüyorum kitabı kapatırken. Katillerin utanması yok, yoktur. Vicdanı da utancı da taşıyacak, yaşayacak olanlar bizleriz, bugün hayatta olanlar. Gelecekle yüzleşmek istemiyorsanız açmayın kapağını Devletin Şiddet Tarihi’nin. Kitabın kapağını açsanız da açmasanız da, üzerinize kan bulaşmış olduğunu bilin ama.

Nasıl gidiyor hayat? Mutlu mesut ve sakin mi, yoksa..
Hepimizin hayatı gibi gidiyor. Savaşla, şiddetle sarmalanmış bir ülkede, göz menzilimize bu kadar çok yoksul, işsiz, evsiz girerken, ölüm haberleri üst üste yığılırken ne kadar mesut ve sakin olunabiliyorsa ben de o kadar mutlu, mesut ve sakinim. Aslına bakarsanız mutluluk, sükunet bizim kuşağın kavramları değil, önceki kuşak da pek kullanamamıştı, sonrakiler de. Barış sağlanmadan kullanamayacağımız da ortada.

Sizin hikâyenizle ve kişisel tarihinizde devletin şiddetiyle karşılaştığınız dönemle başlayalım mı... Bir dönüm noktanız olmalı, sizi bugün yaptığınız gazeteciliğe iten...
Bir dönüm noktasından çok, küçük, kısa insan hikâyelerinin, elbette kendi tarihimin de, beni hem mesleğe hem de meslekte esas aldığım konulara yönlendirdiğini düşünüyorum. Sanırım eşitsizliğe ve adaletsizliğe dair çocukluğun sezgisel, ilkgençliğin öfkeli farkındalığının da etkisi var bunda. Bugünden baktığımda eğitimden başlayarak devletin şiddetine ilişkin çok örnek sıralayabilirim, ama ilk kırılma noktalarında daha çok şaşkınlık var. Sokağın en zengininin bu sıfatı evindeki buzdolabıyla elde ettiği bir dönemden söz ediyorum. 70’li yıllarda öğrenci olmak da devletin şiddetiyle bizi karşı karşıya getirdi, arkadaşlarımız öldürüldü, işkenceden geçirildi. 12 Eylül ise malum, hepimizin hayatının akışını, tarihini değiştirdi. Özetle, başka türlü gazetecilik yapmak mümkün değildi.

Yaptığınız ilk söyleşide, devletin şiddetine, aykırı sesleri susturması yönelme fikri var mıydı aklınızda?
Vardı elbette, 12 Eylül’ün hemen ardından gazeteciliğe başladım. Darbecilerin uyguladığı şiddeti, bu şiddetin altında yatan ekonomik yönlendirmeyi bir şekilde aktarmak gerekiyordu. 12 Eylül’den önce kahrolsun kapitalizm diye bağırırken, aslında kapitalizmin ne olduğunu, insanı nasıl iğdiş ettiğini bilmediğimizi gösteren bir zaman dilimiydi de bu. Şiddetle birlikte bunu da öğrendik. Komik ama meslekteki ilk işim, İsrail’in 1982’deki Şatilla baskınıyla, Filistinlilerin sürgününe ilişkin bir köşe yazısıydı. Alaylı olarak muhabirliği süreç içinde öğrendim. 1980’lerin son yıllarını Cumhuriyet’in Adana bürosunda geçirdim. 12 Eylül’den sonra tutuklanan binlerce kişi cezaevlerindeydi hâlâ ve baskılar sürüyor, açlık grevleriyle bu baskılar kırılmaya çalışılıyordu. Mahkûmlar zincirlenerek mahkemeye, hastaneye götürülüyordu. Ayrıca Güneydoğu’daki baskı ve işkence kayıplarla, köylülere dışkı yedirilmesiyle tırmandırılıyordu. Bu süreci, savaş ortamını soluyarak geçirdik. Röportajlarımın, haberlerimin konuları da elbette bunlardı. 1990’da İstanbul’a geldiğimde, savaşın hiç hissedilmediğini, konuşulmadığını görünce çok şaşırmıştım. 90’lı yılların başında şiddet, kayıplar, faili meçhuller öyle arttı ki artık hiç kimse savaştan ve şiddetten muaf değildi.

Devam etmeden, devlet şiddetinin tarifini de yapalım mı?
Devletin asli işi sistemi korumak. Bugün için bu, kapitalizmi korumak, yani sermayenin istediği ‘istikrarlı’ bir ortam yaratmak. Toplumu sindirmek için kullandığı argüman ise içte ve dıştaki ‘düşman’lar, Kürtler, Ermeniler, sendikalar, eşcinseller, taş atan çocuklar, kendilerine biçilmiş sınırları aşan kadınlar. ‘Toplumun huzuru, vatanın ve milletin bölünmezliği’ adına toplumdan aldığı destekle de, ‘düşmanlarını’ yok etmek için, bazen yasaları kullanarak bazen yasadışı yöntemler uyguluyor. Bu fiziki ve cinsel işkence oluyor, tutuklamak oluyor, faili meçhul cinayetlere zemin hazırlamak, hatta siyasi ve ekonomik kriz yaratmak oluyor... Yani uluslararasında da sınanmış bütün yöntemlere başvuruluyor.

Bu kitabın bugün yayımlanmasının, bu gündemde yayımlanmasının bir anlamı olmalı, değil mi?
Anlamı şu: Unuttuğumuz ve sessiz kaldığımız sürece bu şiddete suç ortaklığı ediyoruz. Bu ülkenin tarihinde şiddet hiç eksik olmadı, suikastler, katliamlar, faili meçhul cinayetler hep yaşandı ama hep unutuldu, unutturulmaya çalışıldı. Bu da yeni baskıların, şiddetin önünü açtı. Hesaplaşma, yüzleşme isteği daha doğmadan boğuldu. Çoğunluk gündelik hayatın hızına ve hazzına kapılıp ‘güllük gülüstanlık’ hatta küresel güçlerden biri olmaya aday bir ülkede yaşadığımıza inanıyor ancak o şiddeti bire bir yaşayanlar ya da tanık olanlar için zamanın açılımı böyle değil. Onların yaraları hâlâ açıkta ve bir hesaplaşma yaşanmadan hep kanayacak. Toplumun onlara bir borcu olduğunu düşünüyorum, devletin ve toplumun onlara ‘neden?’ sorusunun yanıtını vermesi gerekiyor. Kitabın bir anlamı da işte bu.

Zehra Kosova’nın işkence ertesi çıktığı mahkemede “Bana yapılan bu kanunsuz hareketin sahiplerini protesto ediyorum” deyişi... Aynı şekilde, Bahçelievler’de katledilen yedi gençten birinin annesinin, katliamdan iki gün önce eşine, “Oğlumuzun başına bir şey gelirse, gider Ecevit’i Demirel’i tartaklarız” deyişi... Kesif bir çaresizlik hissettim ben. Ya siz?
Çaresizlikten çok öfke ve bir hak arayışı bilgisi olduğunu düşünüyorum. Sonrasında yaşanan bir çaresizlik var tabii, katillerin yakalanmaması, yakalananların salıverilmesi ya da devlet koruması altında başka cinayetlerde kullanılması, hak arayanların şiddetle susturulması, toplumun korkuyla geri çekilmesi, böyle bir çaresizliği yarattı.

Türkiye günün birinde darbeyi ve darbe yapanları yargılayabilecek mi? Bu yargılama konusunda, darbenin ardından gelen kuşağın da bir sorumluluğu yok mu?
Yargılayacaktır elbette ama toplumun vicdanı birkaç generali yargılamak ve cezalandırmakla aklanamaz. Katliamların, cinayetlerin, faili meçhullerin, yani 12 Eylül öncesi ve sonrası bütün cinayetlerin sorumlularının ortaya çıkarılıp yargılanması gerekiyor. Burada bütün sorumluluğu darbeden sonraki kuşağa yüklemek haksızlık olur, nasıl bir sindirme politikasıyla korku toplumu yaratıldığını, bu arada geçmişin yok sayıldığını hepimiz biliyoruz. Bu yüzden sorumluluğumuz sürekli hatırlatmak ve hesap sorma, yüzleşme isteğinden vazgeçmemek, diye düşünüyorum.

Peki... Neye yaradı onca beraat, af ve aklanma!
Affın, aklanmanın, beraatın çeşitli yüzleri var. Savcı Doğan Öz cinayetinde olduğu gibi, itirafına rağmen salıverilen katiller oldu, Abdullah Çatlı gibi bir katliam sorumlusu ölümünden sonra dönemin Başbakanı Tansu Çiller tarafından ‘kahraman’ ilan edildi. Aynı süreçte, on yedi yaşındaki Erdal Eren asıldı. Önemli olan hukukun kimin adına çalıştığı, kimi gözettiği. Cezaevlerinin doldurulması çözüm değil ki, binlerce insan sadece siyasi görüşlerinden ve bunları dillendirmekten dolayı cezaevindeyken, affa ya da beraata karşı çıkmak, sorunu salıverilenlerde aramak bana doğru gelmiyor.

Türlü uyaranlar yüzünden sıklıkla unutuyoruz. Aslında şiddet sadece sonucunda fiziksel acı olan bir olayı kapsamıyor. Kitapta buna en güzel örnek, İki Adam, İki Baba: Ölüme İnat Barış. “Dokuz kardeşin aynı defterle kalemi paylaşması bir şiddetti, onun o defterle kalemin parasını kazanmak için günde on iki saat çalışması da... Oğlunu okutamaması şiddetti... ‘Aman şımarır’ diye kucaklarına almayacaklardı çocuklarını, gözlerindeki şefkati gölgeleyeceklerdi. Bu da şiddetti.” Şiddetin farklı tezahürleri olduğunu ama her türünün bir politika sonucu olduğunu söylebiliriz herhalde!
Elbette, evdeki şiddetin de, annenin çocuğunu dövmesinin bile bir politikası var. Biz bunu daha çok ‘şiddet kültürü’ söylemiyle anlamaya ve anlatmaya çalışıyoruz ama şiddetin kaynağını, yani devletin siyasal ve ekonomik şiddetini deşifre etmeden, karşılık olarak da siyasi bir dil oluşturmadan bu yapıyı değiştirmek zor.

Kitaptan ve elbette ki hayattan çıkan sonuç basit: Devlet Güçlüdür! Devlete gücü verenin biz olduğunu düşünürsek acı-komik bir durum bu... Peki devlet gücünü şiddetle inşaa etmek zorunda mı? Tebanın (!) başka türlü bağlılık göstermesi söz konusu değil mi?
Tebanın devlete karşı sürekli teyakkuz halinde olması gerekiyor, özelleştirmelerden tutun da eğitim politikasına, ders kitaplarına kadar her uygulamasında faydanın kimin yararına olduğunun sorusunu diri tutmak gerekiyor. Özelleştirmeden yararlanan kim, savaştan kim yarar sağlıyor, İsrail’e baş kaldırırken neyin çıkarı gözetiliyor, sürekli bu soruları sormalıyız. Gazze’deki çocuklar için ağlayan başbakanın içi, taş atan çocukları onlarca yıl hapse atmayı nasıl kaldırıyor? Devlet güçlü olmak zorunda mı, hayır, sadece anayasal tanım içindeki ‘devlet’ olması bile bugünkü sorunların bir kısmını çözmeye yeter...

Bu söyleşilerle zaman zaman hiç konuşmamış insanları konuşturarak muhalefetin de bir haritasını çıkarıyor, bunu TİP’ten polise taş atan çocuğa kadar geniş bir zaman dilimine yayıyorsunuz. Bunu yaparken hangi zorluklarla karşılaştınız?
Şunu, yani ‘bu haberi sansürleyebilirler’ düşüncesini zorluk olarak tanımlayacaksak, evet böyle bir sıkıntı hep oldu. Sansürlenen, son anda çıkarılan, ya da bir yıla yakın bekletilen haber ve röportajlarım da oldu. Şunu da söylemeliyim, benim gazetecilik anlayışım bugün için geçerli bir anlayış değil, çünkü medyanın artık siyasi misyonu kadar ekonomik misyonu da var. İktidarla ilişkiler artık haberin önüne geçti ve hiçbir gazete ya da televizyon kanalı bundan muaf değil.

Meslekte yirmi beş yıl nasıl geçmiş, nasıl bir muhasebe yapıyorsunuz?
Bu kitabı hazırlarken, şu duyguyu yaşadım: Yirmi beş yıl hiç de boşa geçmemiş! Bu benim için cılız bir telafi, belki terbiyesizlik de, çünkü hiçbir zaman o acıyı, kaybı yaşayanlarla bire bir hissettiğimi iddia edemem. Çünkü ben her seferinde kendi evime, işime, hazlarıma döndüm. Her birinde biraz daha eksilerek belki, ama kendimi bütünleme şansına hep sahiptim. Bu yüzden böyle muhasebeden karlı çıkmam mümkün değil.

Medyanın içinden biri olarak bazı eylemleri meşrulaştırmak yerine, tarihimize daha çok ve daha dürüst not düşülmesi yönünde umudunuz var mı?
Olmaz mı? Dürüst gazetecilik yapmaya çalışan, dürüstlükten öte mesleğin etiğine sahip çıkmaya çalışan o kadar çok insan var ki... Onların haberleri, yazıları bugünün ‘yıldız’ gazeteci anlayışına uymadığı için gölgedeler ve bunun bir tercih olduğunun da farkındalar.

DEVLETİN ŞİDDET TARİHİ
Cumhuriyet’in Kuruluşundan
AKP İktidarına
Berat Günçıkan
Agora Kitaplığı
2010, 560 sayfa, 30 TL.

Sunday, April 21, 2013

Biz Hayır Diyoruz


Irmak Zileli, "Sözün sihirli işlevi", Radikal Kitap Eki, 18 Nisan 2008

Eduardo Galeano'nun denemelerinin derlendiği Biz Hayır Diyoruz isimli seçkinin sunuş yazısında Bülent Kale şöyle diyor: "Galeano için sözün onuru vardır; insan etten ve kemikten yapılmıştır ama söylediği kelimelerden de yapılmıştır." Bu bana Sait Maden'in Yeryüzü Şiiri isimli kitabında okuduğum bir Bambara atasözünü hatırlattı: "İnsanın kuyruğu da yoktur, yelesi de. Neresinden tutarsın onu? Ağzından çıkan sözden." O kitapta Maden, "Çağımızda sözün büyüsü yok oldu, kutsallığı yitti. (...) Bugün bir pilin, bir vidanın, bir bilgisayar faresinin kullanılabilirliğinin yanında söz'ün iş görür hiçbir özelliği yok" diyordu. Maden haklı. Ama insan, Eduardo Galeano'yu tanıyınca bu konuda bir gönül ferahlaması yaşıyor... Dünyanın bir başka memleketinde bir başka yazar daha 'sözün büyüsüne' sahip çıkıyor.

Gazetecilik ve edebiyat

Eduardo Galeano'nun sözle ilişkisi çokboyutlu. Onun için söz, bütünüyle işlevsel, gerçeğe dokunduğu ve gerçeği dönüştürdüğü ölçüde değerli. Sözün temel işlevi: Gerçekleri işaret etmek! Ve gerçeği göstermeyi başardığı ölçüde de değiştirme gücüne sahip. Bu anlamda Galeano, edebiyatın gerçekliği yorumlayabildiğini ama değiştiremediğini söyleyenlere karşı çıkıyor, "gerçekliği tanımlamanın onu değiştirmeye başlamak için ilk gerekli adım" olduğunu söylüyor. Galeano'nun sözle kurduğu bu işlevsellik temelli ilişkide kuşkusuz gazeteciliğinin payı büyük. Ki Galeano'ya göre gazetecilik edebiyatın bir alt kolu değil, aksine onun etkili kullanıldığı alanlarından biri. Galeano'nun gazetecilik ve edebiyat arasında kurduğu güçlü ilişkinin kaynağında da sözü bir uzuv kadar hayati görmesi var. Söz hayatla bağlarını güçlü kıldığı ölçüde büyüsünü koruyor. 'Gerçekleri ifade etme' rolünü bir kenara iten söz, işlevini, hayatı etkileme gücünü, dönüştürme yetisini de kaybediyor. O yüzden edebiyatın 'kurgu dışı' yazın türleri karşısında eksik olduğunu savunanlara meydan okur Galeano: "Hiçbir sosyolojik araştırma Kolombiya'daki şiddet hakkında Marquez'in kısa romanı –eğer yanlış hatırlamıyorsam içinde tek bir kurşunlama bile olmayan– Albay'a Mektup Yazan Kimse Yok'tan daha fazla şey öğretemez." Ve ekler: "Gerçekliğin içine işleme yetisinde olanlar gerçekliği döllerler."

Galeano'nun yazınında söz 'kıymetli'dir. Bir savaşçının silahındaki sınırlı kurşun kadar kıymetli. Boşa atılan her mermi gibi, söz de yerinde ve 'yeterince' kullanılmalıdır. Ne daha az ne daha çok. O yüzden onun yazılarını okuduğunuzda 'çıkarılabilecek' tek bir tümce, tek bir satır, tek bir sözcük bulamazsınız. O yüzden onun kitaplarını okurken her satırının altını çizmek istersiniz. O, "arkasında silgisi olan eski kalemlerle yazar gibi yazmak gerektiğini" düşünür. Çünkü "ucundan çok arkasıyla yazılır kalemin, yani ekleyerek değil; silerek." Eduardo Galeano kısa yazma yetisini de gazeteciliğine borçludur. Şöyle der: "(gazetecilik) beni bir sürü şey söylemek isteyen biri için elzem olan bir senteze zorladı."

Eleştirinin gerekliliği

Eduardo Galeano, Uruguaylı bir gazeteci ve yazardır. Ama Uruguaylı olmaktan önce o Latin Amerikalıdır. Latin Amerika'nın çatısı altındaki her bir ülke ortak bir kaderi paylaşıyordur ona göre: "Sınıflı toplumun çelişkileri burada zengin ülkelerdekinden çok daha kıyıcı." Ve tam da bu yüzden o, "Sesi olmayanların sesinin ortaya çıkmasına yardımcı olan bir edebiyat için çalışmak isteyenler"dendir.

Galeano, Biz Hayır Diyoruz'da yer alan denemelerinde Latin Amerika'nın toplumsal gerçeklerine dair önemli saptamalarda bulunur. Ancak bu yazılarda, Galeano'nun diğer pek çok 'muhalif' yazardan bir farkı çıkar ortaya. Galeano görünen gerçeklerin ötesindeki noktalara işaret eder. Pek çok muhalif sesin söyleyebileceklerinin ötesine geçer. Bunu da derin bir felsefi kavrayış sayesinde yapar. Sürgündeki yazar ve sanatçıların yaşadıklarının acımasızlığı herkes tarafından kabul görmüştür. Galeano, artık bir başka eleştiri yapmanın gerekliliğinin farkındadır. O, yine kendi topraklarında yaşayan ve üreten ama zihninde bu toprakları çoktan terk etmiş olan yazarların varlığına işaret eder: "Kendi ülkende sürgün olup kendi içine sürgün edilmek, dışarıdaki herhangi bir sürgünden her zaman daha zor ve faydasızdır."

Galeano hiçbir sözcüğü boşa kullanmadığı gibi, 'fayda' sözcüğünü de özellikle kullanmıştır. Ülkesinden sürgün edilmiş yazar ne pahasına olursa olsun yazdıklarıyla topraklarından kopmayarak, ülkesi için 'faydalı' olmayı sürdürebilmektedir. Ve ardından şu örnekleri verir: "Paris'te Julio Cortazar son derece Arjantinli bir edebiyat yazıyor. Pedro Fugari yıllar önce tüm zamanların Uruguaylı tablolarını boyadı ve hayatının dörtte birini orada geçiren Cesar Vallejo Perulu bir ozan olmayı asla bırakmadı." İşte Eduardo Galeano'nun farklılığı ve bence üstünlüğü tam da burada: Herkesin kolaylıkla ifade edebileceği gerçeklerin ötesini işaret edebilmesinde.

Biz Hayır Diyoruz'da Galeano'nun Che, Zidane, Salgado, Evo Morales, Şili, Küba, Bolivya, ABD, ırkçılık gibi pek çok konuda denemeleri yer alıyor. Eduardo Galeano güncel konuları, edebiyatın gücünü kullanarak okura kendi bakış açısı ve değerlendirmeleriyle sunuyor. Okur televizyonlardan, gazetelerden ona aktarılan gelişmeleri, yeni bir pencereden görme olanağı ediniyor.

Latin Amerika'nın entelektüel dünyası

Galeano'nun Latin Amerika'nın tarihi ve bugünü üzerine pek çok yapıtı bulunuyor. Biz Hayır Diyoruz'da farklı olan bir şey var. Galeano bu kitapta yer alan denemelerinde Latin Amerika'nın entelektüel dünyasının da son derece derin bir eleştirisini yapıyor. Latin Amerika'da Edebiyat ve Kültür Üzerine On Yaygın Yanlış ya da Yalan başlıklı denemede Galeano, kapitalist-emperyalist sistemin devamını sağlayan kitle kültürü, televizyonlar ve popüler kültür üzerine analizler yaparken, yazarın işlevini de sorguluyor. Bir başka yazısında "kendini seçilmiş hisseden yazar"ın kibrini yerden yere vururken, bu tür yazarların, gerçeklik onların beklentisine uymayınca, 'seçilmişliklerinden' bir anda nasıl vazgeçtiklerini, halka sırtlarını nasıl döndüklerini cesaretle ifade ediyor. Galeano, 'işçiler için edebiyat' anlayışını tartışırken, Latin Amerika soluna yönelik de son derece çarpıcı bir eleştiride bulunuyor ve diyor ki: "Halkın seviyesine 'inmeyi' reddeden güzelliğin tekelcileri ve halkla iletişim kurmak için bu seviyeye 'inmeyi' amaçlayan iyi niyetliler arasındaki polemiğin sahte olduğuna inanıyorum. İki taraf da aynı fikirde: Tepeden hareket ediyorlar ve bilmeyenleri küçük görüyorlar."

Biz Hayır Diyoruz'da sanmayın ki Latin Amerika toplumunu, entelektüellerini, sanatçılarını, politikacılarını göreceksiniz yalnızca. Her bir satırında Türkiye'den de 'yüzler', durumlar çıkacak karşınıza.

İşte o satırlardan biri: "Sorumsuzluk ayrıcalığını talep eden yazarların ve sanatçıların sayısı çok fazla. Tarihten ve toplumsal mücadeleden ayrı tutulunca kültürel işlev metafizik bir şey olur. Kitaplar ve tablolar, kulağına cinlerin, şeytanların ve hayaletlerin üflediği seçilmiş olanın aracılığıyla meydana gelirler. Sanatçı bu yüzden dokunulmazlık beyanıyla doğar." Eduardo Galeano'nun kalemi devrimcidir. O gerçeği dönüştürmek için yazar. Bunu da her fırsatta ifade eder. Bu anlamda da bütün sorumluluğu yüklenmiştir. Paul Nizan'ın sözlerini aklında tutar hep: "Dünyaya karşı bir suçlama olmayan tek bir büyük eser yoktur".

 

Bülent Usta, “Çağın örtüsünü kaldıran denemeler”, Milliyet Kitap Eki, 9 Nisan 2008

 Hepimiz, içinde bulunduğumuz sosyal sınıfın, sahip olduğumuz cinsiyetin, aldığımız eğitimin, çocukluğumuzdan itibaren bize kültür aracılığıyla aşılanmaya çalışılan irili ufaklı önyargıların, tutkularımızın ve acılarımızın zihnimizi örttüğü bir pencereden bakarız hayata. O pencerenin ne kadar açık ya da kapalı olduğu, elbette kişilere göre farklılıklar gösterir.
Ama bazılarımızda, zihinlerinde olması gereken o örtünün yerinde yeller esiyordur nedense. Karşılaştıkları bir insan, okudukları bir kitap, duydukları bir melodi, o insanların zihninden o örtüyü çekip almıştır sanki. Ya da tam tersi, bilinçli bir çabayla çeşitli acılar ve zorluklar göğüslenerek açılmıştır tüm o pencereler. Belki de sanatın ve edebiyatın sahip olduğu sır budur: Ya sahip olduğumuz örtüyü çekip alır ya da daha süslü ve sağlam bir örtüyle kaplar zihnimizi.
Bülent Kale’nin çevirip hazırladığı Uruguaylı gazeteci-yazar Eduardo Galeano’nun denemelerinden oluşan Biz Hayır Diyoruz adlı seçki, dünyaya çıplak gözlerle bakan bir yazarın kaleminden, dünyaya çıplak gözlerle bakma fırsatı veriyor bize. Ama bu bakış, güzellikleri daha güzel, çirkinlikleri daha çirkin göstereceği için bazı riskleri de barındırıyor içinde.
Daha önce fark etmediğimiz, fark etsek bile umursamadığımız oyunlar, yalanlar, haksızlıklar, biz onlara açık bir zihinle bakınca, bir uğursuzluk gibi peşimize takılabilir örneğin. Bu uğursuzluktan kurtulmak için ya onunla hesaplaşmamız ya da yeni bir örtü edinmemiz gerekir kendimize.
Galeano, hesaplaşmayı seçmiş bir aydın ve yazar… Bunu yaptığı için de, cezaevi ve sürgün hayatıyla tanışmış, sevdiklerini kaybetmiş, kendi deyişiyle pek çok kere ölüp yeniden doğmak zorunda bırakılmıştır. Ama ne kadar ölse ve yeniden doğsa da, güzellikler karşısında hayrete düşme ve alçaklıklar karşısında öfkelenme yeteneği’ni koruyabilmeyi ve onu güldürmeyen hiçbir şeyi ciddiye almaması gerektiğini de unutmaz hiçbir zaman.
Galeano kitapta yer alan denemelerinde, hesaplaşmaya önce “Bir Otoportre İçin Notlar” başlığı altında kendisinden başlıyor. Ardından Irak savaşından Zidane’ın Dünya Kupası’nda attığı kafaya kadar pek çok siyasi ve sosyal meseleyle hesaplaşmasına tanık oluyoruz.
Ama bu hesaplaşmalar, kısa ve yoğun metinler aracılığıyla çoklu bir bakış içinde gerçekleşiyor. Bir Uruguaylı olarak, futbolcu olamadığı için yazar olduğunu söyleyen Galeano, adeta usta bir golcünün soğukkanlılığı ile cümlelerini sıralıyor, olaylara ve düşüncelere çalımlar atarak.
Gazeteciliği, edebiyatın şiir ve öykü gibi bir türü olarak gören, hatta türler arası bir üslupla sade ve sahici bir dil kullanarak yazılarını etkili kılan Galeano, herkesin ilgisini çekebilecek meseleler üzerinden insanlığın temel sorunlarını tartışıyor. Üstelik bunu, kitapta yer alan “Küba Ağrısı” adlı denemesinde olduğu gibi, hem ABD’nin hem de Küba’nın insan hakları ihlallerine aynı sertlikte karşı çıkarak, olabildiğince tarafsız ve yalın bir biçimde yapıyor.
Sebastiao Salgado’nun fotoğraflarından yola çıkarak yazdığı “Işık Çöplüğün Sırrıdır” adlı denemesinde olduğu gibi, Galeano deneme türünün sınırlarını alabildiğine genişleten, yarattığı imgesel zenginlikle toplumsal meseleleri yoğurduğu bu çarpıcı metinlerle, çağımızın bir ermişi olarak değerlendirilmeyi belki de en çok hak eden isimlerden birisi.
Laf kalabalığını sevmeyen, sessizlikten daha değerli olduğuna inanmadığı hiçbir sözü asla söylemeyen Galeano’ya kulak vermekte fayda var. Bir şeylere “Hayır” diyebilmenin erdemini yaşamak için…