Saturday, December 29, 2012

İki Diktatörlük Altında


Margarete Buber-Neumann, İki Diktatörlük Altında, Stalin ve Hitlerin Mahkûmu, Çeviren: Gün Zileli, İmge Yayınları, Kasım 2012

TÜYAP Kitap Fuarına yetişmesini beklediğim ama biraz gecikmeli olarak bize ulaşan Margarete Buber-Neumann’ın kitabı İmge Yayınlarından çıktı. Neumann’ın 1937-1945 arası anılarını içeren kitabını bir çırpıda okuyamadım.  Çok zorlandığım, kendimi zulüm altında hissettiğim, ara sıra umutlandığım anlar oldu. Ve kitabı bitirdiğimde duyumsadığım ise, ağzımın acı bir tatla kaplı olmasıydı.
Margarete Buber-Neumann, Alman Komünist Partisi (KDP) üyesi, inançlı ve çalışkan bir komünist. Sovyetler Birliği’ne sarsılmaz bir inançla bağlı bir devrimci. İkinci eşi olan Heinz Neumann KDP içinde ünlenmiş iyi bir teorisyen, 1920’lerde Stalin’le dost olmuş bir parti yöneticisi. Türkiye sol tarihinden de çok alışık olduğumuz iç çekişmelerden biri sonucu, Heinz Neumann yenik düşerek yetkilerini kaybetmiş, Nazilere karşı mücadelenin başarısızlığının faturası O’na kesilmiş ve “sapma” ile suçlanmış. Berlin, Moskova, Madrid, Paris arasında sürgün yaşamış, 1934’te İsviçre’de tutuklanıp sınırdışı edilmiş. Bundan sonra Margarete Buber ile 1935’te Moskova’ya sığınmışlar. Komintern Misafirhanesi Lux Otel’de sürekli takip altında ve telefonları dinlenerek yaşamak zorunda kalan Heinz Neumann öncelikli tehdit olarak görülen yabancı komünistlere yönelik “Büyük Temizlik” sürecinde, Nisan 1937’de tutuklanır, Merkezi Moskova Hapishanesi Lubyanka’ya konur. Kasım 1937’de hakkındaki suçlamaları dinleyen bu önde gelen Alman komünisti 15 dakika süren yargılamanın ardından kurşuna dizilerek öldürülür. (Margarete Buber, eşinin hayatta olmadığını 1961’de öğrenecek ama ne zaman ve nasıl öldüğünü hiçbir zaman öğrenemeyecektir.) O dönemin psikolojisini Margarete Buber’den dinleyelim: “O günlerde Moskova’da bir fıkra dolaşıyordu ağızdan ağza. ‘Teruel’i almışlar, duydun mu?’ İspanya İç Savaşı günleriydi. ‘Yapma be. Karısını da mı?’ ‘Yok, yok, Teruel bir kasaba.’ ‘Aman Tanrım! Demek artık kasabaları da tutukluyorlar?” (sf.38)
Margarete Buber ise Haziran 1938’de tutuklanıyor. KDP üyesi olmasının yanında, Heinz Neumann’ın eşi olması tutuklanması için yeterli gerekçeydi. Çünkü Sovyet yasaları, eş ve çocukları evin erkeğinin suçlarından sorumlu tutuyordu. (Aynı düşünceleri paylaşmasa eşinden boşanırdı, ayrılmadığına göre o da eşinin fikirlerine katılıyordu!) Önce Lubyanka ve sonra Butirka Hapishanesi’ne konur. Koğuşunda şöyle karşılanır: “’Almansın değil mi?’ diye fısıldadı. ‘Hemen anlaşılıyor. Burada sadece fısıltıyla konuşulduğunu hemen belirteyim. Koğuş yirmi beş kişiliktir. Seninle birlikte yüz on kişi olduk. Koğuş Kıdemlisine söyleyeyim. Belki senin için bir yer bulabilir.’ Koğuş Kıdemlisi Tasso Salpeter Gürcü bir kadındı. Beni hoş bir şekilde karşıladı. ‘Yer bulmak hayli zor’ dedi, ‘Daha iyi bir yer buluncaya kadar tuvalet kovasının yanına sıkışıverirsin.” (Sf. 59)
Aradan aylar geçtiği halde neden tutuklandığını bilmez ve bir gün sorguya çağırılır. Sorguda kendisine yöneltilen suçlama “Sovyet Devleti’ne karşı ajitasyon ve karşıdevrimci örgütlenme yapmak”tır. Suçlamaya başta gülüp geçen, sonra bunu kesin bir dille reddeden Buber, hakkındaki delili öğrenir: Alman Komünist Partisi içinde muhalefet yürütmek.
“’Bunu kesinlikle reddediyorum’ diye yanıtladım ve o anda büyük bir hata yaptım: ‘Ayrıca, nasıl oluyor da Alman Komünist Partisi içinde muhalefet yapmak, Sovyetler Birliğinin aleyhinde karşıdevrimci ajitasyon ve örgütlenme oluyor? Benim Volga Almanı sorgucum neredeyse çıldırdı. ‘Neee?’ diye yerinden hopladı. ‘Sen yalnızca karşıdevrimci değil, aynı zamanda Troçkistsin de.’” (sf. 77)
Tüm politik davalarda ve totaliter yönetimlerde görüldüğü üzere, kişinin peşinen suçlu ilan edilmesi ve suçsuzluğunu ispata davet edilmesiyle başlayan süreç; hukuki anlamda güvenliğin kalktığı, tüm muhalif düşüncelerin hain, darbeci, terörist ilan edilmesiyle bir ava dönüşür, kişinin hayatta kalması tesadüflere ve zamanlamaya bağlı hale gelir. Türkiye yakın tarihinde de Ergenekon, KCK, Odatv, Mısır Çarşısı gibi davalarda bunu rahatlıkla görmekteyiz. Aslında bu davaları açanlara kendi adıma teşekkür etmem lazım. Siyasal tarih, siyaset bilimi konularını artık çok daha rahat anlıyorum. Otokrasi, Despotizm, Faşizm, Totalitarizm gibi kavramların ne olduğunu kavramama çok yardımcı oldular.
Margarete Buber de böyle bir yargılama sonucu, “sosyal bakımdan tehlikeli unsur” suçundan “bir kampta 5 yıllık ıslah çalışması” cezasına çarptırılır. Cezasını Sibirya’da çekmek üzere trene doldurulurlar. Haftalarca sürecek yolculukta aldıkları yiyecek günde 750 gram kara ekmek, bir küçük çiroz, 3 bardak çaydan ibarettir. Ural Dağlarını aşıp Karaganda Kampına vardıklarında buranın Butirka Hapishanesinden çok daha kötü koşulları olduğunu fark eder ve hemen işe başlatılır. İlk işi traktörlerin günlük performanslarını istatistiki olarak saptamaktır. Margarete Buber hâlâ kurtulma umudu taşımakta ve yeniden yargılanmak için başvuru yapmak istemektedir. Çevresindekiler onu engellemeye çalışsa da itiraz dilekçesini yazar ve sonuç iki hafta içinde açıklanır: “Ceza Bloku’na götürülme.”
Aynı zamanda daha ağır işlere koşularak, çalışma kotaları sürekli arttırılarak Sovyetlerin iç kolonyal politikasının gereği olarak emekleri son zerresine kadar sömürülür. “Sosyal olarak güvenilmeyen ya da sosyal olarak güvenilmediği farzedilen unsurlara karşı güvenlik önlemleri almanın ötesinde GPU büyük bir köle tröstüydü. Nerede işçiye ihtiyaç varsa oraya mahkûmlarını gönderiyordu. Tutuklanan serbest sürgünler Merkezi Sibirya ve Karelya’daki ağaç kesimi işine, Ural’lardaki ağır endüstri tesislerine, Kazakistan steplerini tarıma açma işine, Kuzey Kutbunda bulunan Kolima’daki altın madenlerine, uzak doğu Sibirya’daki kasabaların inşasına ve bunun gibi yerlere gönderildiler.” (sf. 130)
Karaganda Kampından El Marje’ye, Birma’ya tekrar Karaganda’ya dönen Buber, kendisi ve diğer yabancı mahpuslara yönelik farklı bir uygulamanın başlamasına tam olarak anlam verememektedir. Aralarında tahliye edilecekleri yönünde umut taşıyanlar olduğu gibi, bu işlemlerin Stalin-Hitler anlaşmasının sonucu olabileceği görüşü de dillendiriliyor ve belirsizliğe sürükleniyorlardı. Karaganda Kampından ayrılma hazırlıklarından itibaren kendilerine yönelik muamelenin keskin bir şekilde değiştiği, yiyecek konusunda çok bonkör davranıldığı, GPU görevlilerinin yolculuk boyunca ne kadar nazik davrandıklarını görüyor ve buna anlam veremiyorlardı. Sonunda başladıkları yere Moskova’daki Butirka Hapishane’sine getirildiler. Burada kendilerine, inanılmaz bir şekilde, sigara ikram edilir, sıcak suyu olan bir banyoya girerler, temiz çamaşır alırlar, yastık ve çarşafı olan bir yatakta yatarlar. Hiç kimsenin kesin bir şey bilmediği, mideleri düzgün bir yemeğe alışmadığı için herkesin gastrit olmasıyla devam eden süreç 12 gün kadar sürer ve “Beş yıl ıslah çalışmasına mahkûm edilen Margarita Genrichovna Buber-Nejman’ın acilen Sovyetler Birliği topraklarından çıkartılmasına karar verilmiştir” ifadesi bulunan bir belge kendisine tebliğ edilerek trenle Polonya’ya doğru hareket ederler. “Her ne kadar Almanya’ya götürüldüğümüzü düşünsem de, her şeye rağmen Minsk’te ayrı bir yola gireceğimize dair zayıf bir umuda nasıl kuvvetle sarıldığımı şimdi fark ediyordum.” (sf. 180)
1940 Şubatında, Brest-Litovsk tren istasyonuna geldiklerinde, köprünün Polonya tarafından gelen SS komutanı ve GPU şefi birbirlerini dostça selamlarlar, Margarete Buber ve arkadaşları SS askerleri tarafından teslim alınır ve “Emekçilerin Anavatanı, Sosyalizmin Yıkılmaz Siperi, Ezilenlerin Cenneti” (s. 182) artık arkalarında kalmıştır. Stalin, Sovyetlerdeki anti-faşistleri bir “iyi niyet jesti” olarak Nazilere teslim etmiştir.
Artık Gestapo’nun eline düşen Margarete, önce Lublin’de bir hapishanede tutulur ve uzun sürecek sorgusu başlar. Berlin’de Alexanderplatz’da bulunan polis merkezindeki hücrede 4 ay kalan Margarete’e Komintern adına Almanya’ya gönderilmiş bir GPU ajanı olduğu defalarca kabul ettirilmeye çalışılır. En sonunda kuşkulu kişi olarak damgalanır ve hakkında şu hüküm verilir: “Margarete Buber’in geçmiş yaşamı göstermektedir ki, her ne sebeple olursa olsun serbest bırakıldığında illegal Komünist Partisi için faaliyetlerde bulunacaktır. Bu yüzden toplama kampına gönderilmesi gerekmektedir.” (sf. 198) Koğuşundan alınıp, toplama kampına gönderilmeyi bekleyenlerin arasına konduğunda yanında politikler, Yahudiler, Yehova Şahitleri (İncil talebeleri), Polonyalılarla, Yahudilerle ilişkiye girerek ırkı dejenere edenler, yatak politikleri denen fahişeler, adli suçlular vardır.
Ağustos 1941’de Ravensbrück Toplama Kampına doğru yola çıkan Buber, Karaganda günlerini aratmayacak bir belirsizliğe sürüklenir ve ilk olarak kendisini politik olarak sorgulayacak Komünist grupla karşılaşır: “’Tamam’ dedi sonunda Minna Rupp, o berbat Suabia şivesiyle. ‘Sen bir Troçkistsin, ne olduğun anlaşıldı.’ Bir kere daha Moskova’daymışım gibi hissettim kendimi, oradaki gibi karşıdevrimcilikle ve halk düşmanı olmakla damgalanmıştım. Daha kamp hayatına doğru dürüst girmeden dışlanmıştım.” (sf. 209)
Önce fahişelerin ve adli suçluların Baraka Kıdemlisi olarak görevlendirilir, elinden geldiğince mahkûmların rapor edilmesini önlemeye çalışır. Çünkü rapor edilmenin anlamı dövülme, açlık, kırbaç ve gaz odasıdır. Öldüresiye dayak yenen, yarı aç yaşanan, ayakta dikilirken donarak ölünen, sürekli tehdit, hakaret, aşağılama yaşanan bir ortamda kişiliği de değişmeye başlar. Dehşet verici olaylara gösterilen tepkilerin şiddeti azalır, süresi kısalır: “Aynı değişikliği kendimde de gözlemledim. Kampa yeni geldiğimde, kadınların yoklama sırasında bayıldığını ve özellikle bir Çingene kadının o kadar uzun süre ayakta duramadığı için defalarca kalp krizi geçirdiğini gördüğüm zaman şoke olmuş, korkuya kapılmıştım. 1944 yılında ise şu ya da bu nedenle revire gittiğimde, gaz odasından getirilip koridora yığılmış ölüleri kılım kıpırdamadan yolumun üzerinden çekebiliyordum.” (sf. 226)
Bir sonraki görevi Yehova Şahitleri’nin Blok Kıdemlisi olmak olan Buber, “Bir Nizam-İntizam Krallığı” olarak nitelendirdiği İncil Talebeleri’nin yanında son derece ilginç bir hayat sürmeye başlar. Hem Hitler’in Devletine hem de Katolik Kilisesi’ne karşı olan bu gruptaki insanlar, tüm savaşlara ve askeri hizmetlere karşı çıkarak hayatlarını büyük bir riske atmaktan çekinmezler. Kamptan çıkmaları için “Artık Yehova Şahidi değilim” yazılı bir belgeyi imzalamaları yeterli olan bu kız kardeşler, inançları için acı çekmeye razı, gönüllü mahkûmlar  olurlar.
Ekim 1940’ta bir arkadaşı Margarete’i Çek bir gazeteci ile tanıştırır: Milena Jesesnka.1930’da Çek Komünist Partisine giren ve daha önce Kafka’nın Sevgiliye Mektupları’dan tanıdığımız Milena, 1937’de Parti’den atılır ve 1939’da Gestapo tarafından Prag’da tutuklanır. Margarete, İncil Talebelerinin kıdemlisiyken, Milena da revirde mahkûmlara yardım etmeye çalışır ve sık sık görüşürler. Eğer bir gün özgür olurlarsa her iki diktatörlüğün toplama kampları hakkında kitap yazmaya karar verirler: “Biri sosyalizm adına, diğeri hâkim ırk adına kurulmuş bu iki diktatörlükteki yoklamaları, yürüyüş müfrezelerini, milyonlarca aşağılanan köleyi…” (sf.250) Ne yazık ki bu hayal, Milena için gerçek olamamıştır. Milena 17 Mayıs 1944’te ölür.
Endüstrileşme, kalkınma adına her türlü emeği hunharca kullanma amacı, Sovyetler gibi, Nazi toplama kamplarının da temel işlevidir. İnsanlar hem baskı ve zulümle kişiliksizleştirilirken, hem de günde en az 11-12 saat çalıştırılarak canları çıkana kadar Reich için üretime koşulurlar. SS üniforması dikmek için atölyelerde çalışanlar sürekli, kota ve rapor edilme baskısıyla tehdit edilir, bir an için işini bırakanlar SS amirinin ağır dayak ve işkencesine maruz kalır durumdadır. Bir süre Kampın Başamiri Bayan Langefeld’in ofisinde de çalışan Buber, bazı mahkûmları korumaya çalıştığı gerekçesiyle ceza hücresine yollanır ve sürekli krematoryumdan gelen yanık kokusunu teneffüs eder. Naziler geriledikçe kamptaki cinayetler de hızla artar. “1945 Şubatının ilk 14 günü 4000 kadın Ravensbrück’teki gaz odalarında yok edildi.” (sf. 310)
Savaşın ve kampın sonu yaklaştıkça, Komünist mahkûmlar arasında politik tartışmalar da başlar ama Margarete Buber’i düşündüren esas mesele, Nazilerden sonra kampa kimin geleceğidir. “Eğer Ruslar önce gelirse kaderimin ne olacağını biliyordum: Stalinistler beni derhal GPU’ya ihbar edeceklerdi.” (sf. 315) Bir grup mahkûmun tahliyesi esnasında tek başına kaçmak veya Polonyalıların arasına karışmak gibi seçenekleri düşünen Buber’i dışarıda başka bir hapishane beklemektedir. Bazen yaya, bazen atla, bazen bisikletle gittiği yolların Margarete Buber’i nereye çıkaracağını kitabı okuyanlar görecekler. Ve birçok tezat duyguyu aynı anda yaşayacaklar.
Margarete Buber Neumann bir kitap yazmamış, bir belgesel de çekmiş adeta. Sanırım bu kadar etkileyici az film vardır. Keşke bu yazılanlar bir kurmaca olsaydı, tüm bu kötülüklere katlanması daha kolay olurdu.
Margarete Buber’in etkileyici anlatımının bize ulaşmasında en büyük etken elbette çevirmen. Eugenia Ginzburg’un Anafora Doğru ve Anaforun İçinde, Abel Paz’ın Halk Silahlanınca, Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde çevirilerinde olduğu gibi ve her seferinde en içten, en samimi anlatımı bulma gayreti ile, Gün Zileli hem telif eserlerinde hem de çevirilerinde, sadeliğin büyüleyiciliği diye adlandırabileceğim bir dil kullanıyor. Bu dil, hem kitabın aslında bulunan atmosferin birebir yaşanmasını sağlıyor, hem de Türkçenin olanaklarının iyi kullanıldığı zaman çok da sınırlı olmadığını gösteriyor okura.
Margarete Buber’in 1947’de şekillendirdiği, 1948’de yayımlanan, 1960’taki eklemelerden sonra, Buber’in yaşamdan ayrılacağı 1989’a kadar değişikliğe uğramayan anıları, Gün Zileli gibi biri olmasa Türkçe’de hiç olmayabilirdi. Ne demişler: “Gören bizi sanır deli, Usludan yeğdir delimiz.”

Melih Dalbudak
26 Aralık 2012

Wednesday, December 19, 2012

Ahmet Cemal çevirisiyle bir başyapıt Broch "Vergilius'un Ölümü"

Yirminci Yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Avusturyalı Hermann Broch'un (1Kasım 1886 Viyana - 30 Mayıs 1951 New Haven/ABD) başeseri sayılan "Vergilius'un Ölümü"( Der Tod des Vergil) Almanca'dan dilimize pek çok eser kazandıran Ahmet Cemal'in Türkçe çevirisiyle İthaki Yayınları'ndan çıktı.

Editörü Ahmet Öz’ün kitabın arka kapağında gayet güzel betimlediği gibi; “Vergilius’un Ölümü”, şüphesiz Hermann Broch’un başyapıtıdır,ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, sadece Broch’un değil-evet!-aynı zamanda roman türünün ve batı sanatının da başyapıtıdır… Ve bir çeviri başyapıtıdır da.” 

Çıkar çıkmaz ikinci baskısı yapılan kitap, Ahmet Cemal’in bundan kırk yıl önce “Vergilius’un Ölümü” eserinin onun için neredeyse bir tür kader kılan düşüncelerini okurla paylaşmasıyla başlıyor. Ahmet Cemal; “Bu yazımın girişinde, “Vergilius’un Ölümü” çevirisinin hayatımda kırk yılı biraz aşkın bir süreyi kapladığını açıklamıştım. Bu dediğim, elbette kırk yıl boyunca hep bu çeviri üzerinde çalıştığım anlamına gelmiyor. Ayıca, aynı süre içerisinde yaptığım başka çevirileri de asla arka plana atıyor değilim.” ifadesiyle edebiyatla felsefenin birbiriyle iç içe geçtiği bu kitabın içindekilerle hayatında olup bitenlerin çeşitli bakımlardan özdeşleştiğini vurguluyor. Ahmet Cemal bilim insanı, çevirmen Azra Erhat’a ithaf ettiği bu çeviri için; “Hayatım boyunca hep benim için ‘tek mutlak özgürlük alanı’ diye nitelendirebileceğim bir çalışma oldu.”diyor.

Hermann Broch'un Stephen Hudson’un hatırasına ithaf ettiği bu başyapıtı, İ.Ö 70-19 yılları arasında yaşamış olan Publius Vergilius Maro,  Roma İmparatorluğu’nda Augustus döneminin en ünlü şairi ve  yaşadığı döneme duyduğu ilgiden doğmuştur. Çevirmenin önsözünde Broch romanın konusunu şöyle anlatır; “Kitap ağır hasta olan Vergilius’un Brundisium limanına varışından ertesi günü öğleden sonra Augustus’un sarayındaki ölümüne kadar geçen on sekiz saati anlatır. Üçüncü kişi anlatımına rağmen gerçekte romanın tamamı şair Vergilius’un iç monoloğundan oluşur. Bu nedenle kitap, her şeyden önce şairin kendi hayatıyla, bu hayatın ahlak açısından doğruluğuyla ve yanlışlığıyla, bu hayatın adanmış olduğu şiir sanatının yerindeliğiyle ve boşunalığıyla giriştiği bir hesaplaşmayı dile getirir.”

Vergilius’tan Broch’a onlardan Ahmet Cemal’e uzanan bu iç hesaplaşma okurun ve edebiyatçının peşini bırakmayacaktır, bırakmamalıdır…


Kitaptan alıntı:
Oysa aslında neşeli olmak için pek neden yoktu; bu sokak ağzının böyle bir neşenin kaynağı olabileceği ise hiç söylenemezdi. Karanlıkta uzanan, yassı basamaklı, merdivenli yol türlü gölgelerle, özellikle de bir sürü çocukla doluydu; çocuklar, saatin ilerlemiş olmasına rağmen, merdivenlerde yalnızca gölgelerden oluşma, iki ayaklı yaratıklar gibi, aşağı yukarı koşuşturup duruyorlardı; yakından bakıldığında, bunlara dört ayaklı canlıların da eklendiği görülebiliyordu, çünkü duvarlar boyunca her yere, kiminin ipi kısa, kiminin uzun olmak üzere, keçiler bağlanmıştı; camsız, çoğunlukla da kepenksiz pencereler, dar sokağa kapkara bakmaktaydı; bodrum katlarında, karanlık mağara ağızlarını andıran, kubbeli satış yerlerinin görünüşü de kapkaraydı; yapılan türlü uzun pazarlıkların sesi buralardan dışarıya taşmaktaydı; bunlar, yoksulluktan kaynaklanma, bir gün sonrasının ihtiyaçları için bile değil, ama yalnızca birkaç saatlik ihtiyaçlar için yapılan pazarlıklardı; onların hemen yanında, gölgeler tarafından yine gölgeler için yapılan zanaat çalışmaları, kendine özgü takırtılarıyla ve acınası küçüklükte boyutlarda olmak üzere, seyrini sürdürmekteydi; göründüğü kadarıyla bu çalışmalar için hiç ışığa ihtiyaç duyulmuyordu; çünkü arada sırada, bir yağ kandilinin ya da mum parçasının parıltısının kendini göstermeye cesaret ettiği yerde bile insanlar, gölgelerin arkasına gizlenmiş olarak kalıyorlardı: burada ortaya çıkan şey, akışını düşünülebilecek en derin sefalet uçurumunda ve hiçbir dış olaydan etkilenmeksizin sürdüren bir günlük hayattı ve bu hayat, sanki İmparator için düzenlenen şenlikler bu sokaktan millerce uzaktaymışçasına, sanki bu sokağın sakinleri, şehrin başka kesimlerinde neler olup bittiğini bilmiyorlarmışçasına, zamanın dışında kalmış bir günlük hayattı; bu nedenle ortaya çıkan tahtırevan olayı, canlılık yaratıcı bir olay değil, ama herhalde en nahoş, daha doğru deyişle en düşmanca biçimde rahatsız edilme anlamına geliyordu. Her şey, sanki bir cüceler ülkesindeymiş gibi, yani çocuklarla başlamıştı, hatta keçilerle başladığı da söylenebilirdi, çünkü hem çocuklar hem de keçiler taşıyıcıların bacaklarının arasına giriyorlar ve üstelik kaçmıyorlardı da; meleyen dört ayaklılar, bağrışan iki ayaklılar gölgeli köşelerden fırlıyor, sonra yine saklanmak için oralara kaçışıyorlardı; her şey, genç rehberin elinden meşalesini, onun çılgınca savunması karşısında elbette sonuçsuz kalan kapma çabalarıyla başlamıştı, fakat aslında en kötü olan, bu değildi, çünkü ağır bir tempoyla da olsa, yollarına devam edebiliyorlardı – sefalet kokan sokağa basamak basamak iniyorlardı –, hayır, bu rahatsız edişler değildi en kötüsü, fakat kadınlardı; pencerelerden sarkmış, göğüsleri pencere pervazlarında ezilen, birer yılanı andıran çıplak kollarının ucundaki ellerini yine yılan gibi kıvırıp duran kadınlar; ve her ne kadar alayı gördükleri ânda gevezeliklerinin içine boşalttıkları, sadece başıboş bir yaygaraya karışmış küfür kelimeleri olsa da, bu aynı zamanda yaygaracı bir çıldırmışlıktı ve her çıldırmışlık kadar büyüktü; küfür olduğu için yoğunlaşıp yakınmaya dönüşmüş, yoğunlaşıp hakikatin ta kendisi olmuş bir çıldırmışlık. Ve işte şimdi burada, teker teker her binanın bir ağız gibi açılmış kapısından dışkı kokularının fışkırdığı yerde Vergilius, havaya kaldırılmış tahtırevanda taşındığı ve bu yüzden de yoksulluk kokan odaların içine bakabildiği, bakmak zorunda kaldığı, harap konutlardan oluşma bir kanaldan geçerken, kadınların öfkeyle ve anlamsızca suratına fırlattıkları lanetlere hedef olurken, hiçbir yerde eksik olmayan, paçavralar üstüne yatırılmış hastalıklı bebeklerin acınası ağlamalarına hedef olurken, çatlak duvarlara tutturulmuş, çamdan yapılma meşalelerin dumanlarına, ocaklardan ve o ocaklara ait demir tavalardan yükselen ağırlaşmış yağ kokularının buharına hedef olurken, her yerde, kapkara deliklerden farksız inlerde çömelmiş, neredeyse çıplak yaşlıların dehşetengiz görüntülerine hedef olurken, evet, işte tam da burada Vergilius, bir çaresizlik duygusunun kurbanı olmaya da başlamıştı, ve yine tam burada, haşarat dolu mağaraların arasında, düşünülebilecek en uç noktadaki bakımsızlığın ve en sefil çürümüşlüğün karşısında, en dipsiz uçurumlardaki yeryüzü mahpusluğunun karşısında, habis sancılarla gelen doğumun ve habis bir gebermeye dönüşen ölümün gerçekleştiği, hayatın giriş ve çıkışlarının en yakın akrabalıkta birleştiği, zaman ötesi kötülüğün gölgelerle kaplı rüyalar âleminde birinin öteki kadar karanlık bir sezgi niteliğini taşıdığı, birinin öteki kadar herhangi bir isimden yoksun olduğu yerde, burada, bu en isimsiz gecenin ve ahlaksızlığın âleminde Vergilius, ilk defa yüzünü örtmek zorunda kaldı, Sefalet Sokağı’nın merdivenlerinde basamak basamak taşınırken, gönüllü bir körlüğe geçebilmek için, ve kadınların en yakası açılmadık küfürlerden farksız kahkahaları arasında, yüzünü örtmek zorunda kaldı –
–: “Seni tahtırevanlı serseri seni!”, “Bizden daha üstün sanıyor kendini!”, “Tahta tünemiş altın torbası!”, “Paran olmasaydı da koşmak zorunda kalsaydın, o zaman görürdüm seni!”, “Bu tahtırevanla çalışmaya gidiyordur herhalde!”, diye haykırıyorlardı kadınlar –
–: anlamsızdı üzerine yağan küfür sağanağı, anlamsızdı, anlamsızdı, anlamsızdı, ama yine de haklıydı, yine de uyarıydı, yine de hakikatti, hakikat noktasında yoğunlaşmış çıldırmaydı, ve her aşağılama, Vergilius’un ruhundaki büyüklenmenin bir parçasını daha koparıp almaktaydı, ta ki ruhu çıplak kalana kadar; bebekler kadar çıplak, paçavraların üstündeki yaşlılar kadar çıplak, karanlık karşısında çıplak, suçluluk karşısında çıplak, hatıraları kaybetmişlik karşısında çıplak; içinde artık hiçbir şeyin ayırt edilemediği bir çıplaklık tufanı…

Friday, December 14, 2012

Yabancı



Tutukluluğumun başlarında bana ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum. Ancak bu birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım. Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyordum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.

(...) Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?.. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır. (Vedat Günyol’un önsözde yer verdiği Camus’dan bir alıntı.)
(...) “Evet,” diye karşılık verdim. “Ama, doğrusunu isterseniz, bence bir,” diye ekledim. O zaman, “Hayatınızda bir değişiklik hoşunuza gitmez mi?” diye sordu. “İnsan hayatını hiç değiştiremez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır. Buradaki hayatımı hiç beğenmiyorda değilim,” diye karşılık verdim.
Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. “Bence bir ama istersen evleniriz,” dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka zaman da söylediğim gibi, “Bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur.” diye karşılık verdim. (...)
(...)Gözlerimizi kıpırdatmadan birbirimize bakıyorduk. Burada her şey, denizle kum ve güneşin, kamışla suyun çifte sessizliği arasında duraklıyordu. O anda içimden, insan ateş eder de edemez de, bence ikisi de bir diye geçirdim.
Yanımdan dargın bir halle ayrıldı. Onu alıkoymak, gözüne girmek – beni daha iyi savunsun diye değil, yalnızca gözüne girmek – istediğimi anlatmak isterdim. Hem onu güç duruma soktuğumu da görüyordum: Beni anlamıyor, biraz da içerliyordu bana. Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama, bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.

(...) Sonra, bana dikkatli dikkatli, biraz da üzgün bir tavırla baktı baktı da: “Böyle katı yürekli insan görmedim ömrümde! Karşıma çıkan suçlular, bu “acı simgesi” nin önünde daima gözyaşı dökmüşlerdi,” diye mırıladandı. Neredeyse, onlar katil de ondan diye karşılık verecektim. Ama düşündüm ki, ben de onlar gibiydim. Bu, kendimi bir türlü alıştıramadığım bir düşünceydi. O zaman yargıç, sorgunun bittiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı. Hep o aynı yorgun tavırla, yalnızca, yaptığım işten pişman olup olmadığımı sordu. Düşündüm, gerek anlamda pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı duyduğumu söyledim. Dediklerimi anlamıyormuş gibiydi. Ama işler o günlük, bu kadarla kaldı.
Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyorum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.
(...) Bana kadınlardan söz açan o oldu önce. “Ötekilerin sızlandıkları ilk şey budur,” dedi. “Ben de onların durumundayım, bu işlemi haksızca buluyorum,” dedim. “Ama, dedi, zaten sizi de bunun için hapse tıkıyorlar ya!” “Nasıl? Bunun için mi?” “Elbette, özgürlük dediğin budur işte! Özgürlükten yoksun bırakıyorlar.” Bense bunu hiç düşünmemiştim. Ona hak verdim, “Doğru, yoksa ceza nerde kalırdı!” Dedim. (...)
(...) Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyorum.
(...) Bugünlerin yaşanması uzun sürüyordu, kuşkusuz, ama öylesine gevşemişlerdi ki sonunda birbirinin içine taşıyor ve orada adlarını yitiriyorlardı. Benim için anlamlı olan yalnız dün ve yarın sözcükleriydi.
(...) Jandarmalar, “Mahkeme kurulunu bekleyeceğiz,” dediler. Biri bana sigara sundu, ama almadım. Az sonra, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. “Hayır,” diye karşılık verdim. “Bir bakıma seyretmek ilgimi bile çekiyor. Şimdiye kadar dava dinlemek fırsatı düşmemişti hiç,” diye ekledim. İkinci Jandarma, “Evet, ama bir süre sonunda usanç getirir,” dedi.
(...) Düşüncelerime gömülü olmama karşın, bazı bazı lafa karışacak oluyordum. O zaman avukatım, “Susun! Davanız için bu daha iyi!” diyordu. Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu.
(...) Anacığım sık sık, “İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olamaz,” der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklerle boyanıp da, yeni bir gün ışığı hücreme sızı verince ona hak veriyordum.

O zaman, bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan daha çok emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka birşeyim yoktu benim, Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.
(...) Ne zamandır ilk kez olarak, anacığımı düşündüm. Hayatının sonlarında niçin bir “Nişanlı” edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti, anlar gibi oluyordum. Orada, orada da birtakım ömürlerin sona erdiği bu İhtiyarlar Yurdunun çevresinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. Anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Kimsenin, kimseciklerin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu. Ben de herşeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır hissettim. Sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. Hatta hâlâ da mutluydum.
Albert Camus

Tuesday, December 11, 2012

Mutluluk her zaman eksik bir şeyler meselesidir





Marek van der Jagt




"Arnon Grunberg’in, Amerikan romanlarına çok yakın bir tarzı var. Türkçeye İngilizceden aktarılmasının da bu hissi güçlendirdiğini düşünebiliriz."


Birazdan okuyacağınız paragraflardaki hayat felsefesinin kafanıza yatması durumunda, bilmenizde fayda olduğunu düşündüğüm bir durum var. Bu düşünceler; onbeş yaşında, anne-sorunlu, cüce penisli, zaman zaman kıçının üstünde yürüyen, vücuduyla yaşlı kadınları rahatlatan, sürrealizm hayranı, şair olamamış vasat bir felsefe öğrencisine ait. Adı Marek Van Der Jagt. Kelliğimin Hikâyesi adlı kitabın yazarı ve başkahramanı.
 

Hayatı kim icat ettiyse, kusurlu bir iş yapmış. Yanlışlıkla gidilen bir adres gibi, bir aidiyet bile içermiyor. Sanki evler insanı kovalayabilirmiş gibi, yanlış adresten koşarak çıkılır. Ama hayatı bir tesadüfe indirgemek, fazla tesadüfi. Özellikle, artık güncelliğini yitirmiş bir gayret olsa da, hayatın anlamını arayanlar için. Kimdir bunlar? Filozoflar, edebiyatçılar, şairler, rüya yorumcuları mı? Sigortacılar değil elbet. Sedef kabzalı tabancayla avizeye ateş eden kadınlar mı? Sanatçıları himayelerine alacak kadar zenginlerse, evet. Hayat bir bavulun içinden çıkabilir mi? Birkaç isitisna dışında, bavullarda giysiler olur. Kuşkusuz hayatın anlamını bulmak ile, bulduğunu anlatmak, hele hele bu konuda bir kitap yazmak farklı şeyler. Yorum özneldir, bize daha çok yorumcuyu anlatır ki burada kitabın kahramanı ve yazarının aynı kişi olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Misal, hüsrana uğramışların yorumu sinik olacaktır. Saflıklarını bir erdem gibi görenlerle, sabırlı olmayı ümit edenler, hayatın küçüklüğünü alçakgönüllülükle kabul edecektir. Kendi yokluğuyla yaşamayı öğrenebilir insan. Mutluluk her zaman eksik bir şeyler meselesidir. Ama bu bayatlamış bir haber. Mutluluk şimdi ile uyumsuzdur. Hep iki hafa sonra mutlu olacağına inanarak yaşanabilir.

 
Hayat kendi başına bir beceridir ve bu beceriye bazıları sahiptir, bazıları değil. Hayat bir iş ise, istifa etme hakkı da olmalı. İnsanların kullanılmaya ihtiyaçları vardır, aksi takdirde boşa yaşamış olurlar. Yaşadığını hissetmek isteyen biri için birazcık tedirginlik duygusu gerek. Ergenken insan yenidir ve yeniliği hiç sona ermeyecekmiş gibi görünür. Büyüyünce hayattan vazgeçiliyor zaten. Dikkat etmezse ergen, yeni olarak ölür. Ölüler, tıpkı şapkalar gibi, doğaları gereği sessizdir. Sessizlik, iletişimin en üst düzey biçimidir ve sessizliğin anlaşılacak bir şeyi yoktur. Az konuşan ergenler, olduklarından büyük gösterir. Ama gizli cüce de olabilirler. Özellikle penisleri parmak kadarsa.

Herkesin, gösteriş yapmak için kullandığı vücudunun belli bir bölümü vardır. Görünmez olmak için bir kişi ne kadar önüne eğilebilir ki. Yalnızca görüntü ile ilgili bir yenilgiyi nasıl tanımlarsiniz? Başkasının bakışı, sizin yenilginizdir. Başarısızlığın pek çok şekli vardır, ama sizi dünyaya getiren kişinin gözünde başarısız olmak çok acı.
 
Bazı insanların çarpıtılmamış gerçekliklere tahammülü yoktur. Teoriler sadece eski yaraları iyileştirmeye yarar.Takıntı dünyayı ve gerçekliği idare eder. Önemsiz bir ayrıntı zihni ele geçirir ve dünyanın yerini alana dek zihni doldurur. Unutmak, hayata sıkıntıya düşmeden devam edebilmenin önkoşulu. Birçok şeyi değiştirebilirsiniz, ama kendinizi kendi anılarınızdan nasıl çıkarabilirsiniz?

Fazla iyi bir bellek, yoldan çıkmış bir hatırlama süreci, kendi eksiklikleriniz hakkında tüm bildiklerinizdir hayat. Hayatınızla ilgili bir kitap sadece böyle yazılır. Hayatınızın kitabının büyük bir eser olduğuna inanarak yaşamanın daha iyi olduğunu varsayalım. Eğer, hayat inkâr edilebilir bir şey ise yazmak kesinlikle bir inkârdır. Hayatın en sinsi ve kurnaz inkârıdır. Özgünlük, yeni bir ambalaj içindeki tahmin edilebilirliktir. Size ait bir yalan, dünyanın geri kalanı için gerçeğe böyle dönüşür.
 

 Yalan, kurmaca ve daha ötesi
 
Buradaki ‘yalan’ Hollandalı çağdaş yazar Arnon Grunberg’e ait.  Türkçede Tirza ve İliğine Kadar kitaplarıyla tanıyoruz onu. Grunberg, kendine hayali bir edebi rakip yaratır. Marek Van Der Jagt adında bir Viyanalı filozof. Marek Van Der Jagt, sözde kendi anılarına dayanarak yazdığı cinsel uyanış ve büyüme sancılarına dair romanı Kelliğimin Hikâyesi ile onun gerçek bir yazar olduğuna inanan edebiyat çevrelerinde büyük bir ilgi ile karşılanır. Grunberg ‘yalanını’, Van Der Jagt ile edebi makaleler üzerinden atışarak sürdürür. Ancak bu yeni yazarı henüz gören olmamıştır. Hollanda Kitap Haftası Edebiyat Balosu’nda konuşma yapması istense de, ortalarda görünmez. Dedikodular başlar. Marek Van Der Jagt, Anton Watcher İlk Roman ödülünü kazandığında, aynı ödülü kendi adıyla yazdığı Mavi Pazartesiler romanıyla daha önce kazanmış olan Arnon Grunberg’in foyası meydana çıkar. Arnon ve Marek aynı kişidir. Aynı yazar, ilk roman ödülünü iki kez kazanarak bir edebi skandala yol açmıştır. Dahice bir post modern üst kurmaca numarası olarak alkışlanmalıydı belki de. Bütün kurmaca edebiyat, yalan değil ise, hiçbir şeydir.
 
Arnon Grunberg’in, Amerikan romanlarına çok yakın bir tarzı var. Türkçeye İngilizceden aktarılmasının da bu hissi güçlendirdiğini düşünebiliriz. Marek’in büyüme sancıları içindeki gülünç saflığı, vasat öfkesi, grotesk ama beceriksiz cinselliği, kendine acırken kendiyle dalga geçen farkındalığı onu son derece sahici kılıyor. Marek bu haliyle, J.D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının hırçın ama iyimser kahramanı Holden, ve Philip Roth’un Portnoy’un Feryadı romanının iflah olmaz kahramanı Alexander Portnoy’u anımsatıyor.  Marek, David Foster Wallace’ın ‘iğrenç adamlar’ dediklerinden aynı zamanda. Arnon Grunberg, Marek’in monologlarında, Salinger ve Roth’un kalemşörlüğüne eş değer bir performans sergiliyor.

 Grunberg, sahiplendiği iki meseleyi, amour fou (deli aşk) kavramıyla birbirine bağlamada çok başarılı: Psikanaliz, elit burjuva yaklaşımlı sürrealizm ile buluşuyor. Amour fou, hem sanatsal egoist bir varoluş tavrı olarak tenselliği ve arzuyu betimliyor, hem de anne oğul arasındaki iğdiş kompleksi tehdidindeki sevgi ilişkisini. Kimse masum değil, nesneleştirilmiş kurbanlar bile. Marek’in amour fou hedefine orta yaşlı kadınları koyması ise anneden defalarca alınan can ve intikam. Yozlaşmış, iştahı bastırılamayan bir duygu girdabı bu. Böylesi bir hayat, var olmak için hiçbir nedene ihtiyacı olmadığından, asla yardım edilemeyecek bir çeşit keder. Bu nedenle okurken güldürüyor.

Sunday, December 9, 2012

Kış Bahçesi

Ateşböceği Yolu kitabının yazarından, bir anne ile kızları arasındaki karmaşık bağlara ve geçmiş ile gelecek arasındaki yıkılmaz bağa dair sürükleyici, yürek sızlatacak kadar etkileyici ve güzel bir roman. Bazen annenin geçmişine bir kapı araladığında, kendi geleceğini bulursun! Meredith ve Nina Whitson birbirine taban tabana zıt karakterlerdeki kız kardeşlerdir. Biri evde kalıp çocuklarına bakmış ve aile işinin başına geçmiş, diğeriyse hayallerinin peşinden gidip dünyayı gezmiş ve ünlü bir foto muhabir olmuştur. Ancak sevgili babaları hastalandığında bu birbirine yabancı iki kadın, kendilerini yine bir arada, şimdi bile kızlarına herhangi bir avuntu vermeyen, aşırı mesafeli anneleri Anyanın yanında bulacaktır. Anneleriyle aralarındaki tek bağ, onun, çocukluklarında bazı geceler kızlara anlattığı bir Rus masalıdır. Ölüm döşeğindeki babalarınınsa, hayatındaki kadınlardan son bir arzusu vardır. Anya kızlarına bir masal anlatacaktır; yıllar önce başladığı ama hiç bitirmediği o masalı. Hem de bu kez sonuna kadar. Bu masal daha önce duydukları hiçbir şeye benzememektedir; altmış yıldan uzun bir zamanı kapsayan, savaş mağduru Leningradda başlayıp günümüz Alaskasına kadar uzanan, sürükleyici, gizemli bir aşk hikâyesi. Ninanın gerçeği açığa çıkarma konusundaki saplantısı, onları annelerinin geçmişlerinde, ailelerini tümüyle sarsacak ve tamamen değiştirecek bir sır öğrenecekleri, beklenmedik bir yolculuğa sürükler. İlk sayfasından son sayfasına kadar büyüleyen Kış Bahçesi, hem epik bir aşk hikâyesi hem de yaşamları kesişen kadınların detaylı bir portresi olması bakımından nadir bulunur bir eser. İlham verici şiirsel yazımıyla, son sayfa okunduktan uzun süre sonra bile okuyucunun aklından çıkmayacak. Okuyucular, anne ve kızlar yakınlaştıkça hem gülmekten hem de ağlamaktan kendilerini alamayacaklar.
Kristin Hannah

Thursday, November 29, 2012

Bir İtalyan Anarşisti Maletesta/ Hayatı ve Düşünceleri

Errico Malatesta, ünlü bir düşünce ve eylem adamıdır. 1872’de henüz 19 yaşındayken Bakunin ile tanıştı ve silah arkadaşı oldu. Eylemle propaganda kuşağının bu önde gelen temsilcisi, Bologna Ayaklanması’nda jandarmayla çatışan bir asi, fabrika işgallerinde bir militan, köylerde tapu ve vergi belgelerini yakarak “anarşist düzeni” ilan eden küçük bir “isyan ordusu neferi” dir. Gün olur bir sürgün adasından Malta’ya kaçarken fırtınaya tutulan küçük bir teknede dalgalarla boğuşur. Gün olur yenilgiyle sonuçlanan bir ayaklanma sonrasında Amerika’ya doğru denize açılan bir gemide, dikiş makinesi sandığına kilitlenmiş kaçak bir yolcudur. Avrupa ve Amerika’da uğramadığı, toplantı, konferans ve miting yapmadığı ülke hemen hemen yok gibidir. Mısır, Suriye ve İstanbul’daki göçmen İtalyanları örgütlemeye çalışır. Yunanistan’da maden işçjileri arasında, etkileri uzun süre devam eden propaganda çalışması yapar. Malateste, yalnızca İtalya anarşist hareketinin değil, tıpkı Bakunin gibi, uluslararası anarşist hareketin renkli bir siması, ateşli bir militanıdır. Eylem adamı olduğu kadar düşünce adamıdır da. Çeşitli ülkelerde, –bir kısmı hâlâ yayınlanmakta olan– sayısız dergi ve gazete çıkarmış, editörlü-ğünü yapmıştır. 1919-1932 yılları arasında yazdığı yazılar ölümünden sonra derlenerek 3 cilt halinde basılmıştır.
Elinizdeki kitap, Malatesta’nın yaşamıyla birlikte, anarşist devrim, bilim, şiddet, araç ve amaç, suç ve ceza, çoğunluk ve azınlık, toprak, para ve bankalar gibi birçok temel konudaki düşüncelerini biraraya getiriyor. Bu usta aji-tatör, en karmaşık felsefi konularda bile, düşüncesini son derece berrak ve etkileyici bir dille ortaya koyuyor.

İçindekiler:

Birinci Kısım
Anarşizm ve Anarşi                                                                                   
  1. Anarşist Düşünce Ekolleri
  2. Anarşist Komünizm
  3. Anarşizm ve Bilim
  4. Anarşizm ve Özgürlük                                                                                             
  5. Anarşizm ve Şiddet                                                                         
  6. Suikastler    
  7. Amaçlar ve Araçlar                                                                                               
  8. Çoğunluk ve Azınlık                                                                                                
  9. Karşılıklı Yardımlaşma                                                                                             
  10. Reformizm
  11. Örgütlenme                                                                                                       
  12. Üretim ve Dağıtım                                                                               
  13. Toprak                                                                                      
  14. Para ve Bankalar
  15. Mülkiyet
  16. Suç ve Ceza
  17. Anarşistler ve İşçi Sınıfı Hareketleri
  18. Fabrika  İşgalleri
  19. İşçiler ve Entelektüeller
  20. Anarşizm, Sosyalizm ve Komünizm                                                                             
  21. Anarşistler ve Politik Birlikte Yaşamanın Sınırları
  22. Anarşist Devrim
  23. İsyan
  24. Kamulaştırma
  25. Devrimin Müdafaası          
  26. Anarşist Propaganda
  27. Anarşist Bir Program
    • Amaçlar ve Hedefler
    • Yöntemler ve Araçlar
    • Ekonomik Mücadele
    • Politik Mücadele
İkinci Kısım
Biyografi Notları (Vernon Richards)
    
Ekler
  1. Anarşistler İlkelerini Unuttular (Errico Malatesta, 1914)
  2. Hükümet Yanlısı Anarşistler (Errico Malatesta, 1916)
  3. Peter Kropotkin – Eski Bir Arkadaşın Anıları ve Eleştirisi (Errico Malatesta, 1931)

Friday, November 23, 2012

İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş




“İnsan komşusunu bir yere kapatarak kendi aklının sağlıklı olduğunu kanıtlayamaz” Dostoyevski (alıntı, M. Foucault)


İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş / Serol Teber

Kuşkusuz hiç kimsenin şu ya da bu biçimde, dışarıya yan­sımamış, eylem niteliğine dönüşmemiş politik tutumlarını önce­den bilmek pek kolay değildir. Ancak, çeşitli gözlem ve ampirik araştırma yöntemleriyle, bir insanın günlük yaşam sürecinde gösterdiği önyargı, ethno-sentrik öz, dogmatizm, tutuculuk vb. gibi politik nitelikli tutumlarından-davranışlarından kimi çıkar­samalar yapmak olasıdır.
Politik- psikoloji araştırmalarının en çok üzerinde durduğu noktalardan biri önyargılı tutumlardır.
Önyargı, toplumsallaştırma dönemlerinin en erken çocuk­luk evresinden itibaren biçimlenmeye başlar. Topluma egemen olan ideolojilerin -aile içine- kadın erkek ilişkilerine yansıması sonucu, çocuğun yaşamını daha ilk günlerinden başlayarak, ön­yargılı gelişmesinin ilk motivasyonlarını oluşturmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan ve çok bilinen bir araştırmada, 3-7 yaşlan arasındaki kara ve beyaz derili çocuklar, kendilerine gösterilen bebek ve resimlerin, ilk kez beyaz renkli olanlarına karşı belirli bir genel eğilim göstermelerine karşın, biraz daha ileri yaşlardaki kara derili çocukların, ABD toplumu­nun önyargıları uzantısında ve bunlara bir tür tepki olarak, gide­rek kendi deri renklerine benzer renkli bebekleri tercih etmeye eğilim gösterdikleri tesbit edilmiştir.
Çocukların aile ve ilk eğitim dönemlerinde başlayan ön yargılı düşünceleri ileri dönemlerin politik toplumsallaştırılması ile daha açık bir biçimde anti-demokratik nitelikler almakta ve giderek, politik tutumlar, "bizden olanlar" ya da "bizden olma­yanlar" diye, bütünsel onaylama ya da gene bütünsel inkarlara varan boyutlara uzanmaktadır.
Önyargılı düşünmek hiç kuşkusuz, kültür düzeyi düşük ve yeterli düşünme alışkanlığı geliştirmemişler için oldukça "tu­tumlu" (ekonomik) bir düşünme biçimidir. Çok az düşünerek yaşamlarını sürdürmeye özen gösterenler, önyargılı düşünmeyi ve önyargılı yaşamayı özellikle severler. Ayrıca, önyargılı dü­şünmek stereötipik bir düşünme biçimidir de... Bu yöntem, dü­şünmede kolaylık ve hatta rahatlık sağlar; insan günlük yaşamı yargılarken kendince kılı kırk yarmaz, doğruyu-yanlıştan ayır­mada zorlanmaz. Ancak, böyle ekonomize edilmiş ve stere­ötipik konuma getirilmiş düşünceler, kendi içlerinde bir tür ka­palı devreler oluştururlar ve ortaya çıkan olası bir toplumsal kriz, güvensizlik, güvencesizlik ortamında, kimi önyargılı ve dengesiz davranışlarda bulunabilirler.
Örneğin, önyargılı düşünce (bakış tarzı), hızla ayrımcı tu­tumlara, saldırganlığa dönüşebilir. Ancak, hep bilindiği gibi, ön­yargı ile ayrımcı ilişkiler değişik biçimlerde ortaya çıkabilir. Ör­neğin, kimi kez bir devletin, başka bir devletle ilişkilerinin bo­zulmasından sonra, her iki devletin yurttaşlarının da birbirlerine karşı çok kez önyargısız fakat ayrımcı ve hatta düşmanca tutum­lar alabildikleri ya da bunun tam tersi durumlarda ve özellikle üçüncü dünya ülkelerinde görüldüğü gibi, yerli halkın büyük bir bölümünün, birinci dünyalı turistlere karşı ayrımcı olmayan, an­cak önyargılı davranışlar gösterdikleri tesbit edilebilir.
Fakat, en çok görülen klasik biçimde, önyargı ile ayrımcılık birlikte ortaya çıkarlar; ve gene birlikte ethno-sentrik ka­rakter (ve düşünce biçimini) oluştururlar. Burada, biraz abart­malı bir tanımlamayla, dünyayı içinde yaşanan toplumsal grup (ulus) ile bu toplumsal grubun (ulusun) dışında kalanlar diye iki­ye bölerek düşünmek söz konusudur. Ethno-sentrik kişinin için­de bulunduğu toplumsal grup, (ulus) iyi, ötesi kötüdür, içinde bulunulan toplumsal grubun, normlarına, değer ölçülerine sada­katle uyulmalı, itaat edilmelidir. Bunlara karşı tavır alanlara, ön­yargılı, yurtseverce, nasyonalist ve hatta faşist ve ırkçı tutumlar alınabilir...
Genel olarak tüm otoriteryan kişilikler aşın bir ethno-sent­rik öz taşırlar. Ayrıca, ampirik araştırmalarda, ethno-sentrik ki­şiliğin aynı zamanda, dogmatik, tutucu, sosyaldarwinci nitelikler taşıdığı sergilenir...
Burada bir parantez açıp, ilktoplumlarda, kendi klanını/ grubunu mutlaklaştıran, ethno-sentrik düşünceleri, tutumları, bir tür doğal savunma mekanizması sistemi içinde değerlendirip an­layışla karşılamak olasıdır. Fakat, gelişmiş sanayileşmiş burjuva toplumlarında ortaya çıkan, zayıf-güçsüz kişiliği/karakteri, giz­lemek ya da dengelemek amacıyla üretilen ethno-sentrik tutum tüm politik davranışların dinamiğine ağırlığını koyar. İçinde bu­lunduğu toplumsal koşullara ve kendine güvenmeyen birey, bu durumu dengeleyebilmek için, kendisini ve içinde bulunduğu toplumu-grubu olağanüstü ve irreal biçimlerde rasyonalize (Freud) eder; realiteden kaçar ve sürekli olarak düşman imajı yaratı­lır... Ve ancak bu düşman imajları ile bireyin ve sistemin ayakta kalabileceği düşünülür...
Bu konuda politik-psikolojik araştırmalar son kerte öğreti­ci veriler sergilemektedir. Örneğin, bu düşman imaj koşullandırılması bir kez bireye ve topluma benimsetildikten sonra, artık ortada böyle bir imajı yaratacak (ya da besleyecek) düşman bu­lunmasa da, bir tür fantom-düşman imajı süregelmektedir. Örne­ğin, bugünlerde bile, Avusturya'da görülen yoğun anti Yahudi eğilimlerin (düşmanlıkların) nedenlerini tesbit edebilmek için sürdürülen araştırmalar oldukça ilginç ve öğretici sonuçlar ver­miştir. Çünkü bilindiği gibi, Avusturya'da, böylesi güncel bir Yahudi düşmanlığını koşullayacak sayıda Yahudi yoktur; ve ayrıca resmi ve açık bir anti-Yahudi politikası da uygulanmamak­ta, ancak gene de tüm bunlara karşın ciddi bir Yahudi düşmanlı­ğı bulunmaktadır. Araştırmacılar, Yahudinin bulunmadığı bir toplumdaki Yahudi düşmanlığını "söylencelere dayalı Yahudi düşmanlığı" olarak tanımlamışlardır. Modernleşme etnosentrik düşünceyi azaltmamış, tersine pekiştirmiştir. Modem ulus­laşma süreci içinde etnosentrik düşünce ve davranışlar en uç ör­neklerini çeşitli soykırımlarında göstermişlerdir.
Wilson, 1973 yılında yayınladığı ve son yıllarda uluslara­rası düzeyde genel kabul gören "Konservatizmin Dinamik Kura mı" adlı çalışmasında "tutucu (konservatif) kişiliği" oldukça açık ve ayrıntılı bir biçimde gözler önüne sermiştir.
Wilson'a göre, tutuculuk (konservatizm) kişiliğin, konfilikt karşısında geri çekilerek oluşturduğu bir tür savunma meka­nizmasıdır. Tutucu kişilik, kendini sürekli tehdit altında hisset­menin getirdiği güvensizlik, umutsuzluk, güvenirsizlik sonucu en kestirme ve görece kolay çözüm yolunu seçer; kendini hiç kimsenin saldırmasına / tehdit etmesine gereksinim duymayaca­ğı alanlara kadar geri çeker; kişiliğini silikleştirir; hiçbir özgün-orjinal yanını açıkta bırakmaz. Ancak gene de içinde yoğun bir korku, güvensizlik/ itimatsızlık taşır...
Wilson'a göre bu tür kişilikler, doğuştan ve/veya ilk ço­cukluk yaşlarından itibaren kendilerine uygulanan toplumlaştırma, eğitim sürecinde gösterilen otoriter baskı sonucu çok korku­lu ve çok hassas / duyarlı bir biçimde yetiştirilmişlerdir. Bu tür bir kişilik üzerinde, toplumsal ideoloji, özellikle din, politik tu­tum ve diğer kültür alanları özgün gelişmeler gösterebilir... Bu tür gelişmeleri, Wilson "konservatif sendrom" paydası altında toplamayı önermektedir. "Konservatif sendrom" içinde tanımla­nabilen kişilikler, politikada (genel olarak) sağa eğilimlidirler; azınlıklara ve 3. Dünya ülkelerine, Yahudilere ya da kara derili­lere karşı hoşgörüsüzdürler; yoğun bir ethno-sentrizm, milita­rizm, özellikle dinsel alanlarda dogmatizm, toplumsal uyum-konformizm, anti-hedonizm ve yeniliklere karşı aşırı duyarlı bir tutum gösterirler.
Ancak, tutucu-konservatif karakter gelişmeye açık hatta ilerici bir yanı da kendi içinde taşır. Ve genel olarak, gelişmiş sa­nayi ülkelerinde görülen tutucu karakterin, tutucu/ilerici dinami­ğini genel toplumsallaştırma sürecinin niteliği, eğitim, kültür düzeyi, meslek, aile durumu vb. gibi bireyin içinde yaşadığı so­mut toplumsal-kültürel-tinsel koşullar belirler...
Bu nedenle de, bu konuda Wilson'un tanımlamaları -ve bu alanda yapılan diğer genellemeler-yaşamın tüm alanlarını ve ki­şiliğin tüm boyutlarını kapsamaz; kapsamayabilir. Ayrıca, çok kez birbirleriyle çelişkiliymiş gibi görünen değişik görünümler de ortaya çıkabilir. Burada da psişik yapının çeşitli sektörlerin­de ve bunların günlük yaşama yansıyışlarında, birey, kimi kez tutucu (günlük konuşma söylemiyle, Status quo'yu koruyucu), hatta yenilik düşmanı, ve ancak tüm bunlara karşı kimi zaman­lar -olumlu anlamda- ilerici, geleneklere sahip çıkıcı, koruyucu, muhafaza edici politik tutumlar ortaya koyabilmektedir. Somutlarsak, örneğin, Batı-Orta Avrupalı tutucu-konservatif kişiliğin, toplumsallaştırma, eğitim, kültür düzeyini yükseltme gibi alan­larda, -gerektiğinde- sınıf kökenli sosyal-demokrat ve hatta sos­yalist partilerin ilerici ekonomik-toplumsal-kültürel politikaları­nı destekleyebilecek kadar ilerici, buna karşın ulusal sorunlar, din, moral, gelenekler gibi konularda tutucu tavırlar alabildiği gözlenmektedir. Tek tümcede özetlemeye kalkarsak tutucu/konservatif kişilik kimi konularda şaşırtıcı derecede ilerici ve kimi konularda ödün vermez bir tutucudur…
Bu tür kişiliklerin yaşadıkları toplumsallaştırma süreci, al­dıkları eğitim, meslek ve toplumsal konumları, aile durumları, gibi nedenler, onların ilerici demokrat yanlarını etkileyebilir. Örneğin, Frankfurt Sosyal Araştırma Enstitüsü'nün, Amerika Birleşik Devletleri'ne göç etmiş üyelerinin yaptıkları çeşitli am­pirik araştırmalarda, "Hitler kurbanı Yahudilere, liberallerden ve protestanlardan çok katoliklerin ve muhafazakarların yardım et­tikleri tesbit edilmiş, Paul Messig ve Horkheimer bu durumu, eleştirel idealleri, liberallerden çok muhafazakarların savunduk­ları..." biçiminde yorumlamışlardır.
Ancak, güncel olaylar bile bu tür kişiliklerin ilerici ya da tutucu yana doğru kaymasına neden olabilir. Ve gene hep bilinir ki, bu tür kişilikler, güncel olayları, toplumsal gelişmeleri çok dikkatle ve büyük bir duyarlılıkla izlerler. Günlük yaşamdan ge­len bir küçük olumsuz izlenim, tutucu kişiliklerin içlerinde bir yaşam boyu taşıdıkları "latent korkuyu" artırır ve kişiliğin hızla ve gene şaşırtıcı bir küntlükle tutucu/ilerici dengesini bozar; ve politik tutum, tutucu tarafa doğru kayabilir. Bu kez, tutucu öğeler dogmatik nitelikler kazanabilir, hoşgörü azalır; önyargılı dü­şünülmeye ve hatta önyargılı tutumlar alınmaya başlanır...
Konservatif kişiliğin bu ikili yanına Adorno, Otoriteryan Karakter araştırmasında da uzunca değinir ve bunu, hakiki (genuine) ve sözde (pseudo) - konservatif karakter kümelerinde tartışır... Adorno, özellikle sözde (pseudo) konservatif karakteri, sözde (pseudo) faşist karaktere çok yakın görür. Sözde tutucu karakterin özellikle geleneksel Amerikan örneğinin psişik yapı­sı, otoriteryan, saldırgan, çok kez şiddet öğelerini içeren, kaotik terörist ve tahripkardır... Bunlarda Üst-Ben (Über - Ich) çok kuvvetlidir; ve bu durum, bu kişilerin, insan hakları, barış vb. gi­bi konularda, "vicdanlarının seslerini" dinleyerek otoriteye bo­yun eğmelerini olanaklı kılar... Bu tür kişilikler "kollektif karak­tere" ve "özel teşebbüse" eğilim gösterirler (Adorno). Örneğin, bunlar çok sayıda parlamenter yerine az sayıda ve güçlü devlet adamını yeğlerler. Demokrasiye inanırlar ama gerçekte anti-demokrattırlar; bunlar çokçası, sözde demokrat, sözde liberal ve sözde ilericidirler...
Tutucu (muhafazakar)-konservatif kişilik-karakter, -genel çizgileriyle- liberal burjuva toplumunun (Adorno'nun kanısına göre, son dört yüzyıllık tarihsel birikimin) ürünüdür; ve tüm ya­şam boyu hem eski toplumsal kurumlarla hesaplaşmış ve hem de -özellikle liberal burjuva- toplumunun en temel niteliklerini daha ileri ve daha radikal biçimlerde geçerli kılmak için çalış­mıştır. Tutucu kişiliğin aynı andaki hem ilerici ve hem de tutu­cu yanı, onun, tarihsel kökenindeki bu ikilemden kaynaklanır. Ancak bu ikilemin günlük polit-barometreye göre yaptığı salınımlar tüm toplum için son kerte yaşamsal önemli sonuçlar or­taya çıkarır, ve tutucu kişilik, demokrasi, insan hakları, özgürlük hatta parlemanterizm gibi liberal burjuvazinin en temel savlarını bile bir anda, dogmatizm, militarizm, güçlü devlet egemenli­ği, ve hatta "önder" (Führer) gibi bireysel normlar ve toplumsal standartlarla değiştirebilir...
Yapılan pek çok ampirik araştırma da benzeri savları doğrular nitelikli sonuçlar getirmiştir. Toplumsal yaşamda ortaya çı­kan kriz ve bunun getirdiği korku huzursuzluk-güvensizlik-kuşku oluşturan olaylar karşısında bu tür kişiliklerin hızla sa­vunma konumuna çekildikleri ve dogmatik reaksiyoner tutumlar gösterdikleri belirlenmiştir. Bu süreç içinde, tutucu kişilikler kendilerini güvence altında duyumsayacakları toplumsal ve po­litik ve de psikolojik alanlara kadar geri çekilirler ve bu gerile­me (regresyon) sürecinde yapmayacakları "fedakarlık" yoktur... Bu durumlarda -genel olarak- toplumsal dengeyi düzenleyecek (uyarına gelirse karizmatik) bir otorite aranır; ve uzak-yakın (evrensel ve bölgesel) olaylardan görüldüğü gibi, böylesi otoriter düzenler ve otoriter kişiler her zaman ve her yerde bolca bu­lunur.
Burada ayrıca liberal kapitalist dönemlerin tutucu kişilik­leriyle, monopol kapitalizmin ortaya çıkardığı yeni tutucu kişi­likleri de birbirinden ayırmak gerekir. Özellikle günümüzün postmodern döneminin "yeni tutucuları" ya da yeni elite "tüm ideolojilere son" belgisi gibi demokratik görünümlü şaşkınlıklar yaratarak, -liberal tutuculara- oranla çok daha vahşi-barbar, dog­matik, otoriter, militarist ve kıyıcı bir Makyavelizm örneği oluş­turmaktadırlar.
Burada, yeni-tutuculuğun temel yaşam felsefesinin özünü oluşturan Makyavelizm’in kimi önemli niteliklerini anımsamak yararlı olabilir.
Makyavelizmin temel ilkesi "amaç, aracı meşrulaştırır"' (hatta kutsallaştırır) tümcesiyle özetlenir. Amaca ulaşmayı son kerte rasyonelleştiren, şiddet ile yönetimi ele geçirmeyi ya da her yola başvurup "köşeyi dönmeyi" Öngören bu zihniyet-ideoloji, politik ya da psikolojik tavır, tüm norm sistemlerini, mo­ral anlayışlarını yeniden gözden geçirmeyi gerektirir.
Hiç kuşkusuz Miccolo Machiavelli (1469-1527) çelişkili biçimlerde yorumlanmış, çok kez söylemedikleri ve yazmadık­ları bile kendisine mal edilmiştir Ama sonunda, gene de kimse­nin kolayına -özellikle de içinde yaşadığımız günlerde -vazgeçemediği güncel bir politik tutumun kuramcısı olarak tarihe geç­miştir.
Machiavelii için, patriot, demokrat, anti-krist, kuramcı, hü­manist, moralist-ahlakçı, polit-kriminal, teknograt, objektif-analitikçi ve hiç kuşkusuz dahi, şeytanın avukatı, despotların akıl hocası vb. gibi pek çok şey söylenmiştir. Machiavelii, 15. yüz­yıl İtalyasının, toplumsal yapısını, insan malzemesini, psikoloji­sini son kerte soğuk kanlı analize etmiş ve bulgularından gene son kerte realist sonuçlar çıkarmıştır. Hiç olmazsa, Machiavelli zamanından beri, politik düşünmeye çalışanların kafalarında il­ginç etik-politika ilişkileri ortaya çıkmıştır.
Bugün, politik-psikoloji, Makyavelizm’in oldukça olumsuz yeni bir görüntüsünü tartışmaya açmak istemektedir. Özellikle, yeni tutuculuğun içinde ve "entellektüel teknolojinin" çatısı al­tında çalışan teknogratlar bugün, tam da post-modern döneme uygun bir Makyavelizm örneği sergilemektedirler. Burada, te­mel olarak hiçbir ideolojiye bağlanılmamasına karşın, çıkara da­yalı politik ilişkiler aracılığı ile her bir yöntem uygulanarak maddi-politik güç sahibi olma ilkesi benimsenirken, insanlararası ilişkilerde ise bir yandan yapmacık-sentetik, sempati, kibar­lık gösterileri yapılmakta, öte yandan, şaşırtıcı bir duygusuzluk ve bir tür moral- anastezi içinde her türlü entrikayı meşrulaştı­ran bir tutum (tavır) ortaya konmaktadır.
Böylesi psişik birikimlerden hareketle " Makyavelist kişi­lik" yapısı bile öngörülmektedir. Profesyonel mesleklerde ve özellikle entellektüel teknolojide çalışan "elite" arasında "polit-tekniker" olarak da adlandırılan Makyavelist kişiliğin teorisi ve moral ilkesi yoktur... sözüne ve duygularına güvenilmez... ne di­ne, ne bilime inanır... insancıl bir heyecanı, duygusu, arzusu yoktur... tek amacı mümkün olduğu kadar maddi-politik güç sa­hibi olmaktır.
Politik-psikolojik araştırmalar, Makyavelist kişiliğin, poli­tik uçların her yanında
bulunabileceğini; Eysenck-Skalasına gö­re de, Makyavelist kişiliğin, tutucu konservatif, dogmatik, radikal boyutlarda, otoriter ve anti-demokratik nitelikler içerme eği­liminde olduğu belirlenmektedir.
Tüm bu belirleme çabaları gene de yeni-tutuculuğa, anti­demokratik ya da Makyavelist kişiliğe homogen bir kişilik (ka­rakter) görünümü vermeyebilir. Günümüzün bu yeni-tutucu (otoriteryan) kişiliğinin, dogmatik, ethno-sentrik, katı, saldırgan ve batıl inançlı olduğu söylenebilir. Ve bu kişilik, politik bir ha­reket değil, bir toplumsal karakterdir ve en temel boyutu, anti­demokratik niteliğidir.
Otoriteryan, yeni-tutucu, dogmatik kişilik, hoş görüşsüzdür. Paranoid boyutlara varan bir korku, güvensizlik ve toplum­sal yalıtlanma korkusu içinde, dış dünyaya kapalı, sistematik dü-şünceden-felsefeden yoksun olarak yaşamaktadır. Sistematik düşünemediği için, bilimsel bilgisi değil, inançları gelişmekte ve politik davranışlarını çok kez bu inançlarıyla belirlemeye ça­lışmaktadır. Gene de inanmak / inanmamak arasında büyük kor­kular içinde yaşamaktadır.
Bunlar içinde bulunduktan koşullara göre değişik kişilik/ karakter farklılıktan gösterebilirler. Örneğin, yeni-tutucu, dogmatik karakter, Amerika Birleşik Devletleri'nde, hoşgörüsüz, saldırgan, militarist yönlere doğru gelişme eğilimleri gösterir­ken, aynı karakter, Batı Avrupa toplumlarında, daha çok, ethno-sentrik, nasyonalist (ve hatta ırkçı) boyutlara doğru uzanma eği­limindedir.
Bu tür kişiliklerin / karakterlerin gelişme yönleri ve bu gelişmenin hızını, içinde yaşanan toplumsal koşullar ve özellik­le de giderek kronikleşen kriz ve güvensizlik ortamları belirler.
Bu tür kişilikler yoğun güvensizlik ortamlarında çok daha fazla saldırganlaşır ve fanatikleşirler.
Güvenlik duygusu (düşüncesi), insanın, kuşku içinde olmadığı, kendini tehlikesiz, ikircimsiz duyumsadığı bir yaşam gereksinimi olarak tanımlanabilir; ya da, başka bir türlü yakla­şımla, huzursuzluğun, kuşkunun, tehlikeli bir durum beklentisi­nin olmadığı bir ortamı, birey, kendisi için güvenli veya güven verici bir durum / ortam olarak belirleyebilir. Burada, toplumun, bireye, koruyucu-güven verici görevini sürdürmesi, toplum-birey yaşamında belli bir sürekliliğin, ekonomik-kültürel-tinsel harmoninin sağlanmış olması, ayrıca bireyin kendisini diğer in­sanlar arasında da güvence içinde hissetmesi sözkonusudur. Bi­rey ile toplum, karşılıklı olarak birbirlerinden kuşku duymaya, birbirleri için açık ya da potansiyel tehlike oluşturmaya (ya da böyle sanmaya) başladıklarında, duyulagelen güvenin bir yanıl­sama, bir "yanlış" (ya da sözde) güven duygusu olduğu düşünül­meye başlanır. Yanlış -ya da sözde- güven duyma durumunda, birey ile toplum arasındaki bilgi ve duygu alışverişinde bir asi­metri ve birbirlerini dışlayan ve hatta birbirlerini yadsımaya va­ran bir durum ortaya çıkabilir...
İnsanın toplumsal yaşamının en temel beklentisi, doğal toplumsal olumsuzluklara karşı -görece- korunduğu duygusu, ya da doğadan-toplumdan ve diğer insanlardan gelmesi olası çıplak veya dolaylı bir tehdit olmadığı düşüncesi-beklentisi içinde bu­lunmasıdır.
Güvenceli bir yaşam konusunda, insanların genel olarak (ve zamansal yönden) üç boyutlu bir düşünce biçiminde olduk­ları gözlenmiştir. Örneğin, insanların büyük bir çoğunluğu, mit'lerin, masalların, ilk toplumların tarihlerinin de etkisi altında kalarak, insanların eski zamanlarda (altın çağlarda) olağanüstü bir güvenlik içinde ve bir tür cennette yaşadıkları sanısını taşır­lar; buna karşın şimdiki zamana dönük, güvensizlik düşüncesin­de, hep bu yitik cennetin sağladığı -eski- güvenliği yeniden ka­zanmak isteği; ve geleceğe yönelik güvenlik düşüncesinde de, bu cenneti dünya üzerinde yeniden kurmaya çalışma özlemleri-öngörüleri vardır... Hem din kitaplarının, hem de dünyevi ideolojilerin savlarında hep bu "yitik cenneti" yeniden yaşaya­bilme düşleri sözkonusu edilir.
Bir anlamda tüm yaşamın ve politik çalışmaların temelin­de güvenceli bir yaşam sağlama amacı vardır. Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı ve özellikle, İtalya ve Fransız Komünist Par
tilerinin 2. Dünya Savaşı sonrası dönemlerindeki başarılarının nedenlerini irdeleyen bir araştırmada, Marksizm’in (sosyalizmin) insanlara, anaerkil-ilktoplumlar döneminin (altın çağın) dünya­da yeniden oluşturulabileceğinin olabilirliğini ve umudunu ver­diği için, her türlü karşı teröre rağmen benimsenip-savunulduğu, gözlenmiştir...
Güven duygusunu oluşturma olanaklarının bittiği (ya da bunun böyle duyumsandığı) durumlarda, büyük psişik krizler ortaya çıkmaktadır.
Bu koşullarda insanın, hızla, mekan-zaman ve bizzat ken­disiyle, soy ve özgeçmişiyle olan ilişkileri, oryantasyonu bozul­makta latent ya da açık bir paranoya içine girilmektedir... Gene bu paranoya, dışarıya çok değişik biçimlerde yansıtılmakta ve bu özelleşmiş genel (ya da genelleşmiş özel) çılgınlık ve /veya çok kez fantom (görünmez) "iç ve dış düşman" imajları üzerin­den boşaltılmaya çalışılmaktadır. Ne İslam, ne de Hıristiyan dünyasından dostu kalmadığını, dünyanın kendisine düşman ol­duğunu düşünen, güvensizlik, kimlik krizleri, yoğun korkular ve paranoid duygular içinde yaşayan Türkiye bu durumun açık ör­neğidir.
Okuduklarımdan anlayabildiklerimin kimi satır başlarını anımsatmaya çalıştığım politik-psikoloji araştırmalarının asıl odak noktalarından birini, insanın toplumsallaştırma süreci için­deki politizasyonu oluşturmaktadır.
Bu sürecin biraz daha yakından gözlenmesi yararlı olabilir.

Kitabın alt başlığı : Politik-Psikoloji Notları Papirüs Yayınları