Saturday, September 1, 2012

"Tanrısız Bir Aziz: Albert Camus"

"Tanrısız Bir Aziz: Albert Camus" | Esin Coşkun

Sisyphos

"BAŞKALDIRIYORUM ÖYLEYSE VARIZ"


Kimileri onu, insanın sosyal ve siyasal alandaki tavrının adalet düşüncesinden hareketle olması gerektiği yönündeki düşünceleri, herkes için görece bir özgürlük istemesi ve ilkçağ değerlerine duyduğu yakınlıktan dolayı bir hümanist, gizli bir ahlakçı ya da doğa tutkunu olarak yorumlar. Ama belki de o sadece nasıl "Tanrısız bir aziz" olunacağının yolunu arıyordu ve kendisinden önce geliştirilen felsefi düşünceler onu tatmin etmiyordu.
1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü alan Albert Camus'nün, yayımlanan ilk eseri Tersi ve Yüzü'nden itibaren tüm romanlarına yansıyan ve Sisyphos Söyleni ve Başkaldıran İnsan adlı denemelerinde büyük bir açıklıkla ortaya koyduğu felsefi düşünceleri, onun ölüm gerçeği karşısında yaşamın anlamını sorguladığı ve ölüme rağmen nasıl yaşamak gerektiğini bulmaya çalıştığı zorlu bir süreç olarak karşımıza çıkar.
Albert Camus

"Yaşam, tüm anlamsızlığına rağmen sürdürülmelidir"

Camus, düşüncelerinin başlangıcı olarak Sisyphos Söyleni'nde (1942) intihar sorununu ortaya atar. Ona göre, "gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır; intihar." İntihar sorunsalından hareketle yaşamın yaşanmaya değip değmediğini cevaplamaya çalışırken, bir yandan da intiharın "absurde" karşısında bir çözüm olup olamayacağını araştırır. Yani kendine intiharı değil, "absurde" kavramını hareket noktası olarak almıştır. Onun "absurde" olarak adlandırdığı felsefi düşüncesinin özü, tek gerçek olan ölüm karşısında insan yaşamının anlamsızlığıdır. Absurde, insan bilincinin dünyanın sessizliğiyle karşılaşması sonucu doğar. Yani dünya yaşamın anlamını bulmaya çalışan insan bilincinin sorularını yanıtsız bırakır. Buna karşılık ölüm, hayattaki tek gerçeklik olarak ortaya çıkar. Mantıksal sonuç, bir gün nasıl olsa yok olunacağına göre yaşamanın anlamsız olduğudur. Ancak Camus bu noktada durur ve yaşamın tüm anlamsızlığına rağmen yaşanması gerektiğine karar verir. İntihar, absurde karşısında bir çözüm değildir. Ve Camus, ölüm karşısında umudu/aşkınlığı da kabul etmez; Tanrıyı yadsır. Yadsımasının temelinde ölüm ve kötülük fikriyle Tanrı fikrinin bağdaşmaması vardır. Tanrı ve ölümden sonra başka bir yaşam olmadığına ve intihar da bir çözüm teşkil etmediğine göre insan yaşamaya devam etmelidir; ama nasıl? Bu noktada Yunan mitolojisinin trajik kahramanı Sisyphos karşımıza çıkar. Sisyphe, Tanrıları aldatmış ve onlar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine çıkarmakla cezalandırılmıştır. Kaya dağın tepesine geldiğinde aşağı doğru yuvarlanır ve Sisyphos onu tekrar çıkarır. Bu durum bu şekilde devam edip gidecektir. Camus, Sisyphe'yi absurde bir kahraman olarak yorumlar. Ona göre Sisyphe'nin durumu hem trajiktir, hem de durumunda metafizik bir mutluluk vardır. O, Tanrılara başkaldırmış ve yazgısını (kayayı) sahiplenmiştir. Camus bundan dolayı mutlu bir Sisyphos hayal etmemiz gerektiğini söyler.

Yabancı | Albert Camus"Başkaldırı, kölenin efendisine
hayır demesiyle ortaya çıkar"

Bu eserde Camus'nün "nicelik ahlakı"yla tanışırız. Camus, insanın kendi yazgısını sahiplenip yaşayabildiği kadar çok yaşaması gerektiğini öne sürer; intihar etmeden ve aşkınlığa sapmadan. Absurde durumun devam edebilmesi için insan bilinci ve dünyanın karşıtlığının devam etmesi gerekir. Bu karşıtlığı oluşturan taraflardan birinin ortadan kalkması absurde'ün ortadan kalkmasıdır. Ancak, absurde'ün farkına varan kişi bundan vazgeçemez. Camus, insanın kendiyle, başkalarıyla ve dünyayla yabancılaşmasının absurde duyguyu oluşturduğunu söyler. Yabancı (1942) adlı romanı, Mersault karakteri çevresinde, absurde düşünce ve duygunun, absurde insanın ve nicelik ahlakının somut örneklendirilmesi olarak karşımıza çıkar. Sisyphos Söyleni'nde absurde kahramanlar olarak Don Juan, oyuncu, fatih ve "yaratıcı" sanatçıyı (romancı) ortaya atar. Bunlar, yaşamı olabildiğince fazla yaşamak ve kendi bilinçlerinde yeniden şekillendirmek yeteneğine sahip oldukları için absurde kahramanlar olarak sunulurlar. Ancak, Camus'nün daha sonra geliştireceği "başkaldırma felsefesi" temelinde ele alındığında, onun asıl olumlu kahramanı "yaratıcı" sanatçıdır. Dünyaya ve yaşama bir anlam bulmaya çalışan, dünyayı değişik biçimde şekillendirebilen, insanın ihtiyacı olan birlik duygusunu yaratabilen romancılar onun olumlu başkaldırısının kahramanlarıdır. Bu bağlamda Kafka ve Dostoyevski'yi felsefi düşüncesine en yakın yaratıcı sanatçılar olarak kabul eder. Ve ona göre gerçek başkaldırı tarihi Marquis de Sade, Dostoyevski ve Nietzsche ile başlar.
Camus, Sisyphos Söyleni'nde absurde dünya karşısında insanın yaşama devam etmesi gerektiğini öne sürerken önemli bir sorunu yanıtsız bırakmıştır. Felsefi görüşlerinin sonucunda belirsiz bir nicelik ahlakı ortaya çıkmış ve görüşleri "nihilizme" kapı aralamıştır. Ancak, daha sonra gelen Başkaldıran İnsan (1951) adlı felsefi denemesi onu nihilizmden uzaklaştırarak, olumlu bir başkaldırı ve yaşam felsefesine ulaştırır.
Başkaldıran İnsan, cinayet sorunundan hareketle başlar ve başkaldırının tarihini ilkçağlara kadar götürür. Başkaldırı, Camus'ye göre kölenin efendisine "hayır" demesiyle ortaya çıkar. Kölenin belli bir sınırı ifade eden "hayır"ı, içinde "evet"i de barındırır. Köle, haksızlığa uğradığını düşündüğü için hayır demiştir ve bununla birlikte haklı olduğu bilinci uyanmıştır. Ancak hayır demek yeterli değildir. Hayır diyen kişinin eyleme de geçmesi gerekir. Ama başkaldıran kişi güçten, dayanaktan yoksundur. Bu durumda başkaldırısının kaynağına inancı koyar; haklı olduğu inancını ve adalet duygusunu. Yani Camus, başkaldırının kaynağını "adalet" gibi olumlu bir değere dayandırır ve bu şekilde her değerin yoksanması olarak ortaya çıkan nihilizmden ve bilinçsiz saldırganlık olan anarşizmden ayrılır.
Sisifos Söyleni | Albert Camus

"Romantikler, kötülüğü yeniden kurmaktan
başka bir şey yapmazlar"

Camus iki tür başkaldırıdan bahseder; metafizik başkaldırı ve tarihsel başkaldırı. Metafizik başkaldırı, Tanrının yadsınmasıdır. Sisyphos Söyleni'nde olduğu gibi Yunan mitolojisinin başka bir kahramanı, Prometheus, ilk başkaldıran olarak ortaya çıkar. Prometheus, kendi gücünün bilincine varmış ve Tanrılara başkaldırmıştır. Tanrı karşısında insanın düştüğü durumu protesto eder. İlkçağlarda Lucretius ve Epicuros'ta metafizik başkaldırının izini sürse de Camus metafizik başkaldırının Batı'da esas olarak Hıristiyanlık ile başladığını ifade eder. Metafizik başkaldırmada kişi ölüm, adaletsizlik, kötülük gibi olumsuzlukların nedeni olarak Tanrıyı görür. Yani kaynağında din ve Tanrı vardır. Bunların olmadığı yerde metafizik başkaldırı da olmaz. Ve başkaldırı, 18. yüzyıl sonlarında Sade ile başlar. Dostoyevski ve Nietzsche'yle devam eder. Sade'ın romanlarında ilan ettiği "sınırsız özgürlük" istemi, Tanrının ve başkalarının yoksanması, sadece kendi varlığının tanınması ile sonuçlanır. Sade'ın başkaldırısı, kötülüğü ve cinayeti yayan olumsuz bir başkaldırıdır ve "cinayet cumhuriyeti"yle sonuçlanır. Camus'ye göre Sade'ın isteği gerçekleşmiştir; artık cinayet polise mal olmuştur. Sade gibi romantiklerin başkaldırısı da olumsuz başkaldırıdır. Tanrıyı yadsıyan ve kötülükle savaşmak için yola çıkan romantikler, iyiliği terk edip kötülüğü yeniden kurmaktan başka bir şey yapmazlar.
Camus'ye göre başkaldırıyı olumlu bir değere yönelten ilk başkaldırı Ivan'ın başkaldırısıdır. Dostoyevski'nin Ivan'ı, Tanrı yerine adalet kavramını koyar. Ona göre, ölümsüzlüğün olmadığı yerde erdem, erdemin olmadığı yerde yasa yoktur. Mantıksal akıl yürütmesinde "Tanrı yoksa her şey mubahtır" sonucuna ulaşan Ivan, erdem ve cinayet arasında sıkışarak, Tanrı egemenliği yerine insan egemenliğini geçirir. Bu başkaldırı, özünde adalet duygusunu barındırdığı için başkaldırının temellerini oluştursa da, Tanrı adaletinin yerini alacak olan insan adaleti, Albert CamusCamus'nün deyimiyle, "Paul'den Stalin'e varıncaya kadar, Sezar'ı seçmiş papalar, yalnız kendi kendilerini seçen Sezar'ların yolunu açmış olacaklardır."

"Nietzsche, en çok haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişidir"

Tanrının öldüğünü ilan eden Nietzsche, onun yerine "üstün insan"ı geçirir. Üstün insan yeryüzünden çıkacaktır ve bu yüzden Nietzsche yeryüzünü aşan her şeye "hayır" der. Ona göre, insanın yaratıcı olabilmesi için öncelikle bütün değerleri yıkması gerekir. Asıl başkaldırı burada başlar. Hıristiyanlığın ve köleliğin bütün değerlerini yıktıktan sonra yerine insani değerleri geçirir, üstün insanı koyar. Bir değer önermesi bakımından Nietzsche'nin başkaldırısı olumlu bir başkaldırıdır. Ancak, kendinden sonra gelen kuşaklar onun mirasını çarpıtmış, öldürmeye ve yıkıma varan "nihilizm"in yolunu açmıştır. Bu bakımdan Nietzsche, Camus'ye göre en çok haksızlığa uğramış ve ihanet edilmiş kişidir. Metafizik başkaldırı, Tanrının öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Tarihsel başkaldırı, metafizik başkaldırının eyleme geçmiş şeklidir ve Tanrı öldükten sonra yerini tarih alır. Tarihsel başkaldırı kendini "devrim"de somutlar. Devrimler yoluyla insan, tarihin tanrısı olmaya yönelir. Bu bağlamda, 1789 Fransız Devrimi'yle birlikte tarihsel başkaldırı başlamıştır. Camus, tarihsel başkaldırının özünde insan öldürme ve daha da ileri giderek kral ve Tanrı öldürmeyi bulur. Saint-Just, Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme'sinden yola çıkarak 16. Louis'yi öldürtür. Kral, Tanrının yeryüzündeki temsilcisidir, ona dayanarak yönetir ve adalet uygular. Saint-Just, kralı öldürmekle bir ilkeyi öldürmüş olur. Tanrı yasasının yerini doğa yasası alır, kral egemenliğinin yerini halk egemenliği.

"Tarihte ortaya çıkan devrimler başkaldırının özünden sapmıştır"

Camus'nün tarihsel başkaldırısının asıl hedefi komünizmdir. Faşizme de yer vermesinin nedeni, hem Mussolini hem de Hitler'in Nietzsche ve Hegel'e dayandırdıkları görüşleridir. Onlar, dünyanın hiçbir anlamı olmadığı, tarihin gücün rastlantısallığından başka bir şey olmadığı görüşünden hareket ederler. Devlet terörünü meşrulaştırırlar. Ancak, nihilist ahlak üzerine kurulu faşizm ve nazizm evrensel değildir, bu bakımdan komünizmden ayrılır. Komünizm, dünya imparatorluğu fikrinden hareket eder. Başkaldıran İnsan | Albert Camus Camus'ye göre, Marks tarihsel diyalektik konusundaki görüşlerini Hegel'in tarih felsefesinden alır. Hegel'in köle-efendi toplumu, Marks'ın proletarya diktatörlüğüyle sonuçlanır. Tanrının yerini tarih almış; eşitlik ve özgürlük kavramlarıyla, tarihin sonundaki cennet vaadiyle ortaya çıkan komünizm, tümlüğü gerçekleştirmek adına özgürlüğü askıya almış ve insanları kölelikte eşitliğe götürmüştür. Sonucu, Tanrı egemenliği yerine diktatörlerin egemenliği ve devlet terörüdür.
Camus, Başkaldıran İnsan'da "kibar katiller"den bahseder. Bunlar, 1905 yılında Rusya'da ortaya çıkan ve bir dizi bombalı suikast düzenleyen Rus yıldırıcılarıdır. Kalyalev ve arkadaşları adalet, özgürlük ve devrim için Büyükdük Sergey'i öldürmek isterler. Bombayı atmakla görevlendirilen Kalyalev, Büyükdük'ün arabasında çocuklar da olduğu için eylemi gerçekleştirmez. Ama daha sonra Büyükdük'ü öldürür ve yakalanır. Hiçbir şekilde inancından ödün vermeyen, ne Tanrıya sığınan ne de af dileyen Kalyalev kendini ülkesi, halkın özgürlüğü ve gelecek kuşaklar için feda eder. Camus, Rus yıldırıcılarının başkaldırısını bir değer yarattığı için olumlu bulur. İnsan hayatına karşılık insan hayatı sunulmuş, tarih ve yoksayıcılık aşılmıştır.
Düşüş | Albert CamusCamus'nün metafizik başkaldırı ve tarihsel başkaldırı incelemesi onu olumsuz başkaldırıya götürür ve Camus bu tür bir başkaldırıyı reddeder. Ona göre, tarihte ortaya çıkan devrimler başkaldırının özünden sapmıştır. Onun öngördüğü başkaldırı, absurde'e ve kötülüğe karşıdır ve insanı intihardan alıkoyar. Başkaldırma düşüncesinde, sınırlı bir özgürlük istemiyle birlikte, herkes için iyilik ve adalet, ölüme ve öldürmeye karşı olma vardır. Descartes'ın "düşünüyorum öyleyse varım"ı, Camus'de "başkaldırıyorum öyleyse varız"a dönüşür. Camus bu tür bir başkaldırıyı sanatta ve sendikacılıkta bulur. Sanat, özellikle de roman, insanın istediği birlik düşüncesini "yaratma"yı başardığı ve bunu yaparken de nihilizm ve cinayetten uzaklaştığı ölçüde başkaldırının kaynağında yer alır. Sendikacılıkta ise, birey ve toplum arasında bir denge kurulmuştur, birbirlerini ortadan kaldırmaya yönelmezler.
Camus, Arthur Koestler ile birlikte yazdıkları İdam adlı kitabın kendisine ait "Giyotin Üzerine" adlı bölümünde, Başkaldıran İnsan'ın temel düşüncelerinden biri olan ölüm cezasını tartışır; faydasız ve suç arttırıcı olduğunu öne sürer. Ölüm cezası ona göre toplumsal bir cinayettir; bu cinayette devlet ve toplum suç ortaklığı eder. Buradan da hem Veba'da (1947), hem de Düşüş'te (1956) üzerinde durduğu insanın "suçsuz olmadığı" görüşüne ulaşır. Ona göre, bir insanı öldürmekle bir insanın ölümüne seyirci kalmak arasında bir fark yoktur. Düşüş'ün kahramanı cezalı-yargıç Clamence, kendisiyle yüzleştiğinde suçun kendi dışında değil, kendisinde olduğunu anlar. Aynı şekilde Veba'daki Tarrou, idama mahkûm edilen bir sanığın duruşmasını izlediğinde, yargıç olan babasına bu toplumsal suçtaki rolünden dolayı sırt çevirecek ve aynı zamanda kendisinin de bu suçtaki rolünü kavrayacaktır. Ona göre, böyle bir suça seyirci kalan hiç kimse masum değildir. Gerçekten masum olmak istiyorsak, insanları sevmemiz ve kötülükle savaşmamız gerekir. Tarrou, gittiği her yerde kötülükle savaşarak "Tanrısız bir aziz" olmaya çalışır.

"Ölüm, hayatın değerini anlamamızı sağladığı oranda değerlidir"

Veba | Albert Camus Veba, Oran kentinde başlayan veba salgınına karşı insanın mücadelesini konu alır. Veba hastalığı romanda dünyadaki kötülüklerin simgesi olarak sunulmuştur. Rahip Paneloux vebayı, insanların şimdiye kadar işledikleri günahların bedeli olarak görür ve hak edilen bir ceza olarak yorumlar. Tanrısız Dr. Rieux ise, vebayı bir kötülük olarak kabul eder ve kötülükle savaşılması gerektiğini düşünür. İnsanları sever ve onlara yardım etmeye çalışır. Bir hümanist ve ahlakçı olarak karşımıza çıkar. O ve arkadaşları dayanışma içinde vebayla savaşır ve başarılı olurlar. Ancak Dr. Rieux, bu başarının geçici olduğunu ve vebanın bir gün tekrar ortaya çıkacağını bilir. Ve bir şeyin daha bilincindedir; bir gün ölümle birlikte yok olacağımız halde yaşadığımız sürece kötülükle savaşmamız gerektiğinin.
Camus'nün 1948 yılında yayımlanan Sıkıyönetim adlı eseri de Veba'yla benzerlik gösterir. Burada tarihsel kötülük konu edilmektedir. Veba ve sekreteri ölüm, Cadiz şehrini ele geçirir. Bu kötülüğe karşı Diego'nun insan sevgisinden kaynaklanan başkaldırısı yükselir. Camus'nün olumsuz başkaldırıyı örneklediği en önemli eseri Caligula (1938) adlı oyunudur. Caligula, Sade'ın "cinsellik" ve "cinayet" bağlamında geliştirdiği "sınırsız özgürlük" fikrinin ve nihilizmin açık bir eleştirisi olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda, Tanrının yerine insanı geçirmekle sonuçlanan başkaldırının saptığı yanlış yolu gösterir.
Tersi ve Yüzü | Albert CamusAslında Camus, yayımlanan ilk kitabı Tersi ve Yüzü'nde (1937) ortaya attığı düşüncelere bütün kitaplarında sadık kalmıştır. 1958 yılında ikinci baskısı yapıldığında, bu kitabın düşüncelerinin temelini oluşturduğunu doğrular. Sonraki kitaplarında yer alan; Akdeniz'in tabiatına duyduğu hayranlık ve tabiat sevgisi, aşk ihtiyacı, yaşam ve ölüm ikileminden kaynaklanan yaşam sevgisi, bu dünya insanın sahip olabileceği tek dünya olduğu ve tek gerçek olan ölüme ve yaşamda sürekli karşılaşılan felaketlere rağmen insanın yaşama aşkıyla mutlu olmaya çalışması gibi kavramlar ilk filizlerini Tersi ve Yüzü'nde verir. Hayat ve ölüm, mutluluk ve mutsuzluk, tarih ve tabiat, gençlik ve ihtiyarlık, iyilik ve kötülük hayatın iki yüzünü işaret eder. Ve ölüm, hayatın değerini anlamamızı sağladığı oranda değerlidir. Bu yüzden Camus "Mutlu Ölüm"den bahseder.
4 Ocak 1960 tarihinde bir trafik kazasında ölen Camus'yü ve eserlerini anlayabilmek için onun hayatını, yaşadığı dönemi, dönemin siyasi ve askeri olaylarını göz önünde bulundurmak gerekir. İki dünya savaşı, faşizm ve komünizm, çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği, tabiatına hayran olduğu, sık sık geri döndüğü Cezayir, Cezayir'in kanlı ayaklanmaları ve özgürlük mücadelesi, ayrıca gençlik yıllarında yakalandığı tüberküloz Camus'nün eserlerine damgasını vurmuştur. Bir umut olarak gördüğü komünizm onun en büyük hayal kırıklığıdır. O, insan ve tabiat sevgisine inanmış, bu yaşamda insanın hak ettiği mutluluğa ve barışa ulaşabilmesi için inancının temeline herkes için görece bir özgürlük, adalet ve ahlak fikrini yerleştirmiştir. Bu bakımdan Camus, tam bir hümanist ve tam bir ahlakçıdir

Wednesday, August 29, 2012

Acaba Nasıl?


 Acaba Nasıl?, Samuel Beckett tarafından 1960'ta Fransızca yazılıp Comment c'est başlığıyla 1961'de yayımlanan roman. Roman daha sonra Beckett tarafından How It Is başlığıyla İngilizce'ye çevrildi ve 1964'te İngiltere'de yayımlandı.
 
ACABA NASIL?

İçimizdeki Samuel Beckett’e…

Çamur

 Gözlerimi açtığımda dizlerime kadar çamura saplanmış olduğumu fark ettim. Buraya nasıl geldiğim hakkında bir fikrim yoktu ama şu anda bunu düşünecek durumda olmadığımın da farkındaydım. Etrafta kendimden başka insan göremiyorum. Zaten etrafta insan göremiyordum. Etrafta insan göremediğim zamanlardan birine daha denk gelmiştim galiba. Kafamı kaldırdım. Tepemde, arkamdaki koca çınarın dallarından birisi vardı. Uzandım, ona yetişmeye çalıştım. Belki bu şekilde kendimi yukarıya doğru çekebilirdim ama yetişemedim. Belki biraz daha çırpınsam, uğraşsam… Hayır, olmuyordu. Daha da batıyordum. Bu bataklığa nasıl gelmiştim?

Dala yetişemeyeceğimi anlayınca daha fazla çırpınmak istemedim. İçinde bulunduğum duruma dair olarak yaşadığım zihinsel süreci bir kenara bırakıp ortamdaki fiziksel şartlara odaklanmaya çalıştım. Eldeki verilerle hiçbir şey yapamıyordum. Az önce, tek kurtarıcım olarak gördüğüm koca çınarın dalı bile uzak bir dost gibi görünüyordu artık gözüme. Dost gibi diyorum çünkü hala dost olduğuna inanıyorum. Tepemdeki güneşten korunmamı sağlayan ve bana gölge eden oydu. Şimdi onun benim buradan çıkmam için bir vesile olmadığına, ancak bana başka bir şekilde yardımcı olabilecek bir dost olduğuna ikna olmaya başlamıştım. Ben bunları düşünürken etraftaki karga seslerini duydum. Nerede olduklarını fark edemiyor olsam da seslerini duymam, burada yalnız olmadığımı hissettiriyordu bana. Bitkisel hayatta olan ağaçları saymazsak bana eşlik edecek kimsenin olmadığını görüyordum çünkü. Öyleyse eşlik etmek demek, “ses” ile de ilgiliydi. Sessiz olunduğu zaman insan kendini biraz daha yalnız hissediyordu. Koca çınarın dalı bana kargalardan daha yakın ve dostane gelmesine rağmen kargalar yalnızlığımı unutmama daha çok yardımcı olmuştu. Bunun farkında olmadıklarını biliyordum ve aslında onların da benim farkımda olmadıklarını düşünüyordum ama düşüncemle zıt bir eylemle birlikte içlerinden biri gelip kafama kondu. Beni sadece bir “şey” olarak görüyordu belli ki, hareket etseydim bu kadar rahat bir şekilde yanıma yaklaşamazdı ama hareketsizliğime aldanıp beni koca çınardan farksız görmüş olacak ki kafamda sallanmadan duruyordu. Kafama konmadan önce ağzında taşıdığı küçük bir parça peynir görmüştüm. Kargalar peynir yiyor muydu sahi? Bilmiyordum. Ama kafamda ağzında peynir taşıyan bir karga olduğuna göre o peyniri edindiği bir yere de uzak değildim. Acaba bağırsam kimse duyar mıydı? Bilmiyordum ama denemeye değerdi. Hareketsizliğime zıt bir şekilde haykırdım: “Kimse vaaaaaar mııııııı?” Sesim bulunduğum yerin derinliklerinde dağılıyordu. Bağırtımın şiddetinden olacak ki kafamdaki karga hareketlendi. Onların hep akıllı kuşlar olduğunu düşünürdüm ama kafamdan havalandığında gagasındaki peyniri düşürmüş olmasından o kadar da akıllı olmadıkları sonucuna vardım. Sadece bir varsayımdı bu. Bir anlık dikkatsizliğine de denk gelmiş olabilirdi. Peynir düştükten sonra, daha havadayken, onu yakalamak için yeniden bir hamle yaptı ama çoktan çamura saplanmış olan peyniri yakalayamadı. Önüme düşmüş olan peynire hamle yapıp onu alacaktım ki tam o anda çamurun neredeyse kasıklarıma kadar yükseldiğini gördüm. Ya da ben kasıklarıma kadar çamura batmıştım. Farkı ne idi ki? İkisinde de edilgen olan bendim. Ve şu nefessiz, pis, düşünemeyen, aptal çamur birikintisi benim bütün edilgenliğime karşın etken bir şekilde hapsetmişti beni. Hareketsiz durmam batışımı engelleyemiyordu demek ki. Bunca zaman boş yere hareketsiz duracağım diye kendimi zorlamıştım diye düşündüm. Ama batışımı engelleyemiyor olması, yavaşlatmadığı anlamına da gelmiyordu. Mümkün mertebe yine hareketsiz duracaktım. Karar vermiştim. Ama ondan önce önümdeki çamura batmış olan peyniri almalıydım. Uzandım. Onu aldım. Bekletmeden ağzıma attım. Çamurun tadı beklediğim kadar kötü değildi. Ya da karnım acıkmıştı. Bu psikolojik deney üzerinde düşünecek değildim. Bulunduğum yer buna müsaade etmiyordu.

Buraya sürekli “bulunduğum yer” diyordum çünkü nerede olduğumu bilmiyordum. Etrafımda yeterince ağaç olsaydı burasının bir orman olduğunu düşünebilirdim ama öyle değildi. Belki küçük bir korudaydım. Bir otlakta ya da… Nerede olduğumun ne önemi vardı ki. Sadece buradaydım ve az önce kafamda, ağzında peynir olan bir karga vardı. “Kimse vaaaar mıııı?” diye bağırdım bir kez daha. Kimse duymuyor olacaktı ki beklentim karşılıksız kalıyordu. Belki de duyacak kimse yoktu. Herkes gitmişti. Belki de herkes diye bir şey yoktu. Hiç olmamıştı. Burada ne işim vardı? Bir de kim olduğumu hatırlasaydım…

Birden cebimdeki bir parça kâğıda ve bir kaleme dikkat ettim. Tükenmez bir kalemdi. Gittikçe tükenen halimle dalga geçiyor gibiydi bu tükenmez kalem. Kâğıdı elime alıp bir şeyler yazmaya karar verdim. Ne yazacağımı bilmiyordum. İçimden geleni yazmalıydım belki de. Gayriihtiyarî “su” yazdım. Çok susamıştım. Ondan olacak aklıma ilk bu gelmişti. Su üzerine başka bir şey yazmak için yeniden kâğıda davrandığım anda kafamda bir iki damla ıslaklık hissettim. Birden gökyüzünü yağmur bulutları kaplamıştı. Yağmur yağıyordu… Yağmur… Yağmur! Su… Su! Birilerinin benimle alay ediyor olma olasılığını düşündüm. Hayır, bunu düşünecek durumda değildim. Kafamı kaldırdım. Ağzımı açtım, dilim, damağım ıslanmaya başladı. Bütün bu umutsuz duruma rağmen garip bir huzur kaplamıştı içimi. İnsanın birincil ihtiyaçları karşılanmadığı ölçüde sonrakileri düşünmeye gücü dahi yetmiyordu. Bunu, yağmur damlaları ağzıma düştükçe daha iyi anlıyordum. Susuzluğumu tam anlamıyla gideremesem de bir şekilde ıslanmış olan ağzım beni mutlu etmişti kısa süreliğine. Kim olduğumu önemsememeye başladım.
 
Birden aklıma bütün bunların bir kurgu olduğu geldi. Evet, belki de öyleydi. “Su” yazdığımda “su” gelmişti. Başka bir şey yazarsam da başka bir şeyle karşılaşabilirdim. Bunu da kurgulayan birisi olamaz mıydı? Benim tanrım kimdi? Bunu bilmiyordum. Ama şu anda benden daha iyi bir konumda olduğunu düşünüyor olmam benim suçum değildi. Beni kıstırdığı bu kafesten bir an önce kurtarması gerekiyordu. Bütün bunları nereden biliyordu? Neden beni seçmişti? Belki de sadece “birisini” seçmesi gerekiyordu ve seçti. Seçtiği kişinin ben olup olmadığımı bile bilmiyordu. İsmim neydi? Neden hatırlamıyordum? İsim… Bana bir isim vermiş miydi? Hayır! Bana bir isim bile vermemişti. Neye benziyordum? Kime benziyordum? Kafama konanın karga olduğunu, arkamdakinin çınar ağacı olduğunu, içine battığım bu bok kuyusunun bir bataklık olduğunu nereden biliyordum? Bunları ne zaman öğrenmiştim? Bunları bana ne zaman öğretmişti? Düşündüğümden daha akıllıydı sanırım. “Neden?” diye sormamdan belli ki ben onun kadar bilmiyordum. O benden daha çok biliyordu çünkü beni biliyordu. Korktuğum şey şayet gerçekse, beni bilmekle kalmıyor şu anda beni yazıyordu da. Tıpkı benim de bunu denediğim gibi. Bilmeden de olsa fark etmem gibi. Ama ya öyle değilse, ya birisi yoksa… Ya sadece ben yön veriyorsam kendime… Ya yönümü dahi bilmeden ilerliyorsam bu çaresiz çamur parçasının içinde… Bir sürü olasılık vardı ve benim tek yaptığım bunları değerlendirmekti. Düşünmemeye çalışıyordum ama yapamıyordum. İyiden iyiye çamura batıyordum. Bunları düşüneceğime bir iki şey daha yazsam belki bu durumun gidişatını değiştirebilirdim ama düşünmekten yazmaya fırsat bulamamış, belki de paniklemiştim. Boğazıma kadar yükselmişti çamur. Bir şeyler yapmam gerekliydi. Bir süre sonra burnum ve ağzım da çamura batacak ve nefes alamayacak duruma gelecektim. Hala şansım varken bir kez daha bağırdım: “Yardıııım ediiiiiin! Birisi yardım etsiiiiiin!” Karganın peyniri aldığı yerden birilerinin gelmesini bekliyordum ama nafileydi. Göz göre göre öldürecekti beni. Kim olduğunu biliyordum. Artık emindim. Yazıyordu. Durmadan yazıyordu. Ve buradan kurtulmam için en ufak bir yardımı bile yoktu.

Tükenmez kaleme davrandım. Artık farklı bir işe yarayacaktı. Öyle olmasını istiyordum. Kalemin kapağını açıp içini boşalttım. İki ucu açık bir kamış halini almıştı. Ağzım yavaş yavaş çamura batıyordu. İnsan, ki insan olduğumu sanıyordum neye benzediği bilmesem de, nasıl oluyordu da bu kadar aciz kalabiliyordu? Öyle isteniyordu. Öyle isteniyor olsa gerekti. Şimdi burnum da çamura batmak üzereydi. Kalemi ağzıma götürdüm. Bununla bir süre daha idare edebilirdim. Ellerimi kullanamıyordum artık. Tek umudum birazdan birinin buraya gelip beni kurtarmasıydı. Ya da birinin buraya yazılması… Çizilmesi… Gönderilmesi… Ne önemi vardı ki?

Aniden bir karga gelip kalemin, yani kamışın, ucuna kondu. Nefes alamıyordum. Az önceki karga mıydı bu bilmiyordum.  Gözlerim de çamura batmaya başladığından onu tam olarak seçemiyordum. Belki de peyniri yediğim için benden intikam almaya gelmişti. Bir karga tarafından öldürülen ilk insan olmama ramak kalmıştı. Can havliyle kafamı çevirmeye çalıştım çamurun içinde. Kargayı rahatsız ve o da yerinden ayrılarak bir insan öldürme vahşetinden farkında olmadan kaçmış oldu. Bir süre daha nefes alacaktım. Bir süre yaşamaktı bu. Ama sonunda ne olacaktı? Ne kadar daha kalabilirdim böyle? Bu anlamsız ve uyumsuz çamur birikintisinde neden bulunduğumu bilemeden çekip gidecektim işte… Ne kadar uzatırsam uzatayım artık zamanımın kalmadığını biliyordum. Beni öldürmeyi kafasına koymuştu. O bunu sessizce yazarken arkasına yaslanıp rahat rahat nefes alıyor olacak ama ben burada can çekişiyor olacaktım. Evet, buraya nasıl ve neden geldiğimi bilmiyordum ama artık gitmek için iyi bir sebebim vardı. Kalemi ağzımdan bıraktım. Sessizce çamura gömülmeye devam ederken kaç saniye kadar hayatta kalabileceğimi zihnimden hesaplamaya çalışıyordum: 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 13, 16, 17, 19, 21…

BBC Radyo Drama'dan Donald McWhinnie'ye 6 Nisan 1960'ta yazdığı mektupta Beckett, bu garip metnin "karanlıkta çamurun içinde hızlı hızlı nefes alarak yatmakta olan bir adamın, içinde belli belirsiz duyduğu bir ses tarafından anlatılan kendi hayat hikâyesini mırıldanarak tekrarlaması" ile ortaya çıktığını söyler, "adamın nefes alıp verirken çıkardığı ses, içinden gelen fısıltıyı bastırır, ancak nefes alıp verişi biraz yatıştığı zaman kendisine anlatılmakta olanların bir kısmını duyabilir ve bunları hemen mırıldanarak tekrarlar. İçeriden gelen ve mırıltıyla tekrarlanan sesin her yana yayılması, hızlı solumanın sona erdiği üçüncü bölümde olur. Dolayısıyla 'ben' üçüncü bölümdeki başlangıçta ortaya çıkar. ALINTI

Nazım Hikmet Barış Ödülü Yaşar Kemal’in

 
Dikili Barış ve Nazım Hikmet Günleri’nde ilk ’Nazım Hikmet Barış Ödülü’, Yaşar Kemal’e verilecek.
Nazım Hikmet’in 110’uncu doğum yılı nedeniyle ünlü şairin anısına düzenlenecek Dikili Barış Şenliği, 1-2 Eylül tarihlerinde Türkiye ve Yunanistan’dan çok sayıda sanatçı, politikacı ve akademisyeni bir araya getirecek. Şenliklerde, ünlü Şair Nazım Hikmet’in, Türkiye’deki en büyük büstünün açılışı yapılacak ve Nazım Hikmet Barış Ödülü ilk kez verilecek.
Şenlik hakkında bilgi veren Dikili Belediye Başkanı CHP’li Osman Özgüven, ülkemiz ve dünyamızın büyük çoğunluğu için kötü bir sürecin yaşandığını dile getirerek, “Hüzün, kaygı ve öfkeyle izlediğimiz bir sürece giriyoruz. Sıfır sorun adı altında yürütülen ilişkiler ve izlenen dış politikalar ülkemizi tüm komşularıyla sorunlu hale getirdi. Bir türlü çözüme ulaştıramadığımız kardeş kavgası acı ve endişelerimizi arttırmaya devam ediyor. Çözümsüzlüğü dayatan nefret ve ayrımcı söylem, insani yaklaşımlarımızı da zorluyor. Haklarını arayanlar kurşunlanıp öldürülüyor” dedi.
Dikili Barış Şenliği’nin ünlü Şair Nazım Hikmetle özleştirilmesinin büyük anlamı olduğunu dile getiren Özgüven, “Dünyanın barışa en fazla ihtiyacı olduğu dönemde bir ortamda düzenlenecek şenliğin barış davasının büyük değeri dünya şairi Nazım Hikmet’e adadık. 110’uncu doğum yılında büyük şairi Dikili’de yaşatacağız. Türkiye’deki en büyük Nazım Hikmet büstünü, onun vasiyetine uyarak bir çınar ağacının altında bir parkta açacağız. İlk kez verilecek Nazım Hikmet Barış Ödülü’nü de Nobel adayı ünlü yazar Yaşar Kemal’e vereceğiz” diye konuştu.
Nazım Hikmet anısına düzenlenecek olan bu yılki Dikili Barış Şenlikleri’nde çok sayıda sanatçı, siyasetçi ve akademisyenin katıldığı etkinlikler yer alacak. 1 Eylül Cumartesi günü saat 14.00’de ’Nazım Hikmet ve Barış’ konulu panel ile başlayacak olan şenlikler, söyleşiler, imza günleri, sokak tiyatroları, çeşitli gösterimler, fotoğraf ve resim sergilerinin ardından 2 Eylül Pazar günü Moğollar konseri ile sona erecek.
Şenliklere Doğan Hızlan ile Tarık Akan, Rutkay Aziz, Genco Erkal, Hıfzı Topuz, Orhan Alkaya, heykeltraş Mehmet Aksoy, Yunanistan Dışişleri Sorumlusu Trigasiz Syriza, CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın, 22’nci Dönem CHP Milletvekilleri Hakkı Ülkü ve Prof. Dr. Yakup Kepenek, Murat Karayalçın, Ercan Karakaş, Fikri Sağlar, Melike Demirağ ve Moğollar gibi çok sayıda sanatçı ve politikacı katılacak.
ntvmsnbc.com (29 Ağustos 2012)

Tuesday, August 28, 2012

Tüm korkularda, yasak bir düşünce, buyrukları veren gizli bir çıkar vardı.


...Ben her zaman müziğimi anlayabilecek kimseler için çalmaktan hoşlandım, oysa bunların yalnızca bağırıp çağırmaya hevesleri vardı.

....Eğer çalmasını biliyorsa, diye düşündüm, koltuk değnekleriyle çıkıp dilencilik yapabilir...

...Dansta hiçbir zaman insan yalnız değildir...

...Işıkta odayı tanıyamıyor, kendimi hiç bilmediğim bir yerde sanıyordum.

...Yaşlandığımda uyumaya bol bol vaktim olacak..

...Nerde yatacağını bilmeyenle gün doğmadan sokağa fırlayan arasında fark var mı? Her ikisi de soğuktan büzülmüşlerdir...

...Kimileri dans ederken orkestrayı dinler, kimileriyse çalınanın farkında bile olmaz.

...Çalarken hoş olan budur: İnsanlar istemeseler bile onları peşimden sürüklemek. Durduğum zaman: 'Haydi devam et' demeleri de hoşuma gider. Sonra sanki bıkmış gibi numara yapılır. Tam güldürü oyuncusuna göre meslektir.

...Siz çalgıcıların, çalgı değiştirmekten hoşlanmadıklarını bilirim.

...Aşırı kurnazlığın sonunda insan kendini de aldatmaya başlar...

...Kar yağdığı zaman denizin rengi değişmez mi?..

...Kadınlar çok şeylerin ardından koşarlar. Yalnız paranın değil. Bak dinle, dedi sanki işten konuşuyorlarmış gibi, bu kuralın dışı yoktur. Ben kadınların ne olduğunu görmek için soyarım. Tereddüt etmezler. Ne değerde olduğunu bilen bir kadın soyunur. Ama bu yüzden bilmem neyi düşünmen gerekmez. Kadınlar başka şeyler isterler. Hepsi hırslıdır. Yalnız kendileri için bir erkeği ister kimileri. Delileri vardır. Sarhoş bir kadın gördün mü hiç? Kimileri sırf gurur yüzünden arkadaş değiştirir. Onlar paranın üstüne tükürürler.

...Kurulu düzenin içinde savaşmak yasaklanırsa alanların dışına çıkılır...

...Yalnız başına olunduğunda sarhoşluk boş yere harcanmış bir zevktir...

...Bir kadın her zaman yaşından daha fazlasını bilir...

... Eğer kadınlar için gerçekten bütün erkekler birse, onların bir tek erkeğe kendilerini oldukları gibi vermeli ve onu köpeğin sahibini izlemesi gibi izlemeleri gerekiyordu. Oysa hayır, tam tersine, onlar seçmek istiyorlardı, ve bu seçimi de bütün erkekleri bir araya katıp, hepsiyle oynayıp, hepsinden bir çıkar sağlayarak yapıyorlardı. Böylece bütün erkekler mutsuz oluyorlar, kadınlar da işin sonunda arkadaşsız kalıyorlardı.

...Ancak alışkanlıkla yapılan şeyler hatırlanır... Söylenenler ve düşünülenler kalmazlar..

...Öldüren sevendir...

...Çalmama karşı para alacak olursam, bunun zevki neresinde...

...Tiyatroda insan tırnakları ve dişleri ile yaşar.

...Bir kadın sizi oğlu gibi kabul ederse bu ya onun daha önceden evli olmasından ya da sizin kambur olmanızdandır...

...Eğer günün birinde evin olmasını istiyorsan olduğun yerde kalman gerek...

...Bir tepenin yamacından bakılınca tüm ülkeler birbirinin aynıdır.

...Papazı yapan giysisidir...

...Okuyanlara güvenebilmek için okumak gerek.

...Okumuş olanlara bağlı kalmamak için okumak gerekliydi. Onların bizleri aldatmalarını olanaksız kılmak için okumak gerekliydi.

...Gelecek kestirilemez. Ancak insan yaptıklarına bakıp ne yapacağını söyleyebilir.

...Saklanmaktansa görünmek daha iyidir.

...Ne zaman durulacak olsam savaş başlıyor. Ya başkalarının savaşı ya da bizimki, hep bir tane var.

...Bir hikaye tam bitmesi gerektiği gibi bitmez.

...Aynı hikayenin iki kez tekrarlandığını bilmez misin? Önce gerçekten, sonra şakadan. Boğulmuş, ölmüş bir insanın su üstüne çıkması gibi...

...Şeyleri değiştirmek için deliler gereklidir.

...Hapse girersen hep kötü gider işler. Başka şey de var; eğer orda uzun süre kalırsan insanları unutursun. Dışarı çıktığında her şeye rağmen dünyanın yaşamakta olduğunun farkına varırsın. Ölmüş olmanın ne olduğunu anlarsın.

...Yalnızca aranıldığında bir yerde duraklayabilmek çok yazık...

...Kaçmak ya da yakalanmak aynı şey diyordu. Önemli olan geriye başkalarının kalabilmesi. Ama öyle bir an geliyor ki yakalanıp hiç kıpırdamamak geliyor insanın içinden.

...Korktuğumuz zamanlar hepimiz burjuvalaşırız. Fırtınayı görmemek için, gözleri kapamak korkudan başka bir şey değildir, burjuva korkusundan başka. Marxçılık, şeyleri oldukları gibi görmek ve bunlara bir çare aramaktan başka nedir ki?

...Bir erkeğin olduğu yerde onun için hazır bir kadında vardır. Zamandan yararlanmak gerektiğinde hepsi aynıdır.

...Tüm korkularda, yasak bir düşünce, buyrukları veren gizli bir çıkar vardı.

...Tutulamaz hale gelen halk yığınları çok ölü verir.

...Tellere kopararak çalınmaz, onlara hafiften dokunarak çalınır.

...Herkesin daha iyi yaşayabilmesi için siz daha kötü yaşamakla işe başlıyorsunuz.

...Kendimi toprak düzeyinde hissetmek, ezilmişe benzeyip gene de boyun eğmemekten zevk alıyordum. ALINTI
Cesare Pavese

Sunday, August 26, 2012

DİRENCİN VE BİLİNCİN TİYATROSU VE ADİL OKAY

Ali Ziya Çamur



Adil Okay çok yönlü bir aydın: Siyasal eylemci, yazar, öykücü ve şair… Birkaç yıldır bu çabalarına tiyatro yazarlığını da ekledi… Belki de yaşanılanların ihtiyacı doğurdu Adil Okay’ın yazdığı oyunları…

Avangard, deneysel, postmodern vb… bir sürü tiyatro metinleri yazılıyor ve oynanıyordu ama devrimci sanatın, toplumcu şiirin hayatımıza daha yoğun girdiği günümüzde toplumsal sorunları merkezine alan tiyatro metinleri –birkaç örnek dışında- yazılmıyordu. Yabancı yazarların ve 70’li yıllarda tiyatroprop ve şair Ömer Nida’nın öncülüğünde ortaya çıkan işçi tiyatrosu topluluklarının metinleri bugünün damarını yakalamaktan uzaktı.

İşte Adil Okay, günümüz devrimci tiyatrosunda bu damarı sıkıca yakaladı. Önce “Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler- Ölülerimiz Konuşuyor” ile hayatımızda sıkı izleri ve etkileri olan, Türkiye’nin devrimci tarihi içinde, adları nabzımızda vuran yiğit devrimcileri tiyatro sahnesine çıkardı.

Mustafa Suphilerden günümüze sosyalizm için can verenlerin dirençlerini, yiğitliklerini eylem ve düşünceleriyle birlikte karşımızda görünce; doğrunun karşısında yanlışlarımızı; bütünün yanında eksikliklerimizi gördük. Tutarlı duruşların karşısında tutarsızlığımızı gördük, basiretsizliğimizi gördük. Yeniden bilendik, yeniden öğrenme ve harekete geçme aşkı sardı bilincimizi…

o Daha sonra kaleme aldığı “TEKEL İşçisi Bir Kadının Uyanışı” oyunuyla da TEKEL işçilerinin 78 gün boyunca Ankara'da başta özlük hakları olmak üzere, örgütlenme ve sendikasızlaştırmaya karşı verdikleri mücadele ile birlikte direnişin en başında yer alan kadın işçilerin mücadelesini anlattı; direnişle birlikte  işçi kadınların nasıl değiştiğine ışık tuttu.

Giderek seri cinayetlere dönüşen ve bu düzenin içinde gerekli önlemler alınamadığı için doludizgin devam eden kadına şiddet sorununu ortaya koydu. Bunu yaparken Gerek hayattaki dik tutumuyla öne çıkan, gerekse düzenin kurbanı olan kadın karakterleri öne çıkardı.

Oyuna verdiği ‘Kadın Gibi Kadın-Haykırış’ isimle ‘Adam gibi adam’ deyişine ve bu deyişin arka planında yatan erkek egemen dilin dünyasına itiraz eden Adil Okay; bu dünyanın yargılanmasına oyunun adıyla başlamak ve oyun içerisinde izleyiciye, başka bir dünyanın, başka bir dilin, başka bir ilişkiler ağının mümkün olabileceğini göstermek istediğini ifade etti.

Kısacası, Adil Okay, yazı ve şiirlerinin dışında tiyatro eserleriyle de hayatın devrimci nabzını tutmaya devam ediyor.

o Okuyacağınız “Cumartesi Anneleri” adlı bu oyunda ise, yıllardır sızısı bağırları yakan, öldürülen, kaybedilen devrimcilerin direngen annelerini ya da toplumun belleğine kazınan diğer adla ‘Cumartesi Anneleri’ni salt bir TV haberi olmaktan çıkararak bütün duyarlığınıza kazıyacaktır.

Adil Okay’ın  yazdığı oyunlar, hayata devrimci bakışın birer izdüşümüdür. Onun tiyatroları ile birlikte, burjuvazinin bizi içine çekmek istediği tembellik, aymazlık ve aldırmazlık tuzaklarına düşmeden direncimizi, bilincimizi keskinleştirmeye devam edeceğiz…

Cumartesi Anneleri adlı oyunu e-kitap olarak okumak için aşağıdaki linke tıklayınız: