Friday, October 12, 2012

Zehra Kosova


Yaşamıyla kadın işçilere örnek oluşturan, mücadele azmi veren Zehra Kosova, kapitalizme karşı mücadelede en ön saflarda yer aldı. Uzun yıllar tütün ve tekstil sektöründe çalıştı, örgütlenme faaliyeti yürüttü. Önce TKP, ardından Vatan Partisi’ne üye oldu. İşkenceli sorgulardan geçirildi, cezaevinde kaldı. 90 yaşında aramızdan ayrıldığında geride onurlu ve mücadele dolu bir yaşam bırakmanın mutluluğu içindeydi.
Zehra Kosova, altı kişilik ailenin üçüncü çocuğu olarak 1910 yılında Kavala’da doğdu. Kosova ailesi, Lozan Antlaşması’nın ardından, Türkiye’deki Rumlarla Yunanistan’daki Türkler arasındaki mübadele adı altında zorla göç ettirildi ve 1923 yılında Tokat’a yerleştirildi. Zehra Kosova, üçüncü sınıfa kadar okuduğu okulu bırakarak işçiliğe başladı. Tütüncü bir ailenin kızı olan Kosova, tütün depolarında çalıştı. Kosova ailesi, 1930 yılında Erbaa’ya göç etti. Zehra Kosova ise 1931 yılının Mart ayında İstanbul’a, ağabeyinin yanına çalışmaya geldi. Kosova, Anadolu’da başladığı tütün işçiliğine İstanbul’da devam ederken, küçük yaşta çalışmaya başladığından, sınıfsal çelişkileri çok daha derinden görebiliyordu.

TKP ÜYELİĞİ İLE BAŞLADIĞI MÜCADELE

1933 yılında, tütün işçileri arasında örgütlenen Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) üye oldu. 1934’te parti tarafından eğitim için Moskova’daki Doğu Halkları Emekçi Üniversitesi’ne (KUTV) gönderildi. 8 Mart 1935 Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde evlenen Kosova, iki yıl eğitim gördüğü Rusya’dan 1937 yılında Türkiye’ye geri döndü.
Türkiye’de eşiyle birlikte önce Samsun’da ve Bafra’da tütün işçileri arasında TKP’nin örgütlenme çalışmalarını yürüttü, daha sonra İstanbul’a döndü ve sendikal mücadeleyi yönlendiren öncü kadınlardan biri oldu. Kurucuları arasında bulunduğu Tütüncüler Sendikası’nın yönetiminde görev
aldı.
Zehra Kosova, 1950’li yıllarla birlikte tütüncülüğün giderek kaybolmaya yüz tutması üzerine tekstil-dokuma sektörüne geçti. Bu kez de tekstil işçilerinin örgütlenmesinde öncü rol aldı. Sigortalı ve sendikalı çalışma mücadelesi yürüttü, bu dönemler boyunca, yoğun baskı, işkence, yargılama ve tutuklamalara maruz kaldı.
1951 TKP tutuklamalarında Zehra Kosova da hapse atıldı, 14 ay tutuklu kaldı.
Bu yılları anlattığı “Ben İşçiyim” adlı kitabında şunları söylüyordu Kosova: “TKP’nin önde gelen kişilerinin cezaları kesinleşmiş, çeşitli hapishanelerde yatmaya başlamışlardı. Tabii bunun arkasından sürgün cezaları vb. gelecekti. Ben de boş durmuyordum.”
Zehra Kosova 7 Ekim 1954’ten itibaren Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kurduğu Vatan Partisi’nde mücadeleye devam etti.
Vatan Partisi’ndeki mücadelesi süresinde de yoğun baskılara maruz kaldı. Kosova, bu süreci de şöyle anlatıyor: “1957’yi 58’e bağlayan gece polisler kapımı çalarak bir saatliğine karakola gelmemi buyurdular. Güldüm ve kızım Esma’ya sen bakma bunlar yarım saatliğine götürür, senelerce tutuklar dedim ve polis cipine binerek birinci şubeye gittik. … İşkenceler sonucu çok ağır kanama geçirdim. Ölmemi bekleyerek hücreye koydular. On altı ay hapiste kaldım.”
Yaşamıyla kadın işçilere örnek oluşturan, mücadele azmi veren Zehra Kosova, 18 Ağustos 2001 yılında, 90 yaşındayken aramızdan ayrıldı. O son nefesini verdiğinde, onurlu ve mücadele dolu bir yaşam bırakmanın mutluluğu içindeydi.

KADIN EMEK ÖDÜLÜ’NÜN İLK SAHİBİ

1995 8 Mart’ında, DİSK’in Kadın Emek Ödülü’ne değer görülen ilk ve tek işçi oldu. “Ben İşçiyim” adlı kitabı 1996’da yayımlandı.
Zehra Kosova, yaşamının son günlerinde şunları söylemişti:
“Hayatım boyunca bir gün denizin durulacağını, fırtınanın dineceğini, benim gibi milyonlarca insanın sakin ve rahat bir hayata ulaşacağını düşündüm. İnsanların ezilmeyeceği, sömürülmeyeceği bir dünyanın özlemiyle yaşadım. Bugün de doksan yıla yaklaşan ömrümle aynı özlemi taşıyorum.

‘SON SÖZ HENÜZ SÖYLENMEDİ’

Ben işçiyim, elimin emeğiyle bu ana kadar çalıştım, mücadele ettim ve yaşayabildim. Sosyalizm için kavga verdiğim, aç kaldığım, susuz kaldığım, işkence gördüğüm yıllar benim için en değerli yıllardı. O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de...
Bugün de işkence görenler var, bugün de inançları uğruna her şeyi göze alanlar var, bu sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede öyle. Daha henüz bir şey bitmedi, söylenecek son söz de söylenmedi. Belki ben ve benim gibi hayatının son basamaklarına dayanmış kişiler için noktayı koymak gerekir ama insanlığın tarihinde, işçi sınıfının mücadelesinde her zaman için yeni sayfalar açılacak ve buralara bizim gibi binlerce insanın hikayesi yazılacaktır.”

Wednesday, October 10, 2012

Karga zarif

'Hiç Kurusu' olup kalıyorum, sabahın köründe… Hayat böyle bir şey işte… Düz, uzun metinlerin anlatamadığını küçücük bir mektup ya da kısa bir sohbet anlatır bazen, unutulmaz olur.

İstanbul- “İşte bu evde doğdun!
Koyu gölgeli ensiz sokağın ortalarında, iki iri yapının arasına sıkışmış, dar alnaçlı, cumbacıklı üç katlı evin ikinci katını göstermişti annemin işaretparmağı. Bahar güneşi altında ışıldayan pencere önündeki saksılara doğrulmuş bir tabancaydı buğday rengi eli.
Şu perdesi aralık pencerenin önündeydi yatağın.
Eve doğru uzamış sağ kolu öylece gerili kalmıştı. Öbür eliyle yüzündeki saçları kulağının arkasına yerleştirdi; gözü nişanda, yayı gerili okçu duruşuyla, kalakaldı bir süre.
Şişe sesleri bölerdi uykunu.
Paslı elektrik direğinin ucundaki boynu bükük lambanın ışığına bulanmış akşamın sarışın sokağı, kasvetli odada parlayan yanaklarım... Sonra, sıkıntıyla çarpılmış yalnızlıkları uçurtma diye uçuran, anadan tembihli babadan öğütlü, pasaklı çocukları –mor memelerde kalmış dudaklarına izmarit takan, yanakları sümükten salyangozlu, geceleri altına kaçırıp gündüzleri üste çıkmayı beceren, öğlenleri kuyruklarına bağladıkları gazete parçalarını yakarak kaçışlarını izledikleri kedilerle eğlenen, akşamüstleri mahalle delisi taşlayan çocukları– izlediğim perdeye desen olan kara gözlerim. Sıcacık sıkıntıydı, hem ne sıkıntı, yatak dediği. Tuhaf, topunun birden gözümün önüne düşmesi, üstelik eti kemikten ayıran kıl kasap bıçağı hüneriyle.
Pencere önünde oturur beklerdim babanı. Gözlerim dalar gider, midye çıkarırdım öylece. Elindeki marulu tartının yanındaki bulanık kovaya daldıra daldıra tezgâhtaki ölü marulların üzerine silkelerken sanki içime su serpen manavın yıldızlar saçan çıplak ampulü yandı mı bu kez içim kararırdı. Çok beklerdim babanı. Adamlar geçerken kafamı çekerdim o saatten sonra pencereden. Ortada kalmış kaplumbağa ürkekliği dolardı içime.”
90’larla birlikte canlanan genç öykücülüğümüzün en önemli yazarlarından Murat Yalçın, yeniden okurunun karşısında. Karga Zarif’te yer alan öykülerin ortak yanı, insanın sonsuz neşeye de, sınırsız hüzne de açık yüzüne ayna tutması. Murat Yalçın’a göre ne insanın ne de edebiyatın sınırlarla ve katılaşmış tanımlamalarla işi var; göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor yaşam. Anlaşılır kılmaya kalkışmak, boşuna bir çaba...

Can Yayınları'nda çıkan kitapta Yalçın, modern öykünün de, Anadolu anlatılarının da el verdiği, bilgelikle ironinin iç içe geçtiği öykülerinde, yaşadığımız çağın (ya da çırpınışın) etkileyici bir manzarasını çiziyor. Zengin ve derin bir dille. Karga Zarif, Yalçın’ın renkli öykücülüğünün usta işi bir örneği. Öyküseverlerin el üstünde tutacakları bir kitap.

Murat Yalçın
Murat Yalçın, 1970 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. 1990’da yayıncılık mesleğine başladı. 2000’den bu yana Kitap-lık dergisini yönetiyor. Öykülerini topladığı kitaplar Aşkımumya (1995), İma Kılavuzu (2003), Şen Saat (2006) ve Kesik Hava (2009). Hafif Metro Günleri romanını 1998’de, yazınsal notlardan oluşan Kontrol Kalemi’ni ise 2011’de e-kitap biçiminde yayımladı.

Sunday, October 7, 2012

Yürekli bir yolculuk


MEHTAP GÜR / mehtapgur@yahoo. com

“Okurlarıma romanımı,  nasıl anlamaları gerektiğini ne anlatabilirim ne de böyle bir şeye kalkışmak isterim.  Yeter ki bu kitabı okuyan herkes,  içinde kendinden bir şeyler bulsun ve bundan yararlansın.  Gene de,  Bozkırkurdu’nun öyküsünün insanı kemiren bir hastalıktan ve bunalımdan söz ettiğini ama tüm bunların ölüme ve yok olmaya değil,  tersine iyileşmeye yönelik olduğunu anlarsa kendimi mutlu hissedeceğim. “ Hermann Hesse

Sıra dışı bir yaşamın öyküsü olan “Bozkırkurdu”,  Hermann Hesse’nin en çok otobiyografik özellik taşıyan romanı olmasıyla ayrıcalıklı bir eseri.  Romanın kahramanı Harri Haller yani Bozkırkurdu önemli,  nadir,  sıradan olmayan ve olağanüstü bir adam.
Düşüncesiyle ilgili her şeyde hırstan, göze çarpmaktan, başkalarına düşüncelerini “zorla” kabul ettirmekten ve her zaman “doğruyu bildiğini” varsaymaktan sakınan gerçek bir aydına özgü niteliklere, durgun bir nesnelliğe, düşünce ve bilgideki kesinliğe sahip sürü dışı bir karakter. Kendine özgü doğallığı ile çizdiği öz benliğiyle özgür ruhu yakalamış aydın ötesi bir karakter.
Yalnız yaşamın simgesi
Sıra dışı bir ada yaşamını öykü eden yazar, kitabın içerdiği yalnız yaşamın ifadesini en isabetli bir şekilde vurgulayan Bozkırkurdu adını toplumun sığ değer yargılarına ve kişiliksiz, yüzeysel yaşamına uyum sağlayamayan insanı tanımlarken “yalnız kurt” simgesinden yararlanabilmek için vermiştir.
Bozkırkurdu’nu doğadaki diğer benzer türlerinden ayıran en önemli ayırıcı özelliği sürüler halinde değil de yalnız başına bir doğal yaşamı tercih ediyor olmasıdır. Bozkırkurdu doğanın tüm olumsuz koşullarına karşı durmanın, dayanmanın içerisindeki dayanıksızlığını, taşıdığı naif ruhun incinmişliğini de simgeler bir bakıma. Bozkırkurdu olmanın aslında hiç de kolay bir yaşam biçimi olmadığını da ifade eder. Roman aynı zamanda yalnızlığı, toplumun tüm negatif değer yargılarına karşı sessiz bir haykırış, bir sivriliş, bir protesto olarak da imgeler. Yaşam içerisindeki yaşanmamışlıkların, kalabalıklar içerisinde yalnız kalmanın boğuntusunun ve ada yaşamının düş kırıklıklarıyla örgülediği hayat ve ölüm arasındaki gidip gelmelerin, dünya ve ötesi arasındaki ruh sıkışmasının yorduğu bedeninin hastalıklarla boğuşarak ayakta durma çabasının yüklemindeki tepe şahsiyettir Bozkırkurdu.
Amacı için yaşayan huzurludur
Herman Hesse, Bozkırkurdu’nun yaşamını hikaye ederken karakteristik dağınıklığı içerisindeki kendine özgü düzenini nasıl tesis ettiğini, toplum dışı soyutluğunun biçimi içerisindeki gizli kabulünü, ıssızlığına rağmen toplum nazarındaki saygın yerini de çok dengeli ve usta bir sanatsallıkla dile getiriyor bu öyküsünde.
Bozkırkurdu’nun tüm dağınık yaşamına rağmen düzenli hayatın çekiciliğine bilinç-altı özlem duyduğu gerçeği ise kaldığı evlerin seçiminde kendisini ortaya koyar. Cilalı parkeler, evin temizliği ve düzeni, pencere kenarındaki süs bitkilerinin ruhuna sağladığı ferahlığı anlatırken, ideallerle subjektifleştirilen yalnız hayatların gene de düzenli hayata dayandırılması gerektiğinin vurgusu yapılır. Amaç uğruna yaşayan insanın iç huzurunu ve ideal yaşamının sürekli kılınmasını sağlayan, yok sayılamayacak bir gerekliliktir bu aynı zamanda.
Hesse yüksek ülkülerle günlük dünya arasında sıkışıp kalmanın hikayesini, bir aşamadan sonra kendini tanıma çabalarını, öze inmenin gerekliliğini ve zorluğunu bu zorluğun getirdiği açmazı bilmesine karşın kendini bundan alamamıştır.
Huzur bilmeyen bir insan
Bozkırkurdu huzur bilmeyen bir insan. Hayatı güçlü ve olağanüstü bir güzellikte duyumsar. Anlık mutlulukların insanıdır. Mutlulukların köpüklü dalgaları engin acılar denizinin üzerinde o denli yüce ve şaşırtıcı bir hızla yayılır ki, saçtıkları ışık başkalarını da duygulandırır ve büyüler. Acılar ummanından sıçrayan bu mutluluk dalgalarının köpükleri sanat yapıtlarını yaratır, bir insan bir iki saatliğine yazgısının üzerine yükselebilir, mutluluğu bir yıldız gibi parlar; görenler kendi mutluluk düşlerini onda görüp sonsuzluğu anlarlar.
Tüm bilginin, tüm zekanın, her adımın ve ileri diye ifade edilen değer yargılarının duygusal felsefesinin avuntusunda yeniden anlamlandırılarak düşsel bir biçimsellikle kendini bulduğu bu eseri okuyanlar düşünceyi tıkayan tüm negatif unsurların bu eserde nasıl da ustaca tuz-buz edildiğini hayretle göreceklerdir.
Bozkırkurdu: Hesse’nin otobiyografik eseri
Bozkırkurdu, yazarı Hermann Hesse’nin en çok otobiyografik özellikleri taşıyan romanları arasındadır. Ama kişisel ayrıntılar yalnızca bir aydının umarsızlığını dile getirmek için değil, bunun ötesinde, düşünebilen bir insanın, duygu ve düşünce dünyasının ürettiği soylu duyguların ve düşüncelerinin yanısıra ilkel dürtülerin insanı da olduğunu da kavramasını, yüksek ülkelerle günlük dünya arasında kalışını, kendini tanıma çabalarını, özeleştirinin zorluğunu ve bunların getirdiği açmazı bilmesine karşın hiçbirinden kopamayışını anlatmak için kullanılmıştır. Belirli bir aşamaya geldiklerinde Harry Haller gibiler için bu dünyayla uzlaşmanın tek yolu mizahtır. Thomas Mann’ın dediği gibi, Bozkırkurdu, Ulysses’ten pek farklı olmayan deneyimsel bir yolculuk, bir yürekliliktir ve bu nedenle yirminci yüzyılın en önemli edebi belgeleri arasında yer alır

Romantizmin Son Şövalyesi

Kitaplarının neredeyse tamamı dilimize çevrilen Hermann Hesse, 20. yüzyılın en çok okunan Alman yazarı olarak kabul ediliyor.
“Ben kendimi hiçbir zaman içinde yaşadığım toplumun sorunları dışında tutmadım, beni eleştiren kimi politik görüşlü kişilerin iddia ettiği gibi fildişi kulede de yaşamadım. Beni en çok ilgilendiren şey, her zaman birey ve onun kişiliği olmuştur, devlet, toplum ya da kilise değil”
sözleriyle özetlediği dünya görüşünü Nazizm döneminde bir nebze olsun değiştirmiş ve devlet, toplum onu artık ilgilendirir olmuştu.   kitabını Nazi Rejimi onaylamayınca yılmamış, ilk baskısı İsviçre’de yaptırmıştır.
1960’lı yıllardan başlayarak, düzenlerin radikal değişimini isteyen fakat devrimci program ve liderlerin peşinden gitmemeye direnen genç nesiller Hermann Hesse’nin eserlerine sarılır. Özellikle 1962’de yazarın ölümünün ardından Amerika’da başlayan öğrenci hareketlerinde, Vietnam savaşı karşıtlarının kapış kapış okuduğu bir yazar olur.
Hugo Ball’ın “Romantizmin ihtişamlı ordusunun son şövalyesi” dediği Hermann Hesse’nin eserlerinin ortak bir yanı vardır: Tümü de günümüz yaşam sorunlarını çözümlemede bireye gerekli olan yepyeni, A. Ömer Türkeş’in bir yorumuyla sonlandıralım.
İki dünya savaşı görmüş, savaşın yıkımını yaşamış biriydi Hemann Hesse. Bu nedenle Nazizmin gelişmesini engelleyecek bir güç olarak gördüğü aydınların umursamazlığına öfkeliydi. föyton çağı”tasviri de 1930’ların kültürel iklimini canlandırıyordu aslında;
“Burada yadırgatıcı olan şey, bunları her tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerin pek geniş kapsamlı tüketimine, ‘tüketelim’ parolasıyla ön ayak olmasıdır. Ne var ki bu insanlar hiç de kendi halinde çocuklar ya da bir masal dünyasında yaşayan Phaiakia’lılar değillerdi, daha çok politik, ekonomik ve ahlaksal çalkantı ve sarsıntılar ortasında, korkuyla yaşamını sürdüren kimselerdi, bir sürü savaşa girip çıkmış, pek çok iç savaşa katılmışlardı; kültür sahibi olmaya yönelik oyunları yalnızca sevimli, anlamsız çocukluklar değildi, söz konusu oyunlar, gözlerini kapayıp çözüme kavuşturulamamış sorunlardan ve kıyametin kopacağına ilişkin korkulu önsezilerden kaçıp olabildiğince masum bir hayaller dünyasına sığınmak gibi güçlü bir gereksinimi karşılıyordu”.
Ahmet Arpad
Cumhuriyet Kitap Eki 27 Haziran 2002