Friday, July 19, 2013

Leyla Erbil meydan okuyor!



Leyla Erbil, dili parçalayarak okuma alışkanlıklarımızı değiştiriyor.
Deneyimli bir Leyla Erbil okuruna bile yer yer şaşırtmaca veren ‘Cüce’de gözüpek ve pervasız bir dil işçiliğiyle karşı karşıyayız

FÜSUN AKATLI

CÜCE

Leyla Erbil, YKY, 2001, 103 sayfa, 8 milyon 500 bin lira.
Leyla Erbil’in ‘özgün’ bir yazar olduğunu söylemek, bu yazıya öyle girmek istedim. Dilimin ucuna bu sıfat geliverdi. Ama hemen ardından çok savruk buldum sözcük seçimimi. Hangi gerçek yazar ‘özgün’ değildir ki? Birilerinin kopyası olana, kalp, sıradan,
‘önemsiz’ olana ‘yazar’ diyebilir miyiz ki, birini öbürlerinden ayırmak için ‘özgün’ sıfatına sarılıveriyorum ? Öyleyse, Leyla Erbil’i ‘özgün bir yazar’ saymaktan değil ama, onun durduğu yeri belirlemekte bu sıfatı kullanmaktan hemen vazgeçmeliyim. Yine de, bir şey demek istemiş olmalıyım, rastgele ya da savrukça ‘özgün’ bulurken onu.
Yeni kitabı ‘Cüce’den söz etmek istediğim bu yazıda, ben asıl Erbil’in yazarlığında kışkırtıcı olanın, onun nitelemeleri zora koşan ‘ayrıksı’lığının peşine düşmeliyim. Buyurunuz, bir içi boş niteleme daha:
‘ayrıksı’.
Leyla Erbil ‘özgün’ bir yazar, hem de ‘ayrıksı’, ayrıca ‘ilginç’ ve ‘gizemli’ de denebilir... Öyle mi! Yoksa onu kırk yılı aşkın edebiyat serüveninde, yalnız ve kuytuda bırakan, biraz da, benim gibi eleştirmen geçinenlerin eserlerinin hak ettiği derinlemesine çözümleme ve değerlendirmeler yerine, böylesi içeriksiz etiketlemelerle, yüzeysel değinmelerle hep zor bir edebiyatın kolayına kaçmaları mıydı? Belki. Ama Türk anlatı edebiyatının en önemli yazarlarından birini, hak ettiğine inandığım yazınsal tartışmaların odağı konumunda göremeyişimizin nedenlerinden sadece biri olabilir bu. Diğer nedenler ise, kırk yıllık bu serüvenin ancak ilk yirmi yılının edebiyata, sanata, düşünsel çevrene ilgi duyulduğu bir döneme rastlaması; son yirmi yılının ise magazine ve ‘piyasa ekonomisi’nin yükselen değerlerine kurban gitmesi gerçeğinde aranmalı.

Sırça dünyalara karşı

Daha ilk kitabı ‘Hallaç’ın haber verdiği tutkulu ve takıntılı bir dil işçisidir Leyla Erbil. Sözünü ettiğim ilk yirmi yılında, biri uzun öykü olmak üzere dört öykü kitabı yayımlamıştı. Romanları: ‘Karanlığın Günü’ ve ‘Mektup Aşkları’ karanlık döneme, ikinci yirmi yıla rastlar. Deneme yazılarını biraraya getirdiği ‘Zihin Kuşları’ 1998’de çıktı. Gerek romanlarında, gerek denemelerinde, dille olan ilişkisinin gizli dikişlerine uzanmanıza olanak verecek ipuçları bulursunuz. ‘Cüce’ ise, deneyimli bir Erbil okuruna bile yer yer şaşırtmaca veren, uç bir dil deneyinin ürünü. Sentaksı köşelere sıkıştıran, gramer kurallarını, kendilerini yeniden oluşturmaları baskısıyla tehdit eden, semantiğe şantaj yapan gözüpek ve pervasız bir dil işçiliği ile karşı karşıyayız artık.

“Yerlerde yuvarlanarak ve garip ünlemlerle

‘uvvvaqq - kuuvaaqq’ kapatarak kendini kendinin üzerine, inanılmaz bir vahşetle çalışıyor; ve ben yeniden beni olgunlaştıracak bir sırla; hiç böyle bir insanla karşılaşmadığımı düşünmeye başlıyorum düşerek öteki kalbin pençesine vivace - vivace!.. Sıçrıyor oraya buraya, gülüp, söylüyor, kalkıyor yatıyor dört dönüyor ortalıkta Menipo, onun bu halini seyrederken bile değiştiğimi duyumsuyorum, yüzüm saatle belki de gerçekten eşleşiyor latin ve arap rakamlar, armalar ve armadalar,
alemler, ay yıldızlar, kubbe ve çanlarla başka nedir onu bu denli heyecanlandıran anlamaya ona yaklaşmaya çalışıyorum...” (ss.88 - 9) diye anlatılan Cüce Menipo, adeta bize Erbil’in ‘Cüce’de sergilediği dil ‘performans’ının anlatı içindeki aktörü.
Bu çeşit bir dil - biçem - biçim kazısıyla derinleştirilen bir metinde, dünya görüşü, politik tavır, toplumsal analizler, belli hedeflere yöneltilen protestolar gibi içerik ağırlıklı ögelerin yer alışı; yer almanın ötesinde, fantazmanın, gizemin, büyünün atmosferini, o dilin kesici ve batıcı ve delici aygıtlarıyla parçalayışı okuma alışkanlıklarımıza meydan okumakta. Aslında Leyla Erbil edebiyatının başlangıcından bugüne, belki de en öne çıkan süreğen özelliği : Meydan okuyuculuk. Dil yapılarına,
yerleşik değerlere, kurulup berkitilen sırça dünyalara ve edebiyatın kurumsallaşmasına karşı, yalın kılıç bir meydan okuma.
Kitap ‘Yazarın Notu’ ve ‘Cüce’ başlıklı iki bölümden oluşuyor. Leyla Erbil imzasını taşıyan ‘Yazarın Notu’ bölümü, ‘Cüce’nin yazarı olan Zenime hanımı, yazarın onunla ilişkisini anlatan kısa bir öykü. ‘Cüce’de ise, ana metnin dizgisinden farklı üç hurufat karakteri ile dizilmiş parçalar, bir dizgeye göre sol ya da sağ sayfalara gömülmüş. Karakter dizilerinden biri ile, metnin içinden ilgili görülen parçalar, Mustafa Horasan’ın resimlerinin (desenlerinin) resimaltları olarak dizilmiş, resmin karşısındaki (soldaki) sayfada kullanılmış. Yıldırım’ın hep koşarak geldiği Yıldırım bölümleri bold (kalın siyah) dizilmiş. Bu parçalar ve elyazısı benzeri karakterle dizilmiş olanlar, ana metinle birlikte ‘Cüce’nin gövdesini oluşturuyor.
Ama ben, ne bu biçimsel düzenlemenin anlamı ve göndermeleri üzerinde duracağım, ne de Mustafa Horasanlı’nın desenleri ile Erbil’in metni arasında bir bağlantı kurulup kurulamayacağı, ya da bunun gerekip gerekmediği üzerinde. Bunlar üzerinde durmaya yerimiz müsait olmadığı gibi, o işin üstesinden gelebileceğimden de emin değilim. Aslında bunların ‘Cüce’nin okunmasında bir vazgeçilmezlikleri olduğunu sanmıyorum ve eğer haklıysam, metinle organik bir ilişki içinde görmeyebileceğimiz bu oyuncakların, bu zaten hayli güç metni, okur için daha da güçleştirmesine itirazım var.
Öte yandan, daha kapsamlı bir incelemede mutlaka ele alınması gereken Zenime hanım, Menipo, Hatçabla, Yıldırım karakterlerini de okurların metnin içinde iz sürerek tanımalarını, kısacık bir yazıda onlar hakkında ileri geri konuşmaya yeğ tutuyorum. ‘Cüce’, klasik yöntemlerle
‘tanıtımı yapılacak’ bir kitap değil zaten. Bunlar yerine, yazarın metninin akışına yön vermekte benimsediği bir biçeme değinmek isterim. Bilinçakışı (stream of consciousness) denilen anlatı yordamına benzetilebilecek ya da koşut görülebilecek bir biçem bu. Bu metinde kullanılan haliyle, belki de bellekakışı demek daha yerinde olacak. Erbil çağrışımlarla, şarkı sözleriyle, tekerlemelerle akışkanlık kazandırdığı bellek içeriklerini; kimi yerde keskin virajlarla önlerini keserek somutlaştırıyor. Bu da, az önce sözünü ettiğim dil - biçem ağırlıklı biçimsel kaygılarla, tarihsel sorumluluk kaygısının el ele yürümesinin bir örneği olarak düşünülebilir. Sözgelimi Sivas’taki şeriatçı katliamın yalazlarıyla ucundan tutuşuyor anlatı bir anda, sonra alevler sinsi sinsi yürüyor metin içinde. Ya da “SİS bir harf gibi dinlene dinlene ilerliyor” (s. 24).
Kentli edebiyatın yüzakı
Yazı - edebiyat - yazarlık uğraşı... bunlarla harmanlanmış bir ömür, ‘Unutturuş Oyunu’ kurmuş bir yazar ve ‘unutuluş’a meydan okuyuş! Cüce’nin ‘mütemmim cüzlerinden’ biri de bu. Elyazısı karakterlerle dizili parçalardan birinde yakalıyoruz ucunu:
“Yaralı doğar bütün insanlar, anlaşılmak, sevilmek, sevecenlik dilenir ömrünce...” Ama Erbil, bir insanlık durumu tesbitinden, anlatısının omuriliğine çengel atacaktır:
“’Hiç oluş’a doğru yol alışı arzu ve istençle aramana tanık olsun istiyorsun onlar; ‘unutuluş’a göğüs germeye hazır olduğunu, ancak o son anda tuhaf bir değişikliğe, -bir kazaya uğradığını anlasınlar istiyorsun...” (s. 27) İşte bu son an, cüce’dir. Görecektir okur gününü, okuyunca son’u ve cüce’yi!
Leyla Erbil’in kurup bozduğu iç düzenekler, vazgeçmediği ironi, benim ‘cambazlık’ demeye dilimin varmadığı dil hünerleri, keskin eleştirisi, onda ‘şiiriyet’e rastlamanın pek olası olmadığı izlenimini yaratabilir. İşte, bir kere daha yanılınır orada. “Kimi sabahlar aynanın merkezinde, en derin mağmasında boşluğun saman alevi gibi yanıp sönen kendine rastlasan da yeniden sana dönmek isteyen o deniz fenerine, durmadın hiç üstünde; hangi sana dönecektin? (...) Bambaşka biri olduğunu düşünüyordun yere göğe sığmayan ve üstünde yetmiş çeşit miletin haramı kalmışçana; sağlamalıydın adaletini bu dünyanın gene de tüm önlemleri alarak, izini sürmeliydin kendi gerçeğinin, caymamalıydın...” (s.67)
Leyla Erbil, çağdaş Türk edebiyatının modern ve kentli edebiyatımızın yüzakıdır. Yerelliğin sınırlarını aşmış da değil, hiç tanımamıştır. Pek çok şeyin sınırını tanımadığı gibi. Bugün, Pen Edebiyatçılar Derneği şaşılası bir değerbilirlikle, hiçbir ‘popülarite’si olmamış ve olmayacak bu yazarımızı Nobel Edebiyat Ödülü için aday gösteriyor. Bu, Erbil için, muhtemelen hiç alamayacağı Nobel’den daha değerli olmalı: Kendi gerçeğinin izinden ayrılmamakta direnmek ve buna rağmen, Unutuluş’u bir - sıfır yenmek !

Savaşta bir yazar: Vasili Grossman

İngiliz tarihçi Antony Beevor, ünlü yazar Vasili Grossman'ın cephe günlükleriyle yirminci yüzyıla bir pencere açıyor.

İstanbul- "XX. yüzyılın Savaş ve Barış'ı" diye tanımlanarak Tolstoy'la kıyaslanan Yaşam ve Yazgı romanının yazarı Vasili Grossman, büyük bir edebiyat adamı olmanın yanı sıra, savaş muhabiri sıfatını da taşır.İkinci Dünya Savaşı’nın en acımasız günlerinde Donetsk’te, Stalingrad’da, Kursk’ta Almanlarla savaşan Kızıl Ordu saflarında Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) gazetesinin cephe muhabiri olarak görev yaptı, 1941-1945 arası Avrupa’nın doğusunda yaşanan büyük savaşın en yakın tanığı oldu.

Cephede bin günden uzun süre kalan Grossman, olağanüstü bir röportaj tekniğiyle kısa dinlenme sürelerinde siper gerisine çekilen askerlerle konuşuyordu; çünkü resmî açıklamaların tersine askerlerin akıllarındaki her şeyi açık seçik anlattıklarına inanıyordu. Bu yüzden gözlemlerinin keskinliği ve insancıl yaklaşımı, yazar ve tarihçiler için paha biçilmez bir değer taşıyor.

“İkinci Dünya Savaşı”, “Stalingrad: Ölümcül Kuşatma: 1942-1943”, “Berlin’in Düşüşü 1945”, “D-Day: Normandiya Çıkarması”, “Girit: Savaş ve Direniş”, “Kurtuluştan Sonra Paris 1944-1949” gibi kitaplarıyla bilinen, İkinci Dünya Savaşı uzanan İngiliz tarihçi ve yazar Antony Beevor’ın yayına hazırladığı bu kitap, hem Grossman’ın savaş defterlerine, hem de Rus Devlet Edebiyat ve Sanat Arşivi’nde bulunan makalelerine dayanıyor.

Doğu Cephesi’nin gelmiş geçmiş en iyi tanıklığı, Grossman’ın, “Bence 1941 yazının bütün o sıkıntılarını hiç yaşamamış olanlar, asla zaferin mutluluğunu tam olarak yaşayamayacaklar” sözleriyle betimlenebilir.

Can yayınlarından çıkan kitap okurları için kitapçılarda.

Vasili Grossman

Vasili Semyonoviç Grossman 1905’te Ukrayna’da, asimile olmuş Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Moskova’da kimya mühendisliği eğitimi gördü, Donbass havzasında kimya mühendisi olarak çalıştı. 1930’dan sonra yazar olmaya karar vererek öykü, roman ve oyunlar kaleme aldı. İkinci Dünya Savaşı’nın başından itibaren savaş muhabiri olarak Sovyet ordusuyla birlikte Moskova, Stalingrad, Kursk ve Berlin savaşlarına katıldı; özellikle Stalingrad Savunması sırasında yazdığı yazılar ve sergilediği cesaretle bir efsane oldu. 1943-1946 arasında İlya Ehrenburg’la birlikte, Almanların, işgal altındaki SSCB topraklarında Yahudilere uyguladıkları vahşeti anlatan Çornaya Kniga (Kara Kitap) adlı çalışmayı hazırladı. İlk kez tanıklıklara dayalı bir belge niteliği taşıyan ve gerek tarihî, gerekse insani açıdan büyük öneme sahip bu kitap, Stalin’in “kozmopolitizm”e karşı başlattığı kampanya nedeniyle imha edilerek, ancak yıllar sonra gün ışığına çıkabildi. Narod Bessmerten (Ölümsüz Halk) adlı romanı, tıpkı Stepan Kolçugin gibi Stalin Ödülü’ne aday gösterildi ama Stalin tarafından veto edildi. Grossman’ın bir sonraki eseri Za Pravoye Delo (1952, Haklı Bir Dava Uğruna) önce övüldü, sonra kınandı. Grossman’ın Nazi ölüm kamplarını anlatan ilk yazı olan (1944) Treblinka Cehennemi adlı makalesi, Nürnberg Davaları’nda yeniden yayımlandı ve belge olarak kullanıldı. Başyapıtı Yaşam ve Yazgı’yı 1960’ta bitiren Grossman, müsveddelerini Znamya dergisine verdi. Ancak roman reddedilmekle kalmadı, devlet güvenlik organları romanı mahkûm ederek ilgili her şeye el koydu. Sovyet toplumunu Yaşam ve Yazgı’dan daha da ağır eleştiren Her Şey Geçip Gider’i tamamladı. Grossman, yaşamının son on yılını Sovyet rejiminin yoğun baskısı altında, eserlerinin hemen hemen hiçbirinin yayımlandığını göremeden geçirdi ve 1964’te Moskova’da umutsuzluk içinde öldü. Ne ki Yaşam ve Yazgı, rejim muhalifleri tarafından ülke dışına çıkarıldı ve bazı eksikliklerle de olsa ilk kez 1980’de, İsviçre’de basıldı. Başyapıtı Yaşam ve Yazgı, yetmiş yıl sonra yüz binler tarafından okunan, eleştirmenlerce “XX. yüzyılın Savaş ve Barış’ı” olarak nitelendirilen Grossman, aynı zamanda tarihin en önemli savaş muhabirlerinden biri olarak kabul edilir. Ölümünden sonra derlenerek yayımlanan İkinci Dünya Savaşı yazıları, eleştirmen ve tarihçiler tarafından bu alandaki en önemli çalışmalardan kabul edilir.

 Antony James Beevor

Antony James Beevor , 1946 doğumlu İngiliz tarihçi ve yazar. Winchester Üniversitesi ve Sandhurst Kraliyet Askerî Akademisi’nde modern askerî tarih öğrenimi yaptıktan sonra 5 yıl İngiltere ve Almanya’da 11.Süvari Birliği’nde görev yaptı. Annesi, büyükannesi, büyük ninesi de yazar olan Beevor, askerlikten ayrılınca bir süre bir reklam şirketinde finans müdürü olarak çalıştıktan sonra yazarlık alanına geçti. Beevor’ın savaş ve tarih konularını ele alan The Second World War (İkinci Dünya Savaşı), Stalingrad (Stalingrad: Ölümcül Kuşatma: 1942-1943), The Fall of Berlin 1945(Berlin’in Düşüşü 1945), D-Day: The Battle for Normandy (D-Day: Normandiya Çıkarması), The Spanish Civil War(İspanya İç Savaşı), The Battle for Spain: The Spanish Civil War 1936-1939 (İspanya için verilen Savaş: İspanya İç Savaşı 1936-1939), Inside the British Army(İngiliz Ordusunun İçinde), Crete:The Battle and the Resistance (Girit:Savaş ve Direniş), Paris: After the Liberation, 1944–1949 (Kurtuluştan Sonra Paris 1944-1949), The Mystery of Olga Chekhova (Olga Çekhova’nın Gizemi), adlı kitaplarının yanı sıra Violent Brink (Mor Kıyı), The Faustian Pact (Faus Sözleşmesi), For Reasons of State (Devlet Çıkarları), The Enchantment of Christina von Retzen (Christina von Retzen’in Büyüleyiciliği) adında romanları vardır. Kitapları II.Dünya Savaşı’yla ilgili belgesel filmlerde kaynak olarak kullanılan Beevor, Runciman Ödülü, Samuel Johnson Ödülü, Wolfson Tarih Ödülü, Hawthonden Edebiyat Ödülü, Longman Günümüz Tarihi Fonu Ödülü, La Vanguardia Ödülü’nün yanı sıra Sanat ve Edebiyat Şövalyesi Nişanı, Bath ve Kent Üniversiteleri Onursal Doktora ödüllerinin de sahibidir.
18 Temmuz 2013

Wednesday, July 17, 2013

Hrant Dink Vakfı 'Asker Doğmayanlar'ın Hikâyelerini Kitaplaştırdı



Hrant Dink Vakfı, Türkiyeli vicdani retçilerin yaşadıklarını ‘Asker Doğmayanlar’ adıyla kitaplaştırdı. Gazeteci Pınar Öğünç tarafından hazırlanan kitapta, farklı eğilimlere ve kişisel tarihlere sahip 14 vicdani retçi, ‘Her Türk’ün asker doğduğu’ sloganının neredeyse hiç sorgulanmadığı bir ülkede neden ‘asker doğmadıklarını’ anlattı.

Şimdiye dek daha çok sivil olarak askeri mahkemelerde yargılandıklarında, işkence gördüklerinde, açlık grevi yaptıklarında ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne taşıdıkları davayı kazandıklarında isimleri anılan vicdani retçiler, asker olmayı neden reddettiklerini, bu kararın hayatlarını nasıl değiştirdiğini Pınar Öğünç’e anlattılar.

Farklı dönemlerde, belki farklı saiklerle yola çıkarak zorunlu askerliği reddeden bu 14 vicdani retçinin bireysel hikâyeleri, militarizmin ülkenin kılcal damarlarında gezinişine, bu temel insan hakkı mücadelesinin 1990'lı yıllardan itibaren tarihine ışık tutuyor.

Türkiye, hâlen, Avrupa Konseyi’ne üye ülkeler arasında, Azerbaycan’la birlikte vicdani ret hakkını tanımayan iki ülkeden biri. 2010 yılında Hrant Dink Ödülü’ne layık görülen Vicdani Ret Hareketi, kamuoyunda konuyla ilgili duyarlılık oluşması yönünde önemli bir yol kat edilmesini sağladı. 15 Mayıs Dünya Vicdani Ret Günü vesilesiyle yayımlanan bu kitap, yıllar boyunca ödenen büyük bedeller anlamına gelen bu yoğun insani çabaya bir saygı duruşu niteliğinde.
Kitap adı: Asker Doğmayanlar
Yazarı: Pınar Öğünç
Sayfa sayısı: 216
Ebat: 15x24 cm
Dağıtım: 16 Mayıs 2013

Monday, July 15, 2013

Sert Bir Eleştirmene Mektup - Gilles Deleuze

 Hoşsun, akıllısın, kötü niyetlisin, hatta kötülüğe eğilimlisin. Ha gayret... Zira bana en son gönderdiğin ve kâh söylenilenlere kah bizzat senin düşündüklerine ikisini harmanlayarak başvuran mektup, varsayılan rnutsuzluğumdan duyulan bir tür sevinçtir. Bir yandan köşeye sıkıştığımı, her açıdan, hayatta, öğretmenlikte, siyasette köşeye sıkıştığımı, yıldız müsveddesi olduğumu, bunun yine de çok uzun sürmeyeceğini ve işin içinden çıkamayacağımı söylüyorsun. Diğer yandan her zaman sizden geride olduğumu, sizin ey gerçek deneyciler ya da kahramanlar, sizin kanınızı emdiğimi ve zehirlerinizi tattığımı, ama size bakarak ve sizden yararlanarak hayatta kaldığımı söylüyorsun. Ben, bunların hiçbirini hissetmiyorum. Gerçek ya da sahte şizofrenler o kadar canımı sıkıyorlar ki, sevinç içinde paranoyaya dönüyorum. Yaşasın paranoya! Mektubunla bana biraz hınç (köşeye sıkıştın, köşeye sıkıştın, "itiraf et"...) ile biraz da vicdan rahatsızlığı (utanmıyorsun, geridesin...) değilse, ne aşılamak istiyorsun? Bana söyleyeceğin yalnızca bu idiyse, hiç değmezdi. Benim hakkımda bir kitap yazarak öcünü alıyorsun. Mektubun sahte bir merhametle ve gerçek bir öç alma isteğiyle dolu.
  
Öncelikle, bu kitabı arzu edenin ben olmadığımı yine de hatırlatayım. Sen kendi nedenlerini dile getiriyorsun: "Mizah, firsat, para ya da toplumsal yükselme hırsı." Tüm bunların bu şekilde nasıl tatmin edileceğini tam olarak anlamıyorum. Bir kez daha söylüyorum, bu senin meselen ve kitabının benimle ilgili olmadığını, onu okumayacağımı ya da daha sonra seninle ilgili bir şey olarak okuyacağımı sana başından beri söyledim. Yayınlanmamış bir şey istemek için beni görmeye geldin. Ve gerçekten seni hoşnut etmek için sana bir mektuplaşma önerdim: Ses kayıt cihazına kaydedilen bir söyleşiden daha kolay ve daha az yorucu. Bu mektupların, kitabından ayrı, bir tür ek gibi yayınlanması koşuluyla. Anlaşmamızı biraz bozmak ve sana, "size yazacağım" diyen yaşlı bir Guermantes, sürekli bugün git yarın gel diyen bir kahiri ya da genç bir şairden öğütlerini esirgeyen bir Rilke gibi davranmış olmakla beni suçlamak için hemen bu fırsattan yararlanıyorsun. Ey sabır!

İyi niyetliliğin sizin en güçlü yanınız olmadığı doğru. İnsanları ya da şeyleri hiç sevemeyeceğim, onlara hiç hayranlık duymayacağım gün (fazla değil ama), kendimi ölü, öldürülmüş gibi hissederim. Ama siz, sanki hepten hınç dolu doğmuşsunuz, sinsice göz kırpmakta ustasınız, "bunu bana yapmayacaktın... Senin hakkında kitap yazıyorum, ama sana göstereceğim...". Tüm olası yorumlar arasından genelde en kötü niyetlisini ya da bayağısını seçiyorsunuz. İlk örnek: Foucault'yu seviyorum ve ona hayranım. Onunla ilgili bir makale yazdım. Ve o da benimle ilgili yazdı ki senin alıntıladığın cümle de o makalededir: "Gün gelecek, 20. yüzyıl belki de Deleuze'cü bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır." Yorumun: Birbirlerini övgülere boğuyorlar. Öyle görünüyor ki, Foucault'ya olan hayranlığımın gerçek olduğu, dahası Foucault'nun o küçük cümlesinin bizi gerçekten sevenleri güldürüp diğerlerini kızdırmaya yönelik komik bir cümle olduğu aklına hiç gelmiyor. Senin de bildiğin bir metin, goşizmin mirasçılarının doğuştan gelen bu kötü niyetliliğini açıklar: "Cesaretiniz varsa, goşist bir topluluk önünde kardeşlik ya da iyi niyetlilik sözcügiinü telaffuz etmeyi deneyin. Kendilerini, orada olan ya da olmayan, dost ya da düşman herkese her şekilde öfke ve saldırganlık gösterip onlarla alay etme konusunda sürekli ve hummalı bir çalışmaya verirler. Söz konusu olan diğerini anlamak değil, onu gözetlemektir."[1] Mektubun gözetlemenin doruk noktası… Bir toplulukta şöyle diyen Fhar'dan[2] bir tipi hatırlıyorum: Ya sizin vicdan rahatsızlığınız olmak üzere burada olmasaydık... Birinin vicdan rahatsızlığı olmak biraz polisçe, tuhaf bir ideal… Ve sen; hakkımda (ya da bana karşı) bir kitap yazmak üzerimde adeta bir güç sağladığını düşündürüyor sana. Hiç de değil, Kendi hesabıma, vicdanımın rahatsız olması olasılığı, beni başkalarının vicdan rahatsızlığı olmak kadar iğrendirir.

İkinci örnek: Uzun ve kesilmemiş tırnaklarım. Mektubunun sonunda, işçi ceketimin (doğru değil, o bir köylü ceketi) Marilyn Monroe'nun pilili bluzuna, tırnaklarımın da Greta Garbo'nun siyah gözlüklerine eşdeğer olduğunu söylüyorsun. Ve beni ironik ve kötü niyetli tavsiyelere boğuyorsun. Tırnaklanma birçok kez değindiğın için sana açıklayacağım. Tırnaklarımı annemin kestiği ve bu durumun Oidipus'a ve hadımlığa bağlı olduğu (grotesk, ama psikanalitik bir yorum) her zaman söylenebilir. Ayrıca parmaklarımın uçlan gözlemlendiğinde, genelde koruyucu olan parmak izlerinin bende olmadığı fark edilebilir, öyle ki bir nesneye ve özellikle bir kumaşa parmaklarımın ucuyla dokunmak, benim için uzun tırnaklarımın korumasını gerektiren sinirsel bir acıdır (teratolojik[3] ve ayıklamacı yorum). Şu da söylenebilir ve doğrudur da, görünmez değil ama algılanamaz olmak hayalimdir ve bu hayali cebime sokabileceğim tırnaklara sahip olarak telafi ediyorum, öyle ki hiçbir şey bana tırnaklanma bakan birinden daha şaşırtıcı gelmiyor (psiko-sosyolojik yorum). Son olarak şu söylenebilir: "Yalnızca sana ait oldukları için tırnaklarını yemen gerekmez; tırnakları seviyorsan, başkalarınınkileri ye, istersen ve yapabilirsen" (siyasal yorum, Darien). Ama sen, en berbat yorumu seçiyorsun: Dikkat çekmek, Greta Garbolaşmak istiyor. Her halükarda, hiçbir dostumun hiçbir zaman tırnaklarımı fark etmemiş olması ilginçtir, kimsenin sözünü bile etmediği bir rüzgârın taşıdığı tohumla orada rasgele bitmiş kadar doğal bulurlar onları.

Müzakereler - Gilles Deleuze
İlk eleştirine dönüyorum, her tonda tekrar tekrar şöyle diyorsun: Tıkandın, sıkıştın, itiraf et. Başsavcı. Hiçbir şey itiraf etmiyorum. Sayende benim hakkımda bir kitap söz konusu olduğu için, yazdıklarımı nasıl gördüğümü açıklamak isterim. Az çok felsefe tarihiyle canı çıkarılmış bir nesle, son nesillerden birine aitim. Felsefe tarihi, felsefe üzerinde açıkça baskıcı bir işleve sahiptir, tam anlamıyla felsefi Oidipus'tur: "Şunu ve bunu, bunun hakkında şunu, şunun hakkında bunu okumadığın sürece kendi adına konuşmaya cesaret etmeyeceksin herhalde!" Benim neslimdeki birçok insan bundan kurtulamadı, diğerleri ise kendi yöntemlerini ve yeni kurallar, yeni tarzlar icat ederek kurtuldu. Ben, uzun süre felsefe tarihi "yaptım", falanca ya da filanca yazar hakkında kitaplar okudum. Ama kendime birçok şekilde telafiler sunuyordum: Öncelikle, bu tarihin rasyonalist geleneğine karşı gelen yazarları severek (ve bence Lucretius, Hume, Spinoza, Nietzsche arasında, olumsuzun eleştirisi, sevinç kültürü, içsellik nefreti, kuvvetlerin ve ilişkilerin dışsallığı, iktidarın ihbar edilmesi, vs. ile oluşturulmuş gizli bir bağ vardır). Her şeyden önce, Hegelcilikten ve diyalektikten nefret ediyordum. Kant hakkındaki kitabıma gelince, o farklı, onu seviyorum, nasıl işlediğini, çarklarının neler olduğunu göstermeye çalıştığım bir düşmanla ilgili bir kitapmış gibi yazdım onu -Us mahkemesi, yetilerin ölçülü kullanımı, o kadar riyakâr bir itaat ki bize yasa koyucular unvanı veriliyor. Ama bu devirde paçamı kurtarma biçimim, sanıyorum ki özellikle, felsefe tarihini bir tür sodomi ya da günahsız doğum - ki bu da aynı anlama gelir- olarak kavramaktır. Bir yazarın arkasına geçtiğimi ve kendisine ait olduğu halde canavarı andıran bir çocuk yaptırdığımı hayal ederdim. Onun çocuğu olması çok önemli, çünkü yazarın ona söylettiğim her şeyi gerçekten söylemesi gerekiyordu. Ama çocuğun canavarı andırması, bu da gerekli, çünkü bana pek zevk vermiş olan her tür merkez kaymasından, kaymalardan, kırılmalardan, gizli yayınlardan geçmek gerekiyordu. Bergson hakkındaki kitabım bana göre bu türün örneğidir. Ve bugün Bergson hakkında yazmış olmamı bile başıma kakarak eğlenen insanlar var. Bu, onların tarihi yeterince bilmediklerini gösterir. Bergson'un, başlarda, Fransız Üniversitesi'nde nasıl nefret topladığını ve monden ya da monden olmayan her türden deliler ve marjinaller için nasıl bir peşine takma hizmeti gördüğünü bilmezler. Ve Bergson'a rağmen veya değil, bunun önemi yok.

Beni tüm bunlardan çekip çıkaran, geç okuduğum Nietzsche'dir. Çünkü onu benzer bir muameleye maruz bırakmak olanaksızdır. Arkadan çocukları size asıl o yapar. (Tersine, Marx'ın ya da Freud'un asla kimseye vermediği) Sapkın bir zevk verir size: Herkes için kendi adına basit şeyler söyleme; duygularla, yeğinliklerle, deneylerle, deneyimlerle konuşma zevki. Kendi adına bir şey söylemek çok tuhaf bir şeydir; zira kendinizi bir ben, bir kişi ya da bir özne sandığınız anda kendi adınıza konuşmazsınız. Tersine, bir birey, en ağır kişilik yitimi uygulamasının sonunda, onu bir uçtan öbür uca kat eden çokluklara, onu baştan sona dolaşan yeğinliklere açık olduğunda gerçek bir özel ad elde eder. Böyle yeğin bir çokluğun anlık kavranışı olarak ad, felsefe tarihinin gerçekleştirdiği kişilik yitiminin tersidir; itaatle değil, sevgiyle kişilik yitimi. Bilmediklerimizin temelinden, kendi azgelişmişliklerimizin temelinden konuşuruz. Bir üstünkörü tekillikler, adlar, önadlar, tırnaklar, şeyler, hayvanlar, küçük olaylar bütünü haline geldik: Bir yıldızın tersi. Sonunda bu değişen anlamda iki kitap yazmaya başladım, Fark ve Tekrar ve Anlamın Mantığı. Kuruntuya kapılmıyorum: Hala akademi aygıtıyla doludur, ağırdır, ama içimde sarsmaya, harekete geçirmeye çalıştığım bir şey var, yazıyı bir kod olarak değil, bir akış olarak ele almak. Fark ve Tekrar' da sevdiğim sayfalar var, örneğin yorgunluk ve düşüncelere dalma ile ilgili olanlar, çünkü görünüşe rağmen canlı yaşantıya ait sayfalardır. Çok ilerlemiyordu, ama hiç değilse başlamıştı.


Ve sonra Felix Guattari ile karşılaştım ve birbirimizle anlaştık, birbirimizi bütünledik, birbirimizin içinde kişiliklerimizi yitirdik, birbirimizle ayrıksılaştık, kısacası birbirimizi sevdik. Bu, Anti-Oidipus'u verdi ve bu yeni bir ilerlemedir. Bu kitaba karşı kimi zaman ortaya çıkan düşmanlığın biçimsel nedenlerinden birinin, tam olarak iki kişi tarafından yazılmış olması değil de, insanların küskünlükleri ve ayrılıkları sevmesi olup olmadığını soruyorum kendime. O zaman ayırdedilemezi ayırdetmeye ya da her birimizin payına düşeni saptamaya çalışıyorlar. Ancak her bir kişi zaten birden fazla kişi olduğu için, iki kişi daha da çok insan yapıyor, bu herkes için böyledir. Ve kuşkusuz Anti-Oidipus'un tüm bilgi aygıtından kurtulduğu söylenemez: Hala pek akademik, fazlasıyla bilgecedir ve düşlenen pop-felsefe ya da pop-analiz değildir. Ama şuna şaşırdım: Bu kitabı pek zor bulanlar, fazla kültüre sahip olanlardır, özellikle de psikanalitik kültüre sahip olanlar. Şöyle diyorlar: Organsız beden nedir? Arzu makineleri ne demektir? Tersine, az şey bilenler, psikanalizin bozmadığı kimseler daha az sorunla karşılaşıyorlar ve anlamadıklarına kaygısızca boş veriyorlar. Bu nedenle bu kitabın, en azından hukuken, on beş ile yirmi yaş arasındakilere hitap ettiğini söyledik. Bir kitabı okumanın iki yolu vardır: Ya içerisine kapatan bir kutu olarak düşünürüz kitabı, o zaman gösterilenleri ararız ve sonrasında, daha da sapkın ya da bozulmuşsak, gösterenin peşine düşeriz. Sonraki kitaba da, öncekinin içinde olan ya da sırasıyla onu içeren bir kutu gibi davranırız. Ve onu açımlayacak, yorumlayacak açıklamalar arar, kitabın kitabını yazarız, sonsuza kadar. Ya da diğer yol: Kitap küçük bir anlamlandırmayan makine olarak düşünülür; tek sorun şudur: "Bu işliyor mu ve nasıl işliyor?" Size göre nasıl işliyor? İşlemiyorsa, hiçbir şey olmuyorsa, o zaman başka bir kitap alın. Bu diğer okuma, yeğinlikli bir okumadır: Bir şey olur ya da olmaz. Açıklayacak, anlayacak, yorumlayacak bir şey yoktur. Elektrik bağlantısı gibidir. Organsız bedenler: Kendi "alışkanlıkları" sayesinde, kendi organsız beden edinme şekilleri sayesinde bunu hemen anlayan kültürsüz insanlar tanıyorum. Bu diğer okuma şekli öncekinin karşıtıdır, çünkü bir kitabı doğrudan doğruya dışarıya taşır. Bir kitap, çok daha karmaşık bir dış makinedeki küçük bir çarktır. Yazmak, diğerleri gibi ve diğerlerine göre hiçbir ayrıcalığı olmayan, diğer akışlarla, dışkı, sperm, söz, eylem, erotizm, para, politika vs. akışıyla akıntı, karşı-akıntı, anafor ilişkisine giren bir akıştır. Bloom gibi, bir elle kumun üzerine yazarken diğeriyle mastürbasyon yapmak - bu iki akış ne gibi bir ilişki içindedir? Biz, bizim dışarımız, en azından dışarılarımızdan biri, psikana1izden usanan belli bir insan kitlesi (özellikle gençler) oldu. Senin gibi konuşmak gerekirse, "köşeye sıkıştılar", zira az ya da çok kendilerini analiz ettirmeyi sürdürüyorlar, şimdiden psikanaliz aleyhinde düşünüyorlar, ama onun aleyhinde psikanalitik terimlerle düşünüyorlar. (Örneğin, asıl alay konusu, Fhar’daki oğlanlar, M.L.F.'deki[4] kızlar ve daha birçokları kendilerini nasıl analiz ettirebiliyorlar? Bu onları rahatsız etmiyor mu? Buna inanıyorlar mı? Divanın üzerinde ne işleri olabilir?) Bu akımın varlığıdır Anti-Oidipus'u mümkün kılan. Ve en aptalından en akıllısına kadar psikanalistler bu kitaba genelde düşmanca ama saldırgandan ziyade savunmacı bir tepki gösterdilerse, bu elbette ki yalnızca içeriği nedeniyle değil, insanların "baba, anne, Oidipus, hadımlık, geçmişe dönme" laflarının edildiğini duymaktan ve genelde cinsellikle ilgili ve özellikle kendi cinsellikleriyle ilgili tam olarak zayıf bir imge önerildiğini görmekten gitgide usandıkları bu büyüyen akım nedeniyledir. Denildiği gibi, psikanalistler "kitleleri", küçük kitleleri dikkate almak zorunda kalacaklardır. Bu anlamda psikanalizin lümpen proletaryasından gelen güzel mektuplar, eleştirmenlerin makalelerinden çok daha güzel mektuplar alıyoruz.

Bir kitapla, kitabın parçalanmasıyla, başka başka şeylerle, ne olursa olsun herhangi bir şeyle işleyişe sokulmasıyla vs. hiç ilgisi olmayan herkes için dışarısıyla, akışa karşı akışla, makineleri olan makineyle, deneyimlerle, olaylarla temas halindeki bu yeğinlikli okuma tarzı, tutkulu bir tarzdır. Oysa sen kitabı tam olarak öyle okudun. Mektubunun bana güzel, hatta oldukça güzel gelen bir bölümü, onu nasıl okuduğunu, kendi hesabına onu nasıl kullandığını anlattığın bölümdür. Yazık! Yazık! Neden hemen yeniden eleştirmeye başlıyorsun - bundan sıyrılamayacaksın, ikinci cildinizi bekliyoruz, sizi hemen tanıyacağız...? Hayır, hiç de doğru değil, şimdiden düşündük bile. Devamını yapacağız çünkü birlikte çalışmayı seviyoruz. Ama bu hiç de bir devam niteliğinde olmayacak. Dışarının yardımıyla, dilde ve düşüncede o kadar farklı bir şey olacak ki bizi "bekleyen" insanlar şunu söylemek zorunda kalacaklar: Tamamen delirdiler, ya da bunlar pislik, ya da devam etmeyi beceremediler. Hayal kırıklığına uğratmak bir zevktir. Kesinlikle deli gibi görünmek istemiyoruz, ama zamanı gelince kendi tarzımızda delireceğiz, bizi dürtmenin anlamı yok. Anti-Oidipus'un, birinci cildin, hala uzlaşılarla dolu, hala karmaşık ve kavramlara benzeyen şeylerle fazlasıyla dolu olduğunu pekâlâ biliyoruz. Bunlar değiştirilecek, değiştirdik bile, bize göre her şey iyi gidiyor. Kimileri aynı hızda devam edeceğimizi düşünüyor, beşinci bir psikanaliz grubu oluşturacağımızı sananlar bile var. Zavallılık. Başka şeyler, daha gizli ve daha neşeli şeyler düşünüyoruz. Uzlaşmalar; artık hiç yapmayacağız çünkü bunu yapmaya daha az ihtiyacımız var. İsteyeceğimiz ya da bizi isteyecek dostlar her zaman bulunacaktır.

Demek köşeye sıkışmamı istiyorsun. Ne Felix ne de ben bir alt-ekolün şef yardımcıları olduk: Bu doğru değil. Biri Anti-Oidipus'u kullanıyorsa, umurumuzda bile değil, zira biz şimdiden başka yerdeyiz. Siyasal olarak köşeye sıkışmamı, manifestolar, bildiriler imzalamak zorunda kalmamı istiyorsun, süper toplum görevlisi: Bu doğru değil ve Foucault'ya minnet duyulmasını gerektiren birçok şeyden biri de, kendi hesabına ve ilk kez telafi makinelerini kırmış ve entelektüeli klasik siyasal entelektüel konumundan çıkarmış olmasıdır. Siz, siz hala kışkırtmada, yayınlamada, sorularda, açık itiraflardasınız ("itiraf et, itiraf et..."). Ben, tam tersine, siyasal açıdan da olmak üzere, en genç arzum olacak, yarı gönüllü yarı zoraki bir gizlilik çağının geldiğini hissediyorum. Mesleki açıdan da köşeye sıkışmamı istiyorsun, çünkü iki yıl Vincennes' de konuştum ve deniyor ki, diyorsun ki orada hiçbir şey yapmıyorum. Konuştuğum sürece, "öğretmenlik konumunu reddettiğim ama öğretmeye mahkûm olduğum, herkesin bu mesleği yüzüstü bıraktığı bir zamanda ben yeniden ele aldığım" için çelişkide kaldığımı düşünüyorsun: Çelişmelere duyarlı değilim, koşulunun trajikliğini yaşayan güzel bir ruh değilim; konuştum çünkü bunu çok arzu ediyordum; militanlar, sahte-deliler, gerçek-deliler, aptallar, çok akıllı tipler tarafından desteklendim, hakarete uğradım, sözüm kesildi, Vincennes'de belli bir canlı eğlence vardı. İki yıl sürdü, yeter, değiştirmek gerek.O halde, aynı koşullarda konuşmadığım şu anda, hiçbir şey yapmadığımı ve güçsüz, koca kötürüm kraliçe olduğumu söylüyorsun ya da söylenenleri aktarıyorsun. Çok da yanlış değil: Saklanıyorum, mümkün olan en az insanla işlerimi yapmayı sürdürüyorum, ve sen, bir yıldız olmamam için yardım etmek yerine, orada durmuş bana hesap soruyorsun ve güçsüzlükle çelişme arasındaki seçimi bana bırakıyorsun. Nihayet, kişisel olarak, ailevi olarak da köşeye sıkışmamı istiyorsun. Orada yüksekten uçmuyorsun. Bir karım ve oyuncak bebekle oynayıp ortalarda gezinen bir kızım olduğunu açıklıyorsun. Ve bu, Anti-Oidipus'a bakınca seni eğlendiriyor. Yakında psikanaliz yaptırma yaşına gelecek bir oğlum olduğunu da pekâlâ söyleyebilirsin. Oidipus'u üretenin oyuncak bebekler ya da tek başına evlilik olduğunu sanıyorsan, tuhaf Oidipus, oyuncak bir bebek değildir, bir iç salgıdır, bir salgı bezidir ve kendine karşı savaşmadan, kendine karşı deneyimlemeden, (hepimizi psikanaliste sürükleyen sulu gözlü sevilme istencinin yerine) sevmeye ve arzulamaya muktedir olmadan, Oidipus salgılarına karşı asla savaşmazsın. Oidipusçu olmayan sevgiler, az bir iş değildir. Ve Oidipus'tan kaçınmak için bekâr, çocuksuz, homo, grup üyesi olmanın yeterli olmadığını bilmeliydin, zira grup Oidipus'u, Oidipusçu eşcinseller, Oidipuslaşmış M.L.F, vs. de var. Kanıtı, kızımdan daha Oidipusçu olan "Araplar ve biz"[5] adlı metindir.

Yani "itiraf edeceğim" hiçbir şey yok. Anti-Oidipus'un göreli başarısı ne Felix'i ne beni tehlikeye atar; bir şekilde bizi ilgilendirmez, çünkü başka tasarılar üzerindeyiz. O halde başka bir eleştirine, en sert ve dayanılması en güç olanına geçiyorum. Çok çaba göstermeyerek; başkalarının, homoların, uyuşturucu bağımlılarının, alkoliklerin, mazoşistlerin, delilerin, vs. deneyimlerinden yararlanarak; hiçbir şeyi asla riske atmayıp onların zevklerini ve zehirlerini biraz tadarak; kendi hesabıma her zaman geride olduğumdan ibaret olan eleştirine. Karşıma, Artaud hakkında profesyonel bir konferansçı, monden bir Fitzgerald amatörü olmamanın yollarını sorguladığım bir metnimi çıkarıyorsun. Vaktiyle, kesinliğe ve doğruluğa acınası bir inanışın belirtisi olan anlatılardan çok gizliliğe, yani yanlışın gücüne inandığımı söylemiş olmam dışında hakkımda ne biliyorsun? Hareket etmiyorsam da, seyahat etmiyorsam da, herkes gibi yerimde, ancak heyecanlarımla ölçebileceğim, en dolaylı ve dolambaçlı bir şekilde yazdıklarımda ifade edebileceğim seyahatler yapıyorum. Homolarla, alkoliklerle ya da uyuşturucu bağımlılarıyla ilişkilerime gelince, başka yollarla kendi üzerimde onlarınkine benzer etkiler elde edebiliyorsam, onların burada işi ne? İlginç olan, her ne ise ondan yararlanıp yararlanmadığım değil, ben kendi köşemde bir şeyler yaparken kendi köşelerinde şunu ya da bunu yapan insanlar olup olmadığı ve sıralanmaların, toplanmaların, herkesin bir diğerinin vicdan rahatsızlığı ve düzeltmeni kabul edildiği bütün bu bokluğun değil de, mümkün karşılaşmaların, rastlantıların, beklenmedik durumların olup olmadığıdır. Size hiçbir şey borçlu değilim, sizin bana borçlu olduğunuzdan fazlasını borçlu değilim. Sizin gettolarınıza gitmem için hiçbir sebep yok, zira benim kendi gettolarım var. Sorun hiçbir zaman şu ya da bu ayrı grubun doğasından ibaret değildir, şu ya da bu şeyin (eşcinsellik, uyuşturucu, vs.) yarattığı etkilerin her zaman başka yollarla yaratılabileceği çapraz (transversal) ilişkilerden ibarettir. "Ben şuyum, ben buyum" diye düşünenlere ve ayrıca bunu psikanalitik bir şekilde düşünenlere (çocukluklarına ya da yazgılarına gönderme) karşı belirsiz, şüpheli sözlerle düşünmek gerekir: Ne olduğumu bilmiyorum, narsisist olmayan, Oidipusçu olmayan o kadar çok vazgeçilemez araştırma ya da deneme var ki - hiçbir homo asla kesin olarak "ben homoyum" diyemeyecektir. Sorun, insanlık içinde şu ya da bu oluş değil, daha çok bir insandışı oluş, evrensel bir hayvan oluştur: Kendini hayvan sanmak değil, vücudun insani organlaşmasını bozmak, herkesin kendisine ait bölgeleri ve o bölgelerde bulunan grupları, toplulukları, türleri keşfetmesiyle, bedenin şu ya da bu yeğinlik bölgesini katetmek. Ne hakla hekim olmadan tıptan söz etmeyecekmişim, ya ondan bir köpek gibi söz ediyorsam? Neden uyuşturucu bağımlısı olmadan uyuşturucudan söz etmeyecekmişim, ya ondan küçük bir kuş gibi söz ediyorsam? Ve neden bir şey hakkında bir söylev icat etmeyecekmişim, o söylevi verme hakkına sahip olup olmadığım sorulmadan, o söylev tamamıyla gerçekdışı ve yapay dahi olsa? Uyuşturucu kimi zaman sabuklatır, neden uyuşturucu hakkında sabuklamayacakrnışım? Kendi "gerçekliğinizle" ne yapacaksınız? Sizinki, düz gerçekçilik. O halde beni neden okuyorsun? İhtiyatlı deney kanıtı, kötü ve gerici bir kanıttır. Anti-Oidipus'un en sevdiğim cümlesi şu: Hayır, asla şizofren görmedik.

Sonuç olarak mektubunda ne var? O güzel bölüm haricinde kendinden hiçbir şey yok. Diğerlerinden ya da kendinden geliyormuş gibi çabukça sunduğun bir söylentiler, dedikodular bütünü. Böyle olmasını istemiş olabilirsin, kapalı kaptaki bir tür söylentiler pastişi. Yeterince snop, monden bir mektup. Benden "yayınlanmamış" bir şey istiyorsun, sonra bana kötü şeyler yazıyorsun. Mektubum, seninki yüzünden bir temize çıkma havası taşıyor. Hiç iyi gitmiyor. Sen bir Arap değilsin, bir çakalsın. Olduğum için beni eleştirdiğin şey, küçük yıldız, yıldız, yıldız olmam için her şeyi yapıyorsun. Söylentileri sonlandırmak için, ben senden bir şey istemiyorum, ama seni çok seviyorum.

Michel Cressole, in Deleuze, Ed. Universitaire, 1973

Kaynak: Gilles Deleuze, Müzakereler, Norgunk Yay., şubat 2006, çev: İnci Uysal, sf: 11-21


[1] Recherches, Mart 1973 sayısı, "Grande Erıcyclopedie des hornosexualites".
[2] Fhar: Front homosexuel d'action reuolutionnaire; Devrimci Eylem Eşcinsel
Cephesi. (ç.n)
[3] Kötü şeylerin bilimi. (ç. n.)
[4] M.L.F.: Mouvement de Liocralion de la Femnıe; Kadın Özgürlük Hareketi. (ç.n.)

Sunday, July 14, 2013

Murray Bookchin'in "Özgürlük Mirası"

 
“Bookchin’in anarşizmi, devrimci ateşini Bakunin’den, pratik önerilerini Kropotkin’den alır”  [Peter Marshall]

Murray Bookchin’in “Üçüncü Devrim” başlıklı dört ciltlik kitap dizisinin ilk cildi olan “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” kitabı Sezgin Ata’nın özenli çevirisiyle Dipnot Yayınları tarafından basılarak, okuyucularıyla buluştu. Serinin geriye kalan ciltlerinin telif hakları da aynı yayınevine ait olup hummalı bir çeviri çalışmasına devam edilmektedir. Murray Bookchin’in, Türkiye’de son dönemde en çok okunan, Türkçeye çevrilen bütün kitaplarının baskıları tükenmiş, cezaevindeki Kürt siyasal kadrolarından akademiye, ekolojik hareketlerden kent aktivistlerine ve anarşist gruplara kadar uzanan politik yelpazenin farklı uçlarında yer alan özneler arasında en çok konuşulan ve tartışılan radikal düşünür olduğunu söylersek sanırım abartmış olmayız. Bu ilgi de Kürt siyasal hareketinin şüphesiz önemli bir rolü vardır. Kürt siyasal hareketinin geliştirdiği “Demokratik Özerklik” projesinin Bookchin’in politik görüşlerinden önemli oranda besleniyor olması, Bookchin’e olan ilgiyi arttırdığı gibi, çağımızın sömürü ve tahakküm dünyasında hala güncel önemini koruyan tezlerinin yeniden keşfedilmesini ve tartışılmasını da beraberinde getirdi. “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” kitabına önsüz  yazan Bookchin’in en yakın yoldaşı Janet Biehl’de Kürt Hareketi’inin Bookchin’ne olan politik ilgisini selamlamaktadır. Bookchin’in görüşleri kısaca “ekolojik, adem-i merkeziyetçi, yüz yüze bir demokrasi aracılığıyla kendi kendini yöneten kentler”[1]inşa etmek olarak özetlenebilir. Ulus-devlet modelinin otoriter ve dışlayıcı karakterini iyi gören Kürt hareketinin, Kürdistan’da konfederal bir özyönetim politikasını hedef olarak belirlemesin de Bookchin’in tezlerielbette önemli bir referans kaynağı olmuştur.  Merkeziyetçiliğin, endüstriyel üretimin, cinsiyetçiliğin, hiyerarşinin ve temsili siyasetin sorgulanmasında Murray Bookchin’in fikirleri daha uzun süre birçokhareket için esin kaynağı ve modeli olma potansiyeline sahiptir.Bookchin’in siyaseti, sıradan insanlarla birlikte politika üretmeye davet çağrısıdır.  Politikanın, öncü profesyonellere, partilere ve karizmatik liderlere devredilmesihalkın kendi geleceğini belirlemesine ipotek koymaktır. Onun tabiriyle, “sıradan insanlar zamanlarının büyük bir kısmını günlük geçim meşgalelerine ayırmak zorunda kaldıkları sürece, politik yaşam genellikle küçük bir azınlığın elinde olacaktır”.

Kuzey Amerika’daki bireyci yaşam tarzı anarşistlerinin komünal bir yaşamın parçası olmaya yanaşmamaları ve bu bireyci anarşistler arasında gittikçe canlanan yeni ilkelciliğe sert eleştiriler yönelten Bookchin bu tür anarşizmlerle arasına kalın bir çizgi çekerek 2000 yılından itibaren kendisini “komünalist” olarak tanımlamaya başladı. Ancak bu ideolojik sınır çizgisi Bookchin’in kendisini toplumsal anarşist geleneğin bir parçası olarak görmesini engellememiştir. Rusya’da, Ukrayna’da ve İspanya’da vücut bulan toplumsal anarşist hareketlerin, anarko-sendikalizmin kazanımlarına ve tarihsel geleneğine her zaman sahip çıkmıştır. 1970’lerin başında geliştirdiği eko-anarşist fikirlerine “toplumsal ekoloji” adını veren Bookchin, 1987’de insandışı doğanın insanlardan öncegeldiğini söyleyen doğa mistisizmini savunan derin ekolojistlerle keskin bir tartışma başlattı. Gerici bulduğu bu ideolojilere karşı seküler, hümanist ve toplumsal bir ekolojiyi savundu. Ayrıca Bookchin, derin ekolojistlerin aksine ekolojik sorunları hiyerarşi ve hükmetme eleştirisi temelinde ele alarak sorguladı. Çünkü ona göre insanın insanla uyumu ve eşitliği sağlanmadıkça doğa ile uyumu sağlanamazdı. Bookchin’in İkinci Dünya Savaşından bu yana düşünce ve eylemde en yenilenmiş liberter düşünür olduğunu söyleyebiliriz. En büyük başarısı, bir “toplumsal ekoloji” oluşturmak için geleneksel anarşist iç görüleri modern ekolojik düşünceyle birleştirmiş olmasıdır. Üstadı Kropotkin gibi Bookchin’de, özgür topluma ilişkin görüşlerinin kanıtını antropoloji ve tarih bulgularında bulur. Tarihin hiyerarşi ve sömürü zincirlerinden “özgürlük mirası”nı çekip kurtarmaya çalışır. Bu özgürlük mirası içinden, Ortaçağın binyılcı Hristiyan mezheplerini, İngiliz Devrimi’ndeki Kazıcılar kolonisini, Amerikan Devrimi’nden sonra New England’daki şehir meclislerini, Fransız Devrimi ve Paris komünü sırasında Paris’te kurulan seksiyonları, İspanyol Devrimi’nin anarşist komün ve konseylerini geleceğin özgürlük formlarının modelleri olarak seçer. Klasik anarşist düşünürlerin devlet ve kapitalizme ilişkin itirazlarının ötesine geçer ve sınıftan çok “hiyerarşi”, sömürüden çok “hükmetme” argümanlarıyla insanlık tarihini analiz eder. “Tarihsel olarak, aslında hiyerarşilerin ortaya çıkışı sınıfların ortaya çıkışından çok öncedir ve ayrıcalıklı cinsiyetlerin, etnik grupların, milliyetlerin ve bürokrasilerin süregiden baskıları, ekonomik sınıflar ortadan kalksa dahi toplumda var olmaya pekâlâ devam edebilir”[2]. Murray Bookchin’in felsefesinde, devrim, iktidarı ele geçirmeyi değil onu dağıtmayı amaçlamalıdır. Özyönetim temelinde bir toplum özyönetimle gerçekleştirilmelidir. Devrimci süreç, topluluğun bütün üyelerini kapsayan ve onların bireyler olarak davranabilmelerini sağlayan halk meclislerinin ve toplulukların oluşmasını hedeflemelidir. Bookchin kendi “ekotopya”sının pratikte bir özyönetim komünleri konfederasyonu olacağını öne sürer. Her komün bir doğrudan demokrasi formuyla kendisini yönetecektir. İdari görevler rotasyon yöntemiyle yerine getirilecek, ancak temel siyasetler herkese açık halk meclislerinde belirlenecektir. Teknolojiyi topyekûn reddetmez. Ona göre teknoloji, aynı zamanda zorlu çalışmayı, maddi güvensizliği ve merkezi ekonomik denetimi ortadan kaldırarak, boş zamanı arttıran özgür bir toplumun ön koşulunu sağlayabilir. Ancak doğayla uyumlu, sadece yerel malzemeyi sağlayacak ve asgari kirliliğe yol açacak “ekoteknolojiler”den yanadır. Yine de Bookchin’in Hegel’ci teleolojisi, bolluk toplumuna ilişkin iyimser bakışı, insanı merkeze alan aydınlanmacı hümanizmi, Avrupa merkezci tarih anlayışı, nesnel akla ve modern teknolojiye olan güveni özgürlükçü siyasetler tarafından eleştirilmeye ve tartışılmaya açık konular olmaya devam etmektedir.

Son kitabı “Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine” dönecek olursak, kitap Ortaçağ’daki halk isyanlarından, köylü ayaklanmalarından, mezhep temelli iç savaşlardan başlayarak Fransız Devrimi’nin sonuçlarına kadar olan bölümü kapsamaktadır. Bookchin’in bu son kitabını bitirdiğimizde kendimize sorduğumuz temel soru şu olmaktadır: Modern toplumlardan önce ortaya çıkan ve ezilenlerin belleğinden silinmemiş halk isyanlarını ve başarısız devrim girişimlerini özgürlüğü ve eşitliği kaçırdığımız tarihi fırsat anları olarak mı göreceğiz yoksa yenilgiye uğramaları zaten kaçınılmaz olan ve özgürlük için modern kapitalizmin şafağını beklememiz gerektiğini buyuran Marksist teleolojiye mi iman edeceğiz? Bu sorunun cevabı günümüzde devrime bakışı ve politika yapma ufkunu belirlemeye devam etmektedir. Bookchin’e göre “Marx’ın görüşü tarihsel devrimci süreci genellikle çok kaderci kılma eğilimindedir. Öyle ki, bizleri dört yüzyıldan fazla süren büyük özgürlük hareketlerinin hiçbirisinin kapitalizmin nihai zaferine bir alternatif oluşturmadığını kabul etmeye zorlar”[3]. Tarihi, tabandan gelen halk hareketlerinin ve devrimlerinin ışığında yazan Bookchin, boş ve homojen zamanı esas alan modern tarih anlatılarını net bir şekilde reddeder. “Bu hareketlerin niyetlerini endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkışının ve kendini sağlamlaştırmasının bir yansıması olarak görmekten kaçındım; bunun yerine farklı devrimci eğilimlerin arzularını, onların kelimeleriyle anlattım”[4] der. Bu kitabı okuyan her insan Bookchin’in derin tarih bilgisine, tarihi olayları ancak içinde yaşamış bir insanın bu derece vakıf olabileceği ayrıntılarla aktaran diline bir kez daha şaşıracaktır. Aktardığı direniş tarihinden kendisi de büyülenen Bookchin, o tarihlerde yaşaması durumunda hiç düşünmeden baldırı çıplakların 1793 ayaklanmalarında Jean Varlet ve Paris Komünü’nün savaş günlerinde Jean Varlin ile birlikte olacağını itiraf eder. Murray Bookchin, tarihi, Marx gibi sadece sınıfların savaşımından ibaret olarak görmez. Sömürenlerle sömürülenler arasındaki çatışmaların tarihin önemli bir bölümünü kapsadığını kabul etmekle birlikte yukarıdan aşağıya kontrole, merkezileşmeye, devlete, bürokrasiye, cinsiyetçi baskılara, dinsel kurumlara ve organik cemaat yaşamının parçalanmasına karşı direnenlerin de izini sürmekten vazgeçmez. Jakoben devrimlerin bağrında varlığını sürdürmeye çalışan, halk meclisleri, iş komiteleri, Sovyetler ve halk dernekleri şeklinde işleyen “en alttakilerin” devrim organizasyonlarını da görünür kılmaya çalışır. Büyük devrimci dalgalara katılan halk kitlelerinin mevcut öncülerin gelecek programlarını onaylamadıklarını, içinde bulundukları olumsuz yaşam koşullarını reddetmekten hareketle bu süreçlere dâhil olduklarını ortaya koyar. Bir dönüm noktasına gelindiğinde her devrimci iktidarın veya partilerin halkın komünal yapılarıyla girdikleri çatışmayı (Kronştadt-1921) bunun kanıtı olarak sunar. Ayrıca modern tarihin, devrimci oluşları yaratan insanları “bilinçsiz yığınlar” şeklinde göstermesine öfkeyle itiraz eden Bookchin, tam aksine “matbaacılar, demirciler, tekerlek yapımcıları ve bağımsız çiftçiler gibi köklü zanaatkârların takipçileri genellikle güçlü kişiliklere sahip, ifadece gücü yüksek bireylerdi”[5] belirlemesinde bulunur. Hiçbir devrimci yangının durduk yere ortaya çıkmadığını bu insanların komünal yaşamında, kültürel alışkanlıklarında kök salan eşitlikçi veotonom fikirlerden ateş aldığını vurgular.

Murray Bookchin’in bu kitapta önümüze serdiği “Devrimci Halk Hareketleri Tarihi” içindenOrtaçağ’daki Feodal Avrupa’nın bütün devrimci ve komünist hareketlerinin isyan alayı, Amerika’daki bağımsız koloni birlikleri ve Fransız Devrimi’nin baldırı çıplakları tüm görkemiyle akar. Heretik Hristiyan mezheplerinden (Anabaptistler, Özgür Ruh Kardeşleri, Thomas Münzer’in taraftarları) Alman köylü isyanlarına, Mezopotamya ve Mısır’daki kabilesel eşitlikçiliği talep eden halk isyanlarından, İngiltere’deki Düzleyiciler ordusuna ve Gerrard Winstanley önderliğindeki Kazıcılar kolonisine, Amerikan Devrimi’nden sonra kurulan bağımsız kolonilere,  New England Kent Meclisine ve Fransız Devrimi’nde “özgürlüğün kırmızı beresini” takan köylü ve işçilerin oluşturduğu Paris seksiyonlarına kadar tarihe yön veren bütün hareketler, toplumsal adaletsizliğin duvarlarında çatlaklar oluşturanisimsiz kahramanlar, kaybedenlerin tarihindeki onurlu yerlerini alırlar. Bookchin bu mücadelelerin başarılı olması durumunda, özellikle Batı Avrupa tarihinin merkezi ulus-devletler yerine şehir ve köylü konferasyonlarından oluşan bir yönde evirilmesinin yüksek bir ihtimal olduğunun altını çizer. Bookchin yine de geçmişe ağıt yakmak yerine ezilenlerin tarihinden aldığı cesaretle, devrimci ruhun yok olduğu hiçbir tarihsel dönemin parçası olmayacağını, her tarihsel dönemin kendi içinde devrimci imkânları da barındırdığını ısrarla göstermeyi sürdürür.


[1]Murray Bookchin, Köylü İsyanlarından Fransız Devrimine, Çeviren: Sezgin Ata, Dipnot Yayınları, s.15
[2]A.g.e, s.47
[3]A.g.e, s.36
[4]A.g.e, s.18
[5]A.g.e, s.38