Thursday, April 2, 2015

İnsanlığın Körleşmesi...


Elias Canetti’nin “ Körleşme” si üzerine.

Eren Arcan

1981 yılında Nobel ödülü ile onurlandırılan Bulgaristan doğumlu Alman romancı, toplumbilimci, deneme ve oyun yazarı Elias Canetti edebiyat otoriteleri tarafından James Joyce ve Dostoyevski ile kıyaslanır.

Canetti 1905 de Bulgaristan’ın Rusçuk kentinde, arkaik bir dil olan Ladino konuşan, Sefardik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Kültürlü ve varlıklı bir aileden gelen ve Ladino’dan başka Bulgarca, İngilizce ve Almanca konuşan Canetti 1928 yılında Balzac’ın “İnsanlık Komedyası” ına benzeyen bir nehir roman yapısı içinde, insanlığın delilklerini anlatan sekiz romanlık bir eser dizisi planlamış ve başyapıtı   “Körleşme” yi bu serinin ilk kitabı olarak yayımlamıştır. Faşizmin her türünü ince bir alay ile anlatan kitap basılır basılmaz  Nazi otoriteleri tarafından yasaklanmıştır.. Canetti’nin planladığı bu seride her kitap, saplantının bir çeşidini ele alacaktı. Ancak seri, Körleşme ile sınırlı kaldı.

Canetti ancak 1960’larda İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu soğuk savaş dünyasının yenişememesini anlatan antropolojik çalışması “Kitle ve İktidar“adlı eseri yayımlandıktan sonra üne kavuşmuştur.

Bu kitabında Canetti “insanoğlunun hayatta kalma içgüdüsünün en aşağılık tezahürü, öldürmektir.” der. Kitabın ilk yarısı değişik insan sürülerini ve kalabalıklarını araştırır. İkinci bölümünde ise toplulukların kendilerini yönetenlere neden boyun eğdiklerini inceler. Hitler’i, idare ettiği kitlenin hayranlığı ile yaşamış olan paranoyak bir lider olarak yorumlar.

Kitle hareketleri, gösteriler, politik cinayetler, terörizm dalgaları ile çalkalanan zamanının ortamından bir aydın olarak fazlasıyla etkilenen Canetti insanın kırılganlığını görmüş, ama aynı zamanda da insandaki karakter ve ahlak yoksunluğunun da farkına varmıştır. Hem Almanya’da hem de Avusturya’da Nazizmin, daha sonra da Doğu Avrupa’da Stalinizmin yönetime el koyması ile insandaki zalimliğin, gaddarlığın, çürümüşlüğün, açgözlülüğün akıl almaz boyutları karşısında dehşete düşmüştür. 
“...Kitle bu arada yeni bir saldırı için hazırlanır. Bir gün gelecek kitle artık parçalanmaz olacak: belki önce bir ülkede başlayacak bu gelişme; sonra orayı çıkış noktası yapıp çevresinde ne varsa yutarak ilerleyecek; ta ki artık Ben, Sen. O kavramları değil ama yalnızca kitle varolacağından kitlenin varlığına ilişkin tüm kuşkular ortadan kalkana dek. “ ( Körleşme 461)
1933-35 yılları arasında yazılan Körleşme , gelişmekte olan kıyıcı, kaotik dünyanın bir öngörüsü olarak görülebilir. Pek çok eleştirmen geleceği bu kadar net gören Canetti’de peygambervari bir “içgörünün” var olduğundan sözeder.
Die Blendung / Körleşme

Almancada “kamaşma” anlamına gelen Die Blendung / Körleşme İkinci Dünya Savaşı öncesi aklî dengesini yitiren ve dünya tarihinin en büyük yıkımlarından birine sebebiyet verecek olan kaotik olayların  parodisidir. 
Salman Rüşdi’ye göre: Körleşme ‘de hiç kimse esirgenmemiştir. Kitap “profesör, mobilya satıcısı, hizmetçi, pezevenk, hırsız, doktor. her tür insana acımasız bir saldırıdır. Canetti herkese acımadan çullanır. Komedinin en galiz kurgusu ile inşa edilen bu ortam yirminci yüzyılın en dehşet veren edebî dünyasıdır.”
Körleşme üç bölümden oluşur :”Dünyasız bir Kafa”, ile Descartes’ın dualisminin “Kafasız bir Dünya” ile Kant’ın metafizik idealizminin, “Kafadaki Dünya” ile Berkeley’in dogmatik idealizminin bir taşlaması olduğu söylenmektedir. Kitapta  Descartes, Hegel, Berkeley, Spinoza ve Kant gibi düşünürlerin de bu acimasız eleştiriden nasibini aldıkları görülür.   Canetti’nin kitabının ilk adı “Kant Fangt Feuer” “Kant Ateşi Yakalıyor” olduğuna göre, eserin baş karakteri Kien’in Kant olarak kaleme alındığı varsayılabilir.
Kien, Kafka’nın Joseph K.sı. Musil’in Niteliksiz Adamı, Joyce’un Bloom’u, Proust’un Albertine’i, gibi edebiyatın hüzün veren pasif karakterleri arasına girmiştir. Bu bağlamda Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı başyapıtının Turgut/Olric karakterini de saygıyla anmamız gerekir.
Canetti Körleşme ’de sembolik olarak medeniyetin yıkımını simgeleyen kitapların  yakılması motifini işler.  1933 yılında Nazi gençleri 34 Alman kentinde geceleri ellerinde meşalelerle,  "Alman ruhuna aykırı" olduğu düşünülen  25,000 dolayında kitap  yakmışlardır.  Körleşme  aynı zamanda 1933 yılında iktidara gelen Hitler'in Yahudi yazarlara karşı giriştiği akıl almaz saldırılarına karşı bir tepkidir.
Ayrıca 1927 yılında Viyana’da bir gürûh tarafından Adalet Sarayı yakılır. Olay sırasında kalabalık arasında sıkışan Canetti hem mala, hem de insan hayatına kasdetmiş kalabalıktan dehşete düştüğünü söyler.. Yazılarında bu dehşeti dile getirir. Adalet Sarayı yangınından sonra Avusturya'da Nasyonal Sosyalistler idareyi ele almış,  ülke yönetimi anti-semitik, faşist bir rejime dönüşmüştür.
Fildişi kulesinde bir aydın.
Körleşme, fildişi kulesinde, bilimin sığınağında yaşayabileceğini sanan aydını simgeleyen sinelog (Çin Bilimleri uzmanı) Profösör Kien’in öyküsüdür. Kien antik diller hakkında çok bilgili olmasına rağmen güncel dünyayı çözümlemekten acizdir. Canetti Körleşme ’de, katı, yaşamın gerçeklerinden kopuk, dogmatik entelektüelliğin, kaos ve yıkımın üstesinden gelebileceğine inanmanın tehlikelerini müthiş bir ironi ile dile getirir.
Kütüphanesinde 25,000 kitaba sahip olan Kien bir gece rüyasında kitaplığının yandığını görür. Kitaplarının üzerine titreyeceğini sandığı hizmetçisi Therese ile evlenir. Edebiyat dünyasının en aşağılık tiplemelerinden biri olan, küstah, arsız, sırnaşık Therese kimliğinde,  faşizm simgelenmiştir.
Bir aydının entelektüel alanının nasıl daraltıldığı kitapta etap etap ele alınır. Zayıf kişilikli.“Uzun boylu bir Hiç” olarak tanımlanan Kien kütüphanesinin büyük bir bölümü zorla ele geçirilince gözlerini kapayarak gönüllü bir kör olarak yaşamını sürdürür. Etrafındaki çember daraldıkça kulaklarını tıkar. Karısı ile ilişkiye girmediğinde dövülür. Acımasız bir komedi olarak kaleme alınan olaylar zincirinde edebiyat tarihinin en ürkütücü dünyalarından biri vücut bulur.
Kendine olan saygısını yitiren Kien köpekleşir, Onurunun böylesine çiğnenmesi ile “küçülür, küçülür... kendini arar olur...” Artık güncel zaman ile yüzleşemez, “geleceğe” kaçmaya çalışır.
"Therese geliyordu. Onu öldürmeye geliyordu ! Kien saklanacak bir yer bulmak için zaman araştırmaya başladı. Tarih boyunca bir yüzyıl aşağı, bir yüzyıl yukarı koşmaya başladı... Kien tarih dağarcığını yarım saniyede tüketivermişti. Kurtuluş hiç bir yerde yoktu; her şey yıkımdı; insan nereye saklanırsa saklansın düşmanlar bulup çıkarıyorlardıİ   Hayranlık duyulan uygarlıklar, haydutların, boş kafalı barbarların eliyle iskambil kağıtlarından yapılmış evler gibi yıkılıveriyordu. Bu noktaya vardığında Kien taşlaştı "
Metaforik olarak kitleyi temsil eden Therese'in saldırıları karşısında Kien gururunu, insanlık onurunu kaybeder.. Tanrıya inancı yokolur.   Kadın onu tekme tokat kendi evinden dışarı atar. Sığındığı kitapların koruyucu zırhından yoksun olan Kien cüceler, orospular, pezevenkler, körler, hırsızlar, dolandırıcılarlarla dolu şehrin grotesk ağına düşer. Bu sığ, sefil insanların çıkarları çatıştıkça. olaylar çılgın, ama aynı zamanda düşündürücü bir taşlamaya dönüşür.
Sahip olduğu, kentin en büyük kütüphanesinden kopmak mecburiyetinde kalan Kien, bu kez kitaplarını “kafasının içinde” taşımaya başlar. Her gece konakladığı yerde kafasındaki kitapları fırsatçı cüce Fischerle ile birlikte kafasından birer birer indirir, üst üste dizerek  odaya titizlikle yerleştirir. Postmodern yazında görüldüğü üzere artık  gerçek bulanıklaşmıştır.
Modernizmin Sonu “Yüksek Modernizm”
Kitlesel, popüler (pop) kültür yerine, sanatı yücelten kültür olarak kabul edilen “yüksek modernizm” Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasındaki zaman parantezinde yayımlanan bazı eserleri kapsar. Yüksek modernist yazarlar arasında TS Eliot, . Forster, Hemingway, Musil, Proust, Rilke, Woolf, Stein, Joyce gösterilmektedir.
Yüksek modernizm, sanata bakışı ciddi, geleceği coşkuyla karşılayan, ince işçilik isteyen, ahlâkî kaygusu, estetik eğilimleri olan bir akım olmuştur.. Joyce’un “Ulysses” i, Kafka’nın “Dava”’sı, ya da Virginia Woolf’un “Deniz Feneri” gibi eserler yüksek modernizmin en seçkin örnekleri arasında sayılmaktadır. Canetti bu ustalardan nasıl derin bir şekilde etkilendiğini "Kafka'nın önünde toz toprak içindeyim, Proust beni doyuruyor, Musil benim kafa jimnastiğim." sözleri ile ifade eder
Modernizmin ardından gelen postmodern akım ile ise, tüketim kapitalizmini üreten ticarî tutum, eklektik (derleme), bölük pörçük yaklaşım, pastiş, parodi, ironi, nihilizm, “herşey serbest” felsefesi hakim oldu. Çoğu edebiyat eleştirmeni Körleşme’yi, Alman edebiyatında modernizmin sonu, postmodernizmin başlangıcı olarak görmektedir. Körleşme ’de ne tanrısal, ne yazar, ne şahit bakış açısı vardır. Kitap her kişinin kendi açısından olayları yorumladığı çoklu bakış açısına sahiptir.
Aslında kaosa tepki olarak yazılan Körleşme , kaosu vurgulamak için grotesk bir anlatımdan yararlanır. Yazar aynı olaya pek çok karakterin farklı açılardan bakarak, ama hiç bir zaman da tek bir kişinin bakış açısını haklı göstermeden sanki üç boyutlu bir mimari yapı halınde, olayları bir karnaval şenliği içinde ortaya koyar. Canetti duygulara yer vermez. Ön planda her zaman eylem vardır. Ayrıca karakterlerin o bölümdeki olaya ait yorumları da fantastik bir biçimde farklıdır. Ama yine olay o karakterin gözüyle görüldüğünde kusursuz yapıya sahip bir bütündür. Her karakter kendi gerçeğini yaşar. Canetti çoklu gerçeği vurgulamak isterken belki de okurun güvenilir, düzenli dünyasını, ayaklarının altından çekmektedir.
Woolf’un eserlerinde olduğu gibi bilinç akışı tekniğinin büyük bir ustalıkla kullanıldığı romanda postmodern bir zaman anlayışı vardır. Zaman lineer değil, atlamalarla, gidip gelmelerle ele alınır.   Canetti Körleşme ’de, postmodern romanın özelliklerinden biri olan metinlerarası ilişkilere sık sık yer verir.
Erasmus “Deliliğe Övgü’
Latin ozanı Horatius’un “Hakikati Gülerek Söylemek” ilkesinin belki de en yetkin örneği, Rönesans’ın hümanist yazarı Erasmus’un, “Deliliğe Övgü” adlı gülmece türünde yazılmış kısa eseridir. Erasmus kitapta iki tür deliliği ele alır.. Birincisi: “gerçek bilgelik deliliktir.” İkincisi ise: “kendini bilge sanmak gerçek deliliktir. “ Kitapta, “Delilik”, karakteri “Folly” din de dahil olmak üzere .hayatın her evresinde,  her alanında kendi kendisine övgüler düzer. Deliliği gülmece şekline sokan Erasmus’un  eseri aslında çağının bağnazlığına karşı kaleme alınan en acımasız toplum yergisidir.
Erasmus’un “Folly” karakteri doğrultusunda Canetti’nin eserleri de dengesiz, sabit fikirlerle güdülen karakterlerle doludur. Kendilerini bir tek amaç çerçevesinde hakikatı bulmaya adayan bu tipler, Canetti’yi hem tiksindirmiş, ama aynı zamanda büyülemiştir de. O, deliliği erişilmesi güç, gerçek bir estetik alan olarak nitelendirmiştir.
Canetti, Kien’in saplantısının, aynı zamanda kendi saplantısı da olduğunu söyler. Körleşme ’yi tamamladıktan sonra Canetti kendi edebî yaratımının kendisini ruhsal çökme noktasına getirdiğini anlatır.
“Kitabı bitirdikten sonra kendimi tükenmiş hissettim. Kitapları yaktığım için kendimi affedemiyordum. Herşey yanıp kül olmuştu. Suçlu bendim. Yıkıma ben sebep olmuştum. Ve bu facianın etkisinden kendimi kurtaramıyordum.“
Canetti’nin Kien için kurduğu mükemmel dünya darmadağan olunca üzerine titrediği kendi dünyasının da çökmesi Kien gibi onu da mahva sürüklenmiştir. İnsan ve hayat arasındaki bu karabasan ozmoz sonucunda, Canetti içine kapanır, Platonvari bir saflık arayışı içine girerek çürümüş olan insanlıkla bağlarını kopartmak ister. Marazî bir yalnızlığa gömülür.
Salman Rüşdi, Canetti’nin Kien'e hem özel hayatının mahremiyetini, hem de evinin her boş santimini kaplayan kitap raflarıyla kendi Babil kütüphanesini hibe ettiğini söyler.
“Ben Freud olsaydım kendimden kaçardım!"
Oidipus kompleksi, ölüm içgüüdüsü, kitlelerin davranışı, duyguların bastırılması Canetti’nin Freud öğretilerini benimsediğinin kanıtı olarak gösterilmektedir. Özellikle intihar olgusu Freud’un baskılama teorisi ya da insan yapısının dualistik yorumu ile açıklanmaktadır. Ancak Canetti Freud’un kuramlarıyla dalga da geçer. Ayrıca kitabın sonuna doğru ele alınan Avusturyalı düşünürlerinden Wieninger’ı hicvettiğini söylenen, “misogyny”, “kadın düşmanlığı” ile ilgili sayfalar baş karakterin normallik sınırlarını kaybettiğini, paranoyak sapkınlığa yatkınlaştığını göstermektedir.
Kurtuluş mümkün mü?
Kitlenin insanlığı adım adım mahva sürüklemekte  olduğu bir dönemde Kien medeniyetin simgesi olan kitaplarını ve onların temsil ettiği uygarlığı yıkımdan kurtarabilecek midir?
“Dört bir yana doğru büyüyen, yeri göğü ta ufka dek uzanan, tüm boşluğu dolduran bir kitap görüyordu şimdi. Çevresindeki kor halindeki ateş onu ağır ve sakin bir şekilde kemirmekteydi. Kitap da ses çıkarmaksızın dayanmaktaydı bu işkenceli ölüme. Çığlıklar yükseliyordu insanlardan; kitap ise ses çıkarmadan yanıyordu. Ermişlerle, din uğruna acı çekenler bağırmazlardı.” (S 59)
Kien’nin çabaları boşunadır. Ne yazık ki binlerce yıllık kültür birikimi, ne kendisini ne de meteforik olarak temsil ettiği çağını kurtarabilecektir. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte herşey devasa bir yangın yerinde mahvolup gidecektir.
Yirminci yüzyılın grotesk bir destanını yazan Canetti  "Cervantes olmasa, Gogol olmasa, Dostoyevski olmasa, Büchner olmasa ben bir hiçtim: Ateşsiz, köşesiz bir ruh..." diyerek ustalarına saygılarını sunar,
Körleşme ile kendisi de, bu “tüm zamanların” ustaları arasına katılmıştır.

Eren Arcan
Dipnot Kitap Kulübü
İzmir 20 Aralık 2009

Monday, March 30, 2015

ACIYLA ARINMAK

Çağdaş edebiyatın en yetkin, ayrıksı yazarlarından biridir Chuck Palahniuk. “Görünmez Canavarlar”dan “Tekinsiz”e, “Dövüş Kulübü”nden “Tıkanma”ya tüm romanlarında modern zamanların bireyde var ettiği uyumsuzluklara en yetkin biçimde ses kazandırmayı bilmiş, parçalı ve yalın anlatımıyla mevcut tüketim kalıplarına, geçerli kültürel kodlara nihilistik bir karşı duruşu dillendirmiştir. Palahniuk’un imgesel evreninde, reel hayatın olmazsa olmazları olarak dayatılan yaşam tarzlarının hijyenik standartlarına sadakate yer yoktur. Tam tersine, toplumsal normların iğrençlik, çirkinlik, zayıflık olarak kategorize ettiği her şeyin son noktasına kadar sahiplenilmesi söz konusudur. Bu ‘pisliklerin’ içinde var olarak, bunlara bulanarak gelişecek özyıkım içeren bir sürecin sonrasında insanlarda gelişeceğine inanılan bir çeşit aydınlanma anına dönük inanç, Palahniuk’un tüm eserlerinin ortak noktasını teşkil eder.

Palahniuk’un yarattığı karakterler fiziksel acının, dibe vurmanın karşılarına çıkardığı yeni olasılıklar yoluyla kendi göbek bağlarını kendileri keserler ve tabir-i caizse yeni, kendilerine ait bir yaşamın rotasını çizerler. Bireyin kendisine dayatılan rolleri ve görevleri bir tarafa bırakarak kendisi olabilmesinin yolu kendi bedeninin ölümlü olduğunu, çeşit çeşit acıyı gönüllü olarak üstlenerek bilince çıkarmasıdır.Birey ancak bundan sonra, melankolik bir neşeyle yeryüzünde kendi kapladığı alanın farkına varacak; özyıkımından, toplumsal kuralları ihlâl edişinden yepyeni var olma, hayatta kalma hâlleri yaratabilecektir. Bu sürecin tinsel çilecilikle özdeşleşen pek çok ortak noktası mevcuttur. Ahir zaman peygamberlerine öykünen Palahniuk’un karşı-kahramanları acının, eziyetin, pisliğin en uç noktalarına doğru yol aldıkça olgunlaşır, güçlenirler. Hatta, bu eylemler vesilesiyle metaforik açıdan ölümsüzlük mertebesine, alternatif manada azizlik konumuna ulaşırlar. Her şeyin sonu, son noktası olarak belletilen kadim ölüm kavramı, Palahniuk’un karakterlerini korkudan titretemez. Onlar ölümün sınırına yaklaştıklarında, bu sınırları gönüllü biçimde ihlâl ettiklerinde hakikaten yaşadıklarını, aldıkları nefesin anlam kazandığını bilenlerdir. Bu nedenle, işkenceye denk, aklın alamayacağı her çeşit fiziksel acı testine de balıklama dalmaktan çekinmezler. Palahniuk’un evreninde aktif veya pasif yollardan ulaşılacak içsel veya dışsal her acı, kişinin özgürleşme serüvenindeki ilk adımı teşkil eder.

Türkiye’de yeni yayımlanan “Çarpışma Partisi” romanında da Chuck Palahnuik’un kendine has temaları misliyle mevcut. Günümüzün yaşayan en büyük yazarlarından biri olan Palahniuk, ütopik iyimserliklere mesafeli tavrıyla dünyanın olanca pisliğine bulanmaktan çekinmemeyi bireysel uyanışının vazgeçilmez güzergâhı olarak belirlemiş karakterlerinin hikâyesini anlatıyor yine. Hatta, “Çarpışma Partisi”ni üstadın başyapıtı “Dövüş Kulübü”nün otobanlarda, otomobiller içinde geçeni olarak da tarif edebiliriz. Toplumsal normların, kuralların gündelik yaşamı ikiye ayırdığı bir zaman ve bağlamda geçiyor “Çarpışma Partisi”. Öğğk Casey adlı kişinin, yani kuduz mikrobunu kendi bedeninde taşıyan, bulaşıcı hastalıklar tarihinin en dehşetengiz müsebbinin ölümünün ardından onu tanıyanların tanıklıklarının dökümünden mürekkep kitap. Öğğk Casey’in çocukluğundan ölümüne (veya doğum-ölüm- yeniden doğum döngüsüne) dair aile, arkadaş, tanıdıkların kişisel aktarımlarından kurulmuş “Çarpışma Partisi”nin anlatısı.

Öğğk Casey, taşrada bir çiftlikte geçen çocukluk yıllarının ardından yerleştiği büyük şehirde Çarpışma Partilerine dahil oluyor. Çocukluğu süresince vücudunun her yanını vahşi hayvanlara gönüllü olarak ısırtarak, onlardan kaptığı çeşit çeşit bulaşıcı hastalığı kendi bünyesine içkin kılan, böylelikle kendini sınayan, yaşadığını fark eden biri Öğğk Casey. Her gününü sanki gizli bir ajandası varmışçasına yaşayan, attığı her adımın kişisel kader yolculuğunu şekillendirdiğinin farkında küçük Casey. Casey’in yaydığı kuduz mikrobunun gerek doğduğu topraklarda, gerekse de gittiği büyük şehirde oynadığı alternatif bir rol var. Kuduz, geçerli toplumsal düzenin karşısında isyancı bir reddiye sembolü konumunda. Dolayısıyla kuduz, genel manada toplumsal bir histeriye neden olurken, Casey’in yakınları, dostları ne onun saçtığı kuduz mikrobundan, ne de üstünde taşıdığı tarantula vb. hayvanlardan rahatsızlar.

Casey, insanların toplumsal düzene uyum sağlayıp sağlamadıklarına göre Gececi ve Gündüzcü olarak kodlandıkları, işe yaramaz addedilen Gececilerin sadece geceleri, örnek vatandaş Gündüzcülerin sadece gündüzleri sokaklarda olabildiği şartlarda, Gececiler için var olan yaşam anlayışını topyekûn sarsacak bir silaha sahip. Onun yaydığı kuduz mikrobu, Salyalılar diye anılan hastalığı kapmış Gececiler için verili kuralları çiğnemenin vesilesi oluyor. Gündüzcüler önce, kendilerini tecrit ederek bu salgından kurtulacaklarını sanıyorlar ama, zamanla Salyalıların safları Gündüzcülerle de dolmaya başlıyor. Kuduz salgını Gececilerden başlayıp tüm toplumu sarıyor, özenle çizilmiş kurallar, sınırlar, yasaklar anlamlarını kaybediyor. Kuduz, dışlanmış bireylerin ölümcül, dehşet içeren ve saikleri belirsiz bir başkaldırısına vesile oluyor.

Böylece, parlak ışıkların, kutsanmış kodların arkasına gizlenmiş atıklar, pislikler yeryüzüne akın ediyor ve kendi varlıklarını görünür kılıyorlar. Kitaba ismini veren Çarpışma Partileri de, belli ritüeller çerçevesinde geceleri arabalarıyla birbirlerine çarpan takımların faaliyetlerinin adı. Öğğk Casey, şehre adımını attığı anda Talihsiz Echo, Vurucu Dunyun, Zavallı Nelson, Yeşil Taylor gibi parti üyeleriyle tanışıyor ve içlerine karışıyor. Çarpışma Partileri’nin kerhen izin verilmiş alt-kültürel etkinlikleri Casey’in ‘kuduzuyla’ birleştiğinde yıkıcı bir içerik kazanıyor. Bu yolla oluşan dinamiği kimilerine göre fazlasıyla dehşet verici, sakınımsız bir dille aktarıyor Palahniuk. Hikâyesini muazzam bir üslupla serimlerken okuyucuyu yeraltının olanca kirine, pasına bulamayı da ihmal etmiyor tabii. Palahniuk, bu tür bilinçli seçimler üzerinden geliştirdiği kurgusunun yanında, olağanüstü bir ritim ve akıcılığa sahip olmayı da ustaca beceriyor, bataklıkta açan çiçekler misali şiirsel bir zarafeti de barındırıyor “Çarpışma Partisi”.

Ölüm, diriliş, tanrılaşmaya öykünme gibi alt temaları ironik, ironik olduğu kadar -alttan alta- hüzünlü bir çaresizliği de duyumsatarak hikâyesine oya gibi işliyor Palahniuk. Her satırı, her metaforu, her olay örgüsüyle okuyanları kendine hayran bırakıyor, dilindeki tatlı zehirle büyülüyor. “Çarpışma Partisi”nde de, her romanında olduğu gibi, zaman geçtikçe kaybolan, irademize rağmen elimizden kayıp giden hayatlarımıza dair öfkeli bir ağıtın uzaktan uzağa yankısını duyumsuyoruz.
“Çarpışma Partisi”ni babası Fred Leander Palahniuk’a adamış Chuck Palahniuk. Romanın mevzusunu ve Chuck Palahniuk’un babasının meşum öyküsünü bilenleri pek de şaşırtmayacaktır bu durum. Bilmeyenler için ise kısaca hatırlatalım: Chuck’ın annesiyle ayrıldıktan sonra baba Palahniuk, gazete ilanı vasıtasıyla bir kadınla tanışır ve ilişki kurar. Bu durumu öğrenen kadının eski kocası Fred Palahniuk’u silahla vurarak öldürür, sonra da cesedini yakar. Bu anekdot üzerinden altını özenle çizmek istiyoruz ki; Chuck Palahniuk, romanlarında yarattığı dünyalara, ilişkilere, kopukluklara ticari istismar gayesiyle yaklaşan yazarlardan biri kesinlikle değil. Bahsettiklerinin, mevzu ettiklerinin tinsel enerjisini, gel-gitlerini ruhunda hissettiği, söz konusu deneyimlere, acılara çok da uzak olmadığı, onun romanlarını objektif gözle okuyan her okuyucu için açık bir gerçek.

“Çarpışma Partisi”, üstadın ihmale gelmez eserlerinden biri. Hayal gücünü ve cesaretini kuşanan her okur, Chuck Palahniuk’un görünmez kılınanlara, kurumsal kültürün marjlara itelediklerine; çukurların ve lağımların rengini, özyıkıma dayalı nihilizmi, neşeli bir vurdumduymazlıkla bezeli melankoliyi içeren bir dili bahşeden romanlarına sarılmalı. “Çarpışma Partisi” de onların en ‘eğlenceli’ olanlarından biri.