Friday, July 8, 2016

Yeryüzünün Lanetlileri – Frantz Fanon

“Fanon’u okuyun. Fanon, bu bastırılamaz şiddetin ne de bir bardak suda fırtına, ne barbar içgüdülerinin yeniden ortaya çıkışı ne de bir hınç olduğunu kusursuzca gösteriyor: kendine gelen insandır bu.” Jean-Paul Sartre

Yaşamını sömürgeciliğe karşı mücadeleye adayan Frantz Fanon, 1961 Nisan?ında başyapıtı ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri (The Wretched of the Earth) Yeryüzünün Lanetlileri?ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir’deki gibi bütün seçenekler tüketildiğinde, Fransız sömürgecilerine yönelik şiddetin meşrulaşacağını öne sürer. Yeryüzünün lânetlileri – kırların topraksız köylüleri ve kenar mahallelerin mülksüzleri – yeni bir insan ve yeni bir hümanizmin doğmasına izin verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik hastalıkları ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve ölüme karşı amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya?ya götürülürse de, Rus doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa başvurmasını önerirler. ABD?de Ulusal Sağlık Enstitüsü?ne götürülür. Tedaviye hemen başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde çalışmaktadır. Washington?da tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık 1961?de yalnız başına hayata veda eder. Ölüm haberi Paris?e ulaşır ulaşmaz, polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan çıkardığı gerekçesiyle toplatır. ABD?ye gitmeden önce Cezayir toprağına gömülmeyi vasiyet etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir?de mücadele arkadaşlarının yanına defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz?unda bağımsızlığına kavuşur.
?Yeryüzünün Lanetlileri?, ilk kez 1961?de, François Maspero?ca yayımlandı ve kitapta, Jean-Paul Sartre?ın önsözü vardır. Kitapta, Fanon, ulusal kurtuluş mücadelesinde sınıfın, ırkın, ulusal kültürün ve şiddetin rolünü çözümler.

“Yeryüzünün Lanetlileri”ne Önsöz – Jean Paul Satre
Çok uzun olmayan bir zaman önce yeryüzünde iki milyar insan vardı, bunların beş yüz milyonu insandı, bir milyar beş yüz bini de yerliydi. Sözü birinciler söylüyor, ötekiler de öğrenince taklit ediyorlardı. Bu iki kesim arasında küçük devletlerin kralları feodaller, baştan aşağı uyduruk bir burjuvazi aracılık işlevi görüyordu. Sömürgelerdeki gerçek çıplaktı: ?Metropol?ler onun giysili olmasını istiyorlardı, yerlinin onları sevmiş olması gerekiyordu. Onlar bir tür anneleriymişçesine Avrupalı elit bir yerli elit oluşturmaya girişti, ergenlik çağındaki gençler seçiliyordu, bunların alınlarına kızgın demir ile Batı kültürünün ilkelerinin damgası basılıyordu, ağızlarına ses çıkartmayı engellemeyen tıkaçlar, dişlere yapışan ve dili hamur çiğnemiş gibi yapışkan kılan büyük sözcükler tıkılıyordu.
Bu, sona erdi. Ağızlar kendi başlarına açıldılar, sarı ve siyah sesler yine insancıllıktan söz ediyorlardı fakat artık konu bizim insancıl olmayışımızdı. Biz bu sevimli sert eleştirileri hoşnutsuzluk duymadan dinliyorduk. Bu önce, bizde gururlu bir hayranlık doğurdu. ?Nasıl, görüyor musunuz! Kendi başlarına konuşuyorlar! Bakın onları nasıl adam ettik! İdeallerimizi kabul edecek olduklarından kuşkumuz yoktu, değil mi ki bizi o ideallere sadık olmamakla suçluyorlardı?; bir kezlik, Avrupa kendi misyonuna inandı. Asyalıları Helenleştirmişti, şu yeni, türü Greko-Latin Zencileri yaratmıştı. Tamamen kendi aramızda hemen ekliyorduk, bırakalım ötsünler, bu onları rahatlatır. Havlayan köpek ısırmaz.
Başka bir kuşak geldi, sorunun konumunu değiştirdi. Bu yeni kuşağın yazarları, ozanları, inanılmaz bir sebat ile bizim değerlerimizin onların yaşamlarının gerçekleriyle bağdaşmadığını, bu değerleri ne tümüyle dışlayabildiklerini ne de tümüyle özümseyebildiklerini bize anlatmaya çalıştılar. Kısacası, şunu söylemek istiyorlardı: Bizi aykırı yaratıklar haline getiriyorsunuz, insancıllığınız bizim evrensel olduğumuzu ileri sürüyor, ırkçı uygulamalarınız ise bizi parçalıyor. Onları rahat bir halde dinliyorduk: Sömürge yöneticileri Hegel okumak için para almıyorlardı, ki zaten onu çok az okuyorlardı, ancak onların bedbaht bilinçlerin çelişkilerinin sıkıntısı içinde bulunduklarını bilmek için de bu filozofa gereksinimleri yoktu. ?Ellerinden gelen hiçbir şey yok. Dolayısıyla felaketlerini sürdürelim, birşey yapamazlar. Uzmanlar, onların sızlanmalarında bir hak talebi sözkonusuysa bu entegrasyon talebi olacaktır, diyorlardı bize. Kuşkusuz onlara bu hak verilemezdi; aksi takdirde bilindiği gibi sömürüye dayalı olan sistem yıkılırdı. Ancak onların gözlerinin önünde şu havucu tutmak yeterliydi: Onlar dörtnala koşacaklardı. İsyana gelince, bu konuda hiçbir endişemiz yoktu. Hangi aklı başında yerli kalkar da Avrupa?nın üvey oğullarını yalnızca onlar gibi Avrupalı olmak için katlederdi? Kısacası bu melankolileri cesaretlendiriyorduk ve Goncourt ödülünü bir kezlik olarak bir Zenciye vermekte bir mahzur görmedik. Bu 1930?lar öncesinde oldu.
Yıl 1961. Dinleyiniz: ?Kısır teranelerle ya da iç bulandırıcı taklitlerle zaman yitirmeyelim. İnsandan söz etmeyi sürdürmekle birlikte, rastladığı her yerde, dünyanın her tarafında, kendi sokaklarının her köşesinde insanı katleden bu Avrupa?yı terkedelim. İşte, yüzyıllardır, bir sözde ?tinsel serüven? adına, insanlığın hemen hemen tümünü zaptediyor.? Bu yeni bir ton. Bu yeni tona cüret edebilmiş olan kim? Bir Afrikalı, Üçüncü Dünya insanı, eski sömürge. Ekliyor: ?Avrupa böylesine çılgın, dengesiz bir hızla çok derin uçurumlara doğru gidiyor, ondan uzaklaşmakta yarar var.? Başka bir deyişle; Avrupa kötü. Bu hoş olmayan bir gerçek fakat hepimiz bunun böyle olduğuna sapına kadar inanıyoruz değil mi kıtadaşlarım??
Ancak, bir hususu belirtmek gerekir. Bir Fransız, örneğin, diğer Fransızlara ?işimiz bitik!? dediğinde -ki, 1930?lardan bu yana, hemen her gün bu söz söylenmektedir- bu öfke ve aşk ile yanıp tutuşmuş birinin sözüdür, söyleyen kendini tüm diğer yurttaşlarıyla bir tutmaktadır. Ve sonra genel olarak şunu ekler: ?Ne var ki…? Ne olduğu malumdur: Artık hiçbir hataya tahammül yoktur, şayet öğütlerine harfi harfine uyulmazsa, işte o zaman ülke mahfolur. Kısacası, bu, arkasından bir öğüdün geldiği, bir tehdittir ve bu sözler diğer yurttaşların bu sözlere katılımı ölçüsünde daha az şoke edicidir. Fanon ise, tersine, Avrupa?nın kendi mahfına doğru koştuğunu söylerken, bir alarm çığlığı atıyor olmaktan çok uzaktır, o bir teşhis koymaktadır. Bu doktor ne Avrupa?yı iflahı olmayan bir biçimde mahkum ettiğini -ki, mucizeler her zaman olmuştur- söylemektedir, ne de ona tedavi reçeteleri sunmaktadır: Onun can çekişmekte olduğunu belirlemektedir. Dışarıdan belirleyebildiği arazlara dayanarak onu tedavi etmeye gelince, hayır, o bu işte yoktur. Onun kafasında başka kaygılar vardır; Avrupa ölmüş kalmış onun umurunda değildir, Dolayısıyla, kitabı skandal niteliğindedir. Ve şayet, hafife alarak ve hoşnutsuzlukla bu kitap ?Bize ne getiriyor!? diye mırıldanırsanız skandalın gerçek doğasını gözünüzden kaçırırsınız. Zira, gerçekten Fanon size hiçbir şey getirmediğinden, kitabı -başkaları için çok yakıcı olmasına karşın- sizin için buz gibi soğuk kalır ve dolayısıyla kitapla yeterince ilgilenmeyebilirsiniz. Kitapta sık sık sizden söz edilir, fakat hiçbir zaman size hitap edilmez. Siyah Goncourt?lar ve sarı Nobel?ler sona ermiştir: Sömürgelere artık ödül verilmeyecek. Fransız dilini konuşan bir eski yerli bu dili yeni gereksinimlere uygun olarak ?eğip bükmekte?, kullanmakta ve yalnızca sömürgelere seslenmektedir: ?Tüm az gelişmiş ülkelerin yerlileri birleşiniz!? Ne düşüş: Babaları için tek konuşmacılar bizlerdik, oğullar ise bizi artık muhatap olarak bile almıyorlar, bizler yalnızca söylem konularıyız. Kuşkusuz Fanon söz arasında bizim ünlü suçlarımıza, Setif?e, Hanoi?ye, Madagaskar?a değiniyor, fakat onları mahkum etmeye çalışmıyor: Onları kullanıyor. Sömürgeciliğin taktiklerini, sömürgecileri anavatanlarıyla birleştiren ve ayıran ilişkilerin karmaşık oyununu, ortaya koyması kardeşleri içindir; amacı onlara bizim oyunlarımızı bozmayı öğretmektir.
Kısacası, Üçüncü Dünya bu ses ile kendini keşfediyor ve kendisine sesleniyor. Üçüncü Dünya?nın farklılıklarla dolu olduğu, orada hâlâ köle durumundaki halkların, sahte bir bağımsızlık elde etmiş olan halkların, hükümranlık elde etmek için çarpışmakta olan halkların, nihayet tam özgürlüğü elde etmiş fakat emperyalist bir saldırganlığın sürekli tehdidi altında olan halkların bulunduğu biliniyor. Bu farklılıkları sömürgeciliğin tarihsel süreci oluşturmuştur, yani baskıların sonucudurlar. Metropol, kimi yerlerde birkaç feodali satın almakla yetinmiştir; kimi yerlerde yönet burjuvazisi yaratmıştır, kimi yerleri de, bir taşla iki kuş vurarak, hem sömürü hem de kendi yurttaşları için yerleşim alanları haline getirmiştir. Böylece, Avrupa bölünmeleri, zıtlıkları artırmış, sınıflar ve hatta kimi kez ırkçılıklar yaratmıştır, sömürge toplumların katmanlaşmasını ve bu katmanlaşmanın artmasını sağlamaya çalışmıştır. Fanon hiçbir şeyi gizlemiyor: Eski sömürge bize karşı mücadele etmek için kendi kendisiyle mücadele etmek zorundadır. Ya da, daha çok, ikisi aynı şeydir. Savaşın sıcaklığı tüm iç engelleri eritir; işadamlarından ve kompradorlardan oluşan güçsüz burjuvazi, her zaman imtiyazlı bir konumda olan kent proletaryası, bidon-kentlerin lümpen proletaryası, bunların tümü ulusal ve devrimci ordunun yedek gücü olan kırsal kitlenin tutumu doğrultusunda tavır alırlar. Zira, sömürgeciliğin gelişmesini kasten durdurduğu bu ülkelerde köylülük ayaklandığı zaman çabucak radikal sınıf haline gelir. Zira, baskıyı en yoğun biçimde yaşar ve kentlerdeki işçilerden çok daha fazla eziyet çeker. Açlıktan ölmemesi için, en azından var olan tüm yapıların tamamen yıkılması gerekir. Zafere ulaşıldığında ulusal devrim sosyalist olacaktır; ayaklanması durdurulduğunda ve iktidara yerli burjuvazi geçtiğinde, yeni devlet, biçimsel egemenliği olsa da emperyalistlerin elinde kalmış olacaktır. Katanga örneği bunu yeterince açıklar. Üçüncü Dünya?nın birliği henüz sağlanamamıştır. Bağımsızlığın öncesinde olduğu kadar sonrasında da, tüm sömürge halkların, her ülkede, köylü sınıfının kumandası altında birleşmesini sağlamaktan geçen bir girişim söz konusudur. Fanon?un Afrika, Asya ve Latin Amerika?daki kardeşlerine açıkladığı şey şudur: Ya devrimci sosyalizmi her yerde ve hep birlikte gerçekleştireceğiz ya da eski tiranlarımız tarafından tek tek mağlup edileceğiz. Fanon hiçbir şeyi saklamıyor, ne zayıflıkları, ne anlaşmazlıkları, ne de gizemlileştirmeleri. Şurada hareket kötü bir başlangıç yapmış, burada, başlangıçtaki çarpıcı başarılarının ardından hız yitimine uğramış, başka yerlerde duraklamış ve yeniden başlaması isteniliyorsa burjuvazilerini başlarından atmaları gerekiyor. Okuyucuyu en tehlikeli yabancılaşmalara-lider (örneği) kişilik kültüne, Batı kültürüne ye aynı şekilde geçmişteki Afrika kültürüne dönüşe karşı sertçe uyarıyor. Zira, gerçek kültür devrim kültürüdür, yani devrim sırasında sıcağı sıcağına gelişen, kültürdür. Fanon yüksek sesle konuşuyor, Biz Avrupalılar onu duyabiliyoruz: Elinizde tuttuğunuz bu kitap bunun kanıtıdır. Peki, Fanon sömürgeci güçlerin onun içtenliğinden yararlanabileceklerinden korkmuyor mu?
Hayır, Fanon hiçbir şeyden korkmuyor. Zaten bizim yöntemlerimiz çürümüş, bazen kurtuluşu geciktirebilirler, fakat önleyemezler ve yöntemlerimizi değiştirebileceğimizi de düşünmeyelim, yeni-sömürgecilik (neo-colonialisme), Metropollerin bu tembel düşü, artık boştur. ?Üçüncü Güçler? yoktur ya da varsalar bile bunlar zaten sömürgeciliğin iktidara geçirmiş olduğu bidon-kent burjuvazileridir. Yalanlarımızı birbiri ardından açığa çıkarmış olan bu iyice uyanmış dünyada bizim Makyavelizm?imizin artık yapabileceği pek bir şey yok. Sömürgelerdeki adamlarımızın bir tek çareleri vardır: Güçleri kalmışsa, şiddet kullanmak; yerlinin de yapacağı bir tek secim var: Ya kölelik ya da hükümranlık. Bu kitabı okuyup okumamanız Fanon?a ne yazar. O bu kitabı eski hilelerimizi kardeşlerinin gözlerinin önüne sermek için yazmıştır, yapacak başka hilelerimizin kalmadığından da emindir. Kardeşlerine diyor ki: ?Avrupa pençelerini kıtalarımıza geçirdi, bu pençelere onları çekene kadar vurmalıyız; çağımızın bizim yararımıza olan bir yönü şu ki: Bizerta?da, Elizabethville?de, ya da Cezayir Bledin de olan biten her şeyden tüm yeryüzünün haberi oluyor. Bloklar karşıt tarafları tutuyorlar ve birbirlerini kolluyorlar, bu durumdan yararlanalım, tarihte yerimizi alalım ve bu yerimizi alışımız tarihi ilk kez evrenselleştirsin. Savaşalım, başka silahımız olmasa bile çakı bıçağımız bize yeter.?
Avrupalılar bu kitabı açıp içine girin. Karanlıkta birkaç adım attıktan sonra gece vakti bir ateşin çevresinde toplanmış olan yabancıları göreceksiniz; yaklaşıp onları dinleyin, zira onlar ticaret merkezlerimize ve onları koruyan kiralık askerlere ne yapacaklarını konuşuyorlar. Belki sizi görecekler, fakat seslerini bile alçaltmadan kendi aralarında konuşmaya devam edecekler. Bu kayıtsızlık size dokunacak: Onların babaları, o gölge yaratıklar, sizin yaratıklarınız, ölü ruhlardılar, onlara ışık verenler sizdiniz, yalnızca sizinle konuşurlardı, siz bu zombilere yanıt vermek zahmetine girmezdiniz. Onların oğulları ise sizi görmezden geliyorlar; bir ateş onları ısıtıyor ve aydınlatıyor, bu ateş sizinki değil. Şimdi, saygılı bir uzaklıkta duran siz, kendinizi karanlık içinde, soğuktan ürperir, olarak duyumsayacaksınız. Herkesin sırası gelir; içinden yeni bir şafağın doğacağı bu karanlıklardaki zombiler bu kez de sizlersiniz. Bu durumda, bu kitap bizim için yazılmamış, onu niçin okuyalım, pencereden fırlatıp atalım diyeceksiniz. Bu kitabı okumak için iki neden var. Birincisi şu: Fanon kardeşlerine sizi açıklıyor ve onlara bizi kendimize yabancılaştıran mekanizmayı gösteriyor: Nesnel gerçekliğin ışığında kendinizi keşfetmeniz için bundan yararlanın. Kurbanlarımız bizi kendi yara ve zincirlerinden tanıyor ve onların tanıklığını çürütülemez kılan da işte bu. Kendimizi ne hale soktuğumuzu kavramamız için onları ne hale soktuğumuzu bize göstermeleri yeterli. Bunun bir yararı olur mu? Evet, zira Avrupa batmak tehlikesiyle karşı karşıya. Fakat, yine diyeceksiniz ki, biz anavatanda yaşıyoruz ve aşırılıkları onaylamıyoruz. Bu doğru, siz sömürgecilerden değilsiniz, fakat onlardan daha iyi de değilsiniz. Onlar sizin öncülerinizdi; onları denizaşırı yerlere gönderen sizdiniz, onlar da sizi zengin ettiler. Çok fazla kan dökerlerse, onlara sahip çıkmayacağınız hususunda onları uyardınız. Bu şuna benzer: Devletler de diğer ülkelerde ajitatörler, provokatörler ve casuslar beslerler, fakat yakalandıklarında onlara sahip çıkmazlar. Bu denli liberal, bu denli insancıl, olan ve kültüre olan sevgisini, tutkusunu, yapmacıklığa dek vardıran sizler, sizin sömürgelerinizin olduğunu ve bu sömürgelerde sizin adınıza insanların katledildiğini unutmuş gibi görünüyorsunuz. Fanon yoldaşlarına -içlerinden bazılarına, özellikle de, fazlasıyla batılılaşmış olanlarına- anavatan halkının sömürgelerde ki adamlarıyla dayanışmasını anlatıyor. Bu kitabı okumak cesaretini gösterin: Bu öncelikle sizi utandıracaktır ve Marx?ın söylemiş olduğu gibi, utanmak devrimci bir duygudur. Görüyorsunuz ki, ben de öznel yanılsamalardan kendimi kurtaramıyorum; ben de size ?her şey yitirilmiş, ne var ki…? diyorum. Bir Avrupalı olarak düşmanın kitabını çalıyor ve bu kitaptan Avrupa için bir kurtuluş çaresi çıkarıyorum. Bundan yararlanın. Ve işte ikinci neden; Sorrel?in faşist saçmalıklarını bir yana bırakırsanız, Fanon?un, Engels?ten bu yana, tarih süreçlerini gün ışığına çıkaran ilk kişi olduğunu görürsünüz. Mutsuz bir çocukluğun ya da gözü dönmüşlüğün onda acayip bir şiddet arzusu yaratmış olduğunu falan da zannetmeyin; Fanon sadece durumu yorumluyor, o kadar. Fakat, bu onun liberal ikiyüzlülüğün sizden sakladığı ve hem onu hem de bizi ortaya çıkarmış olan diyalektiği aşama aşama ortaya koymasına yeterlidir. Geçtiğimiz yüz yılda, burjuvazi, işçileri aç gözlü isteklerinin etkisiyle yoldan çıkmış, gözü doymaz yaratıklar olarak gördü: fakat, bu korkunç vahşilere kendi türümüze dahil olarak kabul etmeye özen gösterdi: Onlar da insan ve özgür olmasaydılar iş güçlerini nasıl özgürce satabilirlerdi. İngiltere?de olduğu gibi, Fransa?da da, hümanizm evrensel olduğunu ileri sürer.
Zorla çalışmak ise bunun tam tersidir. Hiçbir sözleşme yoktur, üstelik gözdağı vardır ve bu da baskıyı oluşturur. Deniz aşırı yerlerdeki askerlerimiz anavatanın evrenselciliğini yadsıyarak, insan türüne numerus clausus?u uygularlar Kimse, suç işlemiş olmaksızın, kendi benzerini köleleştiremeyeceği, soyamayacağı ya da öldüremeyeceği için, yerlilerin insanın benzeri sayılamayacağı ilkesini koyarlar. Vurucu güçlerimize bu görüşü uygulamaya geçirtmek misyonu verilmiştir. Sömürgecinin onlara yük hayvanı muamelesi edişini haklı kılmak için, ilhak edilmiş toprakların insanlarını gelişmiş maymunlar düzeyine indirgemek emri verilmiştir.
Sömürgelerdeki şiddet bu köleleştirilmiş halkı sindirmeyi amaçlamakla kalmaz, aynı zamanda onları insanlıktan çıkarmayı da amaçlar. Onların geleneklerini yok etmek, onların dillerinin yerine kendi dilimizi geçirmek ve kendi kültürümüzü bile vermeden onların kültürünü yok etmek için her şey yapılır; aşırı yorgunlukla sersemleştirileceklerdir. Gıdasız ve hasta durumdayken bile hâlâ güçleri kalmışsa, gerisini korku halleder; tüfekler yerlilere çevrilir, siviller gelip onların topraklarına yerleşirler ve onları kırbaç tehdidiyle toprağı onların adına işlemeye zorlarlar. Yerli direnirse, askerler ateş açar ve yerli ölü bir adam olur; boyun eğerse kendini küçültür, artık insan değildir; utanç ve korku karakterini zedeleyecek ve kişiliğini paramparça edecektir. Bu iş uzmanlar tarafından sertlikle yürütülür; ?Psikolojik tedavi?ler yeni ortaya çıkmadı. Beyin yıkama da öyle. Yine de, bu denli çaba harcamalarına rağmen, amaçlarına hiçbir yerde ulaşamadılar: Ne zencilerin ellerinin kesildiği Kongo?da, ne de, yakın zamana dek, itirazcıların (yani, asilerin) dudaklarının, kilit vurmak amacıyla, delindiği Angola?da. Bir insanı hayvanlaştırmanın olanaksız olduğu söylemiyorum, yalnızca onu yeterince zayıflatmadan bu amaca ulaşılamayacağını söylüyorum. Dayak hiçbir zaman yeterli değildir, açlığı daha da artırmak gerekir. Kölecilikte bu durum sorun yaratır: Zira kendi türünüzden birini ehlileştirdiğiniz zaman, ondan alacağınız verim düşer ve ona ne kadar az verirseniz verin ondan alacağınızdan daha fazlasını götürür. Bu nedenle, sömürgeciler ehlileştirmeyi yarıda kesmek zorunda kalırlar: Sonuçta, ortada, yine, ne insan ne de hayvan, sadece yerli vardır. Dövülmüş, kötü beslenmiş, (yalnızca belirli bir dereceye kadar) korkmuş olan yerli, ister siyah, ister sarı ya da beyaz olsun, hep aynı karakter özelliklerini gösterir. Tembeldir, içten pazarlıklıdır, hırssızdır, neyle yaşadığı belli değildir, yalnızca şiddeti tanır.
Zavallı sömürgeci, işte çelişkisi apaçık ortada: Yağmaladıklarını öldürmek zorunda. Fakat, bu olası değildir, zira onları sömürmesi gerekiyor. Soykırım düzeyinde katliam yapamadığı, hayvanlaştırmaya varan kölelik düzenini kuramadığı için kontrolü elinden kaçırır, işler tersine döner ve şaşmaz bir mantık gereğince, gidişat onu sömürgesinden yoksun kalmaya kadar götürür.
Bu hemen olmaz. Başlarda Avrupalının egemenliği sürer. Avrupalı savaşı çoktan yitirmiştir, fakat bunun farkında değildir; yerlilerin artık onun bildiği yerliler olmadığını henüz bilmez; onu konuşurken duyarsanız, sanki yerlilerin içinde kök salmış kötülüğü yok etmek ya da bastırmak amacıyla, onlara kötülük ettiğini zannedersiniz; ve üç kuşak sonra bu kötülük içgüdüleri artık bir daha oluşmayacaklardır. Hangi içgüdüler? Köleleri efendilerini öldürmeye zorlayan içgüdüler mi? Efendi, yerlide, kendisine yöneltilmiş olanın kendi acımasızlığı olduğunu göremiyor mu? Bu ezilmiş yerlilerin vahşiliğinde, onların iliklerine dek işlemiş olan ve kurtulamadıkları, kendi sömürgeci vahşiliğini görmüyor mu? Bunun nedeni basittir: Mutlak güce sahip olmasıyla ve bunu yitirmek korkusuyla, çıldıran bu zorba varlık bir zamanlar insan olduğunu artık pek anımsamıyor; kendisini bir tüfek ya da kırbaç sanıyor, ?aşağı ırk?ların ehlileştirilmesini onların reflekslerini koşullayarak sağlayacağına inanıyor. Ancak, insan belleğini ve onun silinmez anılarını unutuyor ve sonra, özellikle, belki hiç bilmediği bir şey daha var. Biz, ancak başkalarının bizde yarattıklarını derin ve kökten biçimde olumsuzlayarak biz oluruz. Üç kuşak mı demiştik: İkinci kuşak daha dünyaya gözünü açar açmaz babasının nasıl dövüldüğünü görür. Psikiyatri diliyle ?travmatize? olur. Yaşam boyu. Fakat, bu sürekli yenilenen saldırılar onları boyun eğmeye yöneltseler bile, aynı zamanda, bundan çok uzak olarak, onları Avrupalının er ya da geç bedelini ödeyeceği bir çelişki içine de sokar. Bundan sonra, ehlileştirilme sırası ikinci kuşağa da geldiğinde, utanç, açlık ve acının ne olduğunu öğrendiklerinde, gücü uygulanan şiddetin derecesine eşit olan volkanik bir öfke uyanır içlerinde. Onların şiddetten başka hiçbir şeyden anlamadıklarını mı söylediniz? Elbette öyle: Önceleri bu yalnızca sömürgecinin şiddetidir, fakat kısa süre sonra yalnızca onların şiddeti olur; yani, şiddet -aynaya bakınca yansımamızı görmemiz gibi- geri teper. Yanılmayın sakın, bu çılgınca öfkeyle, bu acımasızlıkla ve kin ile, bu sürekli bizi öldürmek isteğiyle, gevşemekten korkan kasların bu sürekli gerginleşmesiyle insanlaşır onlar: Onları yük hayvanı yapmak isteyen sömürgeci sayesinde ve ona karşı. Henüz soyut haldeki nefret, bu kör nefret onların tek hazinesidir. Efendi bunu davet etmiştir, zira onları hayvanlaştırmak ister, fakat bu nefreti kırmayı başaramaz, zira çıkarlarına ters düştüğü için yarı yolda durur. Bu yüzden, bu kötü yerliler onlarda hayvan konumunu reddetmek biçimine dönüşen, ezenin hem güçlü hem de güçsüz oluşu sayesinde halâ insandırlar. Bunun ardından geleni biliyoruz; elbette yerliler tembeldir, bir tür sabotajdır bu. Sinsidirler, hırsızdırlar; kuşkusuz, bu küçük hırsızlıkları henüz örgütlenmemiş olan bir direnişin başlangıcına işarettir. Ancak, bu aşamada, daha ileri gidenler de vardır: Aralarında, silahların önüne silahsız olarak atılarak kendilerini kanıtlayanlar da vardır; bunlar onların kahramanlarıdırlar ve diğerleri Avrupalıları öldürerek kendilerini insan yaparlar, bunlar vurulur: Haydut ve şehit, onların çektikleri acı dehşet içindeki kitlelerin ruh halini yüceltir.
Evet, dehşet içinde; bu yeni aşamada sömürge saldırganlığı yerliler arasında bir terör akımı biçiminde içe döner. Bunu söylerken yalnızca bitmez tükenmez baskı araçlarımızla karşılaştıkları zaman duydukları korkuyu değil, fakat aynı zaman da kendi öfkelerinin içlerinde yarattığı korkuyu da kastediyorum. Bir yanda onlara yöneltilmiş olan silahlarımız, öte yanda bu ürkütücü içgüdüler, bu ruhlarının derinliklerinden gelen ve her zaman farkında olmadıkları öldürme arzuları arasında sıkışıp kalmışlardır; zira, öncelikle, bu onların şiddeti değil, bizim şiddetimizdir ve bu ezilen yaratıkların ilk eylemi de onların ve bizim ahlak anlayışımızın lanetlemiş olduğu ancak yine de onların insanlığının son barınağı olan bu itiraf edilemez öfkeyi derinlere gömmektir. Fanon?u okuyun: Onların güçsüzlük döneminde, çılgınca öldürmek isteğinin yerlilerin kollektif bilinçaltının ifadesi olduğunu göreceksiniz.
İçte tutulan bu öfke dışa yöneltilerek patlama yapamazsa o ezilen yaratıkların kendilerini yok eder. Kendilerini kurtarmak için birbirlerini bile katlederler. Kabileler gerçek düşman ile karşı karşıya gelemedikleri için birbirleriyle savaşırlar -ve sömürge politikasının da bu düşmanlıkları körüklediğinden emin olabilirsiniz; kardeşine bıçak çeken bir insan onu öldürmekle ortak alçalmalarının nefret uyandıran görüntüsünü ortadan kaldırdığını düşünür; yadsıdıkları insanlıktan çıkma sürecini kendi istekleriyle hızlandıracaklardır. Sömürgenin eğlenen bakışları altında, doğaüstü engeller koyarak, bazen eski ve ürkütücü mitleri canlandırarak, bazen de kendilerini dinsel törenlere yönelterek, kendilerine karşı en büyük önlemleri alacaklardır: Saplantılı bir insan bu şekilde -her an onu meşgul eden bazı saplantılara sığınarak- en derin gereksinimlerinden kaçar. Dans ederler, bu onları meşgul eder, kaslarının acı veren gerginliğini gevşetir; üstelik dans dile getiremedikleri hayır sözcüğünü ve işleyemedikleri cinayetleri, çoğu zaman onlar farkında olmaksızın, gizlice dile getirir. Bu son çareye -kendinden geçmeye, vecd haline girmeye- bazı bölgelerde baş vurulur. Eskiden, bu basit bir dinsel uygulamaydı, iman sahibinin kutsal ile olan bir iletişim tarzıydı; şimdi ise aşağılanma ve umutsuzluğa karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Kutsal ruhlar onları trans haline geçirerek sakinleştirir. Bu yüksek zatiyetler onları aynı zamanda korurlar: Yani, sömürgeleşmiş halk, sömürge yabancılaşmasına karşı kendini dinsel yabancılaşma ile korur. Sonuçta ortaya eşi benzeri olmayan bir durum çıkar: İki yabancılaşma birbiriyle kaynaşır ve birbirini güçlendirir. Bazı psikozlarda sürekli aşağılanmaktan bıkkın düşmüş olan hezeyanlı kişi günün birinde kendisine iltifatlar yağdıran bir meleğin sesini duymaya başlar; fakat, kuşkusuz aşağılanmalar sona ermiş değildir: Ancak, kutlamalar ile dönüşümlüdür. Bu bir savunmadır, fakat aynı zamanda da onların serüveninin sonudur; kişilik parçalanmıştır ve hasta deliliğe doğru gider. Şunu da ekleyelim ki, özellikle seçilmiş birtakım bedbahtlarla ilişkili olan ve yukarıda sözünü etmiş olduğum, bir diğer tasallut türü daha vardır: Batı kültürü. Diyebilirsiniz ki, ben onların yerinde olsaydım kutsal ruhlarımı Batılıların Akropolis?ine yeğlerdim. İyi: Anladınız. Ancak tamamen değil, zira siz onların yerinde değilsiniz. Henüz değilsiniz. Yoksa, onların seçme haklarının olmadığını bilirdiniz, her ikisini de kabul etmek zorundalar. İki dünya: Bu iki tasallut demektir; bütün gece dans ederler ve şafakta ayine katılmak için kiliseleri doldururlar: Yarık günden güne büyür. Düşmanımız kardeşlerine ihanet edip bizim işbirlikçimiz oluyor; kardeşleri de aynı şeyi yapıyor. Yerlilik sömürgecinin sömürgeleştirilmiş halkta, o halkın rızasıyla, oluşturduğu ve sürdürdüğü nevrozdur.
İnsanlık sıfatını aynı zamanda hem kabul etmek hem de yadsımak: Bu çelişki patlayıcıdır. Ve patlar da. Bunu benim kadar siz de biliyorsunuz. Çok kritik bir zamanda yaşıyoruz. Artan doğum oranı daha fazla kıtlık yarattığı zaman, dünyaya yeni gelenlerin yaşamaktan ölmekten daha çok korktukları zaman, şiddetin fırtınası herşeyi yerle bir eder. Cezayir?de, Angola?da, Avrupalılar görüldükleri yerde katlediliyorlar. Bu bumerang zamanıdır, şiddetin üçüncü zamanıdır: Bizim üzerimize geri döner, bizi vurur ve bu kez de, yine, bunun bizim şiddetimiz olduğunu öncekilerde olduğundan daha fazla kavramış olmayız. Liberaller aptallaşmış halde kalırlar: Yerlilere karşı yeterince nazik olmamış olduğumuzu, onlara mümkün olduğu ölçüde bazı haklar tanımamış olduğumuzu oysa bunun daha doğru ve daha temkinli bir tutum olduğunu kabul ederler: Onların en çok istedikleri, onları himayesiz ve sürüler halinde, bu çok kapalı kulübe, bizim türümüze, kabul etmemizdi ve işte bu vahşice ve çılgın patlama onları kötü sömürgecilerden farksız kılıyor. Anavatan solu utanmıştır: Yerlilerin gerçek kaderini, amansız bir baskıya maruz kalmış olduklarını kabul etmekte, onların isyanlarını mahkum etmemektedir, zira bizim bu isyanı kışkırtmak için herşeyi yapmış olduğumuzu bilmektedir. Ancak, yine de bazı sınırların bulunduğunu, bu gerillaların yüreklerinde şövalyelik tutkusunun bulunduğunu göstermelerinin gerektiğini; bunun onların kendilerinin de insan olduklarını kanıtlamalarını sağlayacak en iyi olanak olduğunu düşünür. Sol, kimi kez, onları uyarır: ?Çok ileri gidiyorsunuz, sizi artık desteklemeyeceğiz.? Yerliler bu uyarıya aldırış etmezler: Destekleri onların olsun. Savaşları başladığında şu katı gerçeği görmüşlerdir: Onlardan hepimiz yararlandık, kanıtlamaları gereken hiçbir şey yok, kimseye yaranmaya çalışmayacaklar. Bir tek görev, bir tek amaç var: Sömürgeciliği eldeki tüm olanakları kullanarak yok etmek, ve içimizden en ileri görüşlü olanlar, gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, fakat bu güç sınavında aşağılık insanların bir insanlık bildirgesi koparmak için tümüyle insanlık dışı vasıtalar kullandıklarını görmezlik edemiyorlar: Öyleyse, bu hak onlara en kısa sürede verilsin ancak onlar da barışçı girişimlerle bunu hak etmeye gayret etsinler. Nefslerimiz ırkçıdır.
Fanon?u okumak onlara yararlı olur: Fanon bu bastırılamayan şiddetin ne saçma bir fırtına, ne vahşi içgüdülerin ayaklanması ve hatta ne de küskünlüğün sonucu olduğunu mükemmel bir biçimde göstermektedir: Bu şiddet insanın kendini yeniden oluşturmasıdır. Şu gerçeği sanıyorum, bir zamanlar kavramıştık, sonra unuttuk; şiddetin izlerini hiçbir kibarlık silemez, onları yalnızca şiddet yok edebilir ve sömürge sömürgelik nevrozundan ancak sömürgeciyi silahla kovduğunda kurtulur. Öfkesi taştığı zaman masumluğunu tekrar bulur ve kendi benliğini yarattığı ölçüde kendini tanır; uzaktan, biz onun savaşını barbarlığın zaferi olarak görürüz, fakat bu savaşın kendisi giderek savaşanın kurtuluşuna yol açar, kendisindeki ve kendisinin dışındaki sömürgesel karanlıktan yok eder. Bu savaş başından beri amansızdır. Ya dehşete düşülür, ya da dehşete düşüren taraf olunur: Yani ya bozuk ve tutarsız bir yaşamın çözülmelerine kapılınır ya da doğal birliğe sahip olunur. Köylülerin eline silah geçtiği zaman eski efsaneler söner ve yasaklamalar, engeller, birer birer devrilir; bir savaşçının silahı onun insanlığıdır. Zira, isyanın ilk aşamasında öldürmek gerekir: Bir Avrupalıyı öldürmek bir taşla iki kuş vurmaktır; aynı zamanda hem bir ezeni hem de bir ezileni yok etmektir. Sonuçta ortada bir ölü insan ve bir özgür insan olur; sağ kalan ilk kez ayaklarının altında ulusal bir toprağın varlığını duyumsar. Artık ulus ondan (onun bilincinden) uzak olan bir kavram değildir, öyle ki, özgürlüğü ile ulus içiçe girmiştir. Ancak, ilk şaşkınlıktan sonra sömürgeci ordusu saldırıya geçer: Ya birleşilecektir ya da sömürgeci ordusunun katliamı sonucunda yok olunacaktır. Kabilesel anlaşmazlıklar ortadan kaldırılır: Öncelikle, devrimi tehlikeye atacaklarından dolayı ve sonra da şiddeti yanlış düşmana yöneltmiş olmaktan başka bir işe yaramayacaklarından dolayı. Kongo?da olduğu gibi, bu anlaşmazlıklar sürüp giderse bu onların sömürgecilik ajanlarınca körüklenmekte olmalarından dolayıdır. Ulus harekete geçer: Afrika?nın hangi bölgesinde olursa olsun, savaşan diğer kardeşleri her kardeşin ulusudur. Onların kardeşlik sevgileri size duydukları kinin tersidir: Her biri sömürgeci öldürmüş oldukları ve fırsat düştüğü her an da öldürebilecek oldukları için kardeştirler. Fanon okuyucularına ?kendiliğindenliğin? sınırlarını, ?örgütlenme?nin gerekliliğini ve tehlikelerini göstermektedir. Ancak, davanın azameti ne olursa olsun, girişimin her aşamasında devrimci bilinç derinleşir. Son kompleksler de yok olur, birisi gelsin de bize Cezayir Kurtuluş Ordusu (ALN) askerinin ?bağımlılık? kompleksinden söz etsin bakalım. Gözündeki perdeden kurtulan köylü gereksinimlerinin bilincine varır: Daha önce o gereksinimlerin peşinde koşmaya kalkışmak onu öldürtmek için yeterliydi ve dolayısıyla onları bilmezden gelmeye çalışırdı, fakat artık onların sonsuz gereksinimler olduklarını keşfeder. Bu halkın savaşında, ki beş yıl, Cezayir?deki gibi sekiz yıl, sürebilir, askeri, politik ve sosyalgereklilikler birbirinden ayırdedilemez. Savaş, yalnızca komuta ve sorumluluk konusunu koyarak, barışın ilk kurumları olacak olan yeni yapılar kurar, işte yeni geleneklerine varıncaya dek oluşturulan insan, her gün ateş altında doğan bir yasayla meşrulaştırılan korkunç bir ?bugün?ün gelecekteki kızları; öldürülen, denize dökülen ya da asimile edilen son sömürgeci ile birlikte bu azınlık türü de -yerini sosyal kardeşliğe bırakarak- yok olur. Ve bu da yetmez: Bu savaşçı tüm aşamaları kateder; zira, siz de kabul edersiniz ki, yaşamım, eskiden olduğu gibi, anavatanın (bu kez yaşlanmış) bir sakini olmak için tehlikeye atmamıştır. Sabırlılığma bakınız: Belki, kimi kez, yeni bir Dien-Bien-Phu?nun hayalini kuruyor, fakat buna gerçekten inandığını da sanmayın: O, yoksulluğunun içinde, iyi silahlanmış olan zenginlere karşı savaşan bir dilencidir. Kimi kez kesin zaferler bekleyerek ve çoğu kez de hiç bir şey beklemeyerek rakiplerini iyice zorluyor. Bu mücadele korkutucu kayıplar vermeksizin? olmaz: Sömürgeci ordusu vahşileşir: Mimlemeler, temizlik harekatları, nüfusun başka yerlere gönderilmesi, sınır dışı etmeler başlar ve kadınlar ile çocukların da öldürüldüğü olur. Yerli bunu bilir: Bu yeni insan insanlık yaşamına sondan başlar: Kendisini gücül olarak ölü kabul etmektedir, öldürülecektir: Söz konusu olan bir ölüm tehlikesi değidir, öldürüleceğinden emindir, bu gücül ölü karısını, oğullarını yitirmiştir, o kadar çok insanı can çekişirken görmüştür ki ya zafer ya ölüm der: Zaferi yitirip de sağ kalmaktansa ölmeyi yeğler; başkaları zaferin tadını çıkaracaklardır, fakat o değil, zira o çok fazla bıkkındır. Fakat, bu yürek yorgunluğu inanılmaz bir cesaretin temelinde yer alan birşeydir. Biz insanlığımızı umutsuzluğun ve ölümün berisinde buluyoruz, o ise işkencelerin ve ölümün ötesinde bulur. Biz rüzgar ektik, biçtiğimiz fırtına o oldu. Şiddetin çocuğu olarak o, insanlığını her an şiddetten alır: Biz onun sırtından insan olmuştuk, o da kendisini bizim sırtımızdan insan yapar.
Başka bir insan: Daha iyi nitelikli.
Fanon burada durur. Yolu göstermiştir: O savaşanların sözcüsüdür, birlik, Afrika kıtasının tüm anlaşmazlıklara ve tüm bölünmelere karşı birleşmesi, çağrısını yapmıştır. Amacına ulaşıldı: Sömürgelikten kurtuluş tarihsel olgusunu bütünüyle anlatmak isteseydi bizden söz etmesi gerekirdi: Kuşkusuz, onun niyeti hiç de bu değil. Fakat, Fanon?un kitabının kapağını kapattığınız zaman, kitap, yazarına rağmen, içinizde varlığını sürdürür; zira biz ayaklanan halkların gücünü hissediyoruz ve ona güç ile yanıt veriyoruz. Dolayısıyla, şiddetin yeni bir süreci oluşuyor ve bu kez, sözkonusu edilmesi gerekenler biziz, zira bu şiddet sahte yerlinin onun vasıtasıyla değişmesi ölçüsünde bizi de değiştiriyor. Herkes istediği gibi düşünebilir. Yeter ki düşünsün: Fransa?dan, Belçika?dan, İngiltere?den indirilen darbelerle sersemlemiş olan bugünün Avrupasında aklın en ufak bir sapması bile sömürgecilik suçunda işbirlikçi olmaktır. Bu kitabın önsöze hiç gereksinimi yoktu, zira bize hitap etmiyor. Yine de, tartışmayı sonuçlandırmak için bir önsöz yazdım; biz Avrupalılar da sömürgecilikten kurtarılıyoruz: Demek istiyorum ki, her birinin içindeki sömürgeci kanlı bir işlem ile söküp atılıyor. Cesaretimiz varsa kendimize bir bakalım ve başımıza ne geldiğini görelim.
Öncelikle, şu beklenmedik görüntü ile karşı karşıya gelmeliyiz: İnsancıllığımızın striptizi. İşte çırılçıplak haldeki insancıllığımız; güzel bir görüntü değil.
Kitabın Künyesi
Yeryüzünün Lanetlileri / Frantz Fanon
Çevirmen: Şen Süer
Yayınevi: Versus
Yayın Tarihi: Kasım 2007
314 sayfa
Franz Fanon’un Hayatı (1925 – 1961)
Frantz Fanon Martinik?in başkenti Fort-de-France?da 20 Temmuz 1925?te, asırlar önce buraya Afrika?dan getirilen kölelerin soyundan gelen ve Fransız asimilasyon politikalarından etkilenmiş orta sınıf bir siyahî ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi küçük bir dükkan işletiyordu, babası ise gümrük müfettişiydi. Frantz?ın öğretmenlerinden birisi sol politikayla meşgul olan bağımsızlık yanlısı genç şair ve entellektüel Aime Cesaire?ydi. Ancak bu dönemde Frantz kendisini tamamıyla Fransız hissediyor ve 1943?te ?anavatan? Fransa?yı savunmak üzere de Gaulle?ün Hür Fransız Kuvvetleri?ne katılmakta bir beis görmüyordu. Bir Fransız vatandaşı olarak kimliğini sorgulamaya hiç lüzum görmüyordu, zira onlara ?medeniyeti bahşeden beyaz insanlarla? çoktan özdeşleşmişti.
Fanon 1944 yılında Martinik?ten ayrıldı ve Kuzey Afrika?da kısa bir eğitimden sonra İsviçre cephesinde savaşa katıldı. Burada yaralanan Fanon?a Fransız hükûmeti tarafından cesaret nişanı verilecektir. Kendisine nişanı veren dönemin komutanının yıllar sonra Cezayir Bağımsızlık Savaşı?nı bastırmak amacıyla görevlendirilmesi de, tarihin tuhaf bir cilvesi olsa gerektir.
Savaş bitince Frantz Fanon Martinik?e döner ve Aime Cesaire?nin seçim kampanyasında etkin bir biçimde görev alır. 1946 yılında Lyons?ta tıp okumak amacıyla tekrar Fransa?ya gelir. Bu dönem zarfında yalnızca tıpla değil edebiyat ve felsefeyle de ilgilenir. Merleau-Ponty?nin derslerine devam eder, pek çok edebiyat ve felsefe adamının kitaplarını okur, öğrenci siyasetiyle ilgilenir. Bu dönemde Tam-Tam adlı bir öğrenci dergisi çıkarır. Tıp çalışmalarının dördüncü yılında psikiyatriye yönelir. Lyons?ta o dönemde psikanaliz ve sosyal psikiyatrinin adı bile geçmez, bölüm başkanı organikçi ekolün önde gelen bir temsilcisi ve bir psikoşirürji meraklısıdır.
Fanon Siyah Deri, Beyaz Maske adlı ilk kitabını psikiyatri asistanıyken yazmış ve bu ilk kitabıyla ırkçılığı tartışmaya açmıştır. ?Radyomu açtığımda, zencilerin Amerika?da linç edildiğini duyuyorum? diye yazar. ?Anlaşılan birileri bize yalan söylemiş. Meğer Hitler ölmemiş!?
Frantz Fanon bu kitabını bitirme tezi olarak sunmak istediyse de, isteği bölüm başkanı tarafından geri çevrilir ve Friedrich ataksisi üzerine bir tezle 1951 yılında tıp eğitimini tamamlar. 1952?de yayınlanan bu kitap, kendi kişisel hikâyesini damıttığı, Fransa?da bizzat tecrübe ettiği ırkçılığı teşrih masasına yatırdığı, Sartre, Adler, Hegel ve Lacan?dan etkiler taşıyan bir eserdir.
Bütün Martinikli çocuklar gibi, Fanon da okulda atalarının mavi gözlü sarı saçlı Gaul?ler olduğuna inandırılarak yetiştirilmişti. Fanon Martinikli siyah ailelerin pek çoğunda görülen zenci düşmanlığının beyaz kültürel stereotiplerin içselleştirilmesiyle ortaya çıktığını yazar. Siyah adamın beyaz olma arzusunu obsesyonel nevroza benzetir ve aşağılık duygusunun olumlu bir benlik imgesini engellediğini söyler. Bu durum Aime Cesaire gibi entellektüeller 1930?larda zenciliklerini gururla savunmaya başlayana dek sürecektir. Ancak Fanon?a göre, zenciliğin kutsanması onu yaratan durumu anlamamızı sağlamamaktadır. Sartre?ın antisemitizmin kökenleri konusundaki tezlerini uyarlayarak, aşağı zenciyi üretenin sömürge ırkçısı olduğunu söyler.
Fanon?un meslekî anlamda şekillendiği yıllar, dağlık bir bölgede yer alan Saint-Alban kliniğinde geçirdiği yıllardır. Saint-Alban savaş yıllarında bir direniş merkezi olmasının ötesinde, duvarların olmadığı, kıtlık zamanında bir tek hastanın bile açlık nedeniyle hayatını yitirmediği sıradışı bir kurumdur. Bu kuruma ve Fanon?un mesleki gelişimine rengini veren, Tosquelles adında, Franco İspanyası?ndan Fransa?ya iltica etmiş bir Katalan psikiyatrdır. Tosquelles Fanon?a hastalarını dinlemeyi, toplantıları idare etmeyi, psikanalizi hasta değerlendirmelerinde kullanmayı öğretir. Saint-Alban?da yürütülen kurumsal tedavi, psikanalitik ve fenomenolojik geleneklere yaslanan, ama ilaç ve elektroşok tedavisini de kullanan eklektik bir uygulamadır.
Psikiyatri uzmanlığını aldıktan sonra, Fanon bir süre Fransa?da geçici bir görevde çalışır ve daha sonra Cezayir?in Blida şehrindeki psikiyatri hastanesine şef olarak atanır. Burada, istifa ettiği 1956 yılına dek çok hareketli bir mesleki hayatı olur: Bu kalabalık hastanede pek çok reform yapar, yanısıra araştırmalar yürütür, makaleler yayınlar. Bu esnada siyah politikada da öne çıkan bir isim olmaya başlamışsa da, temel ilgisi Cezayir bağımsızlık savaşı üzerinde yoğunlaşır. Kısa bir süre sonra Cezayir Kurtuluş Cephesi ile temasa geçer. Yaralı savaşçılar gizlice hastanede tedavi edilir. Kliniğinde hem işkence kurbanlarıyla hem de Fransız ordusunun edilgenleştirme politikasının asli bir unsuru haline gelen işkence uygulayıcılarıyla uğraşmaktadır. 1956?da yaşadıkları ve gördükleri tahammülü aşan boyutlara ulaşınca istifa eder. Fransız yerleşimcilerin Cezayir köylerine girerek rastgele insan öldürdükleri ve ? fare avı? olarak isimlendirdikleri vandalizm hastaneye de girmiştir. Bazı hastane çalışanları tutuklanmış; kimisi işkenceden geçirilmiş, kimi de sonsuza dek yok edilmiştir. Çalışma arkadaşlarından bir hekim ağır bir işkenceden geçirildikten sonra ölmesi için bir domuz çiftliğine bırakılmıştır meselâ. Bakana yazdığı istifa mektubunda ?Eğer psikiyatri insanın yaşadığı çevreye yabancılaşmasını azaltmaya yönelik bir teknikse? der, ?Cezayir?deki Fransız politikası Arap nüfusu bütünüyle yabancılaştırmış ve onları mutlak bir depersonalizasyon içinde yaşamaya mahkum etmiştir.?
Cezayir?i iki gün içinde terketmesi istenir. Artık o kendi deyimiyle ?Ne bir Martinikli, ne de bir Fransız; sadece Cezayirli?dir.
Cezayir?den sürülmesinin ardından, Tunus?a geçer ve burada ülkenin ilk gündüz hastanesini kurar. Bu arada politik etkinliğine yoğun bir biçimde devam etmektedir, Cezayir Direnişi ve el-Mücahid dergilerinin editörlüğünü yürütür. Cezayir Kurtuluş Cephesi?nin sözcülüğünü yapar. Kendisine iki kez suikast girişiminde bulunulursa da, bunları ufak yaralarla atlatır. Geçici Cezayir hükûmeti adına Afrika ülkeleriyle ilişkileri yürütür, bu esnada pek çok Afrika lideriyle tanışır. Aralık 1960?da lösemi olduğunu öğrenir. Ancak hastane çalışmalarını ve bağımsızlık hareketi yandaşları için eğitimciliği sürdürür.
1961 Nisan?ında başyapıtı ya da politik vasiyetnamesi sayılabilecek ünlü eseri Yeryüzünün Lanetlileri?ni yazmaya başlar. Bu eserde, Cezayir?deki gibi bütün seçenekler tüketildiğinde, sömürgecilere yönelik şiddetin meşrulaşacağını öne sürer. Yeryüzünün lânetlileri?kırların topraksız köylüleri ve kenar mahallelerin mülksüzleri?yeni bir insan ve yeni bir hümanizmin doğmasına izin verecek yegâne kuvvet olarak görülür.
Bu eserinde Fanon sömürgeciliğin ve işkencenin yol açtığı psikiyatrik hastalıkları ayrıntılı bir biçimde tartışır. Yeryüzünün Lânetlileri zamana ve ölüme karşı amansız bir yarışla yazılmıştır.
Bu arada sağlığı iyiden iyiye bozulmuştur. Tedavi amacıyla Rusya?ya götürülürse de, Rus doktorlar ona lösemi tedavisi konusunda daha uzman bir kuruluşa başvurmasını önerirler. ABD?de Ulusal Sağlık Enstitüsü?ne götürülür. Tedaviye hemen başlanmaz, bir hafta bir otel odasında bekletilir. Kliniğe yattığı zaman hayatından ümit kesilmiştir artık. Kasım ayının sonlarında kitabının basılı örneğini görme imkânı bulur. Hasta yatağında hâlâ kitap taslakları üzerinde çalışmaktadır. Washington?da tedavisine başlandıktan bir süre sonra, 6 Aralık 1961?de yalnız başına hayata veda eder. Ölüm haberi Paris?e ulaşır ulaşmaz, polis Yeryüzünün Lânetlileri adlı kitabını insanları baştan çıkardığı gerekçesiyle toplatır. ABD?ye gitmeden önce Cezayir toprağına gömülmeyi vasiyet etmiştir ve bu vasiyete uyularak Cezayir?de mücadele arkadaşlarının yanına defnedilir. Cezayir 1962 Temmuz?unda bağımsızlığına kavuşur.
Frantz Fanon’un sömürgeciliğin sömürge halkları üzerindeki psikolojik sonuçlarını analiz etmeye çalıştığı en ünlü eseri olan Yeryüzünün Lanetlileri sömürgecilik karşıtı mücadelenin ve Üçüncü Dünya’nın özgürlüğünün manifestosu olarak bilinmektedir. Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketlerinin ve Amerika birleşik Devletleri’ndeki Kara Panterler örgütünün esin kaynağı olmuştur.