Saturday, June 2, 2012

Arap Kıyameti

Arap Kıyameti
Etel Adnan

Etel Adnan, İzmirli Rum ortodoks bir annenin ve Osmanlı ordusunda subaylık yapmış müslüman Arap bir babanın çocuğu olarak 1925’te Beyrut’ta doğdu. Beyrut’ta aldığı edebiyat eğitiminden sonra, Fransa ve ABD’de felsefe okudu. İlk şirlerini bu sırada Fransızca olarak yazdı.1958-72 yılları arasında ABD’de felsefe dersleri verdi ve ilk soyut yağlıboya resimlerini yaptı. Vietnam Savaşı sırasında, bu defa İngilizce yazarak şiire döndü. Lübnan’da iç savaş patladıktan sonra taşındığı Paris’te, daha sonra Türkçeye de çevrilen Sitt Marie-Rose adlı romanını (1977; YKY, 2008) yazdı. 1979’da Kaliforniya’ya geri döndü.
Şiir kitapları arasında Seasons (2008), In the Light and the Darkness of the Self and the Other (1997), The Spring Flowers Own & Manifestations of the Voyage (1990) sayılabilir. Düzyazılarını topladığı kitaplarının başlıcaları ise, son olarak Arab American Boook Prize’ı kazanan Master of the Eclipse (2009) ile her ikisi de 1993’te yayımlanan, sürgünde yaşayan Arap entelektüeli Fawwaz Trablusi’ye feminizm hakkındaki mektuplarını içeren Of Cities and Women (Letters to Fawwaz) ile Paris, When It’s Naked’dır.
Paris’te yaşayan Adnan, yazma uğraşının yanında görsel işlerini de sergilemeye devam ediyor.

Etel Adnan, yapıbozumun ta kendisini yansıtmak için şiirsel söylemi yapıbozumuna uğratıyor. Bir güç gösterisi!
                                  
ARKA KAPAK:                                                                                                                                                         -Elizabeth Fernea
Yerdeğişmece ve Arap dünyasının parıldak çığlığının başyapıtı olan bu kitap, yüce şiir Jebü’nun yazarı olan Etel Adnan’ın Fransız dilinin başta gelen şairlerinden olduğunu bir kez daha doğruluyor. Yazgıyı pençeleyen bir kaoslu kendinden geçişe ve sıfırını reddeden sıfırlanmış umuda bir dalış. Aynı zamanda, bir ruh gezintisi, haritalarca az sıklıkta kaydolunmuş bir küresel anındalık boyunca, bir şarapnel ve kırık cam fırtınasında hiyeroglifler gibi işaret direkleriyle dolu. Ve herşeyden öte, düz sırasıyla okunabiliyor olsa da “oradalık”a öyle vermiştir ki kendini, metnin herhangi bir noktasında perçinleyebilir Ortadoğu’nun durumuna duyarlılığı –değişinimleri öyle hızlı, öyle oluşma durumunda oluşmaklığı- bir bilgelik kitabı gibi ya da Değişimler kitabı.
                                                                                                                                                            -Jack Hirschman
Etel Adnan çiftdilli bir şair. Hem İngilizce hem Fransızca yazıyor. İngilizce’deki yapıtları arasında “Atı Olmadı Hiç Kızılderili’nin ve Öteki Şiirler” ve “Tamalpe Dağı’na Yolculuk” var. Fransızca’daki yapıtları “Sitt Marie-Rose” ve “Jebü ve Beyrut Ekspresi – Cehennem Ekspresi”ni de içeriyor.
                                  
Arap Kıyameti
Şiirler

Öldürücü dinler ürettik güneş salonlarında
Yaktık ölü doğan çocukları  HU  !  HU  !  güneşsil tanrıça!
Bir güneştir beyin  STOP  bir gözdür güneş

Tomurcuklanıyor bir güneş-beyine her nükleer patlama bir çiçek gibi  !
Öldürücü ırklar yarattık güneşin atomları içer’sinde  STOP
Müslüman azizleridir güneşin atomları azizler müezzinler                                                                       (1)
Bir neşter kullandık her bir güneşsil atom için Ah keder  !
Kızılderili bir yılandır güneş ışıkla kaplı bir Siu
Fır dönüyor Kızılderililer, yüreğinde güneşin  STOP  Baş dönmesi!
Raks ediyor Kızılderililer karnında analarının  STOP  he ya !  he ya!
Binlerce geliyorlar kör edilmiş melekler, taşıyarak yeryağı takılı sancakları

Raksediyor Araplar tozda  DUM  ! (2)                        Oymak çılgına dönmüş
sarı güneş   gecekondularda çocuk oyuncakları   yemekteler güneşi
Beyne yerleştirilmiş bir toptur her bir kurşun  HE YA  !

***

Olaysız gece. Boş gökyüzünde savaş. Fantom’un yokluğu.
Cenazeler. Güllerle kaplanmamış tabut. Tüfeksiz ahali. Uzun.

Sarı güneşin camiden boş meydana uzun geçidi. Sessiz taksiler.
Sivil giyinmiş ordu. Sessiz sedye. Bastırılmış müzik. Filistinsiz Filistinliler

Büyük İnka’nın gecesi olmadı. Motorsuz uçaklar. Sönmüş güneş.
Kayıksız balıkçılar denizsiz balıklar balıksız kayıklar balıkçılarsız deniz
Çiçekleri solmuş tüfekler un ufak olmuş Che Guevara. Gölge yok.
Rüzgâr ne çıktı ne dindi. Yahudiler yok. Tekerlekler patlak.
Küçük ateşler yanmadı. Hiç çocuk ölmedi. Yağmur yok
İlkbahar soluk alıyor demedim. Ölü geri gelmedi.

Cami kimsenin duymadığı ezanını okudu. Dalgalar arasında kayboldu.
Sokak taşlarını yitirdi. Parlak asfalt. Faydasız yollar. Ölü ordu.
Sokak sönük. Gazı söndür. Sığınaksız ve mumsuz mülteciler.
Kafile korku bile duymadı. Zaman yanından geçip gitti. Sessiz Fantom.

***
At üstünde geliyor ışık  aşıyor çölü  yıkıyor kenti
bir cennet var içinde sarı güneşin, yürüdüğü yönde sığınmacının

Anca’ ölümde rahat yüzü var  rahat yok hiç ateşten başka
ete kemiğe bürünmede güneşin atomları etimde   STOP   STOP
DUM  !    DUM  !   DUM  !    ağızları bahara açık cesetlerle kaplı sokaklar
diş dolu ağızlar toz dolu bağırıyorlar Allahü Ekber diye

son tanrısıdır Oymak’ın güneş bir kefendir deniz                                  (1)
Bilenmiş kılıçlarla geldiler savaşmak için denizle
Boğuldular (2) güneş çevrene götürüyor onları güneşsil kayık.
***
BODLER kökeni Ugarit’te olan paralı asker güneş abecesi    
Babil Kralı sözlerin güneş prensi   STOP   EYLEMİN YARADILIŞI  STOP            (1)
sarı bir güneş bir söz boğazımı tıkayan bir güneş
titreşiyor güneş, Dicle ve Fırat arasında
anımsıyor sarı bir güneş, Möz Nehri ve İspanya arasında . . .
güneşsil parçacıklardan yapılmadır demeç   STOP   HU  !  HU  !  HU  !
Bodler paralı asker, satarak sözlerini güneşsil oymaklara, bir sürü mermi denli!

güneş, biliri insanların güneş, parmaklarımızca taşınan bir eylem
güneş: sözlerin tahttan düşmüş gücünü gösteren şair sürüsü
ŞEYTANIN AĞACINA ZİNCİRLİYOR DİLİ, KOCAMAN FOSFOR IŞILDAĞI HALKALAR             (2)
sarı bir güneş                mavi bir güneş kara bir güneş              yandı dil-devresi           STOP
Bodler paralı asker Jerardönerval’in suikastçisi                        STOP
güneş İbni Sina Endülüs’ün oluklarına fırlatılan El Hallaç’ın cellatı
soyuyor kendini sözlerinden güneş Dofar’da, gökadalararası bir yolculuk için

***
Kuruyacak yeryağı kuyuları ve gelecekler sürüne sürüne sekiz başlı canavarlar, Yeryüzü’ne
karşı koyamayacak sarı dalgalara                                Davud hacı ne de yıldız
vebanın rengidir sarı güneşin rengidir sarı
düşecekler palmiyeler, elektrik uzuvları önünde
yüzecek elektrik direkleri üstünde ölüm sancakları
betonla kaplanacak çöl   ayrılacak baharlar, mavi kılıçlar taşıyan meleklerce
eriyecek kaynayan bir tuz denizinde buz dağları
ateş diline dönecek dilleri halkın
bir sağır-dilsiz olacak İyilik Tahtı’nda
eski bir mumya yerleştireceğiz Şeytan’ın oturağına
altınla tıkanacak boğazlar   tabut olarak kullanılan teldolaplar
Ve miras alacak, Müjdelenmiş Krallığı, sıçanlar.
ALINTI

Friday, June 1, 2012

Bir kara kedi için blues


Bir Kara Kedi İçin Blues, Boris Vian‘ın öykülerinden kendisinin yaptığı bir seçki.

Metaforlarla, fantastik öğeler, yergi dolu ve esprili bir dille kurguladığı hikâyelerinde Vian, 1940′ların çatışma ve korku yüklü ortamından insan manzaralarının trajikomik taraflarını yansıtıyor.

Salonlarda konuşlanmayı pek seven edebiyat cemaatinin o ikiyüzlü ortamına girmeyi hep reddeden ele avuca sığmaz bir adamdı Boris Vian. Yaptığı her işte; müzik, tiyatro, yazarlık ve şairlikte sürekli özgün ve çok fazla insanın dokunmaya cesaret edemediği şeylere yöneldi.

1968 hareketlerine kadar onu genelde bilen bildi. Git gide azımsanmayacak bir okuyucu kitlesi edindi. Kısa yaşamına hayli dolgun eserler sığdıran Vian, samimiyeti, eleştirelliği ve hiç sapmadığı ahlaki çizgisiyle kimseye yaranma derdi olmadan, skandallarıyla ve kitaplarının ve eylemlerinin yarattığı sarsıntılarla gündeme geldi.

Edebiyatın bozguncularından biri sayılabilecek bu asabi adamın temel derdi saygısızlığı, onursuzluğu ve ikiyizlülüğü alaya alarak eleştirmekti. Başardı da. Bir başka özelliği, onu anlayabilmek için kimi zaman Vian’dan uzaklaşmanın gerekliliğiydi. Aslında bu, duruma göre değişiyordu; bazen Vian çağırdı bazen de kovdu. Zor adam anlayacağınız.

Kırık dökük sokaklarda bir gezgin

Bir Kara Kedi İçin Blues, Vian’ın kendi öykülerinden yaptığı bir seçki ve onun biçeminin özelliklerini yansıtıyor. Vian, yaşadığı dünyanın sevgi dolu olmadığının farkındaydı. Bu anlamda herhangi bir inşa çabası da yoktu. Fakat onun en belirgin tavrı, savaşın anlamsız bir şey olduğunu savunmasıydı; insanların birbirini boğazlamasının ne kadar büyük bir eblehlik olduğunu söyleyip durdu. Bir Kara Kedi İçin Blues’da da yine bu savunu öne çıkıyor. Vian, kırık dökük sokaklarda dolanırken elinde kalemi ve defteriyle sanki bir günce tutuyor.

Öykülerinde çekici ama aynı zamanda tedirgin edici bir şeyler var. Bunu tam olarak açıklamak veya adlandırmak mümkün değil, fakat insanın anlatmaya korktuğu ya da hasır altı ettiği paranoyak ve trajikomik tarafını su yüzüne çıkarmaya uğraştığını söyleyebiliriz ilk bakışta. Huysuz yazarımız, arada bir ters köşe metinlerle bizi silkelemeyi de ihmal etmiyor. Vian’ın gözünden kıçı kırık görünen bir dünyaya da bu yakışırdı zaten!

Kitaptaki kahramanlara baktığımızda, hepsinin kendi çapında yaşamla bir sorunu olduğunu fark ediyoruz. Ama herhangi bir şekilde abartılı ve ortalığı sille tokat yıkma derdinde değiller. Metinlerin ve kahramanların bir başka özelliği teatrallikleri. Vian’ın kurgusunda diyaloglar büyük yer kaplıyor ve böylece öykülerin pek çok yerinde bir sahne kuruluveriyor.

Okuru kilitleyen yazar

Vian, metaforları ve fantastik öğeleri başarıyla birleştirdiği öykülere de yer veriyor kitapta. Örneğin ‘Bir Kara Kedi İçin Blues’ bu bakımdan dikkate değer bir metin. Lağım fareleri, adeta insanlaşmış bir kara kedi, onu kucaklayan fahişe ve kedinin tüyünden akan nane likörünün yer aldığı hikâye, Vian’ın karmaşık ama bir o kadar çarpıcı anlatım tekniğini yansıtan deneysel bir metin.

Yazar, bir tür tımarhaneye dönüşmüş dünyada ayakta kalmaya uğraşanların hikâyeleriyle de yüzleştiriyor bizi. Vian, zamanın aslında nasıl boğucu bir yanının olduğunu; bombalar, çatışmalar ve insanın türlü salaklıklarla birbirini kesip biçtiği bu büyük akıl hastanesinin koridorlarında ufak bir gezintiye çıkarıyor. André’nin öyküsünde olduğu gibi birden bire ‘alarm susuyor’, ardından ‘gece ahenksiz bir perdeden gelen sesle’ boğuluyor ve ışıkların geri çekilişiyle ‘saat sarkacının var oluşu sona eriyor.’

Derlediği öykülerde Vian’ın, gününün tanıklığıyla tuhaf biçimde işleyen hayal gücünü birleştirdiğini görüyoruz. Bunun yanında müzisyenliğinden gelen ritm kavrayışıyla ve şairliğinin etkisiyle ortaya çıkan söz oyunları ve işçiliği hikâyelere sinmiş durumda.

1940′ların savaşla yoğrulmuş ortamı, Vian’ın bu seçkisinde kimi zaman fonda çalan bir müzik şeklinde kimi zaman da tamamen ön planda. Bu yüzden Vian’ın trompetinin tiz sesi kulağımızda çoğunlukla acı bir titreşim bırakıyor. Fakat şunu belirtmek gerek, Vian bu sıkıntılı ortamı sömürmeye veya derin bunalımlar yaratacak kara tablolar çizmeye girişmiyor. Aksine buradan kendince esprili bir söylem oluşturuyor.

Vian seçkide yer alan öykülerinde, insanın karanlık noktalarına eğilir ve var oluşuna dair kimi yollara girerken okuru trajikomik öğelerle dolu ve eleştiri yüklü bir odaya kilitliyor biraz da.

Ali Bulunmaz – Cumhuriyet Kitap (25 Mayıs 2012)

Thursday, May 31, 2012

El-Kindi

El-Kindi

Ebu Yusuf Yakup İshak El-Kindi MS.800 civarında Kufe'de doğdu. Babası Harun el-Reşit'in bir memuru idi. El-Kindi; el-Memun, el-Mutasım ve el-Mütevekkil'in bir çağdaşı idi ve büyük ölçüde Bağdat'ta yetişti. Mütevekkil tarafından resmi olarak bir hattat olarak görevlendirildi. Onun felsefi görüşlerinden dolayı, Mütevekkil ona sinirlendi ve bütün kitaplarına el koydu. Ancak, bunlar sonradan iade edildi. El-Mutamid'in hükümdarlığı esnasında 873'te öldü.

El-Kindi, bir filozof, matematikçi, fizikçi, astronom, hekim, coğrafyacı ve hatta müzikte bir uzman idi. Onun bu alanların tamamına özgün katkılar yapmış olması şaşırtıcıdır. Eserlerinden dolayı, Arapların Filozofu olarak bilinir.

Matematikte, sayı sistemi üzerine dört kitap yazmıştır ve modern aritmetiğin büyük bir bölümünün kuruluşunu hazırlamıştır. Arap sayılar sisteminin büyük ölçüde el-Harizmi tarafından geliştirilmiş olduğundan şüphe yoktur, ancak El-Kindi de bu konu üzerine zengin katkılarda bulunmuştur. Aynı zamanda, astronomi ile ilgili çalışmalarında yardım etmesi için küresel geometriye de katkıda bulunmuştur.

Kimyada, baz metallerin değerli metallere dönüştürülebileceği fikrine karşı gelmiştir. Hüküm süren simya ile ilgili görüşlerin aksine, kimyasal reaksiyonların elementlerin transformasyonunu meydana getiremeyeceğinde ısrarlı olmuştu. Fizikte, geometrik optiğe zengin katkılarda bulunmuş ve bunun üzerine bir kitap yazmıştır. Bu kitap daha sonra Roger Bacon gibi ünlü bilim adamlarına rehberlik ve ilham sağlamıştır.

Tıpta, başlıca katkısı, sistematik olarak o zaman bilinen tüm ilaçlara uygulanabilecek dozları belirleyen ilk kişi olması gerçeğini kapsamaktaydı. Bu, hekimler arasında reçete yazmada zorluklara neden olan dozaj üzerine hüküm süren çelişkili görüşleri çözmüştür.

Onun zamanında müziğin bilimsel yönlerine ilişkin çok az şey bilinmektedir. Armoni üretmek için bir araya getirilen çeşitli notaların her birinin belirli bir perdeye sahip olduğuna dikkat çekmiştir. Bu yüzden, perdesi çok düşük veya çok yüksek olan notalar hoş değildir. Armoninin derecesi notaların frekansına bağlıdır, vb. Aynı zamanda bir ses çıkarıldığında, bunun havada kulak zarına çarpan dalgalar oluşturduğu gerçeğini ileri sürmüştür. Eseri perdenin belirlenmesi üzerine bir terkim usulünü içermekteydi.

O, üretken bir yazardı: onun tarafından yazılan kitapların toplam sayısı 241 idi. Göze çarpanları, aşağıdaki gibi bölünmüştü: Astronomi 16, Aritmetik 11, Geometri 32, Tıp 22, Fizik 12, Felsefe 22, Mantık 9, Psikoloji 5, ve Müzik 7.

Buna ilaveten, onun tarafından yazılmış çeşitli biyografiler, gelgitler, astronomi ile ilgili cihazlar, kayalar, değerli taşlar vb. ile ilgilidir. Aynı zamanda, Yunanca eserleri Arapça'ya çeviren ilk tercümanlardan biriydi, fakat bu gerçek onun sayısız özgün eserleri tarafından büyük ölçüde gölgelenmişti. Kitaplarının çoğunun artık mevcut olmaması büyük bir talihsizliktir, fakat mevcut olanlar onun oldukça yüksek alimlik standardını ve katkılarını ortaya koymaktadır. Latince'de Alkindus olarak bilinir ve çok sayıdaki kitabı Cremonalı Gherard tarafından Latince'ye çevrilmiştir. Orta çağ boyunca Latince'ye çevrilen kitapları Risale der Tanzim, İhtiyarat'ül-Ayyam, İlahiyat-e-Aristu, el-Mosika, Met-o-Cezr, ve Edviyeh Murakkaba idi. El-Kindi'nin bilim ve felsefenin gelişimine etkisi, dönemdeki bilimlerin uyanışında önemlidir. Orta Çağda, Cardano onu en büyük on iki dahiden biri olarak düşünmekteydi. Eserleri, gerçekten, yüzyıllar boyunca, başta fizik, matematik, tıp ve müzik olmak üzere çeşitli konuların ilerideki gelişimine öndelik etmiştir.

Ek Bilgiler

Kindi veya tam adıyla Ebū-Yūsuf Ya’kūb ibn Ishāk el-Kindī. (801?-866?). Ortaçağ Avrupası'nda "Alchindus" adıyla tanınan, ilk İslam filozofudur. Felsefesinde, Platon, Aristoteles ve Plotinus'un görüşlerinin bir sentezini yapmıştır. Felsefenin yönteminin kanıtlama, kanıtlamanın hedefinin maddeye biçim kazandıran özleri bilmek, felsefenin amacının ise Tanrı'ya erişmek olduğunu öne süren El-Kindi'ye göre, felsefi bilginin ilk basamağı akıl yürütmedir. İnsanın akılyürütme yoluyla adım adım basitten bileşiğe ve en yetkin olana doğru yükseldiğini öne süren filozof, varlığa akılcı bir açıdan yaklaştığı için, Tanrı'nın özüne ait sıfatları inkar etmiştir. Tanrı'nın sıfatlarının ancak olumsuz bir biçimde bilinebileceğini savunan El-Kindi'ye göre, Tanrı mutlak Bir'dir. Mutlak varlık olması nedeniyle, Mutlak Bir'in şekli, niteliği, niceliği, maddesi yoktur ve O göreli bir varlık değildir.

Hayatı

Soylu bir ailenin çocuğu olarak Kûfe'de doğdu. Dedesi Eş'as, Güney Arabistan'ın en büyük kabilelerinden biri olan Kinde'nin hükümdarıydı. Müslüman olduktan sonra kabilesinin ileri gelenleriyle Kûfe'ye yerleşmişti. Babası İshak b. es-Sabbah yıllarca Kûfe valiliği yaptı.

Küçük yaşta babasını yitirdi. Çocukluk ve ilk gençlik yılları Kûfe ve Basra'da geçen Kindî, geleneksel temel eğitimden sonra dil ve edebiyat alanında eğitim gördü. Halife Me'mun'un 830'da kurduğu Beytü'l-hikme'deki bilginler topluluğu arasında yer aldı. Mutezili devlet yöneticilerinden destek gören Kindi Ehl-i Sünnet yanlısı Mütevekkil-Alellah'ın iktidarında saraydan uzak kaldı.

Kindi felesfeden tıbba, matematikten astronomiye, ilahiyattan siyasete, psikolojiden diyalektiğe, astrolojiden kehanete ve optikten kimyaya kadar yirmi ayrı dalda eser vererek sayıları 277'yi bulan bir külliyat oluşturmuştur.

Akla büyük bir yer veren Meşşai felsefe akımını ilk başlatan kişi de olan Kindi'nin 17 eseri Latince'ye, 4'ü İbranice'ye tercüme edilmiştir.Ayrıca izafiyet teorisini bulan ilk kişidir.

El Kindi'nin Eserleri

- Risale fil Akl
- Risale fi Mahiyyetin Nevmi ver Rüya.
- Risale fil Cevahiril Hamse.
- Risale fil illetis Selci vel Berdi vel Berki ves Savaiki ver Radi vez Zemherir.
- Risale fiş Şuaat.
- Risale fi İhtiyaratil Eyyam.
- De İntellecto Secondum Aristoteles et Platonem.
- Risale fi İhtilafil Manazır.
- Fi Marifeti Kuval Edviyetil Murekkebe.

KAYNAK

Mahmut Kaya: Felsefe Metinleri, İstanbul:Klasik Yayınları, 2005.

John Berger: “Görme konuşmadan önce gelmiştir”

John Berger: “Görme konuşmadan önce gelmiştir”
Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.
Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez. Her akşam güneşin batışını görürüz. Dünyanın güneşe arkasını dönmekte olduğunu biliriz. Ne var ki bu bilgi, bu açıklama gördüklerimize uymaz hiçbir zaman.
Gerçeküstücü ressam Magritte Düşlerin Anahtarı adlı resminde sözcüklerle görülen nesneler arasında her zaman var olan bu uçurumu yorumlamıştır.
Düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. İnsanların Cehennem'in gerçekten var olduğuna inandıkları ortaçağda ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. Gene de onlardaki bu cehennem kavramı –yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde– ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.
Seven birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü vardır; bu bütünlük, geçici olarak, ancak sevişmeyle sağlanabilir.
Gene de sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam olarak anlatılamayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir. (Görme eylemi, ancak gözün retinasını ilgilendiren sürecin küçük bir bölümünü alırsak böyle tanımlanabilir.) Yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. Bakmak bir seçme edimidir. Bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne –her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne anlamında olmasa da– ulaşabileceğimiz bir alana getirilmiş olur. İnsanın bir şeye dokunması demek, kendisini o şeyle ilişkili bir duruma sokması demektir. (Gözlerinizi kapayın, odada dolaşın, dokunma duygusunun durağan, sınırlı bir görme biçimine dönüştüğüne dikkat edin.) Tek bir nesneye değil, nesnelerle aramızdaki ilişkilere bakarız her zaman. Görüşümüz sürekli olarak canlıdır, hareketlidir; her şeyi çevresindeki bir çember içinde tutar; bulunduğumuz durumda bizim için orada var olabilecek her şeyi gösterir bize.
Bir şeyi gördükten hemen sonra, aynı zamanda kendimizin görülebileceğini de fark ederiz. Karşımızdakinin gözleri bizimkilerle birleşerek görünenler dünyasının bir parçası olduğumuza bütünüyle inandırır bizi.
Karşıdaki tepeyi gördüğümüzü kabul edersek o tepeden görüldüğümüzü de kabul etmemiz gerekir. Görüşün iki yanlılığı konuşmaların iki yanlılığından daha baskındır. Çoğu zaman karşılıklı konuşma bu görme-görülme işlemini dille getirme çabasıdır. "Sizin her şeyi nasıl gördüğünüz"ü benzetmeyle ya da doğrudan açıklama çabanızla, "onun her şeyi nasıl gördüğü"nü anlama çabanızdır.
Bir imge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş görünümdür. İmge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan –birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl için– kopmuş ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. Her imgede bir görme biçimi yatar. Fotoğraflarda bile. Çünkü fotoğraflar çoğu zaman sanıldığı gibi mekanik kayıtlar değildir. Her bir fotoğrafa baktığımızda, ne denli az olursa olsun, fotoğrafçının sınırsız görünüm olanakları arasından o görünümü seçtiğini fark ederiz. Rasgele aile fotoğraflarında da böyledir bu. Fotoğrafçının görme biçimi konuyu seçişinde yansır. Ressamın görme biçimi, bez ya da kâğıt üstüne yaptığı imlerle yeniden canlandırılır. Her imgede bir görme biçimi yatsa da bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz aynı zamanda görme biçimimize de bağlıdır. (Örneğin Sheila yirmi kişi arasında tek bir insandır; ama yalnız bizi ilgilendiren nedenlerle gözümüz ondan başkasını görmez.)
İmgeler başlangıçta orada bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılmıştır. Zamanla imgenin canlandırdığı şeyden daha kalıcı olduğu anlaşıldı. Böyle olunca imge bir nesnenin ya da kişinin bir zamanlar nasıl göründüğünü –böylece konunun eskiden başkalarınca nasıl görüldüğünü de– anlatıyordu. Daha sonraları imgeyi yaratanın kendine özgü görüşü de, yaptığı kayıdın bir parçası olarak kabul edildi. İmge Y'nin X'i nasıl gördüğünü kaydeden bir şey oldu. Bu da, bireysellik bilincinin gittikçe artan bir tarih bilinciyle birlikte gelişmesi sonucunda olmuştur. Bu son gelişmeyi kesin bir tarihe bağlamaya çalışmak acelecilik olur. Bununla birlikte Avrupa'da bu bilincin Rönesans'ın (Yeniden Doğuş) başlangıcından beri var olduğu kesindir.
Eskiden kalan kutsal miras ya da metinlerin hiçbiri o zamanlarda yaşayan insanların dünyasının, imgeler ölçüsünde doğrudan kanıtları değildir. Bu bakımdan imgeler, edebiyattan daha kesin, daha zengindir. Bu, sanatı yalnızca geleneksel bir kanıt gibi görerek onun anlatımcı ya da imgelemci niteliğini yadsımak anlamına gelmez. Yapıt ne denli imgelem yüklü olursa biz de sanatçının görünenleri algılayışına o denli derinden katılırız.
Şu da var ki imge sanat yapıtında verildiği zaman insanların ona bakışı sanat konusunda edindikleri varsayımlar dizisinin etkisinden kurtulamaz. Bu varsayımlar şunlarla ilgilidir:

Güzellik
Gerek
Deha
Uygarlık
Biçim
Toplumsal konum
Beğeni vb.

Bu varsayımların çoğu bugünkü durumuyla artık dünyaya uymuyor. (Bugünkü durumuyla dünya salt nesnel bir gerçeklik değildir; buna bilinçlilik de katılmıştır.) Günümüze tam olarak uymamalarının dışında bu varsayımlar geçmişe de gölge düşürürler. Geçmiş hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez. Tarih her zaman belli bir şimdi'yle onun geçmişi arasındaki ilişkiyi kurar. Demek ki şimdi'den korkmak eskiyi bulandırmaya yol açıyor. Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur. Geçmişin kültürel açıdan bulandırılması iki katlı bir kayıba yol açar. Önce sanat yapıtları gereğinden çok eskilere itilmiş olur. Sonra geçmişten bize eylem olarak tamamlanması gereken daha az sonuç kalmış olur.

Bir doğa resmi "gördüğümüzde" kendimizi onun içine koyarız. Geçmişte yapılmış sanata "bakıyorsak" o zaman kendimizi tarihin içine koymuş oluruz. Bu sanatı görmemiz engellendiğinde aslında bizim olan tarihten yoksun bırakılmış oluruz. Bu yoksunluktan kim yarar sağlar? Sonuçta geçmişin sanatı, mutlu azınlığın kendine bir tarih yaratmaya çabalamasından dolayı bulandırılmaktadır. Bu tarih, geriye bakıldığında yönetici sınıfların oynadığı tarihsel rolü haklı gösterebilir. Böyle bir haklı çıkarmanın çağdaş dilde hiçbir anlamı yoktur. Bundan ötürü ister istemez bulandırıcıdır…

John Berger'in "Görme Biçimleri" adlı kitabından alıntılanmıştır.

Kaynak: metiskitap.com

Tuesday, May 29, 2012

Lilith “Evcilleştirilirken”

Lilith “Evcilleştirilirken”
Oktay Orhun

Geçtiğimiz Mart (2012) ayında Sel Yayıncılık, edebiyat dünyasına yeni bir yazar kazandırdı: Esra Pekin. Pekin'in romanı, Yahudi mitlerinde Adem'in Havva'dan önceki eşi ve eşiti olan (kitaba adını da veren) Lilith anlatısının alternatif bir aktarımı. Özgün mitte Adem gibi o da topraktan yaratılmış, buna karşın Adem'in baskısına maruz kalmış, buna isyan etmiş ve nihayetinde tanrının söylenmemesi gereken adını söyleyerek (bu aynı zamanda cennetten çıkışın da anahtarıdır) yeryüzünde Kızıldeniz yakınlarında bir mağarada yaşamaya başlamıştır. Havva bunun üzerine Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Lilith, Babil ve Sümer mitlerinde de kendisine karşılık bulur, vs. İlgili kitabın tanıtımlarından birini Melisa Kesmez, Sabit Fikir dergisinde (ve internet sitesinde) gerçekleştirdi. Derginin (ve sitenin) editörleri metin görseli olarak John Collier'in 1892 tarihli Lilith'ini seçmişler. İlginçtir, Selahattin Yıldırım'ın derlemesi ve çevirisiyle Dünya Kadın Şairlerinden Kadınlık Halleri kitabı da Agora Yayınları'dan yılın başında çıkmıştı; kitabın kapağına ise bir başka Lilith, Dante Gabriel Rossetti'nin Lady Lilith'i yerleştirilmişti.

Günümüz düşünürlerinden, geç kapitalizmin kültür mantığı olarak postmodernizmi tanımlaması/açımlamasıyla ün kazanan Marksist kültür ve edebiyat kuramcısı Fredric Jameson, 1938 yılında Moskova'da Almanca olarak yayımlanan ve sürgündeki anti-faşist yazarların yayın organı olan Das Worth dergisinde başlayan Dışavurumculuk tartışmasını değerlendirmeye naif ama etkili bir tespitle başlar: “Gereken dersleri almasını bilmeyenler için tekerrür eden yalnızca siyasal tarih değildir.”[1] Bu bağlamda, bu metin de, değinilen resimlerin içinde üretildikleri akımın (Ön-Raffaelocuların) Lilith temsillerine odaknarak; yazınsal olanla ilgilenen ve hatta onu üreten/denetleyen kesimlerin kendi alanları dışındaki yaratımlara yaklaşımında çoğunlukla açığa çıkan kötümser ve aklıcı ironinin tabiî sonucunun sanata ahil olamama, olsa da onu soğurma ve etkisiz kılma olduğunu göstermeye çalışacak. Üstelik  yazınsal alana dair hiçbir şey söylemeden, sedece bu Lilith temsillerini çözümlemeye, onların ideolojik göstergelerini açığa çıkarmaya çalışarak...

Victoria devri İngiltere'sinde William Holman Hunt, John Everett Millais ve Dante Gabriel Rossetti tarafından 1848 yılında kurulan -ki bu yıl Komünist Manifesto'nun yayımlandığı ve Avrupa'nın işçi ayaklanmalarıyla sarsıldığı bir yıldır- Ön-Raffaelocu [Erkek] Kardeşlik'inin (Pre-Raphaelite Brotherhood) durumu; endüstri devrimi sonrası ortaya çıkan moralist ve kitlesel üretime karşı grupların genel kavramsal çerçevesi içinde değerlendirilebilir: Bu sanatçıların tutumu, kurgusal, tarihsel ya da hayali bir konunun önemli ölçüde ikna edici bir yanılsamayla mekanik dünyadan daha gerçek olarak temsil edilmesidir.

Ön-Raffaelocular hakkında W. H. Gombrich, içtenlik endişesinin ve resmî sanatın yapmacıklığına karşı duyulan tahammülsüzlüğün, bir grup İngiliz ressamının farklı bir yol izlemesine neden olduğunu dile getirerek başlar değerlendirmesine ve akabinde ekler: “Bu sanatçılar, sanatın böyle tehlikeli bir çıkmaza saplanış nedenleri üzerinde kafa yordular. Akademilerin ‘Büyük Tarz’ adı verilen Raffaello geleneğini sürdürme iddiasında olduğunu biliyorlardı. Eğer bu doğruysa, sanat Raffaello ile birlikte yanlış bir yola sapmıştı. Doğayı ‘idealleştirmek’ için kullanılan yöntemleri göklere çıkaran ve güzelliği elde etmek için gerçeği feda edenler Raffaello ve izleyicileriydi. Eğer sanat ıslah edilecekse, o zaman Raffaello'dan önceki dönemlere, sanatçıların ‘dürüstlük’lerini yitirmediği, doğayı aynen taklit etmek için ellerinden geleni yaptıkları ve dünyevi çıkarlar yerine Tanrı'nın zaferine inandıkları zamanlara dönmek lazımdı.”[2] Grubun önde gelen üyelerinden Dante Gabriel Rossetti'nin kardeşi William Michael Rosetti'nin ilkesel açıklamalarında da bu anlayış kendini gösterir: “Anlatılacak gerçek (öykünme olmayan) düşüncelere sahip olmak. Bu düşüncelerin nasıl dışa vurulacağını anlamak için doğayı dikkatle incelemek. Daha önceki sanatta dolaysız, ciddi ve yürekten olana duygudaş olmak, ama gelenekselliği ve gösterişçiliği, ve aynı zamanda ezberle öğrenileni ise dışlamak. Hepsinden önce baştan sona güzel resimler ve yontular yapmak.”[3]

Bu anlayışın ürettiği temsillerin tipik bir örneğini editörlerimizin de seçimi olan Dante Gabriel Rossetti'nin LadyLilith tablosu (Görsel 1.) oluşturmaktadır: Bugün Delaware Sanat Müzesi'nde konumlanan tuval üzerine yağlıboya 96.5cm×85.1cm'lik bu eserin tarihlemesi 1866-1868 ve 1872-1873. Bu ikili tarihleme eserde model olarak kullanılan yüzün değiştirilmesinden kaynaklanır: İlk model Fanny Cornforth (y.1835-1906) iken resimdeki yüz Alexa Wilding'inkiyle (y.1845-1885) değiştirilmiştir. Delaware Sanat Müzesi eser kataloğuna Ön-Raffaelocularda güçlü kadın simgelerinin sık bir şekilde kullanıldığını dile getirdikten sonra şu ifadelere yer veriyor: “Sanatçı ikonik bir Lilith gösteriyor, uzun, akan saçlı bir Amazon gibi.”[4] Bir Amazon gibi(!) Tablonun yapıla gelen yaygın yorumu bu şekilde... Yerleşik kadın algısının dışında bir profil çizen, erkekler gibi savaşan, serbest cinsel ilişkiler yaşayan, evliliği ve çocuğu reddeden, hatta savaşmak ve çocuk sahibi olmamak için cinsel organlarına müdahale eden Amazonlar mitinin efsanevi Atina kralı Theseus tarafından yenilgiye uğratıldıktan sonraki halleriyse kastedilen, sözgelimi Antik Yunan'da ticari seks hizmeti veren kadınların en alt tabakada genelevde çalışan ilk grubu (bu statüde toplam üç grup vardır), genellikle kendilerine deikteriades denilen ve ağırlıklı olarak İonia kentlerinden getirilen köle kadınlardan biriyse Lilith,belki! Ama hayır, kesinlikle erkek egemen toplumsal cinsiyetin dışına çıkan, kendisiiçinvarolan bir kadın tasviri değildir bu tablodaki...

Fred S. Kleiner, Gardner'sArtthroughtheAgesAGlobalHistory'de, Rossetti'nin önemli bir özelliğinin belirgin bir duygusal cazibe ile ruhani güzellik arasında açığa çıkan zıtlığın yansıtıldığı çok sayıda kadın portresi olduğuna dikkat çeker. Ayırca BeataBeatrix tablosundan hareketle eserleri her ne kadar hayali de olsa ressamın tablolarında kendi yaşamını yankıladığına kısaca değinir.[5] Lady Lilith tablosu da özyaşamöyküsel özellikler taşımaktadır: Rossetti'nin sevgilisi olan kırsal bölgeden ve işçi sınıfından gelen, "kaba" aksanı ve “varsayılan” eğitim eksikliği ile Rossetti'nin çevresince yadırganan resmin ilk modeli Fanny Cornforth'dan, yine alt sınıf kökeni olmasına karşın bir piyano yapımcısının kızı olması ve okuma yazma bilmesiyle ayrılan Alexa Wilding'e geçiş: Bu geçiş -Antik Yunan'a geri dönersek- bizi seks hizmeti veren ikinci kadın grubuna getirir: Bu grup auletrides adı verilen flüt çalmak, dans etmek gibi yetenekleri olan, özel eğitim almış kadınlardan meydana gelir. Zengin sınıftan erkekler tarafından tercih edilen auletridesler köle statüsünde olmalarına rağmen görece daha özgür yaşama şansına sahiptiler. Helenistik dönemde Mısır hükümranı Ptolemaios ve Makedonya kralı Demetrios’un ilgisini çeken ve gözdesi olan Lamia gibi.

Bu noktada Rosetti'nin asistanı Henry Treffry Dunn'un, resmin yeni modeli Wilding'i bir Sfrenks'e benzetmesi de anlam kazanır. Ona göre “uysal dış görünüşünün içinde derin bir kuyu gibi her zaman belli belirsiz bir cevap bekleyen” bir ifadesi vardır Wilding'in.[6] Lilith için ideal bir yüz tanımı... Zira, Ön-Raffaelocularda “güçlü” kadın simgelerinin sık bir şekilde kullanılmasının bir yansımasıdır bu tanım: Freudyen bir yaklaşımla bunun tersine çevirme (reaction-formation) olduğu iddia edilebilir pekâla. 1933’te yayımlanan Virginia Woolf'un “Flush: Bir Biyografi” adlı kitabı, Victorya devrinde kadınlara yapılan baskıları bir köpeğin gözünden anlatır. Bu baskı Victoria devri ahlâkçılığının tabiî bir sonucudur. Ken Baynes ToplumdaSanat kitabının bir yerinde, bizi Victoria dönemi ahlâkçılarından çok o dönem pornograflarına daha bir sempati duymaya yöneltenin, baskı kültürü ile suçu tatmin kültürü arasındaki bağlantı olduğunu dile getirdiğini anımsarsak, LadyLilith tablosunda da bizzat baskının müessisi bir erkeğin Lilith’i tam da bu bağlamda deyim yerindeyse evcilleştirdiğini görürüz. Benzer bir şekilde aynı akımdan John Collier'in 1892 tarihli Lilith'i (Görsel 2.) bir eliyle saçlarını kaldıran diğer eliyle kendisi saran yılanı okşayan ve belirgin bir arzu ifadesi ile boynunu yılanın başına yaslamış çıplak bir kadın temsili sunar bize. Oysa Lilith tasvirleri (ya da daha doğru bir ifadeyle Lilith olarak da yorumlanabilecek tasvirlerin çoğunda) çoğunlukla yılan ve kadın yekparedir. Sözgelimi, ilk dönem Flaman ressamlardan Hugo van der Goes'un 1470 tarihli Güz:AdemveHavva'nınYılanTarafındanKandırılması (Görsel 3.) tablosunda olduğu ya da daha bilinik bir örnek olarak Michelangelo'nun Sistine Şapeli'lindeki CennettenKovuluş (Görsel 4.) freskinde olduğu gibi... Kuşkusuz bu örnekler de kaba bir patriyarkal bakışı temsil eder ama en azından erkeğin düşmanca tavrı “düşmanının” varlığını kabul etmektedir. Collier'in temsilindeyse kadın ve yılan (kadın ve kötülük, şeytansı olan) ayrılmış, kadın -belirgin bir şekilde kendisini saran- yılanı sevmek zorunda bırakılmış, şehvetle ve -kuşkusuz erkek için duyması beklenen- cinsel arzuyla teslim alınmıştır. Bu tarzdaki temsillerin yakın dönem popüler bir örneğini de Natassja Kinski'nin model olduğu 1981 yılında Vogue Paris için Richard Avedon tarafından çekilen fotoğraf örnekler... (Görsel 5.) Rossetti'nin LadyLilith'ine dönecek olursak tablodan narsistik ve metalaşmış güzelliği temsilini okumak, bu bağlam içinde hiç de zor olmaz.
 Akademizme kapılıp daha geleneksel bir yaklaşımı benimsesek, sözgelimi Heinrich Wölfflin’in prensiplerinden hareketle resme bakarsak; çizgisel-boyasal (gölgesel) ayrımın izleyici zorladığını fark ederiz. Zira, bu resimde figür çizgisel olarak öne çıkarken nesnelerde bu konturlar oldukça silikleşmektedir. Lilith nispeten gürbüz tasvirinin hakim olduğu kalabalık bir alanın önünde betimlendiğinden, düzlem-derinlik ayrımında resim düzlemsel yorumlanabilir: Düzlem kompozisyonunda bütün dikkat, sahnenin önüne paralel, birbiri ardına sıralanan düzlemlere çevrilidir. Bu bağlamda resim kapalı biçimi de muhafaza eder lakin çokluktan birliğe geçiş de sağlanmıştır. Buna karşın resim, bir portre özelliği de taşımasına karşın göreli açıklık içerisindedir: Özellikle resimdeki mumdan yansıyan son derece tuhaf ayna tasvirinde bu görelilik belirginleşir. Bu görelilik aynanın gördüğünün yorumlanmasında da kendini gösterebilir: Görünen bir yaban doğa mıdır, yoksa evcil bir bahçe mi? Belki de resme bakan erkek henüz cennettedir. Buna karşın karanlığın içinde izleyiciyi erkeği kandırmayı arzulayan ve bu arzusunu yine kendisini erkek için “izleyerek” perçinleyen bir kadındır Lilith. Bir parça kinayeli, negatif ve ironik bir anlamdır bu. Ama benzer şekilde göğüsler, baş ve boyun arasında faklılaşmamış cildin ölü bir alanmışcasına erimesinin saçların canlılığı ile kesin bir zıtlık oluşturması da bu anlamı destekler. FeminisimandWomen'sStudies'de Amy Scerba'nın bu tablo üzerine çalışmalarında bu Lilith'i önceki tasvirlerden ayıranın onun ezici güzelliği değil, ahlaki suçlulukla ezilmiş öncelikli odak oluşu olduğunu vurgulaması boşuna değildir.[7]
  
Umberto Eco, GüzelliğinTarihi'nin Tersine bölümünde dekadan duyarlılığın bir örneği olarak LadyLilith'i kitaba yerleştirir. Bölümle ilgili tespitlerindeyse şu ifadelere yer verir: “Kadın, muzaffer Kötülük, İblis'in ete kemiğe bürünmüş hali, sevgi ve doğallıktan uzak olduğu için doyumsuz, yozluğun izleriyle güzel, günahkâr olduğu için arzulanabilir görülmüyorsa; düşlendiğinde sevilen kadınlığın değiştirilmiş doğasıdır: o, Baudelaire'in düşlerindeki mücevherli kadın, mücevher kadın veya çiçek kadın'dır, sadece yapay bir modelle, bir tabloda, kitapta ya da efsanede ideal atasıyla karşılaştırıldığında tüm çekiciliğiyle açığa çıkan D'Annunzzio'nun kadınıdır.”[8] Rossetti'nin bu resmin sonetinde de hem övdüğü hem de yerdiği saçların erkekler için bir kastrasyon sembolü olduğu düşünüldüğünde Feminist yazarlardan Elizabeth G. Gitter'in ThePowerofWomen'sHairintheVictorianImagination'da “Daha bol/gür saç, güçlü bir cinsel daveti ima ediyor,” demesi işte bu bağlamda önem kazanır; zira kısmen kaybedilmekte olan aristokratik iktidarın Victoria devri orta sınıf yasakları ve ikiyüzlüğüne karşı oluşan, gecikmiş bir ludist hareketin çartist eğilimlerle birleşmesinin bir sonucu gibidir bu resim, siyasal olarak kendi mutlak ifadesini artsandcrafts akımında, William Morris'ta ve onun ortaçağ loncalarının üretim biçimine tapan “iyi”, “ahlaklı” ve dürüst İngiliz sosyalizminde bulacaktır kendisini... Lilith'ler “evcilşetirilecek”, yeni orta-sınıf aileler kutsanacaktır. Ve yıllar sonra kitaplar kapaklarına, internet siteleri sayfalarına bu “evcil” Lilith'leri taşıyacaktır...

[1]              Fredric Jameson, “Sonuç Yerine Bazı Düşünceler”, Estetik ve Politika içinde, çev. Ünsal Oskay, Eleştiri Yayınevi, Eylül 1985, İstanbul, s. 300.
[2]              E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, çev. Erol Erduran ve Ömer Erduran, Remzi Kitapevi, Eylül 2004, İstanbul, s. 512.
[3]              Akt. Timothy Hilton, The Pre-Raphaelites, Oxford University Press, 1970, s. 46.
[4]              Url: http://www.delart.org/collections/preraph/lady_lilith.html
[5]              Fred S. Kleiner, Gardner's Art through the Ages A Global History, Wadsworth Press,  2011, s. 810.
[6]              Henry Treffry Dunn, Recollections of Dante Gabriel Rossetti and his circle, ed. Mander, 1984, s. 46.
[7]              url: http://feminism.eserver.org/theory/papers/lilith/ladylil.html
[8]              Haz. Umberto Eco, Güzelliğin Tarihi, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, Doğan Kitapçılık, Nisan 2006, s. 342.

Monday, May 28, 2012

BENİM YETKİM


MAX STİRNER

Hak toplumun tinidir. Toplumun bir iradesi varsa, işte bu irade haktır: Toplumun varlığı sadece hakka dayanır. Toplum sadece bireyler üzerine tahakküm kurmakla var olabildiği için, hak onun hükmeden iradesidir. Aristo adaletin toplumun yararına olduğunu söyler. Var olan her hak yabancı haktır, bana “verilen” ve “hisseme düşendir”. Tüm dünya bana hak verseydi, haklı mı olurdum? Devlet ya da toplum tarafından eldeettiğim bir hak yabancı bir hakkın aynısı değil midir? Bir aptalın bana hak vermesi üzerine, kendi hakkıından şüphelenirim; onun hak vermesini beğenmiyorum. Bir bilgenin de bana hak vermesiyle haklı olmam. Benim haklı olup olmadığım aptalın ve bilgenin hak vermesinden tamamen bağımsızdır.

Bununla birlikte şimdiye kadar bu hakkı elde etmeye çalıştık. Hak arıyor ve bu amaçla da bir mahkemeye baş vuruyoruz. Hangi mahkemeye? Kralın, papazın ya da halk mahkemesine vb. Bir sultan mahkemesi, sultanın hak olarak belirlediği bir haktan başka hak verebilir mi? Sultanın bana verdiği hakka uygun olmayan bir hak ararsam, sultan mahkemesi bana hak verir mi? Örneğin, sultana göre hak olmayan ağır ihaneti bana hak olarak tanıyabilir mi? Benim hakkımı umursamayan o, bir sansür kurulu olarak, düşünce özgürlüğü hakkını bana verebilir mi? Ne arıyorum öyleyse ben bu mahkemede? Ben benim hakkım olanı değil, sultansal hak, yabancı hak arıyorum. Yabancı hak benim hakkımla uyum sağladığı sürece şüphesiz benim de hakkımdır.

Devlet tek tek insanların birbirleriyle kavga etmelerine izin vermiyor; düelloya karşı çıkıyor. Kavga edenlerin polisi çağırmamalarına rağmen polis cezalandırıyor; bu durum bir Ben ile bir Sen arasındaki kavga olarak kabul görmüyor. Aile reisinin çocuğunu dövmesine benzetiliyor. Aile hak sahibidir ve aile adına da baba, ben biricik olarak bu hakka sahip değilim.

Vossische Zeitung “hukuk devletini“ bize takdim ediyor. Hukuk devletinde her şeyin kararı bir yargıç ve bir mahkemenin elinde olması gerekiyor. Bu gazeteye göre, üst-sansür-kurulu “hakkın olduğu“ bir “mahkemedir”. Nasıl bir hak? Sansür hakkı. Sözkonusu mahkemenin yargısını haklı bulmak için, sansürü haklı bulmak gerekiyor. Aynı zamanda ama bu mahkemenin bir koruma sunduğu söyleniyor. Evet, tek bir sansürcünün yanılgısına karşı koruma: Bu mahkeme, isteminin yanlış yorumlanmasına karşı sadece sansür yasama kurulunu koruyor, yazanlara karşı ama kendi yasasını “hakkın kutsal yetkisiyle” daha da pekiştiriyor.

Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur. Başkaları sadece, benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler. 
Kaynak: Max Stirner: Benim Yetkim. Liberter Yayınları Köln, 1988, 70 Sayfa.


Yaşamı

25 Ekim 1806’da Bayreuth‘da doğan Max Stirner (Johann Caspar Schmidt), flüt yapımcısı bir babanın ve ruh hastası bir annenin tek çocuğuydu. Johann Caspar Orta Okul ve Lisedeyken öğretmeni Hegelci Georg Andreas Gabler’in çalışkan öğrencisi olur. Liseyi bitirdikten sonra Berlin’e gider ve Hegel’in yanında okur (1826-1828). 1928’de Berlin’den ayrılıp Erlangen’e gider ve burada en az bir sömestr felsefe okuduktan sonra dört yıl kadar Almanya’yı dolaşmak üzere öğrenimine ara verir. 1832’de tekrar Berlin’e döner ve iki yıl geçmeden Schulgesetze (Okul Yasaları) adlı çalışmasıyla öğrenimini bitirir. 1839-1844 yılları arasında özel bir kız okulunda öğretmen olarak çalışır. Öğretmenlik çalışması hem okul idaresini hem de öğrencileri pek memnun eder. 1843’te Marie Daehnhardt ile evlenir. Stirner, 25 Haziran 1856’da Berlin’de ölür.

Eserleri

1842-1844 yıllarında Stirner çeşitli günlük gazetelerde çok sayıda ilginç (edebiyat, sanat, din eğitim vb. içerikli) makaleler yazar. Özgürler Kulübü’nün aktif elamanı olarak Prusya yönetimini şiddetle eleştirir ve aynı zamanda bu yönetimin yıkılmasını amaçlayan otonom birlikteliklerin kurulmasından yana yazılar da yayımlar. Marx’ın çıkardığı Rheinische Zeitung’da Das unwahre Prinzip unserer Erziehung oder Humanismus und Realismus adlı eğitim ve hümanizm eleştirisini yayımlar (1842). Sonbahar 1844’te Der Einzige und sein Eigentum (Biricik ve Mülkiyeti) adlı eseri yayımlanır. Feuerbach, B. Bauer, Hess tarafından gelen eleştirilere Stirner, 1845’te Rezensenten Stirners adlı yazısıyla karşılık verir.
ALINTI