Saturday, March 17, 2012

Müzikle siyasi mesaj

Lübnanlı besteci Marcel Halife
Müzikle siyasi mesaj
Lübnanlı besteci ve şarkıcı Marcel Halife, Arap müzik kültürünün en önemli destekçileri arasında sayılıyor. Halife'nin Bonn Beethovenhalle'deki son konseri "Tribute to Gaza" sloganıyla yapıldı. Ayrıntılar Martina Sabra'dan.
 Marcel Halife, müzik alanındaki faydaları ve halkların birbirini anlaması için gösterdiği çabalardan dolayı çok sayıda ödüle layık görüldü...
Marcel Halife, piyanist Rami Halife ve ABD’li kontrbasçı Mark Helias, Bonn Beethovenhalle konser salonunda alkış yağmuru altında sahne aldılar. En ön sıralarda oturan hayranlar, bir Lübnan bayrağı dalgalandırıyorlardı. Salonun arkasında balkondan aşağıya da bir Filistin bayrağı sarkıyordu.
 Marcel Halife Almanya’ya siyasi bir mesajla geldi ve şöyle yakındı: "Bugünlerde Gazze Şeridi'nde olup bitenler, 1948 sürgününün bir devamıdır. İsrail, Avrupalılar, Yahudilere yönelik kitle katliamı suçundan arınmak istedikleri için kuruldu. Peki, Filistinlilerin bununla ne ilgisi var? Avrupa kendi tarihsel suçunu Filistinlilere artık itiraf etmelidir!"

Zamanı geçmeyen şarkılar
 Uzun süre önce planlanan Almanya konseri, Gazze sorunu nedeniyle değiştirildi: Halife yeni besteleri yerine 1970’li ve 1980’li yıllarda yaptığı siyasal mesajlı şarkılarını programa aldı. Sanatçı bu kararını "benim için bu şarkıların zamanı geçmiyor" diye temellendiriyor: "Bu şarkılar, her zaman geçerli olan insani bir mesaj iletiyorlar."
Birçok hayranı Marcel Halife'yi 20 yıl sonra bile hâlâ politik şarkıcıların içinde bir numara olarak görüyorlar. Mahmud Derviş'in şiirlerinden yapılan "Rita ve tüfek", "Annemin ekmeğini özlüyorum" ya da "Pasaport" gibi şarkılar, bu önemli bestecinin yaklaşık kırk yıla yayılan eşsiz kariyerinde sadece küçük bir adım oluşturuyorlar.

Lübnan popüler müziğinin yenilikçisi
 Halife sadece Filistin ve devrim için şarkılar söylemekle kalmadı, Lübnan popüler müziğinin yenilenmesine de önemli katkılarda bulundu; film müzikleri besteledi, iddialı kültürlerarası projeler gerçekleştirdi. Halife ayrıca Arap dünyasında, özellikle Filistin'deki müzik kültürünün önemli destekçilerinden birisidir.
59 yaşındaki Halife'yle ilk kez karşılaşanlar, onun Arap müzik dünyasının devlerinden biri olduğunu fark edemiyorlar. Ufak tefek yapılı Halife, grileşmiş sakalı ve dostça gülümseyen minik gözleriyle şefkat ışıkları saçıyor.
Gerçi kimi zaman gazetecileri uzun uzun bekletmiş olmasının ünü, kendisinden önce geliyor: Ancak söyleşi sırasında açık ve ilgili davranıyor, yakınlığa izin veriyor, nihayet sonu gelmeyen fotoğraf çektirme isteklerinden birini daha şaşırtıcı bir sabırla kabul ediyor.
 Halife'nin şarkı sözlerinin büyük bir bölümünü, Mahmud Derviş'in şiirleri oluşturuyor.
Marcel Halife 1950 yılında Beyrut’un kuzeyinde Hıristiyan ve Müslüman halkın karışık olarak yaşadığı Amchit kasabasında, Maruni bir balıkçı ailesinin oğlu olarak dünyaya geldi. Annesi, mutfaktaki tüm tencere ve tavaları ritim aletlerine dönüştüren oğlunun müzik yeteneğinin farkına erkend varmış: "Ne yazık ki annemle uzun süre yaşamam nasip olmadı, çünkü kendisi çok erken vefat etti" diyor Halife. Bu erken kaybın onu derinden etkilediği hissediliyor.

"Tüm yaşam zaten müziktir!"
 Lübnan dağ manzaralarının ve sahillerinin nefes kesici güzelliği, çok çeşitli kültürel ve dini gelenekler ve insanların yaşama bağlılığı, Halife’nin sanatsal yaratısını besleyen duygusal zemini oluşturur.
Sanatçı, algılamasını "beni esinleyenler şiirler, yaşanmış öyküler, görüntüler, doğa; kısacası, etrafımdaki her şeydir" sözleriyle betimliyor. "İster yolda gidiyor, ister masanın üstünde ritim tutuyor olalım, ister rüzgârı dinliyor olalım, ister meltemi, dalgaları… Yaşamın tümü zaten müziktir!"
Halife, daha genç yaşlarında ud çalmaya başladıktan sonra, 1970 yılında Beyrut’taki Milli Konservatuar'a girer ve 1975’te buradan mezun olur. Sanatçı Lübnan iç savaşı sırasında, Lübnan solcularına ve Filistinlilere sempati duymaya başlar.

Özgürlük, devrim ve aşk
Halife 1976 yılında kurduğu "Mayadin" (Meydanlar) topluluğu ile birlikte özgürlük, devrim ve aşk şarkıları söylüyordu, ancak şarkılarını klasik Arap şarkıcılarının şaşaalı tarzıyla değil, herkesin anlayabileceği yeni, son derece basit bir dille söylüyordu.
Halife'nin besteleri Lübnan halk müziği ve dinsel müzik geleneklerine dayanıyor. Halife’nin şarkı sözlerini büyük bir bölümünü, İsrail'de yetişmiş olan ve 1972’de Beyrut’ta sürgünde yaşayan Filistinli şair Mahmud Derviş’in şiirleri oluşturuyor.
Marcel Halife'nin son albümü "Caress" (2008): Modern Arap müziğinin kilometre taşı...
Marcel Halife’nin seslendirmesiyle Mahmud Derviş’in şiirleri tüm Arap dünyasında ün kazandı – Marcel Halife’de bu şiirlerle ünlendi. "O zamanlar çok politizeydim” diye anlatıyor Halife. "Zaten böyledir; insan müzikle dünyayı
değiştirebileceğine inanır, gerçekte ise, kendini değiştirmeyi bile başaramaz."

Siyasallığın dar kalıplarının dışına çıkmak
 1980’li yıllarda Lübnan’da Marcel Halife’nin yanı sıra Ahmed Kabur ve Halit El Hibr gibi başka etkili şarkıcılar da vardı. Ancak bu çağdaşlarının aksine Halife 1990 yılında iç savaşın sona ermesiyle ve komünist rejimlerin çökmesiyle birlikte unutulmaya mahkûm olmadı.
Halife bu sanatçıların arasında politik köşesinden çıkıp, hem Arap dünyasında hem de uluslararası ortamda büyük bir izleyici kitlesine ulaşmayı başaran tek sanatçı oldu.
Yine de Halife’nin 1980’li ve 1990’lı yıllarda ürettiği her eser, sanatsal açıdan doyurucu değildi. Mahmud Derviş’in 1976 yılında Tel Al-Zaatar kampındaki Filistinlilere yönelik katliamı ele alan "Ahmad Al-Arabi" şiirinin seslendirilmesi, birçok eleştirmen tarafından fazla şaşaalı ve niteliksiz bulundu.
Marcel Halife 1990’lı yıllardan itibaren çoğu zaman küçük, oda müziği gruplarını andıran topluluklarla ve kısmen de orkestralarla birlikte ürettiği enstrümantal çalışmalarıyla eleştirmenleri ikna edebildi. "Jadal" gibi ve yeni yayınlanan "Caress" (Arapçası "Muda'abaat", 2008) gibi albümleri daha şimdiden modern Arap müziğinin kilometre taşları olarak görülebilir.

Filistin: Hayatının konusu
 Marcel Halife müzik alanındaki faydaları ve halkların birbirini anlaması için gösterdiği çabalar karşılığında çok sayıda büyük ödüle layık görüldü; bu ödüllerin arasında UNESCO’nun verdiği barış sanatçısı ödülü ve Fas Kralı VI. Muhammed’in verdiği ödül de bulunuyor.

2007 yılında yayımlanan "Taqasim" albümü için sanatçıya, Fransa’nın saygın "Charles-Cros" ödülü verildi.
Ancak Halife kesinlikle bu ödüllerle yetinmiyor: Doğu ile Batı arasında daha iyi bir anlaşma için projeler yapmaya yorulmaksızın devam ediyor. Bir sonraki durak Washington. Marcel Halife orada ABD’li orkestra şefi Lorin Maazel ile birlikte Arapça büyük bir konser vermeye hazırlanıyor.
Halife bu konserden sonra 66 yaşındayken ölen Filistinli şair Mahmud Derviş’in anısına bir konser vermeyi planlıyor. Sanatın yolları onu nereye götürürse götürsen, Filistin daima Marcel Halife'nin hayatının konusu olarak kalacak.

Martina Sabra
Almancadan çeviren Mustafa Tüzel
ALINTI

Friday, March 16, 2012

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları
Necib Mahfuz

Ortadoğu'nun Balzac'ı olarak nitelendirilen Necip Mahfuz eserlerinde ülkesi Mısır'ı bir belgesel titizliği ile okuruna aktarır. Adalet-zulüm, özgürlük-kulluk, bilim-din, savaş-barış gibi dualist karşıtlıkları üzerine kurulu olan eserleri, yoğun tasavvufî değerler taşımaktadır.  Fanatizmden nefret eden, etik değerleri herşeyin üstünde tutan,   Mahfuz için  "Cebelavi Çocukları olmasaydı Salman Rüşdi'nin "Şeytan Ayetleri" yazılmazdı," diyen  islamî fanatikler "dine hakaret ediyor," bahanesiyle fetva çıkardılar.  1994 yılında saldırıya uğrayan Mahfuz kılpayı ölümden döndü.
           
Cebelavi Sokağı’nın Çocukları – Necib Mahfuz

Necib Mahfuz’un ‘Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’, 1959 yılında tefrika edildiğinde aforoz edilmişti. Arapça ilk ve tek baskısı 1967 yılında Lübnan’da yapılabildi. Kitabın Türkiye macerası da farklı değil. Peki ne yazmıştı da böyle yasaklarla karşılaşmıştı Mahfuz? Cebelavi kimdi, çocukları kimlerdi? Ona öfkeyle saldıranlar bu sokağın neresindeydiler?

İlk kez 1959 yılında El- Ahram gazetesi nde tefrika halinde yayımlanan Cebelavi Sokağı’nın Çocukları, İslam dünyasının en eski dini kurumu sayılan El Ezher Üniversitesi tarafından aforoz edilmişti. ‘Dini aşağılıyor’ iddiasıyla Başkanlık Sarayı’na yapıla şikâyet, eleştirmenlerin romanı kötüleme kampanyaları, sokaklara dökülen göstericiler; sonuçta kitap haline getirilmesi mümkün olmamıştı. Arapça ilk ve tek baskısı 1967 yılında Lübnan’da yapılabildi. Bütün bu tartışmaların dışında duran Necib Mahfuz, birbiri ardına yazdığı romanlarıyla edebiyat kariyerini sürdürecek, 1988 Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulunacak, ne var ki Arap dünyasına verilen bu ilk Nobel Necib Mahfuz’un hayatını pek kolaylaştırmayacaktı. Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen bombalı saldırının planlayıcısı olarak yargılanan ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Ömer Abdurrahman’ın açıklamasıyla kitap bir kez daha gündeme taşındı; “O herif, Sokağımızın Çocukları romanı yayımlanır yayımlanmaz ortadan kaldırılsaydı, Salman Rüşdi bugün Şeytan Ayetleri’ni yazmaya cesaret edemezdi”… Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın Mısır’da günlük bir yayın organında yeniden tefrika edilmesiyle aynı zamana denk gelen bu açıklama kimileri için bir fetva niteliği taşıyordu. Çağrı cevapsız kalmadı. 1994 yılında saldırıya uğrayan Mahfuz yaralandı, boynuna aldığı bıçak yarası nedeniyle sağ kolu felce uğradı. 2006 yılında -95 yaşında- öldüğünde Kahire’de devlet töreniyle gömülen Necib Mahfuz, geride bıraktığı otuz dört romanı, üç yüz elliden fazla hikâyesi, filme çekilen senaryoları, siyasi tavrı ve yarattığı tartışmalarla sadece Mısır’ın değil, Arap edebiyatının en büyük yazarlarından biriydi.

Tanrı’nın çocukları
Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın Türkiye macerası da Mısır’dan farklı değil. Yazılmasından yaklaşık elli yıl sonra Türkçeleştirilen roman, yayınevi tarafından gerekçe gösterilmeksizin toplatılmıştı.

Bir edebiyat ürünü etrafında kopartılan tartışmalara, sansüre ve yasaklara, yazarlara karşı maddi manevi linç kampanyalarına alışkın olduğumuz için Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nın ve yazarının başına gelenlere şaşırmıyoruz. Ancak lanetin elli yıldır sürmesi, yasakçı bir zihniyetin bunca yıldır değişmemesi tuhaf değil mi? Peki ne yazmıştı da böyle bir kavgayı ateşlemişti Mahfuz? Cebelavi kimdi, çocukları kimlerdi? Ona öfkeyle saldıranlar bu sokağın neresindeydiler?

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nda Necib Mahfuz, alegorik bir hikâyeyle insanın yeryüzündeki yüzlerce yıllık macerasını anlatıyor. Kutsal kitaplarda anlatılanlarla paralel ilerleyen bir kurguyla Adem ile Hava’nın, Habil ile Kabil’in, Musa’nın, İsa’nın ve Muhammed’in hikâyelerinden esinlenerek insanlık tarihini farklı bir biçimde yorumlamış.

Cebelavi, Mukattam Çölü’nün kıyısında, kendi adını taşıyan sokakta, yüksek duvarların çevrelediği cennet gibi bir bahçenin içindeki muhteşem konağında yaşayan kudreti sonsuz bir adam. Konağında oğulları İdris, Edhem, Rıdvan ve Abbas ile yaşayan Cebelavi, mülklerin idaresini büyük oğlu İdris yerine Edhem’e bırakınca kıyamet kopar. Babasına isyan eden ve konaktan kovulan İdris, Edhem’i kandırıp ihanete zorlayacak, babasının sözünü çiğneyen Edhem karısıyla birlikte kovulacak, yaşamını konağın yakınlarındaki yıkık bir evde babası tarafından affedilmeyi bekleyerek geçirec ektir.

Cebelavi oğlunu affetmez, ama mirasını yönetmek için torunlarından Hümam’ı konağa davet eder. Kendisi yerine Hümam’ın seçilmesi kardeşi Kadri’yi öfkelendirmiştir. İstemeden de olsa kardeşini öldürür.

Cebelavi, İdris, Edhem, Hümam ve Kadri adlarını Tanrı, Şeytan, Adem, Habil ve Kabil ile değiştirdiğimizde, bütün kutsal kitaplarda yer alan başlangıç efsanesiyle karşılaşıyoruz. Bir farkla; Mahfuz, kötülüğün kökenlerini araştırırken Cebelavi’yi de sorguluyor. Sanıyorum radikallerin öfkesini çeken burası.

Bu hikâyenin ağızdan ağza aktarıldığı çok yıl geçmiş, Cebelavi Sokağı’nın yaşlı efendisi görünmez olmuş, onun mülkünü adaletle yönetmeyi üstlenenler kendi çıkarlarını korumayı düşünmüş, sokak çeteleriyle işbirliği yaparak halka zulüm etmeye başlamıştır. Halklarını zulüm ve yoksulluktan kurtarmak için önce Cebel (Musa) gelir sokağa. Onun kurduğu düzen bozulduğunda sıra Rıfat’ındır (İsa). Bir zaman sonra Kasım’la (Muhammed) kurulur düzen. Ancak toplumların belleği zayıf oldukça tesis edilen adil düzen de kalıcı olmayacak, Cebelavi’nin vakfını yönetmekle yetkili vekiller çetelerle birleşerek bir kez daha kendi iktidarlarını kuracaklardır. Ve bir kez daha kurtarıcı gerekir Cebelavi Sokağı’nın çaresiz çocuklarına…

Kur’an gibi 114 bölümlük romandaki son kurtarıcı Arif için din tarihinden bir eşleşme yapmak mümkün değil. Ama adı ve sanatıyla neyin simgesi olduğu belli; bilimi, rasyonel aklı temsil ediyor Arif. İhtiyar Cebelavi’nin sırrını çözmeye çalışırken ölümüne neden olan Arif, belki yeni bir düzen kuramayacak ama geride insanların sarılacağı bir umut ışığı bırakacaktır; “Gecenin ardından gün nasıl doğuyorsa adaletsizlik de bir gün son bulacaktır. Zorbalığın ölümü de göreceğiz, ışığın ve mucizelerin doğuşunu da.”…

İndirgemek basitleştirmektir
Yüzlerce yıldır tesis edilememiş adaletli bir düzen için dinlerin, mistik inançların karşısına bilimi, rasyonel aklı koyan bir bakış açısının, hele ki Tanrı’yı simgelediği düşünülen bir karakterin öldürüldüğü bir hikâye, radikal İslamcılar için elbette kolay yutulur bir lokma olmayacaktı. Ancak Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nı kutsal kitaplarla, kahramanlarını Tanrı ve peygamberleriyle özdeşleştirmek çok düz bir okuma biçimi, siyasi terminolojiyle söylersek, indirgemeciliktir.

1911 doğumlu Necib Mahfuz’un hayat hikâyesiyle modern Mısır’ın siyasi ve toplumsal tarihinin çakıştığını biliyoruz. ‘Ortadoğu’nun Balzac’ı’ olarak tanına yazarın her romanına sinmiştir bu çakışma. İster Kahire’de bir sokağa, ister bir aileye, ister kutsal kitaplara diksin gözünü, onun ilgilendiği Mısır toplumudur, bu toplumun yaşadığı sıkıntılar ve sıkıntıların kaynaklarıdır. Kimi zaman alegoriyle, kimi zaman sembollerle, meforlarla anlatır ülkesinin tarihini; “Ülkesinin içinde bulunduğu durum hakkında açıkça ve doğrudan konuşmak için hayal gücünü kullanan büyük bir sanatçıyı, olağanüstü bir yazarı bulursunuz karşınızda”. Bütün yapıtlarında hakikat ve adalet arayışı vardır. Siyaseti ideolojiye indirmez, siyaset felsefi bir tartışmanın konusudur Mahfuz romanlarında. “Zamanı bir insan topluluğunun kaderini yavaş yavaş değiştiren evrimlerin ya da devrimlerin büyük düzenleyicisi olan apayrı bir karakter olarak kullanır.”

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları da benzer bir anlayışın ürünü. Sıkıntılar içindeki Arap toplumunun tekerrür eden tarihini, tarihin neden tekerrü ettiğini, neyin değişmediğini, değiştirmek için yapılması gerekeni sorgulamak için dini efsanelerden yararlanıyor Mahfuz. Bir yandan insana özgü hırs, öfke, kibir, arzu, utanç, korku, sevgi gibi duyguları araştırmış, diğer yandan insanın eşitlik ve kardeşlik temelinde adil bir düzende yaşama arzusunun tarihsel izini sürmüş. Sözün donüp dolaşıp geldiği yer ise romanın yazıldığı dönemdeki Mısır. Toplumun güçlü karşısında boyun eğmişliği, dinin ve kurumlarının bu boyun eğmişlikteki işbirlikçi rolü, yazar ve sanatçıların suskunluğu, maddi kaynakların eşitsiz dağılımı, etnik ayrılıklar, yaşanan sefalet ve unutkanlık. Aşağıdaki alıntılar hiç kuşkusuz Musa’nın değil Mahfuz’un Kahire’sini anlatıyor…

“Sokak sakinlerinin bazıları seyyar satıcıydı, bazıları da dükkân veya kahvehane işletiyordu; birçoğu dilencilik yapıyordu, bir de, eli ayağı tutan herkesin çalışabileceği bir iş dalı vardı: O da uyuşturucu ticaretiydi, özellikle de esrar, afyon ve afrodizyakların ticareti. (…) Genç adamlar cesaret ya da kas gücü sahibi olduklarını keşfeder keşfetmez, barışçıl insanların işine karışmaya başlar, kendi işlerine bakan insanlara saldırır, sokak üzerindeki mahallelere kendilerini koruyucu olarak dayatırlardı. Çalışanlardan haraç toplar, hayatlarını sadece zorbalık yaparak kazanırlardı.”

“Sokağımızın her köşesinde bulunan kahvehanelerdeki şairler sadece kahramanlık çağlarını anlatırlar ve güçlüleri mahcup edebilecek şeyleri ortalıkta anlatmaktan kaçınırlar. Şarkılarında vekilharç ile çetelerini, sahip olmadığımız adaleti, tatmadığımız merhameti, görmediğimiz saygınlığı, var olmayan dindarlığı ve adını bile duymadığımız dürüstlüğü överler.”

Cebelavi Sokağı’nın Çocukları’nda tartışılan meseler özellikle Mısır için çok önemliydi. Bu nedenle işin edebi tarafına pek bakılmadı. Temaları, kişileri, dili ve üslubuyla eski zamanların, sözlü anlatıların ruhunu yakalayan böyle bir romana düşmanlık beslemek ne büyük kayıp!..ALINTI

Yazan: A. Ömer Türkeş - Radikal Kitap

Filistinli Sevgili

Mahmud Derviş ‘in Filistinli Sevgili adlı şiiri ise adeta bir Siyah Şiir’dir. Filistin halkının direnişinden ve haklı davasından bahsetmekte, şiirdeki Filistinli sevgili ve onun yaşadığı şeyler ise Filistin’deki acıyı, ızdırabı ve direnişi yansıtmaktadır. Şiirinde göze çarpan diğer bir unsur ise yalnızlıktır. Bu unsurun kullanılmasında, Derviş gibi Filistin halkından daha birçok insanın yurtlarından sürgün edilmelerinin ve sevdiklerini bir bir kaybetmelerinin etkisi gözükmektedir;

“Gözlerin bir diken
yüreğe saplanmış,
çıldırasıya sevilen,
işkencesine dayanılamayan.
Gözlerin bir diken,
rüzgârdan koruduğum,
ötesinde acıların, gecelerin,
derinlere sapladığım.
Kandiller yanar ışığınla,
geceler dönüşür sabaha.
Bense unuturum birden,
- göz rastlar rastlamaz göze-,
yaşadığımız bir vakitler
kapının ardında
yanyana.
*
Şakırdın sanki konuşurken.
İsterdim konuşmak ben de.
Dudaklarda hayır mı kalmıştı ki,
O bahar gibi dudaklarda!
Sözlerin
güvercin gibi
yuvamdan
uçtu gitti.
Kapımız,
sonbahar kadar sarı
basamakları ardından
fırladı gitti
canının çektiği yere.
Aynalar oldu paramparça,
yığıldı içimize
acı üstüne acı.
Topladık sesin küllerini
getirdik bir araya.
Böylece söyler olduk
acılı türküsünü yurdumuzun.
Hep birlikte sazın bağrına
ektik bu türküyü,
evlerin damlarına taş fırlatır gibi
fırlattık attık bu türküyü,
alın, dedik,
sancıdan kıvranan kalplere.
Oysa her şeyi unuttum ben şimdi.
Ya sen, ya sen, sevgili,
sesini kimselerin bilmediği!
Belki de gidişindir senin
ya da susmandır
sazı paslandıran.
*
Dün seni limanda gördüm,
yapayalnız, yolluksuz yolcu.
Bir yetim gibi sana doğru koşuyordum,
arıyordum sanki yaşlı anamı.

Nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı
kapanır bir hücreye ya da bir limana,
nasıl saklanır gurbet elde
ve yemyeşil kalır?
Yazıyorum not defterime:
Limanda durakaldım…
En dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya,
doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz.
Ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım.
*
Seni yalçın dağlarda gördüm,
kuzularınla, kovalanan çoban kızı.
Sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında.
Bendim o yabancı, bendim kapını vuran.
Ey gönül! Ey gönül!
Kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,
pencere, taşlar ve çimento
Kalbimin üzerinde.
*
Seni su testilerinde gördüm,
buğday başaklarında,
yıkık dökük, parça parça, unufak.
Hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.
Bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.
Dudaklarıma ses olacak yel sen.
Ateş ve akarsu sensin.
Gördüm seni bir mağaranın ağzında
yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

Gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,
kaynayan kanında güneşin.
Ve ahırlarda…
Ve bütün tuzlarında denizin.
Ve kumlarda…
Toprak gibi güzel,
yasemin gibi,
ve çocuklar gibi.

*
Ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
"Bir Filistin vardı,
bir Filistin gene var!"
*
Gözleriyle Filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle Filistin,
adıyla sanıyla Filistin.
Düşlerin Filistin’i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i,
sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i
ve çığlıkların.
Ölümün ve doğumun Filistin’i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
Kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları:

Sakının hey
kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!
Benim gençliğin yüreği!
Benim beyaz kanatlı atlı!
Benim yıkan putları!
Kartalları tepeleyen şiirleri benim eken
tüm sınırlarına Suriye’nin!
Zalim düşmana bağırdım, ey Filistin, senin adına:
"Ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!"
Karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,
yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!
Ben barbarların atlarını iyi bilirim.
Bir ben dururum onların karşısında,
bir ben,
gençliğin yüreğiyim her daim,
yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların.
*Filistinli Sevgili
**Ahmed Zataar
***Ahmed Zataar
****Ahmed Zataar
*****Filistinli Sevgili

Thursday, March 15, 2012

Kendi dilimde susuyorum


Kendi dilimde susuyorum
GÜLER YILDIZ

Sana kendi dilimde yazıyorum; en iyi anladığım ve sığınmasını bildiğim bu belalı limandan bakıyorum…
Belalı bir limandır dil; çünkü yalnızlığı öfkeyle hesaplayabilirsin en çok ve ne çok…
Durmasını bilene yokuşlu bir yol, akmasını bilene unutulmuş bir dere, yemesini bilene tarla ortasında suskun bir şekok…
Yalnızlık ne çok benzer bir dilin dilsizlik karşısında öğrenilmesine…
Suskunluk ne çok yakışır kullanmasını bilemediğimiz hecelere…
Sana en sevdiğim dille anlatmak isterdim, ama biliyoruz ki o dil kilitli bir ömürdür… Aramaya çalıştıkça kaybolan; kayboldukça büyüyen, dirileşen bir gövde gibidir içimizde…
Kullanmadıkça tükenen deyişlerin sürgünüdür bu yaşam. Ne ki çoğalır yitik deyişler ve kilitleniriz üç ila beş sözcük arasında dönen bu âleme. Belki de yalnızca bu nedenle susmak en çok yakışandır bize… Bilmeyi merak etmediğimizden, farkında olarak köreltmekten, her dildeki elifbaları…
‘Bir Garip Aşk Öyküsü’nde* anlatıcının içi çok sıkılır anlaşılamamaktan ve kendini şöyle bağlar harflere:
“Hiç değilse kesin olan bir şey var ki, herhangi bir dil öğrenmeyen sağırın hayatı zindan olur. İnsanlar ve eşyaların ismi yoktur; yaşam bir kaos olur, kronoloji yok olur. Soru ve cevap kavramı anlamsızlaşır, soyutlama varlığını kaybeder, zeka iki yaşındaki birinin düzeyinde kalır. Çünkü geçmiş ve geleceğin sembolik alanına ancak dil aracılığıyla girilebilir; soyutlama ve sınıflandırma dil aracılığıyla yapılır.”
Kürdili bir şarkının orta yerinde durup ağlıyorsan, gece vakti eski bir dosta yaslanmak yerine yılmış bir şiir mırıldanıyorsan, çirkin yüzlü bir adamın hayatını okurken aralıyorsan perdeleri, seni geceye taşıyan ayaklarını bir dilsizlikle buluşturup adımsızlaşıyorsan ve dahi koşmak için yüzyıllık eskimişlikten kopamıyorsan, gitmek en çok yakışandır bize… En çok ve ne çok yakışandır o gitmeler; çünkü kaldığın yeri bir tek harfle tanımlayamıyorsan, durduğun yeri tanımıyorsan, durmak kim için ve niye?
Sana kendi sözcüklerimden bir cümle kurmak istiyorum. Önceden hecelenmiş tüm duyarlılıkların kaybına gömdükçe başımı, omuzsuz bir direğin sarmaşığı olan kollarını anımsıyorum. İçinden çağlayan bir nehrin yakarışına kapanan kulaklarını, dilsiz bir ormanın sancıyan esmerliğini ve geleceksiz çocukların hiçbir yere çıkmayan yollarda koşmalarını… Adına özgürlük denen saçmalığın basit dilsel esaretten başka bir şey olmadığını sonra…
Sana sürgünün sarısı ile seslenmek istiyorum; yıkanmış ve defne kokan bir saç yumağının arasından bakmak istiyorum kıyısız kara parçalarına… Harfleri çalınmış bir adsız ülkenin bağrına sıkılı bir yumruk atmak, çatısız evlerin bacalarına duman olmak sonra…
Zeytinden kıymetli tuzun varlığıdır, diyorum ve kokladığım tuzların kesikliği ile geliyorum bu satırlara…
Zehir zemberek bir dil, ummansız bir hayat, mavisiz kalan kuşlar kadar yorgunum ne çok ve en çok…
Sana kendi dilimde susuyorum… Konuşmak, akmak ve anlatmak istediğim onca hikaye birikmiş kalbimde, tutup onları bir viraneye çeviriyorum… Sana kendi dilimde konuşmak istiyorum!
Bir itiraf ile hayatı çıkmaz sokaktan kurtarmalıyım oysa: Ben kendi dilimi bilmiyorum!
Öğrendiğim dil yaşamak istediğim dil değil… Sevdiğim hiç kimse sevmek istediğim değil…
Belki de yalnızca bu gerekçenin rahatlatıcı yanına dayanıyorum tüm varlığımla:
Bir dilin içinde yüzmek istiyorum, ama bildiğim dil denizim değil!


 Bir Garip Aşk Öyküsü- Carl-Johan Vallgren
Bu kitap bildiklerinizden değil. Bir aşkın içerisinde ki toplumsal çürümenin, insanlığın kokuşmuş yönelerini, şiddetin, arzunun sapkın duyguların, kin nefret ve öc duygusuyla birleşince neler olabileceğini anlatıyor. Ve bunu anlatırken sizi içerisine öyle bir çekiyor ki kitabımız etkisinden kurtulamıyorsunuz. Olayların felsefik, sosyolojik ve psikolojik açıdan vurgulanması ve okuyucuyu içerisne çekmesi itibari ile gerçekten etkileyici bir kitap. Kitabın yazarı Carl-Johan Vallgren gerçekten etkileyici bir üslup ile okuyucuyu kitabın içine gömüyor. Kitabın ana kahramanı “Herkül Barfus” ile bazen katil oluyor, bazen onun acılarına ortak olurken bazen bu yaptıkları aslında yanlışta dediğiniz olabiliyor. Kitap Türkiye’de Metis Yayınları tarafından çıkarıldı. Ve yazarı Yukarıdada bahsettiğimiz gibi Carl-Johan Vallgren’dir. Yazar 25. İstanbul Kitap Fuarı’na da katılmıştır.
Yazar hakkında kısa bilgi: Carl-Johann Vallgren 1964′te İsveç’in Linköping kentinde doğdu. Barmenlik ve orman işçiliği de yapan yazarın ilk kitabı Nomaderna 1987′de yayımlandı. Söz ve müziği çoğunlukla kendisine ait şarkıları içeren beş albümle müzik alanında da adını duyurmuş olan Vallgren, Malmö, Madrid, Kopenhag ve Berlin’de yaşadıktan sonra Stockholm’e yerleşmiştir. Yedinci ve son romanı Bir Garip Aşk Öyküsü yayımlandığı 2002 yılında August Strindberg adına verilen İsveç’in en önemli edebiyat ödülü August’u kazandı. İsveç’te başka edebiyat ödülleri de kazanan ve aralarında Almanca, Flemenkçe, Fransızca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Japonca ve Rusça’nın da bulunduğu çeşitli dillere çevrilen Bir Garip Aşk Öyküsü yazarın Türkçedeki ilk kitabıdır.

Bir Garip Aşk Öyküsü İse;
Özgün Adı: Den vidunderliga kärlekens historia
Çeviri: Ali Arda
İlk Basım: Ekim 2006
Özet: On dokuzuncu yüzyılın başlarında, filozof Kant’ın da doğum yeri olan Königsberg’deki bir genelevde bir hilkat garibesi doğar. Doğarken annesinin ölümüne sebep olan bu canavarımsı yaratık sağır, dilsiz ve ürkütücü bir şekilsizliktedir. Ne var ki çok gizli bir yeteneğe de sahiptir: İnsanların zihnini okur, kalplerinin en derininde olup biteni bilir. Herkül adı verilen bu bebeğe hayatın bahşettiği en büyük armağan, onunla aynı gün genelevde dünyaya gelen güzeller güzeli Henriette Vogel ile birbirlerine duydukları kopmaz aşktır. Ama içinde yaşadıkları dünya –tahmin edebileceğiniz gibi– böyle bir aşkı kaldıramaz, âşıklar birbirlerinden uzağa savrulurlar. Yeteneği başına bela olan, çetin düşmanlar edinen Herkül, on dokuzuncu yüzyıl boyunca aşkının peşinde Avrupa’yı bir ucundan diğerine dolaşır. Tımarhaneler, ucube sirkleri ve manastırların içinden geçerken, dönemin yüksek kurumlarındaki mühim şahısların içyüzüne tanık olur, dehşete kapılır: Gözlerimizin önündeki, kan, hırs ve toplumsal baskıyla, çürüme ve kutsalın kötüye kullanılmasıyla dolu bir tarihtir. İnsan olmanın anlamını sorgularız kahramanımızla birlikte, ama her şey bir yana, garip de olsa sarsılmaz bir aşk öyküsüdür dinlediğimiz. Güzel ve çirkin, saygın ve alçak, yüce ve düşük gibi kavramlarımızı yerinden oynatan, aşkın, nefretin ve duyguların gücünü vurgulayan Carl-Johan Vallgren’in bu müthiş romanı, günümüz İsveç edebiyatının öndegelen yapıtlarından biri. Yazarına İsveç’in en önemli ödülü olan August başta olmak üzere sayısız ödül kazandıran ve çok sayıda dünya diline çevrilen kitap şimdi Türkçede… Kaynak Ve Fazlası İçin : Metis Yayınları
ALINTI

Wednesday, March 14, 2012

Molokanlar- Komünist Dinciler

Komünist Dinciler


Bolşevik hareketin önderi Vlademir İliç Lenin’in hayatımızda çok önemli bir yeri vardır. Bütün iktidarlar, çarlar bizden korkarken o tama tersi bizim kazanılmamız gerektiğini düşünüyordu. Çünkü aslında onların savunduğu fikirlere yakın şeyler savunuyorduk. Üstelik onların din ile ilgili düşüncelerine zaten biz özü gereği inanıyorduk. 1917 Ekim Devrimi ile birlikte her şey değişmeye başladı. Kars’a yerleşmiş olan birçok Molokan hatta benim dedemin babası; komünistlerle işbirliği yapıyordu. Türkiye Komünist Partisi’ne üye birçok akrabamız vardı. Ekim Devrimi’nden sonra Rusya’ya bizi geri çağırdı. Kimi akrabalarımız giderken birçoğumuz gitmedik. Artık vatanımız Karstı. Burada yeni bir hayat kurmuştuk. Üstelik Kars’ta yaşayan Kürtler, Ermeniler, Azeriler, Karapapaklar, Dukhobarlar bize alışmıştı. Bazen geçmişi düşündüğümde acaba dedemler Rusya’ya dönse hayatım farklı mı olurdu diye sorarım? Cevabını hiç bilemeyeceğim sorulardan biri daha…Karapapaklara ne oldu misal, bilen var mı?
Bizim Kars’a sürülmemizle ilgili rivayetler çoktur. Bunlardan birincisi Kars ve çevresini Slavlaştırmak, ikincisi Müslüman olan bir topluluğu inançlarımız ile karıştırmak. Çünkü biz farklıydık. Ancak hemen burada bir not düşmek gerekirse bunların hiçbiri olmadı. Müslüman ahali bize şaşırıyordu. Onlar gibi sakalları uzun erkekler, başı örtülü kadınlarımız vardı. Domuz yemezdik. Meydanda toplanıp silahları yaktığımız, bunun tasvirinin bulunduğu bir resim bile var. Bizim hıristiyan olduğumuzdan bile şüpheleniyorlardı. Yine çok önemli bir ayrıntı Kars henüz Osmanlı Tebaasında değildi. Ben doğduğumda daha önce dediğim gibi Türkiye cumhuriyeti vardı. Ancak dedemler göç ettiğinde Kars Rusların elindeydi ve Kars’ta yaşayan başka halklar vardı. Burada hikayeme kısa bir ara verip, size Kars’ın tarihini anlatayım. Bu sayede bir nebze de olsa kafa karışıklığı çözülmüş olur:
 Kars 1534 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun eline geçiyor. Ruslar ise 18. yüzyıldan itibaren bütün Kafkasya’yı almaya başlıyorlar. Kafkaslardaki Müslümanlarda en yakın yer olan Kars’a sığınıyorlar. Özellikle Azeriler ve Çerkesler. Bu dönemde şehrimiz doğu sınırını koruyan stratejik anlamda önemli bir yer haline geliyor. Ruslar bütün Kafkasya’daki hatta dünyadaki yayılmacı politikaları sonucu Kars’ı da birkaç defa kuşatmışlar. En sonunda 1877 yılında almışlar. İşte Kars’a ilk sürüldüğümüz zaman bu dönemdir. Osmanlı ise doğudaki en önemli sınır kapısını kaybetmiştir. 1917 ekim devrimindeki karışıklığı fırsat bilerek Osmanlı tekrar 1918 yılında Kars’ı kuşatır. Fakat bir sonuca ulaşamaz. 1920 yılında bu sefer Kazım Karabekir Paşa devreye girer. Kars tekrar kuşatılır ve nihayet 1921 yılında Kars Antlaşması ile şehir tekrar ele geçirilir. Bolşeviklerle bu anlaşma bir tren vagonunda imzalanır. Bu vagon halen Kars müzesindedir. Yolunuz Kars’a düşerse uğrayın.

Şehir tekrar alındığında Türkiye karışık bir zamandan geçiyordu. Bir yandan Kurtuluş Savaşı, bir yandan yoksulluk. Yine hedefteki isimdik. Kars’ta Müslüman ahalinin fazla olması istemiyordu. Şuan ki durumla ermeni nüfusu daha fazlaydı. Bolşeviklerle yakınlığımız, TKP üyeliğimiz gibi problemler ve askerliğe karşı olmamız gibi sebeplerle Kazım Karabekir Paşa bizi sürmenin yolunu bulmuştu. Zorunlu askerlik yasası. Ankara’dan böyle bir emir geldiğini söyledi, Paşa ve 1921 yılının ocak ayına kadar ya askere gideceğimizi ya da Kars’ı terk etmemizi kledi. Bize yine yollar görünmüştü. Birçok akrabamız inançları gereği askerlik yapmayacaklarını söyleyerek başka ülkelere göç ettiler. Benim ailem ve birkaç aile daha kaldık. O zaman göç edenlerin 20 bin olduğunu dedem anlatırdı. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilmiyorum. Kalanlar askere gitti. Babam askere gitme sebebini şöyle anlatır:
 --- Savaşmak benim dini inancıma ters. Ama vatan için savaştım.

Son Molokan
Kars’tan ilki 1921 yılında ikincisi de 1962 yılında olmak üzere iki defa gitti, Molokanlar. Kaderimiz buydu, bizim. Hiçbir ülke bizi istemedi. Hep yollarda geçti ömrümüz. 62 yılında göç etmemizin sebebi ise baskıların inanılmaz artmasıydı. Yine rivayete göre; Kars Antlaşması’nın maddelerinden biri Molokanlar içinmiş. İstediğimiz zaman Rusya’ya dönüp, Türk vatandaşlığından çıkabileceğimize dair. Hiçbir baskıya uğramadan malımızı, mülkümüzü de beraber götürebilecekmişiz. Ama bu asla olmadı. Bir gece gizlice kaçtı, benim halkım. Korktular, çünkü. Ben son Molokanım. Eşim Kürt. Oğlum boks yapıyordu. Bir insana zarar verir diye yasakladım.Burada doğdum, siz bu yazıyı okuduğunuzda ölmüş olacağım. Kardeşim Rusya’da deniz kenarında bir şehirde oturur. Bense sadece karı gördüm. Anadilim Rusça. Ama Türkçe ve kürtçe’de konuşurum. Kilisem yok evde ibadet ederim. Sizler gibi oruç tutarım. Bizim orucumuz 24 saat. Aleviler gibi. Akşamdan akşama. Ne kadar benzeriz oysa. Bana Hıristiyan dediler sizeyse Müslüman. Başka Molokan kalmadı. Bizim geleneğimizde cenazede gözyaşı dökülmesi, feryat ve isyan edilmesi günahtır. Sükut içinde ölüler toprağa verilir. Kızım benim cenazemde bu geleneği bozdu. En çok üzüldüğümse mezarlarımız talan edildi. Biz, Türkiye’nin solan renkleriyiz.
*Fevkulbeser’in bir sözünden esinlenmedir.
*Yazılanlar gerçek, kişi ise son Molokan Vasil Gavrilev Dölemenci’dir. 27 Nisan 2007’de Kars’ta öldü. Molokanlar'ın tarihi hikaye edilerek, onun ağzından anlatılmaya çalışıldı. 
ALINTI

KAYNAK1: Sürgün Bahçesinin Solan Rengi- Molokanlar Kitabı
KAYNAK2: Son Molokanla Röportaj
KAYNAK3: Malakanlar'ın toplumsal yapısı kitabı
KAYNAK4: Wiki-Molokan
KAYNAK5: Molokanlar Home Page
KAYNAK6: Erkan Karagöz- Malakanlar
KAYNAK7: Ayşe Hür- Her Türk Asker Doğar mı?
KAYNAK8: Who Is Molokan?

Tuesday, March 13, 2012

Gözaltında Kayıp Onu Unutma!

Gözaltında Kayıp Onu Unutma!

 Yıldırım Türker
Metis Kitapevi         

Devami:
Gece ve sis

İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı "Gece ve Sis" ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik.
       İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor.

Rakamların serinliği

Rakamlardan söz etmek istemiyorum. Rakamlar beni üşütüyor. Rakamsal dökümlerle yaklaştığımızda herşey sanki zihinsel denetimimiz altındaymış gibi oluyor. Kaydımızdan düşüveren, şu an nerede, ne durumda olduğunu bilemediğimiz insanların sayısını anmayacağım.
       Bilebildiğimiz, binlerce isim. Saptayabildiğimiz...
       Toplumsal bilinç kuntlaşması sonucu, gitgide her olguyu, başımıza gelen her felaketi rakamlarla açıklamaya çalışıyoruz. Kendimizi bilimsel bir yaklaşımın koruyucu, soğuk ışığı altında hissetmemizin yanısıra zamanla her kurban, bir rakam karşılığı olan, akıl sıramızda efendice yerini almış bir vaka'ya dönüşüyor. Bilginin demokratikleşmesi kisvesi altında hayatımız rakamlarla sıvandıkça, enflasyonun yüzdesinden en kıytırık televizyon referandumlarındaki evetlerin yüzdesine; meclis aritmetiğinden, onun beraberinde getirdiği ilçeleri il yapma katakullisine kadar, küçük birer matematikçi olarak memleketimizi çözmeye çalışıyoruz. Hayatla ilgili hesaplarımız, rakamların o büyülü kolaylığına yamanıyor; bir koyup üç alıyoruz, 8'i kaldırıp demokratikleşmeye, 24'ü koruyup laik kalmaya, 141-142'nin kalktığını hatırlatıp muhalefet yapmaya çalışıyoruz. Hayır, ben rakamlardan söz etmeyeceğim.
       Kayıp'ları tek tek tanımak istiyorum. Onların topluca, bir rakamın eşliğinde toplumsal bir yara olarak adlandırılıp bizden uzağa bir yere konulmalarını, yıllar sonra hatırlandıklarında keyifli bir uyanıklıkla toplumsal bellek kaybımızdan söz edilmesini istemiyorum. Herşeyi, bu boktan dünyada kalabilecek kadar unutup, yeri geldiğinde bu memleket insanının bellek sorunundan söz edecek soğukkanlılığı tutturmayı reddedelim, diyorum. Belleksiz toplum yoktur. Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi erdemlere sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık çıkmasın" duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. Kayıp'larımızı iyi tanıyalım. Yer yerinden oynamalı!

İnsan kalmak için

Hüseyin kim? Kenan kim? İsmail kim? Kayıp oldukları andan itibaren bilemediğimiz, uzanamadığımız, uğultulu bir dünyanın sakinleri onlar. Bir insanı kayıp etmek, işkence tarihinde varılan son nokta. Zulmün en katmerli çeşitlemesi. Kayıp edilenin dünyayla bütün bağlarını koparmak, en ufak bir umut kırıntısına yer bırakmamak. Onu, uğruna yaşadığı, savaştığı dünyanın kaydından düşürmek. Yapayalnız bırakmak. Ardında kalanı, yakınlarını ise kendi umutlarıyla boğmak. Kendi umutlarına asmak. Kendi umutlarıyla cezalandırmak. Bildiği, hazır olduğu hiçbir duyguya soluk aldırmayan bir mahpusluğa itmek. Sevdiği, artık tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Âdetlerini, kurallarını bilmediği bir dünyada. Gündelik hayatın ayrıntıları; günü gün, geceyi gece kılan ufacık şeyler incitmeye başlar. Herşey, beklemenin gergin durağanlığına yazılır. Bütün yaşamsal eylemler askıya alınır. Sevdiğinin hayatından ne kadar umudunu kesse de, bir yanıyla; o mucizelere inanan, onu insan kılan yanıyla beklemeyi sürdürür. Bir ana, on beş yıl sonra dahi araba süren gözlüklü bir delikanlı gördü mü, yüreği hop ediyor. Demek bir yanıyla oğlunun, belleği silinmiş, bambaşka biri olarak, bir başkasının hayatını sürdürebileceğini düşünüyor. Düşünebiliyor. Dile getirmese de. İnsan beyni, acılarla sıkıştırıldığında sahibini bile şaşırtacak neler üretmez ki. İnsanları kendi umutlarıyla tüketmek, onları hayatlarını artık yaşayamayacak hale getirmek, gerçekten Nazi yaratıcılığına yaraşır bir zulüm. Toplu işkence. Vakit kaybetmek yok. Kayıp edilenler ve geride kalanlar. Hepimiz, birbirimizden koparılıp bir bilinmezler dünyası karşısında çaresiz bırakılıyoruz. Görüşebildiğim kayıp ailelerinin hemen hepsi umuttan istifa etmişlerdi. Oğullarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek için, para kazanmak için, çalışabilmek için, akşamleyin televizyon karşısında kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için, komşuları ziyaret edebilmek için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. Hayatta kalabilmek için. İnsan kalabilmek için.

O anı yaşadılar mı?

Peki, kaybolanlar kayboldukları, kaydımızdan, bilebildiğimiz dünyanın kaydından düştükleri andan itibaren neler yaşadılar? İşkencede neler hissettiler? O anı; kötülüğün yenik düştüğü, çaresiz kaldığı anı; tanık olarak, itirafçı olarak, yararlanılabilecek bilgi kaynağı olarak görülemeyeceklerinin anlaşıldığı o anı farkettiler mi? İşkencecilerinin onların işe yaramadıklarına kanaat getirdikleri o anı? Copların bezgin bir öldürücülükle gövdelerine inmeye başladığını, elektriğin denetimsizce verilmeye başlandığını, işkencecilerin yenilgi öfkesini sezmişlerdir mutlaka. İnsan o an ne hisseder? Ölüm, ne kadar göze alınırsa alınsın, yüzleşildiği anda ürpertmez mi?
       Yoksa başından beri karşılarındaki işkencecileri sonları olarak mı gördüler? Çoğu önceden baskı, dayak, işkenceyle tanışmıştı. Ama her seferinde yakınlarının bir şekilde izlerine düşmüş olduğunu biliyorlardı. Yakınlarının tanıklığına sığındılar. Sevdiklerinin kayıtlarına sığındılar. Korkunç bir masal ormanında sonsuza dek kaybolmamak için arkalarına iz serptiler. Diyelim, bir polis arabasına tıkılırken yoldan geçenlere adlarını haykırdılar. Gözaltında adlarını haykırdılar. Yan koğuştaki, sağ kalacağından emin olamadıkları adama künyelerini haykırdılar. Bildikleri yegane dünyaya ulaşmaya çalıştılar. Ama işte o an; paylaşamayacakları, artık kimseye anlatamayacakları bir an. Tek kişilik. Ölüm gibi... O an, rüyalarıma giriyor. Gencecik bir kadın, gencecik bir adam, öleceğini anlıyor. Bundan hiçbir sevdiğinin haberi olmayacağını da biliyor. O an, yapayalnız. Ardında kalan dünyayı düşünüyor belki. Belki onu da düşünecek halde değil.
       Şu dünyada nerede olduğunuzu, ne yaşadığınızı bilen tek sevdiğiniz kalmadığında başka bir düzleme; âdetlerin farklı olduğu; işaretlerin, diyelim bir sözün, bir bakışın bambaşka anlamlara geldiği bir dünyaya geçtiniz demektir. O çizginin ötesine geçtiğiniz anda, berisinde kalanlar; ananız, arkadaşlarınız, sevgiliniz, mutlaka size çoktan ardınızda bırakmış olduğunuz bir dünyanın çok ama çok uzak anıları gibi geliyordur. Sesinizi artık kimseye duyuramayacaksınız. Kısacık ömrünüzde çoktan göze almış olduğunuz, buna rağmen kafanızda hep öteye, daha öteye ittiğiniz o an geldi işte. O kopma anı. Düşman karşınızda. Öfkeden yüzü gözü seyiriyor. Sizi öldürecek. O düşman kim peki? Görünürde o da sizin gibi biri. Belki yaşıtınız. Aynı mahallede oturuyorsunuzdur, kimbilir. Yoksulluğun dilini biliyor o da. Analarınız pazar yerinde dertleşiyor belki de.

Kötülüğün örgütlenmesi

Kötülük üstüne düşünelim istiyorum. Şefkat, merhamet, vicdan; velhasıl artık hepsi yanlış yazılan bu kelimeler ne ifade ediyor? Oğlunu kaybetmiş bir anayı çamura yuvarlayan polisi, çaresiz kaldığını öne sürüp yine de koltuğundan vazgeçmeyen bakanı düşünelim. Kurbanının etinden et koparan, ona böylesine büyük bir nefret biriktirebilmiş olan adamın hiçbir canlıya, hiçbir şeye merhameti yok mu? Herkesi rahatlıkla tekmeler, kanatır, yaralar, parçalar mı?
       İçindeki vahşi hayvanı böylesine serbest bırakmasına yol açan ne, kim? Bir insana uzun uzun çeşitli işkenceler yapan, çığlıklara kulağını tıkayan, sonunda onun ölüsünü bir ormana atıveren kim? Uzaylı mı? Deli mi? Ne kadar uzağımızda? Seçim önceleri güleryüzlü, hak hukuk söylevleriyle oyumuzu rica eden, yeri geldiğinde dilenen adamlar kim? Son zamanlarda kimi bakanlar hangi suskunluk hakkını kullanıyor? Böyle bir hak var mı? Varsa Mafia'nın suskunluk yeminine mi benziyor?
       Cumhurbaşkanından en ücra köydeki mazlum anaya kadar herkesin üstündeki bir güç, bir dünya mı çekiyor sevdiklerimizi yanına? Kontrgerilla, açıkça dile getirilir, tarihi deşilir, kökü kazınmaya çalışılırsa, gizli-açık bağlantıları nedeniyle bütün devlet yapısı çöker mi? Korkulan, göze alınamayan bu mu? Geceye ve sise borcu olmayan kimse yok mu? Amerikan filmlerindeki kovboy kılıklı kahraman bireyleri mi bekleyeceğiz? Devletin bekası için halktan gizlenen nedir? Halk, bu sırra daha ne kadar kurban verecek? Bundan 20 yıl sonra hâlâ başımızda oturan Demirel, bugünün kayıpları için, Deniz'lerin idamı için dediği gibi "o günün koşullarında kaçınılmazdı" mı diyecek? Mehmet Ali Birand yine zıplaya zıplaya haşmetpenâhlarını sıkıştırıp memleketin en iyi gazetecisi olarak zafer gülücükleriyle programını kapatırken yine bizi gözyaşlarına boğan bir demokrasi dersi mi verecek?
       Kayıp aileleriyle görüştüm. Kayıp edilen o insanları tanımaya çalıştım. Onlardan kendime bir aile edindim. Şimdi onları çok özlüyorum. Kayıplar listesinden pek çok insanın ailesi bizimle görüşmeye yanaşmadı. Kalan çocuklarını da kaybetmekten korkuyorlardı. Herşeyin ötesinde dış dünyaya güvenleri kalmamıştı. Görüşmeyi kabul edenler, kayıplarının hayatından umudu kesmiş olsalar da hesap sormak istiyorlar. Ama önce sevdiğimizin, hayal edemeyeceğimiz yöntemlerle berelenmiş ölü bedenini olsun, istiyoruz. Onu biz gömeceğiz. Onu biz gömene dek bu dünyada yerimiz yok!
       Hepimiz gün günden büyüyen bir kayıplar ailesinin üyeleriyiz. Yakınlarımız kayıp edilmiş olmayabilir. Kendi kayıplarımızı, her geçen gün kaybettiğimiz, kaybettirildiğimiz şeyleri hatırlamanın zamanıdır. ALINTI

EMPATİNİN YİTİMİ – Kayıtsızlık Politikası Üzerine

EMPATİNİN YİTİMİ – Kayıtsızlık Politikası Üzerine
   
Arno Gruen
           
“Ekonomik çöküntü, konjonktür gerilemesi, savaşlar, yıkım, nefret, kardeş kavgası, şiddet, uyuşturucu tüketimi, suç, kadınların ve çocukların hor görülmesi, kabalık ve zulüm neden tüm dünyada artıyor?; Arno Gruen'ın sorusu. İnsanlık, insanlığa ne olduğu, insanı insan yapanın ne olduğu; Çocukların başka çocukları öldürdüğü, insanların birbirine acımasızca davrandığı bir dünyada yaşıyoruz ve Gruen kitabında bunlara bir çıkış yolu arıyor. İlkel toplumları, ruh hastası olarak adlandırılanları ve ölüm kamplarından çıkanları inceleyip karşılaştırmalar yapıyor. Gruen'a göre, insanlar kendi acılarını yaşayamadıklarında, bu acıyı başkalarında yaşama ihtiyacı duyuyorlar.
Uygarlığımızın hastalığı bu şekilde aktarılır: İnsan kendisinin kurban konumunda olduğunu görmek zorunda kalmamak için kendisine kurbanlar arar.”

     Arno Gruen’in kitabına başlangıcı, insanın duygudaşlığını sorgulamak adına bir girişim içeriyor. Ona göre bireyin duygudaşlığı, onun insanlığını, onun kimliğini sorgulamaktır. Bu aynı zamanda insanın, aldığı bedensel ve ruhsal hasarın hangi derecesine kadar insanlığını korumaya devam edebildiğine dair bir sorundur. Empatinin yitimine yol açan en büyük etken olarak Gruen, kişinin kendisini yetersiz olarak hissetmesi ve bu yüzden bir iktidarla kendini özdeşleştirmesini göstermektedir. Eğer insan, zayıflık olarak algılamaya yöneltildiği için kendi acısını yaşayamazsa, bu acıyı başka canlılarda arama ihtiyacı duyacaktır. Aynı zamanda da kendi ruhsal hasarını gizlemek için de bu edimini inkâr edecektir. Gerçekten de bizim kültürümüzde çocuklar, özellikle de erkek çocuklar, gözyaşlarından, çaresizliklerinden, ruhsal incinmelerinden utandırılarak büyütülür. Kitaptaki çok güzel bir örnek bu çarpıklığı eleştirel bir tarzda verilmiş. Bir yavru şempanze yaralandığında anne onu hemen kucağına alır, onunla ilgilenir. Ancak; biz uygar insanlarda ise ebeveynlerin, yaralandığında çocuklarına kızmaları pek de alışılmamış şey değildir. Arno Gruen bundaki başlıca sebebin çocukların dilini anlamamaktan ortaya çıktığını belirtiyor. Gruen’e göre anlamak içinde çaba göstermiyoruz. Çünkü sahip olduğumuz güçlü konumun kibri içinde kendimizi çok iyi çok bilgili ve çok ileri görüyoruz.
     Çocuk gelişimine baktığımızda, ilk çocukluk döneminde çocuklar tabiri caizse dilsizdir. Ancak bu dilsizlik, çocukların duygulanımları olmadığı anlamına gelmez. Onlarında duygulanımları vardır, ama dile getirilemiyordur. Bu sözsüz duygulanımlar anne baba tarafından karşılanmadığında da çocukların gündelik yaşamında gözlemlenebilen şiddet ortaya çıkmaktadır. Çocukların duygusal anlamda doyurulmadıkları takdirde materyalist açıdan açlık hissedecekleri yazarın beğendiğim çok güzel bir tespiti. Eğer bir çocuk içindeki acıya ulaşmanın yolunu bulamıyorsa ve bunun için ona yardım edilemiyorsa canlılığı dumura uğrar, o zaman iç yaşamını dışa, maddesel olana kaydırır diye belirtiyor Gruen. Böylelikle de tüketim toplumumuzun bu iş için hazır tuttuğu sayısız ürünle de çocuğun yaşamı satın alınır. Çocuklara gösterilen duyarsızlık ve acımasızlık yüzyıllar öncesine kıyasla günümüzde azalmıştır. Cezalandırma biçimleri değişti belki ve ama değişen temellerindeki şiddet eğilimi giderek daha iyi maskelendi. Ancak bunun arka planında bulunan çocuğun reddi ve ondan talep edilen itaat hep aynı kaldı. Her şeyin üstündeki iktidar ilkesi hiçbir dönemde tartışılmadı. Çocukların ezilmesinin biçimleri değişmekle birlikte özü hep aynı kaldı. Çocuğun acısı her zaman olduğu gibi inkâr edildi böylelikle de hangi ölçüde olursa olsun acıyı inkâr etme baskısı altında kaldığımızda kendi acımızı algılayamayacak duruma geldik. Ve aynı nedenle bir başkasına verilen acıyı da algılamak istemedik. Diğer insanların sevincini ve acısını hissedebilmeye dayanan sahici bir sorumluluk duygusu yerine, kendi gözümüzde kendilik değerimizi düşüren suçluluk duygularından sıyrıldığımızı belirten Gruen, sert bir eleştiriyle kendimizi sorgulamamızı istiyor. ‘Kökenlerine bakmayı unuttuğumuz şiddetimizi de – yüksek ideallere- hizmet edişimizle haklı çıkarmaya çalışıyoruz.’ Diyerek okuyucuyu düşündürüyor.
     Geçen altı bin yıllık insanlık tarihi, aslen insanda empatinin bastırılma tarihidir diyor yazar. Bu çok radikal ancak bir o kadar da gerçeği yansıtan bir iddia. Ancak empatinin bastırılmasıyla şiddet ve yıkımı meşrulaştıran bir bilinç geliştirilmiş ve barıştan yana olduğuna inanıp, barış için savaşmak üzere savaşa katılabilen bir insan portresi oluşturulmuştur. Küreselleşmenin bir başka sonucu olarak da bireyin kendi sınırları dışında kalanın ele geçirilme arzusuna değinen Gruen, bunun sebebi olarak insanın kendine tam olarak sahip olamamasından ötürü olduğunu söylüyor ki çok da haklı, başkalarını ele geçirerek aslen kendimize sahip olma çabamızda.
    Bu yüzden de, kendi içimizdeki düşmanı aramak yerine farklı görünen, farklı davranan insanlarda dışarıdaki düşmanı arıyoruz. Bu noktada insanın kafasında, ‘peki düşman, insan için neden gereklidir?’ sorusu beliriveriyor. Düşmanlar bizi kendi yaralanmışlığımızı görmekten uzak tutarlar diyor Gruen. İnsan başkalarını cezalandırabildiği, aşağılayabildiği, hatta yok edebildiği sürece kendi kendisiyle yüzleşmek zorunda kalmaz. Bu yüzden kendimize sormamız gereken ilk soru, insanlığımızın türü üzerine olmalıdır diye belirtiyor yazar. Çünkü ancak kendisi için olağanlaşmışı sorgulayan ve ne kendisine nede başkalarına yabancılaşmış biri kendisini anlayabilir. İnsanları tanımak süreç içerisinde öğrenmeyle gerçekleşir. Ancak öğrenmek Heinrich Jackboy,1987, ‘un belirttiği üzere mümkünce az hata yapmak demek değildir. Çocukların az hata yapmaları için doğumlarından itibaren bir yasaklar bombardımanına tutulmaması gerekir. Ancak ne yazık ki Gruen’in tespitine göre, çocukluklarında yasakların acısını çekmiş olan yetişkinler, şimdi yasakları kendileri koyarken bir telafi hissediyorlar. Çocuklar iyilik adına cezalandırılıyor ve onları itaate zorlamak yetişkinlere ahlaki bir tahmin veriyor. Böylece Bergson’un ‘kendimizi anne-babalarımıza ve diğer otoritelere tabi kılmak’ olarak tanımladığı durum erkenden gelişiyor. Çünkü çocuk, cezalandırmayı her zaman kendi işlediği suçun bir sonucu olarak tecrübe ediyor.
     Gerçekten de hem kendi çocukluğumdaki ‘çocukluk algıma’ baktığımda, hem de günümüz çocuklarının bakış açısını gözlemlediğimde, Erikson’un da ifade ettiği üzere, çocuk anne babası tarafından kendisi olduğu için sevilmek istiyor, ancak anne-babası onu genellikle yaptığı şeyler için sevip ve ödüllendiriyor. Bu daha sonradan insanın zihninde şöyle bir yapılandırmayı oluşturuyor: Pek çok insan için, insanın ne yaptığıyla ne olduğu aynı şeydir. Çünkü tanımlama hep bu şekilde yapılmıştır, insan kendisini de böyle tanımlar. Ancak cinsiyet ayrımı, insanın kendisini tanımlamasında bir ayrım yaratıyor. George Trow (1992) ‘a göre Shakespeare bizi Hamlet’in ikilemiyle karşı karşıya getiriyor: Bir yanda erkeğe özgü onur bilinci var, diğer yanda ise ‘onurun artık onurlandırılmadığı’ gelişkin bilinç var. Bu gelişkin bilinç, yaşamdan yana olan kadın bilince denk düşüyor. Erkeğe özgü indirgenmiş bilinç, monoloğun ‘ olmak’ kısmını meydana getiriyor; bu alternatif, kadına özgü olanı –monologda ‘olmamak’- zayıf olarak görüp kenara atmak anlamına geliyor. Shakespeare, ‘var olmak’ kavramını burada ‘erkek olmak’ anlamında kullanmış. ‘olmamak’ ise düşüncenin aslında daha kapsayıcı olan kadına özgü ilkesi: Bu duyumsama yetisi ve insan oluş anlamına geliyor. Yani Shakespeare aslında, bilincimizdeki, erkeğin soyut düşünce birikimini duygudaşlıktan kopartan yarılmayı yorumluyor. Shakespeare’in oyununun çözümlenmesinden sonra başka bir sorunla karşılaşıyoruz ki: dil ve algılama birbirleriyle sıkı bir bağ içindedir ve geliştirilebilmeye oldukça müsaittir.
     Yetişkin insanın dil merkezi çoğunlukla beynin sol yarısında yerleşmiştir. Küçük çocuklarda ise durum farklıdır. Asimetri ancak yaşamın üçüncü ve yedinci yılları arasında oluşur. Yapılan araştırmalar sayesinde, beynin sağ yarısının duygusal yaşantıların, sol yarısının ise mantıklı düşünme ve kognitif süreçlerin hatasız gerçekleşmesi alanında işlev gördüğü kabul edilen bir realite. Bu bilgiyi farklı derslerimizde öğrenmemize rağmen, yüzümüzün, nörolojik olarak beynin sağ yarısı tarafından yönlendirilen sol yarısında daha fazla duygu belirtisi görüldüğüne hiç dikkat etmemiştim. Nitekim sol yüz kaslarının sağ merkez tarafından yönetildiği asimetri teorisini de göz önüne alırsak bu oldukça normal bir durum haline geliyor. Deneysel gözlemler, sağ beyin yarımküresinin algılamalarının bütünsel süreçler içinde gerçekleştiğini gösteriyor; ayrıntılar ve tek tek bölümler, ancak onları kapsayan bir bağlam içinde anlam kazanıyor. Buna karşılık sol beyin yarımküresinin algılamaları tek tek bölümlere yöneliktir. Daha çok ayırıcı ve kategorize edici anlamda analitiktir. Bu noktada Gruen’in ifadesiyle toplumsal normlandırılmış dilsellik gözlemlenir. Dil iletişim aracı oluşunun yanında, aynı zamanda algılama organıdır da. Ancak ilginçtir ki; algılama sistemi üzerinde dil, geliştirici olarak işlev görebildiği gibi, sınırlayıcı olarak da etki bırakabilir.
     Bu noktada okuyucunun kafasında ister istemez birkaç soru beliriyor. Her iki beyin yarımküresinin etkinliklerini ve dolayısıyla kendimizin oluşum ve gelişim sürecini toplum nasıl etkileyebiliyor? Ve bu toplumsallaşma süreci boyunca bilincimize ne oluyor? Sol beyin yarımküresinde, toplumumuzda çok değer verilen ‘bilgiye’ dayalı yetenekler yerleşiyor. Bu şekilde empatik algılama yetilerimizden giderek daha fazla uzaklaşıyoruz. Sol yarım kürenin temel görevinin analitik ve dilsel etkinlikler olup, algılayışımızda toplumsal onay bulana dek filtreleme çalışmasına devam etmektedir. Yani Gruen’in ifadesiyle; bütünsel düşüncenin yerine yalıtıcı düşüncenin hâkimiyetine teslim oluyoruz. Çünkü sağ beyin yarımküresi parçaların anlamını sadece bir bağlam içinde görür ve işler; sol, yani baskın olan beyin yarımküresi ise parçaları bağlamdan kopuk olarak görür.
     Varlığımızın oluşumu öncelikle başarılı olma anlayışıyla belirlendiği için, büyük ölçüde sol beyin yarımküresinin düşünme olanaklarıyla sınırlı kalıyoruz. Sağ beyin yarımküresinin geliştirici bilinci çoğunlukla devre dışı bırakılıyor.
     Moshe Feldenkrais  (1949), bilincimizin gelişkinlikten sınırlılığa kayışını bedenimiz açışından tanımlıyor.  Feldenkrais, insanın, beden duruşu ve hareket ediş biçimi bakımından bir örneğe uyum gösterdiğini, ancak bunun bedeninin gerçek gereksinimlerine uygun olmadığını yazıyor. Bu iddiayı 1973’te Nobel ödülü olan Nikolas Tinbergen de destekliyor ve oturmaya, ayakta durmaya ve yürümeye dair katı tasavvurlarımız olduğunu, bunlara uymak için de kasılmış boyun kasları, gergin omuzlar ve sıkılmış kalça kaslarıyla dolaştığımızı vurguluyor. Ancak bunların bedenin gereksinimleriyle de pek bir ilişkisinin olmadığı da bir gerçek.  Bu tasavvurlar, içimizden gelişmeyen, aksine bize dışarıdan dayatılan ‘olağanlığın’ bir parçası. Bize örnekler ve eğitim vasıtasıyla aktarılıyorlar, ancak biz bilincine varmıyoruz.
     Gruen bu sürecin bizim için çok olağanlaştığı için ne olduğunu fark edemediğimiz bir itaatkârlığın ürünü olarak değerlendiriyor. Tasarımların bize sahip olmamız gereken duygular yoluyla aktarıldığını söylüyor. Öyle ki; bu duygu rollerini üstleniyoruz ve bunları kendi duygularımız olarak görüyoruz. Ama aslında farkında olmasak da sadece itaatkârız. Bu itaatkârlık yazarında değindiği gibi çocukluktan insanın ruhuna işlemiş durumda. Çocuk anne-babasının ilgisi olmadan hayatta kalamayacağı için, boyun eğmekten başka çare bulamaz. Terk edilme korkusunun yarattığı dehşet duygusu, boyun eğdirme baskısı doğuruyor. Bu yüzden de uyum sağlamak başlıca ilke. ‘ Tam uyum sağlamış bir insan ancak ‘doğru’ hareket ettiğinde doğruluk hisseder’ diyor Feldenkrais. Bu şekilde doğru hissetmekle sadece bize dışarıdan verilen bir bilince uymuş oluyoruz. Böylece kasılmış boyun kasları, gergin omuzlar ve sıkılmış kalça kaslarıyla dolaşırız ve kendimizi iyi hissediyoruz. Beden- bilinç ilişkisini daha anlaşılır hale getirirsek, şöyle açıklayabiliriz; erkekçe davranış portresine denk düşen tutumu, denetim, onur ve hâkimiyet ifade eden bir beden tutumudur: dik duruş, gergin omuzlar, askerce bir duruş profilidir. Feldenkrais (1978), bu konuda şunları söylüyor: ‘Eğitim anlayışımızda sonuçlara ağırlık veriliyor, buna nasıl ulaştığımıza değil. Ve bu tamamen gereksiz bir güç sarfiyatı pahasına yapılıyor.’ Sonuç olarak alışkanlığa dayalı davranış modu, buna beden duruşu da dâhil tekrar tekrar olumlu addedildiği için doğru olarak algılanıyor.
     Arno Gruen, geçerli ve toplum tarafından onaylanan- sınırlanmış bir duygu dünyası gerektiren – bir beden tutumuna alışmak bilinçdışında gelişen bir süreç ve kültürümüzün karakteristik bir özelliği olarak nitelendiriyor. Araştırmaların önemli bir kısmı da duyguların hazmedilmesinde cinsiyetler arasındaki farklılık üzerine yapılmıştır. Genel olarak kadınların erkeklere kıyasla görsel alana daha bağımlı oldukları düşünülür. Ancak bu farklılık, içsel algılayışlarının temelde yadsınmasına dayanmaktan ziyade bir gizleme çabasının sonucu gibi görünüyor. Kadınlar, görsel olana bağımlıymış gibi görünmelerine rağmen kendi yaşamlarıyla gayet iyi başa çıkabilecek durumdalar. Buradan da toplumun oluşturduğu kültürel baskıyı cinsiyetler üzerinden sezmek mümkün.

     Empatinin yitimi çocuğun ruhsal acısını ifade etmesine izin verilmemesiyle başlıyor aslında. Ancak bedensel acının toplumca kabul görmesinden ötürü çocuk ruhsal acılarını somatize ediyor ve böylelikle anne babanın ilgisini, şefkatini ve merhametini üzerine çekiyor. Fakat bedensel acının kabul görmesi çocukların bağımsızlıklarını kısıtlıyor. Gruen’in çok önemli bir tespiti daha ki; Anne- babanın, çocuklarının sağlığı için en iyiyi yaptıklarına inansalar da, acıma göstermeleri çocukta bir bağımlılık yaratıyor. Böylelikle de, ‘sahte’ acımayla -ki yazar burada acımanın kendisinin değil nesnesinin sahte olduğunu belirtiyor-gerçek duygusal süreçlerin algılanması engelleniyor. Ve bilinçdışına itiliyorlar, ama bu arada anne-babanın bilgiye dayalı açıklamaları yerine oturuyor. Eğer anne ile baba çocuğun beklentileri karşısında sadece sahte duygularla tepki verirlerse, o zaman çocuk kendisi için hayati önem taşıyan anne-baba temasını koruyabilmek için sahte duygular karşısında sanki gerçekmişler gibi tepki vermeye başlıyor.
     Ve sonuç olarak çoğumuzun başkalarının yüz ifadesindeki gerçeği niçin göremediğini ancak böyle anlayabiliyoruz. Hayatta kalabilmek için sahtekârlıkla yaşamayı çok erken öğreniyoruz diyor bunun için Gruen. Tarif edilmez bir acıya katlanabilmek için görmemeyi öğreniyoruz resmen. Ancak böyle iz bırakıcı deneyimlerin sonucunda gerçek duyguları ayırt edemez hale gelmişsek, aynı şekilde gerçek niyetini dostça bir gülümsemenin arkasına saklayan bir suçluyu da fark edemeyiz, zamanla gerçek bizde korku yaratmaya başlar diyor yazar Arno Gruen. Çünkü başka insanların gerçeğini görmek, çocukken yaşadığımız umutsuzluk ve suçluluk bilincine dair duyguları tekrar uyandırır.
     İnsan kendi acısını, başa çıkması olanaksız olduğu için yaşamından tamamen çıkartırsa, o zaman başkalarının yaşamını elinde tutma duygusu, bu iç boşluğu dolduracak bir ikame olur. Eğer kimliğimizi geliştirmede olanaklarımız kısıtlanırsa, kendimize yönelttiğimiz nefret de büyük oluyor ve bu kendisini, başkalarını bizim de cezalandırdığımıza inandırma eğiliminde gösteriyor. Böylece şiddeti azaltmak için uygun bir ölçüde karşı şiddet kullanma eğilimi ortaya çıkıyor. Şiddet hiçbir zaman ceza ve karşı şiddetle engellenememiş olmasına rağmen bu görüş her yerde destekleniyor. İnsan olmaya dair soruyu, ancak şiddeti haklı çıkartma anlamında yanıtlanabilecek şekilde sorarak şiddete şiddetle karşılık verme eğilimimizi akla uygun hale getiriyoruz.
     Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri de yazarın şu ifadesiydi: ‘ bir insanın varlığının onaylanmaması var olmamakla aynı anlama gelir.’ Bu nedenli doğrudur tartışılır. ancak, okuduğum bölümler paralelinde anlaşılıyor k;  bireyin empati yapabilir seviyesi, ne denli empatiyle kucaklandığıyla korelasyona sahiptir. Gördüğü eğitim ki bunu anne baba eğitiminden kültürün süreç içi eğitimi de dâhil çok önemli bir etkiye sahip. Çünkü kişi çocukluğundan itibaren hem kognitif anlamda hem de sosyal anlamda bu eğitimle şekle girmektedir.
ALINTI