Sunday, March 11, 2012

Bildiğin Gibi Değil

Bildiğin Gibi Değil 90′larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak
Yaraları Hakikatle Sarmak – Rojin Canan Akın, Funda Danışman
Metis Kitap, Haziran 2011, İstanbul

Çocukluğu hatırlamanın biraz buruk, çokça tatlı bir yanı var. Yeniden o yaşlarda olamayacağımız için içimiz burulur burulmasına, ama konu çocukluk yıllarımızdan açıldığında anlatacak bir dolu şey buluveririz. Karşımızdakiyle aynı şeyleri, diyelim bir sakız markasını, bir oyunu, bir televizyon dizisini hatırlıyorsak o yılları birlikte geçirmiş gibi oluruz, birbirimizin hafızasını tetiklemeye çalışırız. “Bak bir de şey vardı o zamanlar, bildin mi?” Son yıllarda internet forumlarında ya da sosyal ağlarda çocukluklarından benzer şeyler hatırlayanların birbirlerini bulup bitmek bilmez muhabbetlere giriştiklerine sıklıkla tanık oluyoruz. Haliyle hatırlananlar da çoğunlukla o yaşlardaki çocukların dünyalarına ait şeyler oluyor. Bu muhabbetler zaman içinde televizyon dizilerine, talk-show’lara yansıdıkça sanki bütün Türkiye’nin ortak bir geçmişi varmış yanılsaması çıkıyor ortaya. 80’lerin ikinci yarısında ve 90’larda bütün çocuklar aynı oyunları oynayıp aynı televizyon dizileri seyretmişler, aynı modaları takip etmeye çabalamış, benzer şarkılar dinlemişler gibi.

“Ortak geçmiş” dediğimiz şey “ortak kader” gibi kurgusal, hayal ve imal edilmiş bir şey aslında. Ne var ki aynı toplumsal kesimden sürekli aynı ya da benzeşen kişiler konuştukça bu hayali ortaklık gerçek zannedilmeye başlıyor; klişeler, ezberler yaşananların önüne geçiyor. Rojin Canan Akın ile Funda Danışman’ın hazırladıkları Bildiğin Gibi Değil/ 90’larda Güneydoğu’da Çocuk Olmak, çocuklukları aynı ülkenin doğusunda geçmiş olanların öbür çocuklardan çok farklı şeyler yaşadıkları gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Bu çocukların hatırladıkları şeyler de -Batı’dakilerin çocukluk hikâyelerinin benzeşmesi gibi- birbirine bir hayli benziyor. Çarpıcı bir başka nokta var burada. Varlıklı biriyle yoksul biri çocukluklarını düşündüklerinde çok da benzer şeyler hatırlamazlar. Biri tatilde yurtdışına gitmiş, öbürü ailesinin geçimi için çalışmak zorunda kalmıştır vs. Bildiğin Gibi Değil’deki çocukların da bazısı varlıklı ailelerden geliyor, bazısı ise çok yoksul; aşiretlerin önde gelen ailelerinden olanlar da var içlerinde, sürekli/düzenli işi olmayan aile büyükleriyle birlikte çocuk yaşta Batı illerine çalışmaya gitmek zorunda olanlar da. Yine de anlattıkları şeylerin büyük bölümünün ortak/benzeş olması, Türkiye’nin güneydoğusuyla ilgili sorunun bazılarınca ifade edildiği gibi sadece azgelişmişlikle ilgili ya da ekonomik nedenleri olmadığını, zengin-yoksul (ağa-köylü) ayrımını dikey olarak kesen başka bir sorunun varlığını bir kez daha hatırlatıyor. Örneğin, dedesi devletle ortak çalışmış bir milis olan Wanbetan’ın gördüğü ve tanık olduğu zulme ne ailesinin geçmişi ne babasının ekonomik imkânları ve devlet güçleri nezdindeki itibarı engel olabiliyor.

“BU MUDUR KARDEŞLİK?”

Bunlar elbette yeni değil, on yıllardır Türkiye’de sıkça dile getiriliyor; Kürtlerin Kürt oldukları için ezildikleri, yok sayıldıkları, katledildikleri, zulüm gördükleri… Akın ile Danışman’ın görüştüğü katılımcıların anlattıkları olaylar bir başka yalanın örtüsünü sıyırıyor. Türkiye’nin doğu ve güneydoğusunda 90’lar boyunca “istenmeyen” şeyler yaşandığından kimsenin kuşkusu yok artık, ama yaşananların masum halkı değil teröristleri ve yandaşlarını hedef almış olduğu yalanı Batı’da bir hayli müşteri buluyor. Kitapta çocukluk ve gençlik hatıraları olarak anlatılanlarsa 90’larda yaşananların nasıl büyük ve yaygın bir zulüm olduğunun farkına varmamızı sağlıyor. Geçen sene Habur’daki kamptan bir grup Türkiye’ye geldiğinde yaşanan tartışmalar o kadar öne çıktı ki, “Bu insanlar ne zaman Türkiye’den gittiler, neden on yıla yakın zamandır BM kampında yaşamayı yeğliyorlar?” sorusu pek gündeme gelemedi. Bir mülteci kampındaki hayatı (üstelik iç savaş yaşanan Irak’taki bir kampı, dikkatinizi çekerim) yeğleyenlerin başlarına ne gelmişti? Üstelik bu gelenler öyle teröriste falan da benzemiyorlardı, yaşlılar, kadınlar, çocuklar vardı aralarında. 1984 doğumlu Nuvin’in anlattıkları yaşanan felaketin zaman ve mekân ötesi bir hal aldığını gösteriyor, onun ve ailesinin K. Irak’a gitmeden önce yaşadıkları kadar, BM kampında yaşadıkları da acılarla ve zorluklarla dolu. Nuvin’in hayat çizgisi 2006’da döndükten sonra da pek değişmiyor. Aynı davadan üç kez yargılanıyor, aylarca haksız yere tutuklu kalıyor. Şöyle sesleniyor Nuvin söyleşinin sonunda: “Biz kardeşiz, diyorlar, ama ortada bir kardeşlik görmüyoruz. Bize hayvan muamelesi yapılıyor. Ben küçüklüğümden beri rezillik içindeyim. Açlık, susuzluk ve sefalet içinde geçti ömrüm. Bu mudur kardeşlik?”

Bildiğin Gibi Değil’in bir başka önemli yönü de görüşülen kişilerin sadece başlarına gelenleri anlatmıyor olmaları. Katılımcılar yaşadıkları acıların, gördükleri zulmün iç dünyalarında nelere yol açtığına da az ya da çok değiniyorlar. Çoğunun belirli bir yaşa geldikten sonra dönüp çocukluklarına baktıklarında bir yandan da kendilerini tarttıkları anlaşılıyor. Neyi neden yaptıklarının, başlarına gelenlere hangi dönemlerde nasıl tepkiler verdiklerinin üzerinde bir hayli düşündükleri anlaşılıyor. Belli ki kimsenin el uzatmadığı zamanlar boyunca kendilerini sağaltmanın bir yolunu aramışlar. Çektikleri acıların iç dünyalarında bıraktığı tortuları, izleri kendi tutum ve davranışlarında fark ettikçe bunlara birer mim koyup üzerinde düşünüp taşınmışlar.

Kitapta sadece yaşanan siyasi baskı ve zulüm anlatılmıyor. Aile içi ilişkilere, kadın-erkek ilişkisine ve gündelik hayata dair dikkat çekici ayrıntılar da aktarıyor katılımcılar. Avsiya’nın şu sözleriyse o yılların genel atmosferinin çarpıcı bir ifadesi: “Buralarda öğlen vakitleri insanın içine hüzün düşerdi. Akşamı ve yarını düşünürdün. Yarın sabaha kim kalkar, kim ölür, kim yaralanır diye. Bu yüzden hiç akşam olsun istemezdim.”

BAŞKALARININ ACILARINA TANIK OLMAK

Katılımcıların çoğu kendi başlarına gelenlerden daha beterini çekmiş olanlara tanıklık etmişler. Kimi babasının, kimi kardeşinin, arkadaşının ya da sadece aynı anda aynı işkencehanede bulunan bir başkasının başına gelenleri gördüklerinde kendi çektiği acıların çok da önemli olmadığını düşündüklerini ifade ediyor. Çektikleri fiziksel acının yanı sıra, daha zor durumdaki bir başkasının acısına engel olamamanın, eli kolu bağlı kalmanın ruhsal acısını duyduklarından, bu ikincisinin yarattığı tahribatın azımsanmayacak ölçüde olduğundan satır aralarında söz ediyorlar. (Tam da bu nedenle, başkalarının acılarıyla acıları katmerlendiği için çektikleri acıları görmezden gelmiş olanları anlamakta zorlanıyorlar.) Ağız birliği etmişlercesine bütün katılımcılar, söz barışmak ve affetmek (güncel bir deyimle “helalleşmek” de denebilir) bahislerine gelince, barışacaklarını ama affedemeyeceklerini söylüyorlar çoğunlukla. Aznavurê, affedebilmesi için toprak altındakilerin çıkmasının, geçmişinin geri verilmesinin gerektiğini söylüyor örneğin. Xêzek unutamayacağı için affedemeyeceğini, Stililê ancak unutabilirse affedebileceğini söylüyor, Şêyhan ise öldürülen babası aklına geldiğinde affedemeyeceğini belirtiyor.

Bütün bu yaşadıklarına ve affetmelerinin imkânsızlığının farkında olmalarına rağmen barışmaktan yana olduklarının altını ısrarla çiziyorlar. Kendilerine bu acıları bizzat yaşatanları, katilleri, katliam emirlerini verenleri, işkencecileri ise affedemeyeceklerini, onların hak ettikleri cezalara çarptırıldıklarını görmek istediklerini vurguluyorlar. Başlarına gelenlere, çektikleri acılara gözlerini kapatanlara ise sitem ediyorlar. Bir ülkenin bir bölümünü böylesi bir savaş sarmış, evler, köyler yanar, insanlar kendilerini neyin beklediğini bilmeden yollara düşmüş, sürülmüşken ülkenin öbür yarısındakilerin bu yaşananlara kayıtsız kalmış olmalarını anlamakta zorlandıkları anlaşılıyor. Barış konusunda çok umutsuz değiller, ama barışabilmeleri için bugüne kadar duyulmayan seslerinin duyulması gerektiği ifade ediyorlar. Empati bekliyorlar, basit bir şey istiyorlar, kendinizi bizim yerimize koyun, yedi yaşına kadar işitmediğiniz bir dilde eğitim almaya zorlansanız, bütün köyünüz meydanda toplanıp üzerlerine kurşunlar yağdırılsa, en sevdiğiniz insanlar güpegündüz sokak ortasında öldürülse, katilleri yıllarca bulunmasa, küçücük bir çocukken bulduğu mayının patlamasıyla ölen arkadaşlarınız olsa, onların ölümüne tanık olmuş olsanız, çatışmaların sona erdiği dönemlerde, ülkenin öbür ucunda kutlama için atılan havai fişeklerin sesiyle o günlerin yeniden geldiği korkusuyla ürperecek kadar sinirleriniz harap olmuşsa ne yapardınız bunu sorun kendinize, diyorlar.

HAKİKATLERİN ARAŞTIRILMASI

Barış için, kalıcı ve sürdürülebilir bir barış için 90’lar boyunca neler yaşandığının tam olarak bilinmesi gerekiyor. Avsiya şöyle sesleniyor: “Benim tek isteğim insanların burada ne çektiğimizi bilmeleri. Batı’dakiler bu yaşadıklarımızı yaşasaydı herhalde dünyayı yakarlardı, diyorum. O yüzden bizi anlamalarını ve barış için bize destek vermelerini istiyorum.” Kendi yaşadıkları bir yana, tanık olduğu vahşetin ardından “Hazal’dan sonrası yoktu artık bizim için. Ülke anlamını yitirdi. Yani hukuk, anayasa her şey bitti” diyen Wanbetan’ın aklının almadığı insanın insana böyle bir vahşeti nasıl reva gördüğü kadar, insanların ilgisizliği aynı zamanda: “Biz neyiz, dünyanın neresindeyiz? Bu ülkenin insanları bizi niye görmüyor? Burada bu kadar kan akarken, bu kadar insan ölürken, bu küçücük çocuklar bunları yaşarken bu ülkenin insanları niye duymuyor bizi?”

Bildiğin Gibi Değil’de hayat hikâyelerini, yaşadıkları acıları anlatan katılımcıların çocukluk ve gençlik hatıraları fiziksel ve ruhsal acılarla dolu. Anlattıklarını art arda okudukça barış için atılacak adımlardan ilkinin gerçeklerin ortaya çıkması için çalışmak olduğu anlaşılıyor. Onların yaşadıklarını unutmaları imkânsız, ama uğradıkları zulme kayıtsız kalmayı bırakır, kafalarımızı gömdüğümüz kumdan çıkartıp işlenen suçların sorumlularının bulunması, bu acıları yaşatanların yanına kâr kalmaması için bir şeyler yapabilirsek, sadece onların acıları görülmüş, yaralarına bir insanın başka bir insanın acısına ortak olmasının mucizevi merhemi sürülmüş olmayacak, bundan sonra benzer acıların yaşanmasına da engel olunacaktır.

Ergenekon’un Fırat’ın doğusunda neler yaptığı konusu bu nedenle çok önemli. Hakikatlerin araştırılması için komisyonlar kurulması, 90’larda neler yaşandığının korkusuzca araştırılması bu yüzden şart. Bunlar, evet, bir yanıyla toplumsal-siyasal talepler, ama Bildiğin Gibi Değil’i okuduğumuzda anlıyoruz ki bu taleplerin bireysel bir yanı da var; bireylerin altüst olmuş hayatlarının düzene girmesi, yaraların sarılması, sağalması için de bu taleplerin mutlaka hayata geçirilmesi gerekiyor.

(Taraf Kitap‘ın 10 Temmuz 2011 tarihli 6. sayısında yayınlanmıştır.)

Kitaptan ALINTILAR
“Sonra beni götürdüler. Oyun oynayalım, dediler. Daha önce bizi doktora götürdükleri için bakire raporumuz var. Bakire olduğumuz için önden bir şey yapamıyorlar. Ha bire arkadan. Şişe vardı, bilmem ne vardı. Şişeyi içinde patlatalım mı, yok getir kıralım falan. Bilmem hangi ülkede öyle yapıyorlarmış. Kırıyorlarmış. Şişe oyunu oynayalım vesaire ama samimi olarak söylüyorum. Arkam parçalandı desem yeridir. Göğüs ucum koptu. Çıktıktan sonra tek dikiş attırdık. Göğsümün bu tarafından süt gelmiyor. Bende sadece iki gözenek var. O da kenarlarda kaldı. Üzerimde sigara yaktılar. Hâlâ izi var. Ben bir erkeğin bu kadar çirkinleşebileceğini orada gördüm. Daha hiçbir erkekle tanışmadan erkeklerin ne kadar çirkin olabileceğini orada gördüm... Bunlar devletin milliyetçileri, devlete sahip çıkanlar, koruyanlardı. Arkamızdan ha bire kan akıyordu.

...Karşıdan bir çığlık kopuyor ki dehşet. Küçük bir kız. Çığlığı korkunç. Anlamıyoruz. Dokuz veya on yaşlarındaydı. Bize göre çok çocuktu. Göğüsleri daha gelişmemişti. Hazal nasıl zevk alıyor musun, falan diyorlar. Ama kız ölüyor. Bir adam sürekli bağırıyor. Gözlerimiz kapalı. Anlamıyoruz. Arkamdan kan akıyor. Göğüs uçlarım ağrıyor, dayanacak güçte değilim. Vücudum alev alev yanıyor. Artık dayak yemek istemiyordum. Arkamın acısı beni zorluyor. Yanımdaki beni dürttü. Gözlerini aç, dedi. Açamam, dedim. Dayanacak gücüm yok, dedim. Kürtçe, aç gözlerini, dedi. Kararlı sesi beni korkuttu. Göğüsleri daha belirgin olmayan bir kız çocuğu, saçları dağılmış. Kızın bacaklarının arasından kan akıyor. Ne oldu anlamadık. Tokat atıyorum yok. Kızın gözleri fal taşı gibi açılmış. Kız defalarca tecavüze uğramış. Kızdan ha bire kan boşalıyordu. Ne yapsam kendine gelmiyor. Sanki gözleri yırtılıyor. Kürtçe konuşuyorum yok, Türkçe konuşuyorum yok. Hiç tepki yok. Kaskatı olmuş. Ped koyalım, bir şey yapalım diyorum ama taş gibi kaskatı. Ped tutacak gibi değil. Ben ses etmiyorum ama yanımdaki bastı küfrü. Artık ağzına geleni sayıyor. Biri gelip diyor ki dokuz kişi onu... Biraz daha konuşursanız yirmi kişi gelip sizi... Biri diyor ki babası daha konuşmadı mı? Babasını konuşturmak için küçücük kıza gözünün önünde tecavüz etmişler.”

Aznavurê, Erkek, 31, Mardin

(…) Bakırköy’de Ferdi Bey vardı. İş arıyordum, restoranda bulaşıkçı aranıyor yazısını gördüm. İşe başladım orda, aynı gün öğle yemeğinde Ferdi bey, Aznavurê nerelisin, diye sordu. Mardinliyim, dedim. Zaten Doğulu olduğumuz şivemizden anlaşılıyor. Hadi ya, Teksaslı mısın, dedi. Baban ne iş yapıyor, dedi. Şeriftir, dedim.

(…) Devlet şu şekilde güzelleşti diyebiliriz. Bana geçmişimi veremez ama çocuklarıma geleceklerini verebilir. Hâlâ bazı şeyleri kurtarma şansına sahip olduğumuza inanıyorum.

Aşî, Erkek, 41, Batman

(…) Aslında karşı taraf ne bizi anlıyor, ne de kendini anlayabiliyor. Vahşeti yakılmaları yıkılmaları biz gördük, ama onların fikri düzeyde yaklaşımları çok daha sakat. Bazı aydınlar hariç Batıdaki komünist, solcu aydınların buradaki insanları anladığına inanmıyorum. Dünyanın neresinde olursanız olun, zulmeden tarafın aydınları var, onlar her zaman zulme uğrayan insanların yanında yer alırdı, ama Türkiye’de bu yapılmadı. Ülkenin solcuları bile bu sorunun adını koymaktan uzak kaldı. Bu nedenle İslami alanın, solcu alanın aydınlarının bu soruna yaklaşımlarını samimi görmüyorum. Bizler sürekli öldük ama onların da sürekli çocukları öldü. Bu ölümler bile onları harekete geçirmedi.

Nuvin, Kadın, 27, Şırnak

(…) Barış olursa kardeşlerimi, annemi babamı görürüm, onlara kavuşurum. Bundan daha insani ne olabilir ki?

Fîrdews, Kadın, 31, Hakkari

(…) Aslında bazen düşünüyorum da babam iyi ki öldü de kurtuldu. Çünkü her gece, her gece evimize baskın yapılıyordu, babamı sürekli gözaltına alıyorlardı. Babam günlerce işkence görüyordu, bazen bir gün tutuluyordu, bazen 10 gün tutuluyordu. Serbest bırakılıp eve geliyordu perişan halde, bırakıldığı günün akşamı yine ev basılıyordu, yine götürülüyordu. Öldürülmeden önce hep böyleydi halimiz…

(…) Aslında anlatmak istediğim çok şey var, ama kusura bakmayın korkuyorum, çocuklarım var, kocam var. Onlara bir şey olmasından korktuğum için konuşamıyorum. Burası küçük bir yer, başımıza her an her şey gelebilir. Çevreden değil, devletten korkuyorum, o yüzden konuşamıyorum.

Gırê Colya, Erkek, 31, Şırnak

(…) Kardeş diyoruz. Biz de kardeş diyoruz. Kardeş dediğin kişiye nasıl el uzatmıyorsun? Kardeş dediğin kişiyi nasıl alıp götürüyorsun? Düşün yani bir kişinin değil, belki tamam benim babam bir kişiydi gitti. Arkasında kaç kişiyi bıraktı? 30 bin kişi diyoruz. Peki 30 bin kişiyle kaç kişi perişan oldu? Kaç kişi kötü yollara itildi? Bunları da gözönünde bulunduralım.

Stililê, Kadın, 32, Mardin

(…) Büyüdüğüm zaman, 18 yaşına geldiğim zaman kazanacağım ilk parayla silah alıp intikam almak istiyordum. Başka bir düşüncem yoktu. Hayalim buydu hep. Bu duygu birinci sınıfta yoktu dördüncü veya beşinci sınıfta oluşmaya başladı.

(…) Bakıyorsun sen bir kadınsın, söz hakkın yok. Bakıyorsun insan yerine konmuyorsun. Gittiğin her yerde kendi dilin yasak. Gidiyorsun hükümet konağına, Türkçe bilsen işlerin oluyor. Benim annem hiç Türkçe bilmiyor, konuşamaz da bundan sonra. Annemin kimliği yoktu ve gittiğimizde kimlik vermek için annemin Türkçe konuşmasını istediler.

Xêzek, Erkek, 31, Çukurca

(…) Ayhan abim dağa gitmeden önce cezaevindeydi. Lisede okurken tutuklandı. 7 sene Muş Cezaevi’nde yattı, sonra serbest kalır kalmaz, burda 3 gün bile kalmadan gerillaya çıkış yaptı. Cezaevindeyken işkenceden dolayı sağ gözünü kaybetmişti. Bir ayağı da sakattı, işkencede ayağını kırmışlar ve o halde dağa gitti.

(…) Bana yapılanları ne unuturum ne de affederim. Bana işkence yapan insanı nasıl affedebilirim ki? Hâlâ rüyalarımda işkence günlerimi, çatışmaları görüyorum. Daha iki gün önce rüyamda, işkence görmemek için kendimi bir uçurumdan aşağı bıraktığımı gördüm. Unutamıyorum ki affedeyim.

Bézvan, Erkek, 31, Çukurca

(…) Keşke babam burada olsaydı da sarılsaydım demedim hiç. Basit bir olay için canını vermedi, bir halk için mücadele etti ve öldü. Onların sayesinde biz bugünlere geldik. En azından rahatlıkla artık Kürtçe konuşabiliyoruz. Televizyon açtırdık. Her ne kadar devlet yapılanması olsa da bu bir kazanımdır ve onların verdiği mücadele sonucunda kazanılmış bir haktır. Birilerine göre terörist olabilir, ama benim için gurur duyulacak bir babadır.

Wanbetan, Kadın, 34, Erciş

(…) Daha devlet kelimesini tanımıyorlar. Sadece Zilan İsyanı’ndan tanıyorlar. Bu yüzden ben çok iyi hatırlıyorum, köyümüzde Mele Nedra Amca vardı. Mele Nedra Amca ölene kadar hiç şehre inmedi. Çünkü Zilan İsyanı’ndan kurtulmuş Kürt çocuklarından biriydi.

(…) Benim eşim böyle biri değil. Mümkün değil. O kadar durgun, o kadar sakin bir insan ki, alakası yok. Aykırı. Beni de zaten ona bağlayan buydu. Benim aşırı hareketliliğim, onun da durgunluğuydu. Onda dinleniyordum. Beni çeken buydu.

(…) Biri diyor ki babası daha konuşmadı mı? Babasını konuşturmak için küçücük kıza gözünün önünde tecavüz etmişler.

Böyle bir ülke var mıydı, bilmiyorduk. Biz dünyanın neresindeydik? Bana olsa bunu kavrıyorum. Ama kavramıyordu Hazal bunu. Biz neyiz, dünyanın neresindeyiz? Bu ülkenin insanları bizi niye görmüyor? Burada bu kadar kan akarken, bu kadar insan ölürken, bu küçücük çocuk bunları yaşarken bu ülkenin insanları niye duymuyor bizi?.. Bu çamur bir gün onlara da sıçrayacak. Bunu hissetmek çok kötü, ama bunu yapanlar aynısını yaşasınlar diye dua ettim.

(…) Haberleri yokmuş. Nasıl yok? Buraya gelip bu işi yapanlar kendi çocukları. Gerillanın başını kesip, fotoğraf çektirip bunu albümde herkese gösteriyor kahramanlık diye. Bunu benim ablam bizzat yaşadı. Fotoğrafı övünerek göstermiş. Ablama gösteriyor. Ablam görür görmez orada kopuyor. Ayağını kestiği başın üstüne koymuş, fotoğraf çektirmiş. O anne demiyor mu, ya çocuğum nasıl kestin adamın başını, bu insanın suçu ne kime ne yaptı?

(…) Bir sendika toplantımız vardı. Yanıma bir bayan oturdu. Van’dan gelmişsiniz, dedi. Evet, dedim. Sizin Türkçeyi kullanmanız çok düzgün. Siz Vanlı değilsiniz, dedi. Yok, ben Kürdüm, dedim. Emin misiniz, dedi. Kesinlikle, dedim. Siz Türk müsünüz, dedim. Evet, dedi. Emin misiniz, dedim. Ne demek, dedi. İşte dedim, bu demek.

Şêyhan, Erkek, 35, Lice

(…) Hepimizi dışarı çıkarttılar, kapının önüne ve evimizi yaktılar. Gözlerimizin önünde, biz sekiz çocuk , anne ve baba gözlerimizin önünde evimizi yaktılar. İçinde hayvan vardı, eşyalar vardı, sadece insanları dışarıya çıkarttılar ve bütün evleri yaktılar, insanların hepsi çığlık çığlığa. Evimiz yandı gitti, sonrasında bize, gidin, nereye gidiyorsanız gidin, dediler.

Gever, Erkek, 32, Yüksekova

(…) Aslında benim dilimde problem yok. Benim Kürtçemde hayatın her şeyi var. Kürtçe espri yapabiliyorum. Kürtçe gülebiliyorum. Kürtçe konuşabiliyorum. Kürtçe ağlayabiliyorum. Kürtçe haykırabiliyorum. Benim dilimin eksikliği yok. Niye birileri inatla Türkçeyi öğretiyor? Benim dilimin ne problemi var ki?

Liyan, Kadın, 31, Şırnak

(…) Aslında anlatmak, konuşmak istediğim o kadar çok şey var ki. Sadece ayrıntısına inemiyorum ya da çoğu şeyi unutmak istediğim için hatırlamak istemiyorum. İnsan, yaşadıkça unutuyor galiba… Unutmasa da bir kenarda saklı dursun, görünmesin istiyor.

(…) Geçen yaz Bodrum’da arkadaşlarımla bir pansiyon tuttuk. O pansiyonda herkesin kimlik bilgileri girildikten sonra kimlikleri geri verildi, ama bizim Şırnaklı olduğumuzu öğrendikleri andan itibaren 3 gün boyunca kimliklerimiz pansiyon sahibi kadının kasasında bekletildi. Şırnaklısın diye kimliğine dahi el konabiliyor, bunu görüyorsun.

Gijal, Erkek, 34, Şırnak

(…) Şimdi barış başkadır, affetmek başkadır. Yani mutlaka dünyanın neresinde olursa olsun yüzyıl sürmüş savaşların bile sonu barışladır. Bu anlamda tabii bunların bir daha tekrarlanmaması dileğiyle bunların bir daha ne Kürtlerin ne de başka bir toplumun başına gelmemesi dileğiyle bir barışın olması şarttır. Ama barış yapılırken de, barıştan sonraki süreçlerde de bu suçları araştıracak, bu suçları işleyenlerin, işletenlerin yargı önünde bağımsız yargı önüne çıkarılmasını sağlayacak unsurların olması gerekiyor. Ve Kürtleri bu azaptan kurtaracak bir yargının olması gerekiyor.

(…) Ve hâlâ bunu yapanlar belki günde on defa bizim evimizin önünden elini kolunu sallayıp geçiyor. Bir soruşturma açmaya bile tenezzül edilmemiştir. Yani bu aslında sadece polis, askerdir. Türk yargısı affedilemez. Türk hükümeti de affedilemez. Türkiye’de bugüne kadar hükümet olmuş, suç sahibi olmuş hiç kimse affedilemez ve herkes payına düşen suçun cezasını çekmeli. Yargı bunları yargılayarak bağımsız ve tarafsız olduğunu ispat etmek zorundadır.

Manis, Erkek, 36, Çukurca

(…) Niye gerçekler daha iyi anlatılmıyor? Benden daha güzel yapabilen, yaşayabilen güzel söyleyebilen, güzel yazabilen insanlar niye bunu yapamıyor?

(…) Asıl bölücülük anadiline yasak koymak, insanı dilsiz lal etmek değil midir? İnsanların en insani temel hakları neden lütufmuş gibi sunulur ki?

ALINTI