Saturday, October 3, 2015
Ödül ve ceza diyalektiği B. Sadık Albayrak
Bir yazar ölünce, bir kez daha biyografisiz kaldığımı görüp hüzünleniyorum. Bir başka yazarın ölümü ardından gazetede zoraki yayımlanan biyografisini okurken, kendi durumuna ilişkin kaygılanmak hiç de hoş değil. Sonra, biyografisiz kalmak, ne kadar yanlış, sanki vardı da kaybettim; oysa biliyorum, baştan biyografisi olmayan bir yazarım.
Aramızdan bir yazar göçüyor, şair Mehmet Başaran’ı kaybediyoruz, gazetelerde iki satırlık, “köy edebiyatı” hareketine katılmıştı diye bir yazar biyografisi uyduruyorlar, yazarı, bu birkaç satırlık öksüzlükten kurtaracak asıl cümleler ise şu şu ödülleri kazanmıştı diye sıralanıyor. Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmıştı, TDK Şiir Ödülü’nü almıştı, Sait Faik Hikâye Armağanı verilmişti vb bilgiler yazar biyografisinin en önemli bölümünü oluşturuyor.
Üşenmedim, Wikipedia’dan baktım, Nobelli yazarın biyografisinde, kazandığı ödüllerin listesi, yazdığı kitapların sayısını ikiye katlıyor. Kazandığı mı demeli, verilen ödüller mi... Adam daha ilk kitabıyla Milliyet Gazetesinin belki de ilk ve son kez verilen roman ödülünü bir başka romancıyla paylaşmış. Bu ödüllü kitabı, gazetenin yayınevi yayımlamış: Yetmişli yılların sonları... Seçici okur kitlesi, Türkiye’nin geleceğinden umutludur, gerçekçi ve devrimci olmayan romanları okumaya ayıracak vakti yoktur; vasat bir piyasa gazetesinin verdiği ödülü hiç umursamamış, dönüp yüzüne bile bakmamış. İşte tam bu sırada, Nobelli yazarın birkaç yıldır, yayınevi depolarında küflenmeye yüz tutmuş ödüllü kitabının kaderini değiştirecek iki önemli tarihsel olay oluyor.
ÜLKEYE DARBE EDEBİYATA DARBE
12 Eylül 1980 Darbesi, ülkenin geleceğinden umutlu ve sosyalizme koşan öncüleri, seçici okuryazar kitlesini hapishanelere dolduruyor. İşkenceli ve sıkıyönetim mahkemeli süreçlerde, devrimci umut ve öfkenin kırımı başlıyor. TRT televizyonunda toplumcu ve gerçekçi kitapların suç aleti olarak gösterildiği yıllardan geçiyoruz.
Ödül ve ceza diyalektiği işliyor. Sistemin ya da sermayenin has kurumunun, sözgelimi Milliyet Gazetesinin ödülünü alan kitabı değil de, Mehmet Başaran’ın Memetçik Mehmet’ini okuyana ceza yağıyor. Düzenin, 1940’ların ikinci yarısında, Soğuk Savaş’ı kışkırtırken, sorularını ve umutlarını tehlikeli bularak cezalandırdığı bir avuç Köy Enstitülü öğretmenin karşılaştığı baskı ve zulmün romanı olan Memetçik Mehmet’e, 1979 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü verilmişti. 1946’dan sonra ABD emperyalizminin yolunda girilen aydın kırımının bu romanı, 12 Eylül’den sonra ise, düşünmeyi ve isyan etmeyi bilen siyasi suçluların suç aletleri arasında gösterilmişti. Orhan Kemal Ödülü, yeni dönemin cezası için işaret yerine geçiyordu.
Yine aynı günlerde, Nobelli yazarın, depolarda çürümeye yüz tutan kitabının kaderini değiştirecek ikinci olay sahneye çıkıyordu. Aramızdan göçük Kemal Özer ağabeyimin deyişiyle, “yayıncılık doktorasını” 68 günlerinde Ankara’nın merkezinde küçük bir kitabevinde yaptıktan sonra, Cem Yayınevi’nde başarılı bir “Arkadaş Kitaplar” editörlüğüyle deneyim kazanmış Erdal Öz, profesörlüğe geçiyor, kendi yayınevini kuruyordu.
Türkiye darbeyle yetmişlerin tersi bir yola sokulurken, Erdal Öz, Can Yayınları’nda da yenilik peşinde koşuyor. Yeni yazarlar çıkarıyor... Rastlantı olabilir mi, Milliyet gazetesinin ödülünü kazanan her iki roman ve romancı da Erdal Öz’ün yayınevinden piyasaya sunuluyor. Bu arada, yayıncılık profesörü Erdal Öz, Nobelli yazarın, Milliyet Yayınlarında hiç satılmayan ilk kitabını yeni bir adla yayımlamayı ve üstüne bir de bu kitaba Orhan Kemal Roman Ödülü verdirmeyi beceriyor. Bu ödülün komplo teorilerine yakışan bir öyküsü olduğunu bölük pörçük biliyoruz. Ne yazık ki, pek tamamlama şansımız da yok, olayın temel kurgulayıcısı Erdal Öz, aramızdan göçtü. Seksenlerden sonra Nobelli yazar ve türevlerinin hâkim olduğu edebiyat ortamı karşısında, “Edebiyatımı Geri İstiyorum” haykırışını kitap adı yapan Demirtaş Ceyhun, bu komplonun içyüzünü en iyi bilenlerden biriydi, onu da çok erken bir zamanda kaybettik. Belki, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’nin yazarı, hep seçici kurul üyesi Nurer Uğurlu’dan bir şeyler öğrenebiliriz. Ama şunu hep hatırlamakta yarar var; bu yazara Nobel ödülü verildiği gün, Demirtaş Ceyhun, bir grup yazarla birlikte bu ödülün Türk edebiyatına ve toplumsal mücadeleler tarihine bir komplo olduğunu bir bildiriyle halka duyurmayı görev bilmişti. Bildiği başka ve daha çok şey olduğundan eminim.
Şimdi daha iyi anlıyoruz; ülkeye darbe, elbette sosyalist ve devrimci kırımı olduğu kadar, belki ondan da çok, edebiyatımıza bir darbeydi. Prof. Dr. Yıldız Ecevit türünden sistemin yazıcılarının sevinçle yazdıkları gibi, yüz yıldır toplumsal sorunlarla yüklü, gerçekçi ve mücadeleci edebiyatımızı, bir başka yola sokuyor, egemen sınıfın ideolojisiyle insanı ve yaşamı yabancılaştıran bir edebiyata başkalaştırıyordu. Aynı zamanda bir aydın olan yazarın yerine, Kafka’nın metamorfozuna benzeyen bir değişimle, aynı zamanda bir reklamcı olan yazıcı getiriliyordu. Yazarlar hapishanelerde, kitapları suç aletleri olarak televizyonlarda, adları sosyalist gerçekçi, jdanovcu veya köy edebiyatı olarak karalama yazılarında, kitapları kitabevlerinin tezgâh altlarındaydı... Karşılarında bilgisiz ve saldırgan bir aydınlanma, akıl, cumhuriyet ve devrim düşmanı burjuva yazıcılar kuşağı, ödüllerle, sermayeleşmiş yayınevlerinin piar’lı baskılarıyla edebiyat dünyasını kaplıyordu.
PLAKETTEN BOL SIFIRLI ÇEKE ÖDÜLLER
Tarihin gerçeğini silmek ve sermaye sınıfına göre yeni bir tarih uydurmak... Toplumsal bilimde de, edebiyatta da, sinema ve tiyatroda da yaptıkları bu oldu. Bunun için yeni bir ödül ve ceza sistematiği kurdular. Eskiden gerçekçi ve toplumcu yazarların seçici kurulunu oluşturduğu ve bu çizgide romanlara verilen Orhan Kemal Roman Ödülü’nü, aydınlanma ve cumhuriyet düşmanı, solu karikatür düzeyinde resmeden ve açık bir sol düşmanı bu yazara ve benzerlerine dağıtmaktan hiçbir rahatsızlık duyulmayan bir ülke yarattılar. Temeli doymazca bir sömürüye dayanan, skandalların fark edilmediği, bütünü skandala dönüşmüş bir sistem kurdular. Yetmişli yılların gerçekçi roman ve hikâyelerinde emekçi sınıftan karakterler, “hadi oradan burjuva piçi” diye küfrediyorlardı. Bunların romanlarında, “burjuva piçi”, baş kahraman olmuş, “hadi oradan pis solcu” diye konuşuyordu.
“Burjuva piçleri”, işkence altında inletilen solculara bunların kitaplarında sövdükçe, Pamukgiller, Altangiller, Tekingiller familyası ülkede verilen bütün ödülleri topluyorlardı. Ülkeyi bir “sessiz ev”e çevirmek, yaşamı “dört mevsim sonbahar” kılmak için “gece dersleri” verdikçe, düzenin bunlara borcu artıyordu.
Bunlara az geliyor, yeni ödüller konuyordu. Fiyatlardaki enflasyonun yanı sıra edebiyat dünyasında bir de “ödül enflasyonu” tartışması başlamıştı. Bazen bir ödül, yıllar önce yayınlanmış ve ödülsüz kalmış bir kitap için sahneye çıkıyordu. Sözgelimi, 1997 yılında ilk kez verilen Aydın Doğan ödülü, Adalet Ağaoğlu’nun 1993 yılında yayınlanan, “tekerleme edebiyatının” bir başyapıtı, Romantik kitabına ödül vermek için dört yıl geç kalmıştı. Eskiden “teneke” bir plaket ve kitabın kapağında kırmızıyla yazılmış bir nottan ibaret ödül, sermayedarların adını aldıkça binlik, on binlik çeklere dönüşüyordu. Günümüzün meşhur AKP aklayıcılarından, Brecht’in çarpıcı oyununudaki adlandırmayla sermayenin has “tui”si Adalet Ağaoğlu, ilk kez verilen Aydın Doğan Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada, o zamanın parasıyla 5 milyar lira olan bu ödülün gençleri edebiyata özendireceğini söylüyordu.
SİSTEMİN EDEBİYAT ÇİTLERİ OLARAK ÖDÜLLER
Ödüller gençleri edebiyata özendirmedi ama edebiyatla uğraşanları hep belli bir çizgiye sokmak için özendirdi. Ödüller sistemin egemen edebiyatının üreticisi yazıcıları yetiştiren ve hep aynı sınırlar içinde tutan çitler işlevi gördü. İnsanın sorusuz, meraksız, bilgisiz, edilgin bir varlığa indirgendiği tekellerin ortaçağında, ne kadar çok ödül konursa, insanı burada tutan çitlerin sıklığı ve tutuculuğu artırılıyordu. Ödül ve ceza diyalektiği bu çitlerin gücünü ve aşılmazlığını belirliyordu.
Sisteme gerçek anlamda karşıt olanın payına ceza düşüyordu. Gerçekçi yazar, bu düzenin bir sömürü cehennemi olduğunu ve insanı çürüttüğünü ortaya koyan yazar, romanını yayınlayacak bir yayınevi bulamıyordu. Bulsa bile, tekelleşmiş dağıtım ve kitabevi zincirlerinde kitabı okurun karşısına çıkarılmıyordu. Edebiyatın pazarlama dergilerinde, gazetelerin kitap ekleri ve sanat dergilerinde haberleri verilmiyordu. Bunların sonucunda, bir yazar için en büyük ceza, okursuz bırakılma cezası infaz ediliyordu.
Okur, büyük ölçüde sermayeleşmiş yayınevlerinin ve kültür endüstrisinin yönlendirmesi ve şartlandırmasıyla hareket eden bilgisiz kitlelere dönüştürülmüştü. Okur, her düzey ve kaliteden bestseller okuruna çevrilmişti. Her düzey ve kalite derken, Herlequin romanı ile Zizek felsefesini birlikte düşünmek gerekiyor; pembe aşk romanı okuyan ile karmaşık felsefi kitaplar okuyan arasında, bütün entelektüel ayrıma karşılık, seçtiği kitabın belirlenmesinde aynı şartlandırma ve yönlendirme mekanizmasının etkili olduğunu anlatmak istiyorum. Gerçeğe, kendi yaşamı ve gereksinimlerine yabancılaşmış bir okur, gerçeği, umut ve öfkeyle yazan bir yazar için en büyük cezadır.
Bu okur, gerçekçi yazara gözünün ucuyla bile bakmamaktadır.
SİSTEMİN BAŞARISI: GÜDÜMLÜ OKUR
Ödül ve ceza diyalektiği, edebiyat ödülleriyle sınırlanamayacak ölçüde karmaşık, bütünsel bir sistemi anlatır. Bir yılda on beş edebiyat ödülünün seçici kurulunda başkanlık görevini yürüten Doğan Hızlan ve daha düşük sayılarda benzer görevi üstlenen ödülcüler, bu çürümüş sistemin yalnızca bir parçasını oluşturuyorlar. Medyalaşmış iletişim sistemi içinde, yazarın güdümlü okura sunumu, ödülden daha etkili olmaktadır. Örnek olsun, polisiye yazarı olarak piyasa sunulan bir bestseller yazarı, henüz yayınlanmamış kitabı için aylar önce Cumhuriyet Gazetesinde tam sayfa konuşturulmaktadır. Hürriyet Gazetesinin ünlü kadın röportajcısı, bestseller kitapların piyasaya çıktığı gün, şaşmaz bir biçimde, ülkenin en çok satan gazetesinin tam sayfasını yazarlarıyla söyleşiye tahsis etmektedir. Üniversiteler bu vasat ve bayağı edebiyat için sempozyumlar düzenlemekte, kitaplar yayınlamaktadır.
Birileri için her adımları ödüldür.
Halkçı ve devrimci yazarlar için her yazdıkları cezadır.
Sistem onlara en büyük cezayı kesmiştir; okursuz bırakmıştır.
Sistem, benim gibi yazarlara ek bir ceza daha kesiyor, biyografisiz bırakıyor. Açıyorum, Necatigil’in yazarlar sözlüğünü, bir yazarın yaşamı ve eserleri kadar, önemli yer tutan bir ödüller listesi var. Diyelim ki, benim türümden, ödüllere kökten karşı ve hiçbir yarışmaya baştan katılmayan bir yazarın, bu sözlükte biyografisini yazacaklar, ödüller bölümünde koskoca bir boşluk. Eserler bölümünde, kıyıda köşede direnmeye çalışan emekçi ve devrimci yayınevlerinin zoraki yayımladığı birkaç eser adı; buna biyografi denebilir mi?
Oysa Kemal Ateş hocamızın ve Taylan Kara arkadaşımızın ödüller üzerine akıl açıcı yazılarından biliyoruz; bu ödüller yayınevlerine bile biyografi kazandırıyor. Can Yayınları, on beş yıldan uzun bir zamandır, Cumhuriyet Gazetesinin dağıttığı Yunus Nadi edebiyat ödüllerinin hepsini topluyor. 12 Eylül’den sonra kurulan ve Nobelli yazara skandal ödüllerle sahneye çıkan, bu ödüllü listeyle sermayeleşmiş bu yayınevi, değil bir biyografi, Doğan Hızlan’ın pek eksiğini duyduğu “ödül ansiklopedisi” bile hak ediyor.
Bir yazarımızı kaybediyoruz ve arkasından onu hiç okumamış, bilgisiz bir muhabir, bölük pörçük bir biyografi yazıyor. En önemli bölümü, kazandığı ödüllerin listesine ayırıyor. Biz ödülsüz yazarlar, en iyisi, olabildiğince geç ölmeye bakalım.
Güdümlenmiş okurdan, skandal edebiyat ödüllerinden, gerçekçilik düşmanı edebiyat profesörlerinden kurtulmuş bir Türkiye’de, gözümüz arkada kalmadan, müsterih ölebiliriz.
Bunların karanlığından kurtulmuş o Türkiye’de, ilgili ve bilgili bir gazeteci, arkamızdan, ödülsüz biyografimizi insanlığa yakışır sözcüklerle, samimiyetle yazacaktır.
Monday, September 28, 2015
Foucault’da disiplin toplumu-güvenlik toplumu ayrımı
Zeynep
Gambetti
Fransa’da
2004’te, ABD’de ise 2007 sonunda yayınlanan ve Michel Foucault’nun 1976-77
yıllarına ait ders notlarını içeren Security, Territory, Population kitabı,
Foucault’nun biyopolitika ve yönetimsellik kavramlarını bir daha düşünmemizi
gerektirecek gibi görünüyor.[1]
Zira Foucault bu notlarda yönetimsel tekniklerin hakim olduğu güvenlik toplumunu,
disiplin toplumunun karşıtı olarak kuruyor. Belirlediği normlar üzerinden
itaatkar bedenler yaratan disipliner iktidar, egemenlik paradigmasının daha
yakınında duruyor; bunların karşısında ise farklı bir iktidar türü
tanımlanıyor. Hakim tekniği norm değil güvenlik olan bu iktidar, Deleuze’ün
betimlediği denetim toplumuna daha yakın bir izlekten kuruluyor.
Bu notlar
elbette ki Foucault’nun henüz hayattayken yayınlanmasını bizzat istediği ve
seçtiği yazılarının yerine geçmez. Bir düşünürün kuramını üretme sürecindeki gelgitleri,
dağınık parçaları birleştirme çabaları, hamlık anları; kamusal alana somut bir
nesne, yani bir kitap olarak malettiği fikirlerinin nihai olgunluğundan
yoksundur doğal olarak. Gerçi Foucault kendi deyimiyle bir “deney adamıdır”:
“kitaplarımı yazma nedenim, üzerinde düşünmeyi çok istediğim bir şey hakkında
hala ne düşündüğümü tam olarak bilemediğim içindir; kitap beni ve düşüncelerimi
dönüştürür...”[2]
Yöntemini ve kuramını sürekli sorgulayan, değiştirmekten kaçınmayan, ve yaşamı
boyunca bambaşka olmasa bile birebir örtüşmeyen paradigmalar ortaya atan bir
düşünür olduğunu hatırlayacak olursak, Collège de France gibi Fransa’nın
akademik dehalarını biraraya getiren bir kurumda verdiği derslerde (daha
doğrusu konferans dizisinde) sunduğu perspektifin azımsanmayacak bir öneme
sahip olduğunu teslim etmeliyiz.
Söyleşilerinden
farklı olarak son derece titiz bir hazırlık gerektirmiş olan bu derslerin çok
kısa bir bölümü “Governmentality” başlığı altında artık Foucault klasikleri
arasına girmiştir bile.[3] Çoğumuz bu makaleyi yönetimsellik kavramı
konusunda ana kaynak olarak okuyoruz. Oysa makale şu sözlerle başlıyor: “Daha
önce ’güvenlik aygıtları’ üzerine verdiğim derste nüfus meselesine özgü bir
dizi sorunun ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştım, ve daha dikkatli
incelendiğinde ayrıca yönetim sorunsalını da ele almamız gerekeceği anlaşılmıştı...”
Ne yazık ki, bahsi geçen güvenlik sorunsalını ne ben merak etmiştim, ne de
benim bilebildiğim kadarıyla sosyal bilimciler arasında tartışılmıştı. Kitap ABD’de
elime geçtiğinde Fransa’da çıkalı 3 yıl olmuştu bile. Tartışmaya fazlasıyla
değer bulduğum güvenlik paradigması, Foucault’da daha önceleri net bir biçimde
ilintilemeyen disiplin ile yönetimselliğin özgül farkını ortaya koyuyor
kanımca. Bu anlamda kuramsal bir boşluğu doldurmanın da ötesinde, bugüne dair
yeni şeyler de söylüyor.
Buradaki
amacım, Security, Territory, Population’ın Foucault’nun düşünsel gelişimi
içerisindeki yerini irdelemek değil; kuramının tamamı açısından ne anlama
geldiğine bakmak ise hiç değil. Böylesi bir tartışmayı Foucault uzmanlarına
bırakmayı tercih ediyorum. Tartışmak değil, tartıştırmak amacıyla ve esas
itibariyle güvenlik kavramıyla neler yapılabileceğii konusunda düşünsel bir
egzersiz yapmak üzere yazıyorum.
Foucault’nun
üç farklı iktidar kavramsallaştırmasına gittiği, “Governmentality” makalesinden
olduğu kadar daha önceki yazılarından ve özellikle ders notlarından anlaşılıyor,
ancak bunlar tam olarak birbirlerinden ayırt edilmiyordu.[4] Hatırlayacak
olursak, iktidar türlerinden biri egemenliktir. İktidar alanını toplumsal
alandan ayıran, iktidarı toplumsallık üzerinde hakim kılmayı hedefleyen ve
dolayısıyla yasaklarla, dehşetengiz cezalarla iş gören egemenlik paradigması,
siyaset biliminin klasik iktidar anlayışına denk düşer. Devletin merkezi gücünü
yaptırım yoluyla kullanması ve kanunlara itaati sağlamasıyla kurulan
iktidardır. Ana yaptırım tekniği kanunlarla suç ve ceza kategorilerinin
kodifiye edilmesidir. Egemenlik döngüsel bir mantığa sahiptir; amacı,
egemenliğin icrasıdır.
Foucault’nun
özellikle hapisanenin doğuşunu incelerken tesbit ettiği disiplin mekanizmaları,
egemenlik paradigmasından farklı bir iktidar pratiği ortaya çıkarmaktadır.[5]
17. yüzyılda geliştirilen gözetim, kontrol, ayrıştırma, mekansal olarak
düzenleme, hesaplama, sınıflandırma ve akılcılaştırma teknikleri sayesinde
bireysel bedenlerin belli bir norma uyumlu hale getirilmesi imkanı
yaratılmıştır. Egemenlik paradigması korku salma ve dolayısıyla egemeni görünür
kılma üzerine kuruluyken, disipliner teknikler bakış yönünü değiştirmiştir.
Artık bakılan iktidar değil, iktidara tabi olan – olması istenen – öznelerdir.
Gözetlenen özneler, tıpkı Bentham’ın Panopticon ütopyasında arzulandığı gibi,
normları içselleştiren ve iktidarı kendi öznelliğinde yeniden üreten özneler
haline geleceklerdir. Bedenler üzerinde uygulanan iktidar aracılığıyla belli
öznelliklerin kurulabileceği anlaşılmıştır zira. Foucault’ya göre disiplin
teknikleri belli bir standartlaşma etkisi doğurur, normlara uygun davranan
bireyler oluşturur. Okul, kışla, hastane ve hapisane modellerinde olduğu gibi
uysal bedenler üretilmesini hedef güder.
Hukuk,
ikili bir kodifikasyon sistemidir: neyin yasak, neyin müsaade edilebilir
olduğunu belirler, suç-ceza ikilisi üzerinden işler. Her suç türüne tekabül
eden bir ceza türü vardır. Suçlu, hukuğun dışındadır; hukuğu ihlal etmiştir,
eylemi hukuk dışıdır. Disiplin mekanizmasında ise birey hem hukuğun ikili
kodifikasyon sisteminin içindedir, hem de hukuğu tesis eden yasama fiilinin ve
suçluyu cezalandıran adli fiilin dışında veya ötesinde. Disiplin mekanizması
gözetim, teşhis ve değiştirme, dönüştürme olasılıkları alanına ait olan bir
dizi polisiye, tıbbi, psikolojik, mekansal, askeri tekniklerden oluşur. Birey
burada hukuğa içkin “normatif” eksenle alakası olmayabilen – ve hatta bazen zıt
yönde işleyen – bir “normalizasyona” tabidir. Foucault 1977-78’de bu etkiye
“normasyon” demenin daha doğru olacağına da belirtir: normal ile anormal
arasındaki sınır normlar aracılığıyla çizildiği için, sözkonusu olan
“normalleşme” değil, “normlaşma”dır.[6]
Foucault
1975-76 yıllarında verdiği derslerde, 18. yüzyılın sonunda ivme kazanan
sanayileşmenin etkisiyle, egemenlik paradigmasının yerini bir değil, iki farklı
iktidar mekanizmasına bıraktığını söyler. Bunları disiplin ve düzenleme olarak
ayrıştırmaya çalışır. Disipliner iktidar, beden siyaseti üzerinden kurulur; düzenleyici
(regulatory) iktidarın nesnesi ise nüfustur.[7]
Foucault’nun biyopolitika adını verdiği siyaset cinsi esas itibariyle düzenleyici
iktidardan türer: beriki bedeni değil, hayatın kendini düzenlemeyi amaçlar.
Bir yıl
sonraki ders notlarında ise Foucault analizini yeniden kurar. Biyo-iktidar adı
altında kendi deyimiyle “muğlak” bıraktığı bir kavramı açmak istemektedir.
Biyo-iktidar insan türünün temel biyolojik özelliklerini siyasetin stratejik
nesnesi, yani iktidarın nesnesi haline getiren bir dizi mekanizmadır. Foucault’nun
1977-78 yılında verdiği derslerin ana meselesi, yani güvenlik teknolojilerinin
tarihçesine bakmak istemesinin ana sebebi, “gerçekten bir güvenlik toplumunda
yaşayıp yaşamadığımızı tesbit etmektir”[8].
Zira “en az on iki yıldır... ceza hukuğu sorunsalındaki gelişmelerin altında
yatan temel sorunun güvenlik olduğu açıktır”[9]
Ancak derslerin hemen başında hukuk, disiplin ve güvenlik paradigmaları farklı
dönemlere ait, yani birbirini yerini alan, bir öncekini ortadan kaldıran
iktidarlar olmadığını da belirtir. Disiplin 18. yüzyılda peydahlanmaz;
adli-hukuki kodifikasyon sisteminde de mevcuttur. Güvenliğin de uzun bir tarihi
vardır. Bu üç iktidar paradigmasının birbirleriyle ilişkili girift yapılar
olarak algılanması gerektiğini vurgular Foucault. Eğer bir dönemsellik
sözkonusuysa, değişen şey üç tür iktidar arasındaki bağıntıdır. Bazı dönemlerde
iktidar türlerinden biri hakim hale gelir.
Security,
Territory, Population’da yönetimsellikten bahsetmeden önce Foucault, kavramsal
ayrıştırmasını şehirleşme, sağlık ve ekonomi alanındaki tarihsel gelişmeler
üzerinden yürütür. Bunlara kısaca bakmakta fayda var.
Şehirleşmeden
başlayalım. Etrafı duvarlarla çevrili bir mekansallığa sahip Ortaçağ
şehirlerinin gerek yapısı, gerekse hukuki statüsü, 17. ve 18. yüzyıllarda sorun
teşkil etmeye başlamıştır. Zira nüfusun ve ticaretin artmasıyla şehirleri
dolaşıma açmak gerekmiştir. 17. yüzyılın yarısında La Métropolitée başlıklı bir
şehir planlamacılığı risalesi yazan Alexandre Le Maîstre, başkent ile şehirler,
şehirler ile taşra arasındaki ilişkileri ve dolaşımı düzenleme hevesindedir.
Foucault’ya göre Le Maîstre’in esas sorunsalı egemenliktir, yani hükümetin ana
mekanını belirlemek. Ancak önerdiği uzamsal düzenlemeler aynı zamanda nüfusun
belli şemalara göre yeniden konuşlanmasını içerdiği için disipliner özellikler
de taşır. Bu anlayışa göre mekanın aldığı biçim, işlevine birebir tekabül
etmelidir. Keza Panopticon tam da böylesi bir tahayyül içerir.[10]
Ancak zaman içerisinde artan nüfus ve dolaşım yüzünden, disipliner mekanizmanın
dayandığı suni olduğu kadar sorunsuz ve sarih mekansallığın imkansız olduğu
ortaya çıkar. Şehrin düzeni, içeri doluşan ve mekana gelişigüzel serpişen
dilenciler, gezginler, caniler ve hırsızlar yüzünden bozulma tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Güvenlik mekanizmalarını gerektiren budur. Güvenlik, disiplinin
aksine, suni mekanlar inşa etmek ve nüfusu iktidarın gereksinimlerine göre yerleştirmekle
sağlanamaz. Varolanı veri olarak almak zorundadır. Amaç riski sıfıra indirmek
değildir, çünkü bu imkansızdır. O halde amaç, dolaşımı düzenlemek, iyi dolaşımı
kötüsünden ayrıştırarak olasılıklar üzerinden iş yapmaktır. Geleceğin
bilinmezliğini hesaba katan bir strateji belirlenir, sayısız devingen öğe
kümelenir, bunların yol açabileceği sayısız olay öngörülmeye çalışılır.
Foucault şöyle yazar: “Bu kümeler olasılık tahminleriyle kontol edilemeyecek
kadar açık uçlu oldukları için, bunların yönetiminin güvenlik mekanizmasının en
temel özelliği olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum.”[11] Başka bir değişle,
egemenlik uzamı sermayeleştirmeye[12]
çalışırken, disiplin yapılandırır, içindeki öğeleri hiyerarşik ve işlevsel bir
dağılıma tabi tutmaya çalışır. Güvenlik ise belirli bir uzam içerisindeki
zamansal ve değişken öğeleri hesaplar; uzamdan çok ortam veya çevre (milieu)
ile ilgilenir. Üç iktidar türü arasındaki fark bu bağlamda keskinleşir: ortam
öyle bir müdahale sahasıdır ki, bireyleri egemenlik paradigmasında olduğu gibi
iradevi eylemlerde bulunabilen hukuki özneler olarak değil; disiplin
paradigmasında olduğu gibi belirli davranış normlarına uyan bedenler olarak
değil; nüfus olarak, yani içinde yaşadıkları maddiyata biyolojik anlamda mahkum
bir çokluk olarak etkiler. Güvenlik bireyleri bu anlamda “doğallaştırır”, yani
biyolojik varlıklarını, türsel varlıklarını iktidarın nesnesi haline getirir.[13]
Ekonomik
gelişmelere gelince... Egemenlik paradigması mutlak fiyat kontrolleri
içerirken, disiplin merkantilist anlayışa yani ithalat-ihracatın kontrol altına
alınmasına ve korumacılığa; güvenlik ise tam anlamıyla serbest piyasa
mantığına, yani “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinlere” tekabül etmektedir.[14]
Güvenlik paradigmasının ayırt edici özelliği, örneğin ekonomide ihracat ve
ithalatı sıkı denetim altında tutmak değil, tam tersi, fizyokratların savunduğu
gibi olayları kendi akışına bırakmaktır. Bunun bir iktidar mekanizması olmasını
Foucault şöyle açıklar: hedef, nüfusun tamamının güvenliğidir. Bunu sağlamak
için bedenler üzerinde disipliner mekanizmalar uygulamak yetmez; risk hesapları
yapılması gerekir. Amaç, riskin tüm nüfusu tehlikeye sokmasını engelleyecek
şekilde yönetilmesidir. Bugün “risk yönetimi” adı verilen tekniğe benzer bir
anlayış sözkonusudur. Nüfus düzeyinde uygulandığında buna daha çok toplum
mühendisliği demek gerekir. Kullanılan teknik, güce karşı gücü devreye
sokmaktır, kısıtlayıp denetlemek değil. Foucault güvenliği kıtlık örneği
üzerinden tartışır. Gerek egemenlik, gerekse merkantilist anlayışa göre mutlaka
önlenmesi gereken bir felakat olan kıtlık, güvenlik anlayışında o denli sorun yaratmaz.
Elinde gıda stoğu olanlar, fiyatların yükselmesiyle bunları piyasaya sürmeye
meyil edeceklerdir zira. Korumacılığın tersine serbest piyasa ekonomisi
ithalatı denetim altında tutmadığı için, stokçular yurtdışından gıda ithal
edilmesi ihtimalini hesaba katmak zorundadırlar. İthalat yüzünden kıtlığın
aşılacağı ve fiyatların düşeceği korkusu onları ellerindeki malı piyasa sürmeye
iter. Dolayısıyla kıtlık öyle veya böyle aşılır, sürdürülebilir bir durum
değildir.
Anlaşılmaktadır
ki, disiplin aslında egemenlik paradigmasından çok da farklı işleyen bir
iktidar yapısı değildir. Eğer egemenlik paradigmasını hukuk sistemi ve bunun
belirlediği sınır ve yasaklar olarak algılarsak, disiplinin yaptığı bunun çok
uzağına düşmez. Hukuk “hayır!” derken, disiplin “evet” der; hukuk belli
davranışları yasaklar, disiplin belli davranışların kanıksanmasını sağlar.[15]
İkisine ortak olan özellik, öznelerin kendi başlarına buyruk olmalarını
engellemek, onları belli kalıplara sokmak, belli şekilde davranmalarını ve
düşünmelerini sağlamaktır. İkisi de sınır çizer, iktidarın nesnesi üzerinde
denetim kurmayı hedefler. İkisi de riski sıfıra indirmek ister, “anomaliden”
hoşlanmaz. Örneğin kıtlık sorunsalında merkantilistler, ithalat ve ihracata
kısıtlar koymak suretiyle kıtlığı başgöstermeden engellemek arzusundadırlar.
Keza egemenlik paradigması da riski doğmadan yasaklar aracılığıyla önlemeyi
hedefler. Güvenlik paradigmasındaki temel soru ise, zararlı olduğu varsayılan
herhangi bir pratiğin toplumsal ve ekonomik olarak kabul edilir sınırlar
dahiline nasıl alınabileceği, toplumun işleyişi için optimal bir ortalamaya
nasıl çekilebileceğidir.[16]
Güvenlik riski kabullenir; hatta riskten beslenir. Foucault dispositif (müdahale
aygıtları) kavramını böylesi bir mekanizmayı anlatmak için kullanır.[17]
Dispositif, bir gerçeği teşkil eden öğeleri başka öğelerle ilişkilendirme
becerisidir, öyle ki zararlı olan öğeler dengelensin, sınırlasın, telafi görsün
ve nihayet önlenmeye gerek kalmadan etkisiz kılınsınlar.
Bu
mekanizma üçüncü örnekte daha da belirginleşir. Salgın hastalık vakalarında
hastaları tecrit etmek ve salgının yayılmasını mutlak anlamda önlemeye çalışmak
yerine aşı tekniğinin geliştirilmesi gücü güce karşı kullanma yöntemidir. Salgına
yol açan virüs sağlıklı bedene enjekte edilince, hastalık kontrol edilebilir
bir düzeyde deklanşe olur. Bedenin geliştireceği antikorlar, virüsün bedeni
tümüyle hasta etmesine izin vermez. Nüfusun tamamı açısından bakıldığında
benzeri bir müdahale sözkonusudur. Diyelim belli bir nüfus artış oranının
nufüsun tamamı için faydalı olduğu tesbit edildi. O zaman bu artış eğrisini fiiliyatta
bozan öğeler (örneğin artan çocuk ölümleri) bazı yöntemlerle azaltılmaya ve
örneğin başka bir yaş grubundaki ölüm oranlarının düşüklüğüyle dengelenmeye
çalışılır. Maksat çocuk ölümlerini sıfıra indirmek değil, nüfus artış eğrisini
etkilemeyecek düzeye çekmektir.
Foucault
işte tam burada, disipliner iktidardan farklı olarak “normasyon” değil,
“normalizasyon”dan bahsetmemiz gerektiğini savunur, “kanımca, disiplinlerin tam
zıttı olan bir sistem vardır karşımızda” diye yazar.[18] Disipliner iktidar
bir ideal davranış modeli tahayyülü üzerinden norm belirlemekle başlar ve
bireyleri buna uyumlu hale getirmeye çalışır. Güvenlik ise normalliği hesap
etmekle başlar, yani normalliğin eğrisini çıkarır, “norm”u ise bundan sonra
belirler. Bu durumda norm, farklı normalliklerin (örneğin çocuk ve yetişkin
ölümlerinin) arasındaki etkileşimdir. Kısacası, disiplin araçsal bir mantığa
sahipken güvenlik faydacıdır.
Burada
önemle vurgulanması gereken şudur: bir gücü diğer bir güçle dengeleme
teknisyenliği, nüfusun belirli bir kısmını gözden çıkarmayı da gerektirir.
Güvenlik, anomalileri yadsımaz; bilakis, işleyebilmesi için anomaliye ihtiyaç
duyar. Nüfusun bir kısmı “harcanabilir” olmalıdır. Başka bir deyişle,
düzenlenebilir bedenler yerine harcanabilir, yokedilebilir bedenler ister.
Önceki ders notlarında harcanabilirliği ırkçılık ve faşizm ile ilişkilendiren
Foucault, bir yıl sonra liberalizmle ilişkilendirmektedir. Bu geçiş düşündürücü
olmakla beraber, şaşırtıcı değil, aksine oldukça uzak görüşlüdür. Küçük balığın
büyük tarafından yutulması, rekabete dayanamayanların iflas etmesi, güçsüz
olanın sömürülmesi anomali değil, liberal ekonomik zihniyetin “normalidir”.
Güvenliğin
bir iktidar paradigması olarak ayırt edici özelliği hayatı düzenleyip korumak
değil, durumun gereklerine göre yok olmasına göz yummaktır. Egemenlik
paradigmasından farkı, kimin öleceği, kimin yaşayacağı arasındaki seçimin belli
bir yasaya göre değil, kaynağı ve doğası her an değişebilen risklere göre
belirlenmesidir. Yönetimsellik ve taktik kavramlarını Foucault işte bu bağlamdan
türetir.
Güvenlik
söyleminin kanımca en sinsi işlevi, hak-hukuğun muğlaklaştırılması ve öznelliği
arzulara indirgemesidir. Egemenliğin mekanı olan modern devletin hakim iş görme
yöntemi, hukuksallık ve meşruluk idi. Bunlar belirli bir evrensellik varsayıyordu.
Hukuk standard oluşturma özelliğiyle özneleri eşit kılıyor, meşruluk ise genel
seçim hakkı üzerinden egemen bir halk tahayyülü içeriyordu. Başka bir deyişle,
egemenlik iki ayrı düzeyde “özne” inşa ediyordu: (1) bireysel düzeyde irade
sahibi özneler, toplumsal sözleşme yoluyla devlet karşısında “halk” olarak
varoluyorlar; (2) hukuğun yasaklarına direniş şekli ise yine iradesini kullanan
halkın kendi “hayır”ını iktidara dayatması idi. Egemenlik paradigmasında
iktidar alanı, Foucault’nun da altını çizdiği gibi, iradelerin çatışmasından
doğuyordu.[19]
Toplumsal sözleşme mantığı, her bireyin kendi iradesiyle kanunlara itaat
ettiğini varsayıyordu. Sözleşmenin şartları belliydi, sınırları çizilmişti.
Suçlu, sözleşmeye uymayan, kendini toplumun dışına çıkarandı. Oysa güvenlik
sözkonusu olduğunda halk “nüfus”a dönüşür ve üzerinde otoriteryen ama hesaplı
oyunların oynayabileceği bir “satıh” halini alır.[20] Güvenliğe özgü
yönetimselliğe karşı çıkmak için iradevi bir red yeterli değildir, çünkü toplumsal
güçlerin birbirlerine karşı kullanılmasını kanunları değiştirmekle durdurmak
mümkün değildir. Kaldı ki güvenlik, faydacılık anlayışına uygun olarak,
bireylerin arzularını yönetme mekanizmasıdır: “Arzu bireyin kendi çıkarları
peşinde koşmasıdır.... Arzuların birbirleriyle etkileşimi aracılığıyla
kollektif bir çıkar üretilmesi, nüfusun doğallığının ve bunu yönetecek
araçların olası suniliğinin ayırt edici özelliğidir.”[21]
Yazılacak
daha çok şey var ama haddimi bilip burada durmakta fayda var. Tüm bunlar
kanımca yeni düşünsel kapılar açıyor, farklı bir Foucault okumasına çağırıyor.
En azından ben, Security, Territory, Population’ı okurken kah Frankfurt
Okulu’nun kitle ve tüketim toplumu analizlerine, kah Negri ve Hardt’a, kah
Deleuze’e gidip durdum. Agamben’e gidemedim, zira Foucault bu derslerde ondan
uzaklaşıyor gibiydi. Ama güvenlik kavramını gözümde önemli kılan faktörler
arasında baskın geleni liberalizm ile ilişkisi oldu. Foucault’yu Marx’ın
yöntemsel ve analitik olarak karşısına koyan yorumların aksine, aslında
elimizde bir kapitalizm tahlili var bence. Hatta, bir adım daha ileri giderek
şunu bile iddia edebilirim: Foucault’nun anlamaya çalıştığı fenomen liberalizm
değil, esas itibariyle neoliberalizmdi. 1970’lerin sonunda etkisini göstermeye
başlayan neoliberal mantığa göre, liberal hukuk devleti ve soysal refah devleti
kapitalist birikim süreçlerinin önünde engel teşkil etmeye başlamıştı. Anayasal
hak ve özgürlüklerin zımni olarak yeniden tanımlası, güvenlik paradigmasının
bir gereğidir. Hak sahibi birey kavramının içini boşaltabilmenin dahiyane bir
yoludur güvenlik. “Kendi güvenliğiniz için” başeğersiniz; tehlikenin nereden,
ne zaman geleceğini bilemediğiniz için özgürlüklerin bir bir kırpılmasına alet
olmakla kalmayıp, bunu arzularsınız. Neyin, ne zaman tehdit oluşturacağı
bütünüyle konjonktüre ve “eşyanın doğasına” bırakılmıştır. Farklı unsurların
toplumsal düzeni bozma potansiyelleri farklı olduğu için, çeşitli tehdit
algılarına uygun bastırma yöntemleri geliştirilebilmeli ve hatta bu konuda
yaratıcı olmanın önü açılmalıdır.
Dahası,
Foucault’nun tanımladığı anlamda güvenlik, salt terör söylemine değil, belli
bir yönetimsellik mantığına işaret eder. Harcanabilir bedenler yaratan bu
mantığa göre, örneğin işsizlik bir “anomali” değildir. Neoliberalizmin
hararetli savunucusu Margaret Thatcher’in bir danışmanına göre, İngiltere’de
işsizlik bilerek ve isteyerek körüklenmiştir. Neoliberal piyasanın işgücü
fazlasına ihtiyacı vardır çünkü. 1984 maden grevinde olağanüstü bir katılık
sergileyen Thatcher, açlık pahasına direnmeye devam eden işçilerin yeni dünya
düzeninde hiç bir dayanağı olamayacağını, geçmişin o güne taşıdığı hiç bir
hümanist, sosyalist, liberal veya dayanışmacı değerin onları kurtarmaya
yetmeyeceğini, muhalefetin boşuna olduğunu bilfiil göstermiş ve kanıtlamıştır. David
Harvey’in neoliberalizm hakkında “yaratıcı yokediş” ifadesini kullanması ve
neoliberal sistemin kapitalizmin krizlerini önlemek değil, bilakis tetiklemek
ve yönetmekten beslendiğini iddia etmesi, bu bağlamda oldukça manidardır.[22]
Son sözüm,
“özne” ve “halk”tan “nüfus”a geçişte özgürleştirici bir yan görenelere olacak: güvenlik
paradigmasında özgürlük “güvenlik aygıtlarının kullanımının bir bağıntısından başka
birşey değildir”[23].
Bundan medet ummaya devam edilebilir mi gerçekten?
[1] Michel Foucault, Security,
Territory, Population. Lectures at the Collège de France, 1977-78, Hampshire ve New York, Palgrave Macmillan,
2007.
[2] James D. Faubion (der.), “Interview with Michel Foucault”, Power:
Essential works of Foucault, 1954–84, Volume III, Londra, The Penguin
Press, 2001, s. 239-240.
[3] “Governmentality”, G. Burchell, C. Gordon ve P. Miller (der.), The Foucault Effect. Studies in
Governmentality, Chicago, Chicago University Press, 1991, s. 87-104.
[4] Society Must Be Defended.
Lectures at the Collège de France, 1975-76, M. Bertani ve A. Fontana (der),
Londra, Penguin Books, 2004.
[5] Özellikle bkz. Discipline and
Punish. The Birth of the Prison, Harmondsworth, Penguin, 1979.
[6] Security, Territory, Population,
s. 57.
[7] Society Must Be Defended, s.
246-251.
[8] Security, Territory, Population,
s. 11.
[9] A.g.e.. s. 9.
[10] Foucault 1977-78’de, “panopticon’un en eski egemenin en eski rüyası
olduğu bile söylenebilir” diyerek, bugüne kadar disipliner mekanizmanın ana
modeli olarak gördüğümüz panopticon’u egemenlikle ilişkilendirir. A.g.e., s.
66.
[11] A.g.e., s. 20.
[12] Burada Foucault bilinçli olarak “capitalize” sözcüğü üzerinden bir
kelime oyunu yapmaktadır. “Capital” hem sermaye, hem de başkenttir;
“capitalize” ise ekonomik anlamda sermayeleştirme, aktifleştirme, kapitalize
etmeye; şehircilik anlamında başkentleştirmeye tekabül eder.
[13] A.g.e., s. 21-22.
[14] A.g.e., s. 41.
[15] A.g.e., s. 71.
[16] A.g.e., s. 5.
[17] A.g.e., s. 37.
[18] A.g.e., s. 63.
[19] A.g.e., s. 71.
[20] A.g.e., s. 75.
[21] A.g.e., s. 73.
[22] David Harvey, “Neo-liberalism
as creative destruction”, Geogr.Ann., 88 B (2), 2006, s. 145–158.
[23] Security, Territory, Population,. s. 48.
Subscribe to:
Posts (Atom)