Saturday, October 3, 2015

Ödül ve ceza diyalektiği B. Sadık Albayrak


Bir yazar ölünce, bir kez daha biyografisiz kaldığımı görüp hüzünleniyorum. Bir başka yazarın ölümü ardından gazetede zoraki yayımlanan biyografisini okurken, kendi durumuna ilişkin kaygılanmak hiç de hoş değil. Sonra, biyografisiz kalmak, ne kadar yanlış, sanki vardı da kaybettim; oysa biliyorum, baştan biyografisi olmayan bir yazarım.
Aramızdan bir yazar göçüyor, şair Mehmet Başaran’ı kaybediyoruz, gazetelerde iki satırlık, “köy edebiyatı” hareketine katılmıştı diye bir yazar biyografisi uyduruyorlar, yazarı, bu birkaç satırlık öksüzlükten kurtaracak asıl cümleler ise şu şu ödülleri kazanmıştı diye sıralanıyor. Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmıştı, TDK Şiir Ödülü’nü almıştı, Sait Faik Hikâye Armağanı verilmişti vb bilgiler yazar biyografisinin en önemli bölümünü oluşturuyor.
Üşenmedim, Wikipedia’dan baktım, Nobelli yazarın biyografisinde, kazandığı ödüllerin listesi, yazdığı kitapların sayısını ikiye katlıyor. Kazandığı mı demeli, verilen ödüller mi... Adam daha ilk kitabıyla Milliyet Gazetesinin belki de ilk ve son kez verilen roman ödülünü bir başka romancıyla paylaşmış. Bu ödüllü kitabı, gazetenin yayınevi yayımlamış: Yetmişli yılların sonları... Seçici okur kitlesi, Türkiye’nin geleceğinden umutludur, gerçekçi ve devrimci olmayan romanları okumaya ayıracak vakti yoktur; vasat bir piyasa gazetesinin verdiği ödülü hiç umursamamış, dönüp yüzüne bile bakmamış. İşte tam bu sırada, Nobelli yazarın birkaç yıldır, yayınevi depolarında küflenmeye yüz tutmuş ödüllü kitabının kaderini değiştirecek iki önemli tarihsel olay oluyor.


ÜLKEYE DARBE EDEBİYATA DARBE 
12 Eylül 1980 Darbesi, ülkenin geleceğinden umutlu ve sosyalizme koşan öncüleri, seçici okuryazar kitlesini hapishanelere dolduruyor. İşkenceli ve sıkıyönetim mahkemeli süreçlerde, devrimci umut ve öfkenin kırımı başlıyor. TRT televizyonunda toplumcu ve gerçekçi kitapların suç aleti olarak gösterildiği yıllardan geçiyoruz.
Ödül ve ceza diyalektiği işliyor. Sistemin ya da sermayenin has kurumunun, sözgelimi Milliyet Gazetesinin ödülünü alan kitabı değil de, Mehmet Başaran’ın Memetçik Mehmet’ini okuyana ceza yağıyor. Düzenin, 1940’ların ikinci yarısında, Soğuk Savaş’ı kışkırtırken, sorularını ve umutlarını tehlikeli bularak cezalandırdığı bir avuç Köy Enstitülü öğretmenin karşılaştığı baskı ve zulmün romanı olan Memetçik Mehmet’e, 1979 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü verilmişti. 1946’dan sonra ABD emperyalizminin yolunda girilen aydın kırımının bu romanı, 12 Eylül’den sonra ise, düşünmeyi ve isyan etmeyi bilen siyasi suçluların suç aletleri arasında gösterilmişti. Orhan Kemal Ödülü, yeni dönemin cezası için işaret yerine geçiyordu.
Yine aynı günlerde, Nobelli yazarın, depolarda çürümeye yüz tutan kitabının kaderini değiştirecek ikinci olay sahneye çıkıyordu. Aramızdan göçük Kemal Özer ağabeyimin deyişiyle, “yayıncılık doktorasını” 68 günlerinde Ankara’nın merkezinde küçük bir kitabevinde yaptıktan sonra, Cem Yayınevi’nde başarılı bir “Arkadaş Kitaplar” editörlüğüyle deneyim kazanmış Erdal Öz, profesörlüğe geçiyor, kendi yayınevini kuruyordu.
Türkiye darbeyle yetmişlerin tersi bir yola sokulurken, Erdal Öz, Can Yayınları’nda da yenilik peşinde koşuyor. Yeni yazarlar çıkarıyor... Rastlantı olabilir mi, Milliyet gazetesinin ödülünü kazanan her iki roman ve romancı da Erdal Öz’ün yayınevinden piyasaya sunuluyor. Bu arada, yayıncılık profesörü Erdal Öz, Nobelli yazarın, Milliyet Yayınlarında hiç satılmayan ilk kitabını yeni bir adla yayımlamayı ve üstüne bir de bu kitaba Orhan Kemal Roman Ödülü verdirmeyi beceriyor. Bu ödülün komplo teorilerine yakışan bir öyküsü olduğunu bölük pörçük biliyoruz. Ne yazık ki, pek tamamlama şansımız da yok, olayın temel kurgulayıcısı Erdal Öz, aramızdan göçtü. Seksenlerden sonra Nobelli yazar ve türevlerinin hâkim olduğu edebiyat ortamı karşısında, “Edebiyatımı Geri İstiyorum” haykırışını kitap adı yapan Demirtaş Ceyhun, bu komplonun içyüzünü en iyi bilenlerden biriydi, onu da çok erken bir zamanda kaybettik. Belki, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi’nin yazarı, hep seçici kurul üyesi Nurer Uğurlu’dan bir şeyler öğrenebiliriz. Ama şunu hep hatırlamakta yarar var; bu yazara Nobel ödülü verildiği gün, Demirtaş Ceyhun, bir grup yazarla birlikte bu ödülün Türk edebiyatına ve toplumsal mücadeleler tarihine bir komplo olduğunu bir bildiriyle halka duyurmayı görev bilmişti. Bildiği başka ve daha çok şey olduğundan eminim.
Şimdi daha iyi anlıyoruz; ülkeye darbe, elbette sosyalist ve devrimci kırımı olduğu kadar, belki ondan da çok, edebiyatımıza bir darbeydi. Prof. Dr. Yıldız Ecevit türünden sistemin yazıcılarının sevinçle yazdıkları gibi, yüz yıldır toplumsal sorunlarla yüklü, gerçekçi ve mücadeleci edebiyatımızı, bir başka yola sokuyor, egemen sınıfın ideolojisiyle insanı ve yaşamı yabancılaştıran bir edebiyata başkalaştırıyordu. Aynı zamanda bir aydın olan yazarın yerine, Kafka’nın metamorfozuna benzeyen bir değişimle, aynı zamanda bir reklamcı olan yazıcı getiriliyordu. Yazarlar hapishanelerde, kitapları suç aletleri olarak televizyonlarda, adları sosyalist gerçekçi, jdanovcu veya köy edebiyatı olarak karalama yazılarında, kitapları kitabevlerinin tezgâh altlarındaydı... Karşılarında bilgisiz ve saldırgan bir aydınlanma, akıl, cumhuriyet ve devrim düşmanı burjuva yazıcılar kuşağı, ödüllerle, sermayeleşmiş yayınevlerinin piar’lı baskılarıyla edebiyat dünyasını kaplıyordu.

PLAKETTEN BOL SIFIRLI ÇEKE ÖDÜLLER  
Tarihin gerçeğini silmek ve sermaye sınıfına göre yeni bir tarih uydurmak... Toplumsal bilimde de, edebiyatta da, sinema ve tiyatroda da yaptıkları bu oldu. Bunun için yeni bir ödül ve ceza sistematiği kurdular. Eskiden gerçekçi ve toplumcu yazarların seçici kurulunu oluşturduğu ve bu çizgide romanlara verilen Orhan Kemal Roman Ödülü’nü, aydınlanma ve cumhuriyet düşmanı, solu karikatür düzeyinde resmeden ve açık bir sol düşmanı bu yazara ve benzerlerine dağıtmaktan hiçbir rahatsızlık duyulmayan bir ülke yarattılar. Temeli doymazca bir sömürüye dayanan, skandalların fark edilmediği, bütünü skandala dönüşmüş bir sistem kurdular. Yetmişli yılların gerçekçi roman ve hikâyelerinde emekçi sınıftan karakterler, “hadi oradan burjuva piçi” diye küfrediyorlardı. Bunların romanlarında, “burjuva piçi”, baş kahraman olmuş, “hadi oradan pis solcu” diye konuşuyordu.
“Burjuva piçleri”, işkence altında inletilen solculara bunların kitaplarında sövdükçe, Pamukgiller, Altangiller, Tekingiller familyası ülkede verilen bütün ödülleri topluyorlardı. Ülkeyi bir “sessiz ev”e çevirmek, yaşamı “dört mevsim sonbahar” kılmak için “gece dersleri” verdikçe, düzenin bunlara borcu artıyordu.
Bunlara az geliyor, yeni ödüller konuyordu. Fiyatlardaki enflasyonun yanı sıra edebiyat dünyasında bir de “ödül enflasyonu” tartışması başlamıştı. Bazen bir ödül, yıllar önce yayınlanmış ve ödülsüz kalmış bir kitap için sahneye çıkıyordu. Sözgelimi, 1997 yılında ilk kez verilen Aydın Doğan ödülü, Adalet Ağaoğlu’nun 1993 yılında yayınlanan, “tekerleme edebiyatının” bir başyapıtı, Romantik kitabına ödül vermek için dört yıl geç kalmıştı. Eskiden “teneke” bir plaket ve kitabın kapağında kırmızıyla yazılmış bir nottan ibaret ödül, sermayedarların adını aldıkça binlik, on binlik çeklere dönüşüyordu. Günümüzün meşhur AKP aklayıcılarından, Brecht’in çarpıcı oyununudaki adlandırmayla sermayenin has “tui”si Adalet Ağaoğlu, ilk kez verilen Aydın Doğan Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada, o zamanın parasıyla 5 milyar lira olan bu ödülün gençleri edebiyata özendireceğini söylüyordu. 


SİSTEMİN EDEBİYAT ÇİTLERİ OLARAK ÖDÜLLER 
Ödüller gençleri edebiyata özendirmedi ama edebiyatla uğraşanları hep belli bir çizgiye sokmak için özendirdi. Ödüller sistemin egemen edebiyatının üreticisi yazıcıları yetiştiren ve hep aynı sınırlar içinde tutan çitler işlevi gördü. İnsanın sorusuz, meraksız, bilgisiz, edilgin bir varlığa indirgendiği tekellerin ortaçağında, ne kadar çok ödül konursa, insanı burada tutan çitlerin sıklığı ve tutuculuğu artırılıyordu. Ödül ve ceza diyalektiği bu çitlerin gücünü ve aşılmazlığını belirliyordu.
Sisteme gerçek anlamda karşıt olanın payına ceza düşüyordu. Gerçekçi yazar, bu düzenin bir sömürü cehennemi olduğunu ve insanı çürüttüğünü ortaya koyan yazar, romanını yayınlayacak bir yayınevi bulamıyordu. Bulsa bile, tekelleşmiş dağıtım ve kitabevi zincirlerinde kitabı okurun karşısına çıkarılmıyordu. Edebiyatın pazarlama dergilerinde, gazetelerin kitap ekleri ve sanat dergilerinde haberleri verilmiyordu. Bunların sonucunda, bir yazar için en büyük ceza, okursuz bırakılma cezası infaz ediliyordu.
Okur, büyük ölçüde sermayeleşmiş yayınevlerinin ve kültür endüstrisinin yönlendirmesi ve şartlandırmasıyla hareket eden bilgisiz kitlelere dönüştürülmüştü. Okur, her düzey ve kaliteden bestseller okuruna çevrilmişti. Her düzey ve kalite derken, Herlequin romanı ile Zizek felsefesini birlikte düşünmek gerekiyor; pembe aşk romanı okuyan ile karmaşık felsefi kitaplar okuyan arasında, bütün entelektüel ayrıma karşılık, seçtiği kitabın belirlenmesinde aynı şartlandırma ve yönlendirme mekanizmasının etkili olduğunu anlatmak istiyorum. Gerçeğe, kendi yaşamı ve gereksinimlerine yabancılaşmış bir okur, gerçeği, umut ve öfkeyle yazan bir yazar için en büyük cezadır.
Bu okur, gerçekçi yazara gözünün ucuyla bile bakmamaktadır.


SİSTEMİN BAŞARISI: GÜDÜMLÜ OKUR
 Ödül ve ceza diyalektiği, edebiyat ödülleriyle sınırlanamayacak ölçüde karmaşık, bütünsel bir sistemi anlatır. Bir yılda on beş edebiyat ödülünün seçici kurulunda başkanlık görevini yürüten Doğan Hızlan ve daha düşük sayılarda benzer görevi üstlenen ödülcüler, bu çürümüş sistemin yalnızca bir parçasını oluşturuyorlar. Medyalaşmış iletişim sistemi içinde, yazarın güdümlü okura sunumu, ödülden daha etkili olmaktadır. Örnek olsun, polisiye yazarı olarak piyasa sunulan bir bestseller yazarı, henüz yayınlanmamış kitabı için aylar önce Cumhuriyet Gazetesinde tam sayfa konuşturulmaktadır. Hürriyet Gazetesinin ünlü kadın röportajcısı, bestseller kitapların piyasaya çıktığı gün, şaşmaz bir biçimde, ülkenin en çok satan gazetesinin tam sayfasını yazarlarıyla söyleşiye tahsis etmektedir. Üniversiteler bu vasat ve bayağı edebiyat için sempozyumlar düzenlemekte, kitaplar yayınlamaktadır.


Birileri için her adımları ödüldür.
Halkçı ve devrimci yazarlar için her yazdıkları cezadır.
Sistem onlara en büyük cezayı kesmiştir; okursuz bırakmıştır.
Sistem, benim gibi yazarlara ek bir ceza daha kesiyor, biyografisiz bırakıyor. Açıyorum, Necatigil’in yazarlar sözlüğünü, bir yazarın yaşamı ve eserleri kadar, önemli yer tutan bir ödüller listesi var. Diyelim ki, benim türümden, ödüllere kökten karşı ve hiçbir yarışmaya baştan katılmayan bir yazarın, bu sözlükte biyografisini yazacaklar, ödüller bölümünde koskoca bir boşluk. Eserler bölümünde, kıyıda köşede direnmeye çalışan emekçi ve devrimci yayınevlerinin zoraki yayımladığı birkaç eser adı; buna biyografi denebilir mi?
Oysa Kemal Ateş hocamızın ve Taylan Kara arkadaşımızın ödüller üzerine akıl açıcı yazılarından biliyoruz; bu ödüller yayınevlerine bile biyografi kazandırıyor. Can Yayınları, on beş yıldan uzun bir zamandır, Cumhuriyet Gazetesinin dağıttığı Yunus Nadi edebiyat ödüllerinin hepsini topluyor. 12 Eylül’den sonra kurulan ve Nobelli yazara skandal ödüllerle sahneye çıkan, bu ödüllü listeyle sermayeleşmiş bu yayınevi, değil bir biyografi, Doğan Hızlan’ın pek eksiğini duyduğu “ödül ansiklopedisi” bile hak ediyor.
Bir yazarımızı kaybediyoruz ve arkasından onu hiç okumamış, bilgisiz bir muhabir, bölük pörçük bir biyografi yazıyor. En önemli bölümü, kazandığı ödüllerin listesine ayırıyor. Biz ödülsüz yazarlar, en iyisi, olabildiğince geç ölmeye bakalım.
Güdümlenmiş okurdan, skandal edebiyat ödüllerinden, gerçekçilik düşmanı edebiyat profesörlerinden kurtulmuş bir Türkiye’de, gözümüz arkada kalmadan, müsterih ölebiliriz.
Bunların karanlığından kurtulmuş o Türkiye’de, ilgili ve bilgili bir gazeteci, arkamızdan, ödülsüz biyografimizi insanlığa yakışır sözcüklerle, samimiyetle yazacaktır.

Monday, September 28, 2015

Foucault’da disiplin toplumu-güvenlik toplumu ayrımı



Zeynep Gambetti

Fransa’da 2004’te, ABD’de ise 2007 sonunda yayınlanan ve Michel Foucault’nun 1976-77 yıllarına ait ders notlarını içeren Security, Territory, Population kitabı, Foucault’nun biyopolitika ve yönetimsellik kavramlarını bir daha düşünmemizi gerektirecek gibi görünüyor.[1] Zira Foucault bu notlarda yönetimsel tekniklerin hakim olduğu güvenlik toplumunu, disiplin toplumunun karşıtı olarak kuruyor. Belirlediği normlar üzerinden itaatkar bedenler yaratan disipliner iktidar, egemenlik paradigmasının daha yakınında duruyor; bunların karşısında ise farklı bir iktidar türü tanımlanıyor. Hakim tekniği norm değil güvenlik olan bu iktidar, Deleuze’ün betimlediği denetim toplumuna daha yakın bir izlekten kuruluyor.
Bu notlar elbette ki Foucault’nun henüz hayattayken yayınlanmasını bizzat istediği ve seçtiği yazılarının yerine geçmez. Bir düşünürün kuramını üretme sürecindeki gelgitleri, dağınık parçaları birleştirme çabaları, hamlık anları; kamusal alana somut bir nesne, yani bir kitap olarak malettiği fikirlerinin nihai olgunluğundan yoksundur doğal olarak. Gerçi Foucault kendi deyimiyle bir “deney adamıdır”: “kitaplarımı yazma nedenim, üzerinde düşünmeyi çok istediğim bir şey hakkında hala ne düşündüğümü tam olarak bilemediğim içindir; kitap beni ve düşüncelerimi dönüştürür...”[2] Yöntemini ve kuramını sürekli sorgulayan, değiştirmekten kaçınmayan, ve yaşamı boyunca bambaşka olmasa bile birebir örtüşmeyen paradigmalar ortaya atan bir düşünür olduğunu hatırlayacak olursak, Collège de France gibi Fransa’nın akademik dehalarını biraraya getiren bir kurumda verdiği derslerde (daha doğrusu konferans dizisinde) sunduğu perspektifin azımsanmayacak bir öneme sahip olduğunu teslim etmeliyiz.
Söyleşilerinden farklı olarak son derece titiz bir hazırlık gerektirmiş olan bu derslerin çok kısa bir bölümü “Governmentality” başlığı altında artık Foucault klasikleri arasına girmiştir bile.[3]  Çoğumuz bu makaleyi yönetimsellik kavramı konusunda ana kaynak olarak okuyoruz. Oysa makale şu sözlerle başlıyor: “Daha önce ’güvenlik aygıtları’ üzerine verdiğim derste nüfus meselesine özgü bir dizi sorunun ortaya çıkışını açıklamaya çalışmıştım, ve daha dikkatli incelendiğinde ayrıca yönetim sorunsalını da ele almamız gerekeceği anlaşılmıştı...” Ne yazık ki, bahsi geçen güvenlik sorunsalını ne ben merak etmiştim, ne de benim bilebildiğim kadarıyla sosyal bilimciler arasında tartışılmıştı. Kitap ABD’de elime geçtiğinde Fransa’da çıkalı 3 yıl olmuştu bile. Tartışmaya fazlasıyla değer bulduğum güvenlik paradigması, Foucault’da daha önceleri net bir biçimde ilintilemeyen disiplin ile yönetimselliğin özgül farkını ortaya koyuyor kanımca. Bu anlamda kuramsal bir boşluğu doldurmanın da ötesinde, bugüne dair yeni şeyler de söylüyor.
Buradaki amacım, Security, Territory, Population’ın Foucault’nun düşünsel gelişimi içerisindeki yerini irdelemek değil; kuramının tamamı açısından ne anlama geldiğine bakmak ise hiç değil. Böylesi bir tartışmayı Foucault uzmanlarına bırakmayı tercih ediyorum. Tartışmak değil, tartıştırmak amacıyla ve esas itibariyle güvenlik kavramıyla neler yapılabileceğii konusunda düşünsel bir egzersiz yapmak üzere yazıyorum.
Foucault’nun üç farklı iktidar kavramsallaştırmasına gittiği, “Governmentality” makalesinden olduğu kadar daha önceki yazılarından ve özellikle ders notlarından anlaşılıyor, ancak bunlar tam olarak birbirlerinden ayırt edilmiyordu.[4] Hatırlayacak olursak, iktidar türlerinden biri egemenliktir. İktidar alanını toplumsal alandan ayıran, iktidarı toplumsallık üzerinde hakim kılmayı hedefleyen ve dolayısıyla yasaklarla, dehşetengiz cezalarla iş gören egemenlik paradigması, siyaset biliminin klasik iktidar anlayışına denk düşer. Devletin merkezi gücünü yaptırım yoluyla kullanması ve kanunlara itaati sağlamasıyla kurulan iktidardır. Ana yaptırım tekniği kanunlarla suç ve ceza kategorilerinin kodifiye edilmesidir. Egemenlik döngüsel bir mantığa sahiptir; amacı, egemenliğin icrasıdır.
Foucault’nun özellikle hapisanenin doğuşunu incelerken tesbit ettiği disiplin mekanizmaları, egemenlik paradigmasından farklı bir iktidar pratiği ortaya çıkarmaktadır.[5] 17. yüzyılda geliştirilen gözetim, kontrol, ayrıştırma, mekansal olarak düzenleme, hesaplama, sınıflandırma ve akılcılaştırma teknikleri sayesinde bireysel bedenlerin belli bir norma uyumlu hale getirilmesi imkanı yaratılmıştır. Egemenlik paradigması korku salma ve dolayısıyla egemeni görünür kılma üzerine kuruluyken, disipliner teknikler bakış yönünü değiştirmiştir. Artık bakılan iktidar değil, iktidara tabi olan – olması istenen – öznelerdir. Gözetlenen özneler, tıpkı Bentham’ın Panopticon ütopyasında arzulandığı gibi, normları içselleştiren ve iktidarı kendi öznelliğinde yeniden üreten özneler haline geleceklerdir. Bedenler üzerinde uygulanan iktidar aracılığıyla belli öznelliklerin kurulabileceği anlaşılmıştır zira. Foucault’ya göre disiplin teknikleri belli bir standartlaşma etkisi doğurur, normlara uygun davranan bireyler oluşturur. Okul, kışla, hastane ve hapisane modellerinde olduğu gibi uysal bedenler üretilmesini hedef güder.
Hukuk, ikili bir kodifikasyon sistemidir: neyin yasak, neyin müsaade edilebilir olduğunu belirler, suç-ceza ikilisi üzerinden işler. Her suç türüne tekabül eden bir ceza türü vardır. Suçlu, hukuğun dışındadır; hukuğu ihlal etmiştir, eylemi hukuk dışıdır. Disiplin mekanizmasında ise birey hem hukuğun ikili kodifikasyon sisteminin içindedir, hem de hukuğu tesis eden yasama fiilinin ve suçluyu cezalandıran adli fiilin dışında veya ötesinde. Disiplin mekanizması gözetim, teşhis ve değiştirme, dönüştürme olasılıkları alanına ait olan bir dizi polisiye, tıbbi, psikolojik, mekansal, askeri tekniklerden oluşur. Birey burada hukuğa içkin “normatif” eksenle alakası olmayabilen – ve hatta bazen zıt yönde işleyen – bir “normalizasyona” tabidir. Foucault 1977-78’de bu etkiye “normasyon” demenin daha doğru olacağına da belirtir: normal ile anormal arasındaki sınır normlar aracılığıyla çizildiği için, sözkonusu olan “normalleşme” değil, “normlaşma”dır.[6]
Foucault 1975-76 yıllarında verdiği derslerde, 18. yüzyılın sonunda ivme kazanan sanayileşmenin etkisiyle, egemenlik paradigmasının yerini bir değil, iki farklı iktidar mekanizmasına bıraktığını söyler. Bunları disiplin ve düzenleme olarak ayrıştırmaya çalışır. Disipliner iktidar, beden siyaseti üzerinden kurulur; düzenleyici (regulatory) iktidarın nesnesi ise nüfustur.[7] Foucault’nun biyopolitika adını verdiği siyaset cinsi esas itibariyle düzenleyici iktidardan türer: beriki bedeni değil, hayatın kendini düzenlemeyi amaçlar.
Bir yıl sonraki ders notlarında ise Foucault analizini yeniden kurar. Biyo-iktidar adı altında kendi deyimiyle “muğlak” bıraktığı bir kavramı açmak istemektedir. Biyo-iktidar insan türünün temel biyolojik özelliklerini siyasetin stratejik nesnesi, yani iktidarın nesnesi haline getiren bir dizi mekanizmadır. Foucault’nun 1977-78 yılında verdiği derslerin ana meselesi, yani güvenlik teknolojilerinin tarihçesine bakmak istemesinin ana sebebi, “gerçekten bir güvenlik toplumunda yaşayıp yaşamadığımızı tesbit etmektir”[8]. Zira “en az on iki yıldır... ceza hukuğu sorunsalındaki gelişmelerin altında yatan temel sorunun güvenlik olduğu açıktır”[9] Ancak derslerin hemen başında hukuk, disiplin ve güvenlik paradigmaları farklı dönemlere ait, yani birbirini yerini alan, bir öncekini ortadan kaldıran iktidarlar olmadığını da belirtir. Disiplin 18. yüzyılda peydahlanmaz; adli-hukuki kodifikasyon sisteminde de mevcuttur. Güvenliğin de uzun bir tarihi vardır. Bu üç iktidar paradigmasının birbirleriyle ilişkili girift yapılar olarak algılanması gerektiğini vurgular Foucault. Eğer bir dönemsellik sözkonusuysa, değişen şey üç tür iktidar arasındaki bağıntıdır. Bazı dönemlerde iktidar türlerinden biri hakim hale gelir.
Security, Territory, Population’da yönetimsellikten bahsetmeden önce Foucault, kavramsal ayrıştırmasını şehirleşme, sağlık ve ekonomi alanındaki tarihsel gelişmeler üzerinden yürütür. Bunlara kısaca bakmakta fayda var.
Şehirleşmeden başlayalım. Etrafı duvarlarla çevrili bir mekansallığa sahip Ortaçağ şehirlerinin gerek yapısı, gerekse hukuki statüsü, 17. ve 18. yüzyıllarda sorun teşkil etmeye başlamıştır. Zira nüfusun ve ticaretin artmasıyla şehirleri dolaşıma açmak gerekmiştir. 17. yüzyılın yarısında La Métropolitée başlıklı bir şehir planlamacılığı risalesi yazan Alexandre Le Maîstre, başkent ile şehirler, şehirler ile taşra arasındaki ilişkileri ve dolaşımı düzenleme hevesindedir. Foucault’ya göre Le Maîstre’in esas sorunsalı egemenliktir, yani hükümetin ana mekanını belirlemek. Ancak önerdiği uzamsal düzenlemeler aynı zamanda nüfusun belli şemalara göre yeniden konuşlanmasını içerdiği için disipliner özellikler de taşır. Bu anlayışa göre mekanın aldığı biçim, işlevine birebir tekabül etmelidir. Keza Panopticon tam da böylesi bir tahayyül içerir.[10] Ancak zaman içerisinde artan nüfus ve dolaşım yüzünden, disipliner mekanizmanın dayandığı suni olduğu kadar sorunsuz ve sarih mekansallığın imkansız olduğu ortaya çıkar. Şehrin düzeni, içeri doluşan ve mekana gelişigüzel serpişen dilenciler, gezginler, caniler ve hırsızlar yüzünden bozulma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Güvenlik mekanizmalarını gerektiren budur. Güvenlik, disiplinin aksine, suni mekanlar inşa etmek ve nüfusu iktidarın gereksinimlerine göre yerleştirmekle sağlanamaz. Varolanı veri olarak almak zorundadır. Amaç riski sıfıra indirmek değildir, çünkü bu imkansızdır. O halde amaç, dolaşımı düzenlemek, iyi dolaşımı kötüsünden ayrıştırarak olasılıklar üzerinden iş yapmaktır. Geleceğin bilinmezliğini hesaba katan bir strateji belirlenir, sayısız devingen öğe kümelenir, bunların yol açabileceği sayısız olay öngörülmeye çalışılır. Foucault şöyle yazar: “Bu kümeler olasılık tahminleriyle kontol edilemeyecek kadar açık uçlu oldukları için, bunların yönetiminin güvenlik mekanizmasının en temel özelliği olduğunu söyleyebileceğimizi düşünüyorum.”[11] Başka bir değişle, egemenlik uzamı sermayeleştirmeye[12] çalışırken, disiplin yapılandırır, içindeki öğeleri hiyerarşik ve işlevsel bir dağılıma tabi tutmaya çalışır. Güvenlik ise belirli bir uzam içerisindeki zamansal ve değişken öğeleri hesaplar; uzamdan çok ortam veya çevre (milieu) ile ilgilenir. Üç iktidar türü arasındaki fark bu bağlamda keskinleşir: ortam öyle bir müdahale sahasıdır ki, bireyleri egemenlik paradigmasında olduğu gibi iradevi eylemlerde bulunabilen hukuki özneler olarak değil; disiplin paradigmasında olduğu gibi belirli davranış normlarına uyan bedenler olarak değil; nüfus olarak, yani içinde yaşadıkları maddiyata biyolojik anlamda mahkum bir çokluk olarak etkiler. Güvenlik bireyleri bu anlamda “doğallaştırır”, yani biyolojik varlıklarını, türsel varlıklarını iktidarın nesnesi haline getirir.[13]
Ekonomik gelişmelere gelince... Egemenlik paradigması mutlak fiyat kontrolleri içerirken, disiplin merkantilist anlayışa yani ithalat-ihracatın kontrol altına alınmasına ve korumacılığa; güvenlik ise tam anlamıyla serbest piyasa mantığına, yani “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinlere” tekabül etmektedir.[14] Güvenlik paradigmasının ayırt edici özelliği, örneğin ekonomide ihracat ve ithalatı sıkı denetim altında tutmak değil, tam tersi, fizyokratların savunduğu gibi olayları kendi akışına bırakmaktır. Bunun bir iktidar mekanizması olmasını Foucault şöyle açıklar: hedef, nüfusun tamamının güvenliğidir. Bunu sağlamak için bedenler üzerinde disipliner mekanizmalar uygulamak yetmez; risk hesapları yapılması gerekir. Amaç, riskin tüm nüfusu tehlikeye sokmasını engelleyecek şekilde yönetilmesidir. Bugün “risk yönetimi” adı verilen tekniğe benzer bir anlayış sözkonusudur. Nüfus düzeyinde uygulandığında buna daha çok toplum mühendisliği demek gerekir. Kullanılan teknik, güce karşı gücü devreye sokmaktır, kısıtlayıp denetlemek değil. Foucault güvenliği kıtlık örneği üzerinden tartışır. Gerek egemenlik, gerekse merkantilist anlayışa göre mutlaka önlenmesi gereken bir felakat olan kıtlık, güvenlik anlayışında o denli sorun yaratmaz. Elinde gıda stoğu olanlar, fiyatların yükselmesiyle bunları piyasaya sürmeye meyil edeceklerdir zira. Korumacılığın tersine serbest piyasa ekonomisi ithalatı denetim altında tutmadığı için, stokçular yurtdışından gıda ithal edilmesi ihtimalini hesaba katmak zorundadırlar. İthalat yüzünden kıtlığın aşılacağı ve fiyatların düşeceği korkusu onları ellerindeki malı piyasa sürmeye iter. Dolayısıyla kıtlık öyle veya böyle aşılır, sürdürülebilir bir durum değildir.
Anlaşılmaktadır ki, disiplin aslında egemenlik paradigmasından çok da farklı işleyen bir iktidar yapısı değildir. Eğer egemenlik paradigmasını hukuk sistemi ve bunun belirlediği sınır ve yasaklar olarak algılarsak, disiplinin yaptığı bunun çok uzağına düşmez. Hukuk “hayır!” derken, disiplin “evet” der; hukuk belli davranışları yasaklar, disiplin belli davranışların kanıksanmasını sağlar.[15] İkisine ortak olan özellik, öznelerin kendi başlarına buyruk olmalarını engellemek, onları belli kalıplara sokmak, belli şekilde davranmalarını ve düşünmelerini sağlamaktır. İkisi de sınır çizer, iktidarın nesnesi üzerinde denetim kurmayı hedefler. İkisi de riski sıfıra indirmek ister, “anomaliden” hoşlanmaz. Örneğin kıtlık sorunsalında merkantilistler, ithalat ve ihracata kısıtlar koymak suretiyle kıtlığı başgöstermeden engellemek arzusundadırlar. Keza egemenlik paradigması da riski doğmadan yasaklar aracılığıyla önlemeyi hedefler. Güvenlik paradigmasındaki temel soru ise, zararlı olduğu varsayılan herhangi bir pratiğin toplumsal ve ekonomik olarak kabul edilir sınırlar dahiline nasıl alınabileceği, toplumun işleyişi için optimal bir ortalamaya nasıl çekilebileceğidir.[16] Güvenlik riski kabullenir; hatta riskten beslenir. Foucault dispositif (müdahale aygıtları) kavramını böylesi bir mekanizmayı anlatmak için kullanır.[17] Dispositif, bir gerçeği teşkil eden öğeleri başka öğelerle ilişkilendirme becerisidir, öyle ki zararlı olan öğeler dengelensin, sınırlasın, telafi görsün ve nihayet önlenmeye gerek kalmadan etkisiz kılınsınlar.
Bu mekanizma üçüncü örnekte daha da belirginleşir. Salgın hastalık vakalarında hastaları tecrit etmek ve salgının yayılmasını mutlak anlamda önlemeye çalışmak yerine aşı tekniğinin geliştirilmesi gücü güce karşı kullanma yöntemidir. Salgına yol açan virüs sağlıklı bedene enjekte edilince, hastalık kontrol edilebilir bir düzeyde deklanşe olur. Bedenin geliştireceği antikorlar, virüsün bedeni tümüyle hasta etmesine izin vermez. Nüfusun tamamı açısından bakıldığında benzeri bir müdahale sözkonusudur. Diyelim belli bir nüfus artış oranının nufüsun tamamı için faydalı olduğu tesbit edildi. O zaman bu artış eğrisini fiiliyatta bozan öğeler (örneğin artan çocuk ölümleri) bazı yöntemlerle azaltılmaya ve örneğin başka bir yaş grubundaki ölüm oranlarının düşüklüğüyle dengelenmeye çalışılır. Maksat çocuk ölümlerini sıfıra indirmek değil, nüfus artış eğrisini etkilemeyecek düzeye çekmektir.
Foucault işte tam burada, disipliner iktidardan farklı olarak “normasyon” değil, “normalizasyon”dan bahsetmemiz gerektiğini savunur, “kanımca, disiplinlerin tam zıttı olan bir sistem vardır karşımızda” diye yazar.[18] Disipliner iktidar bir ideal davranış modeli tahayyülü üzerinden norm belirlemekle başlar ve bireyleri buna uyumlu hale getirmeye çalışır. Güvenlik ise normalliği hesap etmekle başlar, yani normalliğin eğrisini çıkarır, “norm”u ise bundan sonra belirler. Bu durumda norm, farklı normalliklerin (örneğin çocuk ve yetişkin ölümlerinin) arasındaki etkileşimdir. Kısacası, disiplin araçsal bir mantığa sahipken güvenlik faydacıdır.
Burada önemle vurgulanması gereken şudur: bir gücü diğer bir güçle dengeleme teknisyenliği, nüfusun belirli bir kısmını gözden çıkarmayı da gerektirir. Güvenlik, anomalileri yadsımaz; bilakis, işleyebilmesi için anomaliye ihtiyaç duyar. Nüfusun bir kısmı “harcanabilir” olmalıdır. Başka bir deyişle, düzenlenebilir bedenler yerine harcanabilir, yokedilebilir bedenler ister. Önceki ders notlarında harcanabilirliği ırkçılık ve faşizm ile ilişkilendiren Foucault, bir yıl sonra liberalizmle ilişkilendirmektedir. Bu geçiş düşündürücü olmakla beraber, şaşırtıcı değil, aksine oldukça uzak görüşlüdür. Küçük balığın büyük tarafından yutulması, rekabete dayanamayanların iflas etmesi, güçsüz olanın sömürülmesi anomali değil, liberal ekonomik zihniyetin “normalidir”.
Güvenliğin bir iktidar paradigması olarak ayırt edici özelliği hayatı düzenleyip korumak değil, durumun gereklerine göre yok olmasına göz yummaktır. Egemenlik paradigmasından farkı, kimin öleceği, kimin yaşayacağı arasındaki seçimin belli bir yasaya göre değil, kaynağı ve doğası her an değişebilen risklere göre belirlenmesidir. Yönetimsellik ve taktik kavramlarını Foucault işte bu bağlamdan türetir.
Güvenlik söyleminin kanımca en sinsi işlevi, hak-hukuğun muğlaklaştırılması ve öznelliği arzulara indirgemesidir. Egemenliğin mekanı olan modern devletin hakim iş görme yöntemi, hukuksallık ve meşruluk idi. Bunlar belirli bir evrensellik varsayıyordu. Hukuk standard oluşturma özelliğiyle özneleri eşit kılıyor, meşruluk ise genel seçim hakkı üzerinden egemen bir halk tahayyülü içeriyordu. Başka bir deyişle, egemenlik iki ayrı düzeyde “özne” inşa ediyordu: (1) bireysel düzeyde irade sahibi özneler, toplumsal sözleşme yoluyla devlet karşısında “halk” olarak varoluyorlar; (2) hukuğun yasaklarına direniş şekli ise yine iradesini kullanan halkın kendi “hayır”ını iktidara dayatması idi. Egemenlik paradigmasında iktidar alanı, Foucault’nun da altını çizdiği gibi, iradelerin çatışmasından doğuyordu.[19] Toplumsal sözleşme mantığı, her bireyin kendi iradesiyle kanunlara itaat ettiğini varsayıyordu. Sözleşmenin şartları belliydi, sınırları çizilmişti. Suçlu, sözleşmeye uymayan, kendini toplumun dışına çıkarandı. Oysa güvenlik sözkonusu olduğunda halk “nüfus”a dönüşür ve üzerinde otoriteryen ama hesaplı oyunların oynayabileceği bir “satıh” halini alır.[20] Güvenliğe özgü yönetimselliğe karşı çıkmak için iradevi bir red yeterli değildir, çünkü toplumsal güçlerin birbirlerine karşı kullanılmasını kanunları değiştirmekle durdurmak mümkün değildir. Kaldı ki güvenlik, faydacılık anlayışına uygun olarak, bireylerin arzularını yönetme mekanizmasıdır: “Arzu bireyin kendi çıkarları peşinde koşmasıdır.... Arzuların birbirleriyle etkileşimi aracılığıyla kollektif bir çıkar üretilmesi, nüfusun doğallığının ve bunu yönetecek araçların olası suniliğinin ayırt edici özelliğidir.”[21]
Yazılacak daha çok şey var ama haddimi bilip burada durmakta fayda var. Tüm bunlar kanımca yeni düşünsel kapılar açıyor, farklı bir Foucault okumasına çağırıyor. En azından ben, Security, Territory, Population’ı okurken kah Frankfurt Okulu’nun kitle ve tüketim toplumu analizlerine, kah Negri ve Hardt’a, kah Deleuze’e gidip durdum. Agamben’e gidemedim, zira Foucault bu derslerde ondan uzaklaşıyor gibiydi. Ama güvenlik kavramını gözümde önemli kılan faktörler arasında baskın geleni liberalizm ile ilişkisi oldu. Foucault’yu Marx’ın yöntemsel ve analitik olarak karşısına koyan yorumların aksine, aslında elimizde bir kapitalizm tahlili var bence. Hatta, bir adım daha ileri giderek şunu bile iddia edebilirim: Foucault’nun anlamaya çalıştığı fenomen liberalizm değil, esas itibariyle neoliberalizmdi. 1970’lerin sonunda etkisini göstermeye başlayan neoliberal mantığa göre, liberal hukuk devleti ve soysal refah devleti kapitalist birikim süreçlerinin önünde engel teşkil etmeye başlamıştı. Anayasal hak ve özgürlüklerin zımni olarak yeniden tanımlası, güvenlik paradigmasının bir gereğidir. Hak sahibi birey kavramının içini boşaltabilmenin dahiyane bir yoludur güvenlik. “Kendi güvenliğiniz için” başeğersiniz; tehlikenin nereden, ne zaman geleceğini bilemediğiniz için özgürlüklerin bir bir kırpılmasına alet olmakla kalmayıp, bunu arzularsınız. Neyin, ne zaman tehdit oluşturacağı bütünüyle konjonktüre ve “eşyanın doğasına” bırakılmıştır. Farklı unsurların toplumsal düzeni bozma potansiyelleri farklı olduğu için, çeşitli tehdit algılarına uygun bastırma yöntemleri geliştirilebilmeli ve hatta bu konuda yaratıcı olmanın önü açılmalıdır.
Dahası, Foucault’nun tanımladığı anlamda güvenlik, salt terör söylemine değil, belli bir yönetimsellik mantığına işaret eder. Harcanabilir bedenler yaratan bu mantığa göre, örneğin işsizlik bir “anomali” değildir. Neoliberalizmin hararetli savunucusu Margaret Thatcher’in bir danışmanına göre, İngiltere’de işsizlik bilerek ve isteyerek körüklenmiştir. Neoliberal piyasanın işgücü fazlasına ihtiyacı vardır çünkü. 1984 maden grevinde olağanüstü bir katılık sergileyen Thatcher, açlık pahasına direnmeye devam eden işçilerin yeni dünya düzeninde hiç bir dayanağı olamayacağını, geçmişin o güne taşıdığı hiç bir hümanist, sosyalist, liberal veya dayanışmacı değerin onları kurtarmaya yetmeyeceğini, muhalefetin boşuna olduğunu bilfiil göstermiş ve kanıtlamıştır. David Harvey’in neoliberalizm hakkında “yaratıcı yokediş” ifadesini kullanması ve neoliberal sistemin kapitalizmin krizlerini önlemek değil, bilakis tetiklemek ve yönetmekten beslendiğini iddia etmesi, bu bağlamda oldukça manidardır.[22]
Son sözüm, “özne” ve “halk”tan “nüfus”a geçişte özgürleştirici bir yan görenelere olacak: güvenlik paradigmasında özgürlük “güvenlik aygıtlarının kullanımının bir bağıntısından başka birşey değildir”[23]. Bundan medet ummaya devam edilebilir mi gerçekten?




[1] Michel Foucault, Security, Territory, Population. Lectures at the Collège de France, 1977-78,  Hampshire ve New York, Palgrave Macmillan, 2007.
[2] James D. Faubion (der.), “Interview with Michel Foucault”, Power: Essential works of Foucault, 1954–84, Volume III, Londra, The Penguin Press, 2001, s. 239-240.
[3] “Governmentality”, G. Burchell, C. Gordon ve P. Miller (der.), The Foucault Effect. Studies in Governmentality, Chicago, Chicago University Press, 1991, s. 87-104.
[4] Society Must Be Defended. Lectures at the Collège de France, 1975-76, M. Bertani ve A. Fontana (der), Londra, Penguin Books, 2004.
[5] Özellikle bkz. Discipline and Punish. The Birth of the Prison, Harmondsworth, Penguin, 1979.
[6] Security, Territory, Population, s. 57.
[7] Society Must Be Defended, s. 246-251.
[8] Security, Territory, Population, s. 11.
[9] A.g.e.. s. 9.
[10] Foucault 1977-78’de, “panopticon’un en eski egemenin en eski rüyası olduğu bile söylenebilir” diyerek, bugüne kadar disipliner mekanizmanın ana modeli olarak gördüğümüz panopticon’u egemenlikle ilişkilendirir. A.g.e., s. 66.
[11] A.g.e., s. 20.
[12] Burada Foucault bilinçli olarak “capitalize” sözcüğü üzerinden bir kelime oyunu yapmaktadır. “Capital” hem sermaye, hem de başkenttir; “capitalize” ise ekonomik anlamda sermayeleştirme, aktifleştirme, kapitalize etmeye; şehircilik anlamında başkentleştirmeye tekabül eder.
[13] A.g.e., s. 21-22.
[14] A.g.e., s. 41.
[15] A.g.e.,  s. 71.
[16] A.g.e., s. 5.
[17] A.g.e., s. 37.
[18] A.g.e., s. 63.
[19] A.g.e., s. 71.
[20] A.g.e., s. 75.
[21] A.g.e., s. 73.
[22] David Harvey, “Neo-liberalism as creative destruction”, Geogr.Ann., 88 B (2), 2006, s. 145–158.
[23] Security, Territory, Population,. s. 48.