Saturday, November 17, 2012

Mehmed Uzun Romanlarında Anlatıcılar


Selim Temo
Mehmed Uzun’un romanlarına anlatı kuramı açısından bakıldığında, pek çok özgün ve tanımlanması gereken özellikle karşılaşılır. Kişi kadrosundan anlıklaştırmalara, kullanılan sıfatlardan tekrarlara, terimlerden özel sözlüğe , dönüşümsellikten sözlü kültür ürünleri ve etkisine kadarki geniş alandan bakıldığında, önce her bir kitabın incelenmesi, sonra da bir bütün olarak Uzun’un yapıtının anlamı üzerinde düşünülmesi gerekiyor. Uzun’un anlatı kuramı açısından ele alınmamış olmasının bir nedeni, anlattığı insanlar ve olayların dikkati önce kendi üstlerine çekmeleri olabilir. Romanlar öyle “bilinmeyen” bir dünyaya açılır ki, dikkati olaylar ya da kişilere odaklar. Ancak bir tür “karşı tarih” olarak da okunabilen bu romanlar, aslında ne yaptığını çok iyi bilen, oturup kendi etkisini seyreden bir yazarın elinden çıkmadır.

Uzun’un yeğlemeleri ve estetik deneyin sonucu olarak ayıkladıkları açısından bakıldığında bir amaçla değilse de, bir tutumla karşılaşılacaktır. Buna “kanon” kurma ya da değiştirme diyebiliriz. Kürt edebiyatında 300 yıldır Ehmedê Xanî’ye göre tarif edilen kanonun Uzun’la değiştiği ileri sürülebilir. Bunu özellikle Abdalın Bir Günü, Yitik Bir Aşkın Gölgesinde, Kader Kuyusu ve Dicleler’de görüyoruz, bir ölçüde de Sen ve Yaşlı Rindin Ölümü’nde. Burada yöntem, Kürt kültürünün bazı temel olay ve şahsiyetlerini romanın sözcükler ve cümlelerle dolu odasında ağırlamaktır. Asla birer biyografi olmayan bu romanlarda söz konusu olay ve şahsiyetler, her romanda değişik bir teknikle, belli bir algının içine yerleştirilirler: Modern bir kavrayışla yeniden yaratım. Bu çabada sayısız özellikten, bu özelliklerin kuramı kendine göre yeniden şekillenmek zorunda bırakan ayrıntılarından söz edilebilir. Bu tebliğde Mehmed Uzun’un yedi romanındaki anlatıcılar üzerinde duracak ve “kuramdışı” dediğimiz kimi özellikleri açığa çıkarmaya çalışacağız. Bunun yanında her bir romanın ayırıcı özellikleriyle Mehmed Uzun romancılığı içinde nereye oturduklarına dair çıkarımlara gideceğiz. Burada amacımız, Marksist eleştirinin bağlam soyutlamasını bir tarafa koyarak, ancak ve sadece ve maalesef edebiyat sosyolojisiyle yorumlanan bir yazarın yapıtını başka bir dile çevirmektir.

Umberto Eco, Açık Yapıt adlı kitabında, bir sanat yapıtının “belirlenmiş, durağan, tek-anlamlı”lığı yadsıdığı sürece “açık yapıt” olabileceğini ileri sürer (16). Bu anlamda bir yapıt hakkında birden çok yorum yapabilmek, o yapıtın katmanlı olduğunu da gösteren bir durumdur: “Her sanat yapıtı açıkça ya da örtülü olarak, bir zorunluluk poetikasının ürünü de olsa, olası okumaların gücül olarak sonsuz bir dizisine açıktır: Bu okumaların her biri yeni bir bakış açısına, bir beğeniye, kişisel bir “çalış” [icra, S.T.] tarzına göre yapıtı yeniden yaşatır” (32). Bu anlamda bizim yorumumuz, metin-merkezli bir okuma çabasıdır. Zira bize göre başka yazarlar için söz konusu edilebilen değişik eleştiri yöntemleri, Mehmed Uzun’da genellikle teke inmekte, birbirlerinden farklı olan yedi roman aynı algıyla yorumlanmaktadır. Neden Mehmed Uzun’un romanlarını okurken etkilenelim ki, bunun yerine romanlarındaki kahramanları Yapısalcıların yaptığı gibi “kâğıt/karton varlıklar” olarak kabul ettiğimizde neler görürüz? Merakımız bu yönde.

Burada “anlatıcı” derken, romandaki hikâyeyi anlatan kişiden söz ediyoruz. Ancak bildirimi Türkçeye çevirirken internetten konferansla ilgili haberlere baktığımda, sözünü ettiğim anlatıcının sözlü kültür icracısı olarak anlaşıldığını gördüm. Kürtçe sitelerde de aynı durum söz konusu, zira “vebêj” denen anlatıcıyı “çîrokbêj”, yani “masalcı” olarak çevirmişler. İşte bu da, Mehmed Uzun’la ilgili oluşagelmiş bakış açısını örnekleyen, onun yapıtını belli bir algı içine kapatan yaklaşımı örnekleyen bir durum.

Anlatıcının ne olduğunu, Mehmed Uzun’un romanlarında anlatıcının izlerini hangi eksende süreceğimizi açıklayabilmek için kısa bir giriş yapmak gerekecektir. Edward Morgan Forster, “Romanda Olay Örgüsü” adlı yazısında şunları söylüyor: “Romanın özelliği şudur: Roman yazarı hem kişileri hakkında bilgi verebilir, hem onların ağzından konuşabilir, hem de kendi kendilerine konuştukları zaman okuyucusunun onları dinlemesini sağlayabilir. Elinde kişilerin aklından geçen düşünceleri gösterme olanağı vardır; dilerse düşünce düzeyinden daha derinlere inerek bilinçaltına da bakabilir” (15). Burada işte anlatıcı devreye girer. Anlatıcının nereden baktığı, ne gördüğü ve neyi nasıl anlattığı, yani bakış açısı (point of view) önemlidir. Zira “Bakış açısı bir roman ya da hikâyede olayların okuyucuya kimin gözünden ve ağzından ulaştığı sorusu”yla ilgilidir (Aytür, Ünal, 83). Öte yandan “Olay ve kişilerin yansıtılmasında kullanılan bakış açısı aynı zamanda romanın dilini ve üslubunu da belirler” (Aytür, Nejla, 80, özgün imlâ). Bu anlatım ilişkisi sınıflandırılırken, genellikle iki kategoriden söz konusu edilir. Barbara Mc Kenzie’nin sınıflandırmasına bakıldığında 1. ve 2. anlatıcıyla karşılaşılır. Ona göre, 1. Anlatıcı, öykünün kahramanlarından biridir. 2. Anlatıcı ise, olayın dışındadır (Boynukara, “Bakış Açısı” 115) –Ancak aşağıda göreceğiz ki, Mehmed Uzun’un bazı romanlarında 2. anlatıcı da romanın kahramanlarından biri olabilmektedir ya da 1. anlatıcı ile 2. anlatıcı aynı kişidir. Bunun yanında anlatıcının bir ölçüde olayın içinde, bir ölçüde de dışında olduğu romanlar olabilir. Bu anlamda Mc. Kenzie’nin tasnifi genelgeçer olsa da, bu tebliğde onun 1. ve 2. anlatıcı dediğine biz “ben-anlatıcı” ve “Tanrısal-anlatıcı” diyeceğiz. Bu aşamada ben-anlatıcı için şunlar söylenebilir:

a) Ben-anlatıcı romanın kişilerinden/kahramanlarından biridir
b) “Ben” diye konuşur
c) Kendisi dışında roman kişilerinin zihnine girmez
d) Onun bildikleri okurun bildikleriyle aşağı yukarı aynıdır

Tanrısal-anlatıcı ise, “0-anlatıcı” olarak da adlandırılır ve üçüncü tekil şahısın ağzından konuşur. Okurun bilmedikleri de içinde olmak üzere her şeyi bilir, okurla paylaştığı bilgileri belli bir dizge içinde verebilir, bildiklerini saklayabilir, olayları ayrıntılarıyla aktarabilir, romanın bütün kişilerinin zihnine girebilir, yorum ve değerlendirme yapabilir, olayların her döneminde ân itibariyle oradadır, olay yerindedir.

Bu dikkatle Mehmed Uzun’un romanlarına bakıldığında klasik anlatıcı ayrımlarının pek çok noktada silindiği, başkalaştığı görülecektir. Tabloya bakıldığında görüleceği gibi, hemen her romanda farklı anlatıcılar söz konusu edilmektedir. Sen’de, Tanrısal-anlatıcı ve ben-anlatıcı görünür kılınmıştır. Ben-anlatıcı, ânı anlatır, Tanrısal-anlatıcı ise, süreci. Ancak “X-A” (X-anlatıcı) şeklinde gösterdiğimiz bir anlatıcı daha var Sen’de. Muhtemelen adı olmayan “ben-anlatıcı”nın annesinin sesidir bu. Yitik Bir Aşkın Gölgesi’nde sözünü edeceğimiz gibi öznesiz bir konuşma değildir onunki. Zira Yitik Bir Aşkın Gölgesi’nde “öznesiz konuşma”nın özneleri olay mekânındadırlar, yüzlerini görmeyiz, adlarını bilmeyiz, ama oradadırlar. Ancak “X-anlatıcı” olayın gerçekleştiği yerde değildir. Onun sesini ilk kez, ben-anlatıcıya işkence yapıldığı anda duyarız, 6. bölüm, s. 82’de. Yine, daha sistematik işkenceye geçildiği anda da, sesi duyulur, 10. bölüm, s. 184’te. 10. bölümde ayrıca 3 defa daha karşımıza çıkar. Bu her üç karşılaşma da, ben-anlatıcının tekrar işkenceye tâbi tutulması anına denk gelir; s. 205-06, 208-09, 211. X-anlatıcı, toplam 5 kez çıkar karşımıza. Bu beş karşılaşma da, romanın ya da herhangi bir bölümün başı ya da sonu değildir. Bir başka deyişle hiçbir bölüm onun “sesiyle” açılıp kapanmaz. Bize göre bu, bir anne-oğul ilişkisini vurgularken, bir taraftan da sıradanlaşan tutsaklığı hatırlatır. Geçmiş ve şimdinin iki ayrı anlatıcı tarafından aktarıldığı bu roman, bir “roman” olduğunu söyleyerek tamamlanır. Bu “yabancılaştırma efekti”, bu ilk romanı daha da ilginç hale getiren bir özellik. Ancak benzeri bir yadırgatmayı en yoğun şekilde Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık’ta göreceğiz. Sen’in bir diğer özelliği ise, metinlerarasılık bağlamını hatırlatmasıdır. Kafka, Lorca, Faik Bucak ve Hawar dergisine yapılan göndermeleri seçebilmek mümkün. Julia Kristeva’nın deyimiyle, “Her metin bir göndermeler mozaiğinden oluşur” (akt, Parla, 26). Kürt edebiyatı çevrelerinde en çok tartışılan roman da, Kristeva’nın dikkatini ötelemekten olsa gerek, bu roman olmuştur. Hatta romanda Hawar dergisine yapılan bütün göndermeler, aslı ve deforme edilmiş halleriyle kimi eleştiri yazılarında tek tek gösterilmiştir. Ancak modern Kürt edebiyatının en önemli verimi olan Hawar dergisi dışında nasıl bir anakaynak olabilir, diye sormak lazım. Üstelik Mehmed Uzun’un Hawar’dan ödünç aldıkları bunlarla sınırlı değildir. Romanda kullandığı dil, hemen hemen bütün özellikleriyle Hawar’a dayanır. Daha somut bir örnek olarak Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık romanında Kevok’un sık sık okuduğu Viktor Hugo şiiri, Hawar’da da yayımlanmıştır ve kahraman da aynı çeviriyi okur. Bu anlamda Hawar dergisinin modern Kurmancî ya da daha genel kullanımla modern Kürtçedeki etkisini pekiştiren bir durumdur. Nitekim modern Kürtçe imlâsına varıncaya kadar Hawar’a borçludur. Aradan 60 seneden fazla bir süre geçmesine rağmen Hawar’da, Fransızcayı örnek tahtasına koyan bir imlânın pek değişmediği gözlenmektedir.

Yaşlı Rindin Ölümü’nde ise yalnızca ben-anlatıcı var. Sen’e benzeyen yönü, geçmiş ve şimdinin anlatılmasıdır. Ancak bu kez her iki boyutu da ben-anlatıcı aktarıyor ve geçmiş ile şimdi iç içe; Sen gibi ayrı bölümler olarak verilmiyor. “Büyüme-bilinçlenme-kimlik edinme” (Parla, 105) olarak da tanımlanan “Bildungsroman” türüne giren Yaşlı Rindin Ölümü, türünün belli başlı özelliklerini göstermektedir. Romanın karakterlerinden olan ve Serdar adını taşıyan ben-anlatıcı, hem gerçek, hem de mecazî anlamda ülke değiştirir. Siyasi baskıların yoğunlukta olduğu bir ülkeden, kimsenin siyasi düşünceleri nedeniyle baskı görmediği bir ülkeye giderken, tam da sınırın üstünde yer alan bir köyde yaşlı bir adamla karşılaşır. Yaşlı adamla girdiği diyalog, onun duygusal dünyasında belki de siyaset yüzünden bakmayı bilmediği inceliklere bakmasına neden olur. Burada “ben-anlatıcı” kullanılmasının şöyle sonuçları vardır:
1) Serdar’ın iç dünyasındaki değişimi, “ilk elden” öğrenebiliyoruz.

2) Ben-anlatıcı kullanılsaydı, Serdar’ın dışında, Yaşlı Rind de içinde olmak üzere diğer karakterlerin iç dünyasını öğrenebilirdik. Ancak buna gerek yoktur, zira bu roman, Serdar’ın olgunlaşmasının romanıdır.

3) Ben-anlatıcı olarak Serdar, yaşadığı dönüşümü an be an aktarır. Yaşadığı olgunlaşma süreci, aslında bir tür keşif sürecidir de.
1989 yılında yayımlanan Yitik Bir Aşkın Gölgesinde adlı romanda ise, yalnızca Tanrısal-anlatıcı var. Burada anlatıcı, her şeyi görmekte, her şeyi bilmekte, hatta hatırlamaktadır. Yine, “öznesiz konuşmalar”ı tanımlamak gerekecektir. Memet Fuat, Yaşar Kemal’in Deniz Küstü adlı romanı hakkında yazdığı bir yazıda, benzeri bir durum belirlemesinde bulunarak bunların Antik Yunan tragedyalarındaki koroyu akla getirdiğini söyler. Biz de “öznesiz konuşma” dediğimiz bu koronun, sesleri birbirine karıştırma, olayın arka planında bir gürültü patırtı yaratma amaçlı olmadığını, bu yüzden “labarba” da sayılamayacağını vurgulama gereği duyuyoruz. Aksine dile getirdikleri ifadeler anlaşılır ve işlevsel. Kahramanı dışarıda ya da dışarıdan görür ve tasvir ederler. Romanın iki alt bölümü bu koroya ayrılmıştır. Ama diğer bölümlere de sızdıkları olur. Koronun üyeleri değişir, ama ortamın ruh halini ifade eden cümleler kullanırlar. Yine anlatının hızlandığı yerlerde bir yargıda bulunan, “yazık”, “ah” gibi ünlemlerle anlatıya katılan seslerden söz edilebilir. Bunlar anlatıcının yazıklanmaları olmadığına göre nedir? Bizce bu romanda dengbêj geleneğine de göndermeler var. Dengbêj icralarında hazirunun katılımı esastır. Ancak bu katılım yargı bildirmek, bir ayrıntıyı sormak, heyecan ya da üzüntü bildiren ünlemleri kullanmak gibi şekillerde gerçekleşir. Burada da benzeri bir durum söz konusudur, ki diğer romanlarda da açığa çıkar. Öte yandan anlatıcı yer yer kahramanla özdeşleşse de, anlatı düzlemine bir kameranın vizöründen bakar. Yani aslında bir hikâye okumuyor, seyrediyor, hatta yaratıyoruzdur. Bu roman, Uzun’un en “hızlı” kitaplarından biridir. Aynı adı taşıyan ilk ve son bölüm dışında çok hızlı bir akış söz konusu. Bunun nedeninin sinemasal teknik olduğu açık. Zira anlatı kareler halinde kurgulanmış. Bölümler ve sahneler çoğu zaman tek sözcüklük “cümle”lerle açılıyor, senaryo gibi. Birinci ve sekizinci bölümün adlarının aynı olması, diğer bölümlerin “ara”da durması, ilk ve son bölümün aynı olayı anlatması gibi özellikler, romanı kendi üstüne kapanan bir roman kılıyor. Umberto Eco, bu durumu James Joyce’un Finnegans Wake anlatısı için örneklemektedir: “Finnegans Wake ile adeta kendi üzerine eğrilmiş gerçek Einstein’cı evrenle karşılaşılır (kitabın ilk sözü son sözüyle örtüşür); diyeceğim, bitip-tamamlanmış ama aynı zamanda sınırsız bir evrenle karşılaşılır. Her olay, her söz, bütün öbürleriyle bir bağıntı içine alınabilir ve bir terimin anlamsal yorumu da bütünlük üzerinde yansır” (Eco 20). Eco’nun eğrilme, bizim kapanma olarak tanımladığımız durumu Selim Temo’nun Çiftlere Cinayet Dersleri ve Hasan Ali Toptaş’ın Uykuların Doğusu adlı romanlarında da görüyoruz. Genel olarak bakıldığında, bütün karelerin birbirlerini gördükleri ve birbirleriyle tamamlandıkları gözlenmektedir. Anlatmadan çok “gösterme” söz konusu, karelerin sınırları belirleniyor, içi ile ilgili birkaç ayrıntı işaret ediliyor, gerisi okura bırakılıyor. Kamera bütün kareleri değişik açılardan alırken, bazen donar, bazen çok hızlı biçimde birkaç görüntüyü birden alır ya da üst üste bindirir ya da çakıştırır. Kişiler ya da mekânlar anlatılırken bu kameranın hareketleri fark edilebilir. Önce birkaç sözcükle odak, ardından da yine birkaç sözcükle plan anlatılır. Genel olarak bölümler “sessiz” açılır. Kişiler konuşuyor olsa bile, anlatılan plan gürültülü bir yer olsa bile, anlatının tekniği gereği ses, “sonradan verilir”. Yitik Bir Aşkın Gölgesi’nde, Memduh Selîm Bey gibi bir Kürt aydınını odağa alarak, Abdalın Bir Günü ve Kader Kuyusu’nu bir anlamda müjdeliyor. Ancak bu ikisinden farklı olarak, kahramanın gerçek hayatına daha bağlı bir roman söz konusu. Gerçeklik duygusu yer yer kimi tarihsel bilgi ve belgelere dayandırılarak pekiştiriliyor. Memduh Selîm Bey’in hayatı, Kürt Teali Cemiyeti, Xoybûn, Ağrı Ayaklanması, bohemlerin İstanbul’u, modernist Kürt aydın kuşağı, Kahire, Beyrut ve Şam gibi Kürt Aydınlanması merkezleri, dönemin alafranga havası, Hêvî ve Rojî Kurd dergisinin mutfağı gibi dekorların önünde geçer. Ama okur onun hayatını okuyup öğrenmiş olmaz, aksine kelimenin temel anlamıyla seyreder. Hatta bir dengbêjin sözlü kültür performansını icra ettiği bir mekândaymış gibi karelere seslenebilir de.

Mehmed Uzun, 1991 yılında yazdığı Abdalın Bir Günü’nde, deneysel bir çabaya girişir, diğer bütün romanlardaki deneysel özellikler bu romanda toplanır adeta. Roman bir serencamla başlar. Bu serencam, ben-anlatıcı ağzından verilir. Ehmedê Fermanê Kîkî adlı anlatıcı, önce kendi macerasını anlatır, sonra da “roman”ın “oluşum” sürecini. Ancak Yitik Bir Aşkın Gölgesinde’ki gerçeğe uygunluk kaygısı, yerini kurgusal bir gerçek yaratmaya bırakır. Burada ünlü Kürt dengbêji Evdalê Zeynikê, bir vesiledir. Onun kurgusal hayatı, bir halkın macerasıyla bütünleştirilir, yani aslında Jameson’un deyimiyle bir “ulusal alegori” söz konusudur –Bu konuyu başka bir çalışmada Aijaz Ahmad ve Murat Belge’nin itirazları ve kabulleri ekseninde yine Mehmed Uzun’un romanları üzerinden tartışacağız; şimdilik “ulusal alegori” tanımını bu roman için kabul ettiğimizi söylemekle yetineceğiz. Abdalın Bir Günü’ndeki simgeleştirmede, değişik tekniklere başvurulur. Romanın yazılış sürecini anlatan Uzun, yazdığı pasajları kadın dengbêjlere okuduğunu, onların geleneğe uymayan yerleri vurgulamaları üzerine birtakım değişikliklere gittiğini belirtmektedir. Ancak burada geleneğe uyan yön, kullanılan dildir sadece. Biçim olarak ise, deneysel bir biçim arayışı söz konusudur. Burada geleneksel zaman ile, modern zaman karşı karşıya getirilir. Bilindiği gibi romanın zamanı modern bir zaman algısı gerektirir. Ancak buradaki anlatıcı, saatleri değil öğünleri ve “vakit”leri, ayları ya da günleri değil mevsimleri ölçüt alır. Romanın bir günde yoğunlaşmasında denge yitirilmez, ama anlatıcının geleneksel zaman algısı da belirgindir. Bunu tabii bir kusur değil, bir teknik olarak tanımlıyoruz. Romanın serencam bölümü dışındaki ana gövdesinde Tanrısal-anlatıcı vardır, ki ben-anlatıcıyla aynı kişidir. Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi iki anlatıcı da aynı kişide toplanır. Bu anlamda Mc Kenzie ya da diğerlerinin formüle ettikleri kategorizasyonun dışına çıkmış olunur. Tanrısal-anlatıcı geriye dönüşler ve hikâyenin diğer mekânları arasında dolaşır. Ancak bütün düğümü, bir güne toplar ve orada çözümler. Romandaki bir diğer anlatım özelliği ise, dramatik yöntemdir. Dramatik yöntem, “Kahramanlardan her birinin gerçek yaşamda kullandığı dille yansıtılması[dır]. Burada artık edebî dil değil, gündelik yaşamın nesnel dili var[dır]” (Aytür, Nejla, 480). Sen’deki X-anlatıcı, yani “anne”, Kader Kuyusu’ndaki “Celadet” ve Dicleler’deki gündelik konuşmalar, Abdalın Bir Günü’nün tamamına yayılmıştır. Bu romanda anlatıcı da, ana kahraman da dengbêjdir. Ancak Ehmedê Fermanê Kîkî ova, Evdalê Zeynikê ise dağ dengbêjidir. Bir anlamda bir Botan-Serhad karşıtlığı söz konusudur. Kürt sözlü kültüründe bu ayrımı şu şekilde ifade etmek mümkün: Serhad dengbêjlerinde hız, Botan dengbêjlerinde ise üslûp öne çıkar. Romanın ana gövdesinde Tanrısal-anlatıcı olarak konumlanan Ehmedê Fermanê Kîkî, pekala 500 sayfada anlatılabilecek bir olayı 200 sayfada anlatarak Serhad ekolünü temsil ediyor, anlatımı sayısız üslûp özelliğiyle bezeyerek de Botan ekolünü.

Mehmed Uzun’un beşinci romanı olan Kader Kuyusu, roman kuramı içinde çok özgün özellikler barındırmaktadır. Açıkçası bu romanı bütün boyutlarıyla kuşatmak için en az aynı kalınlıkta bir çalışma gerekiyor. Bu romanda iki klasik anlatıcı var, Tanrısal-anlatıcı ve ben-anlatıcı. Ancak bu ikisi iç içe ve yan yanadır. Birinin söylediğini öbürü değiştirir, kendine göre düzeltir. Burada şöyle bir çözümleme denemesine girişeceğiz: Romanda iki tane roman var. Tanrısal-anlatıcının romanı, yani “üst-roman” ve ben-anlatıcının romanı, yani “alt-roman”. Her iki anlatıcının kullanıldığı diğer romanların aksine burada her iki anlatıcı da aynı mekân içinde bulunmaktadırlar. Şöyle bir sahne kurabiliriz: Tanrısal-anlatıcı bir daktilo başında oturmuş ben-anlatıcının, yani Mîr Celadet Alî Bedirxan’ın hayatını anlatan bir roman yazıyor, ki bu roman, ben-anlatıcının, yani Celadet Bedirxan’ın tamamlayamadığı bir romanıdır. Don Kişot’takine benzer bir paradoks söz konusu. Tanrısal-anlatıcı kendisinin olmayan bu romanı yazarken, yarım bıraktığı romanının yeniden yazılışını “seyreden” ben-anlatıcı sık sık müdahalelerde bulunur. Onun diliyle Tanrısal-anlatıcının dilinin farklılığını hissetmek mümkün. Aynı dilsel farklılık Yaşlı Rindin Ölümü’nde Yaşlı Rind ve Serdar’ın dilleri arasında da var. Ben-anlatıcı, Hawar’ın standardize ettiği bir Botan ağzıyla konuşurken, Tanrısal-anlatıcı, romanın mesafeli dilini kullanır. Toplam 16 bölümden oluşan romanda her bölüm, “kuyu” simgesine göndermelerle biter. “Kuyu” simgesi, klasik Doğu şiirinin en çok kullanılan simgelerinden biridir. Aynı şekilde modern şiire de yansımalar bırakmış olan bu simge, dişil bir simgedir de. Nitekim ben-anlatıcı, yani Celadet Bedirxan’ın doğumu gibi ölümü de bu simgenin çevresinde, daha doğrusu içinde gerçekleşir. Ancak ölümün, yani 16. fotoğrafın anlatılması, ben-anlatıcının aynı mekânı terk ettiği anlamına gelmez. O, Tanrısal-anlatıcının onun ölümünü yazdığı sahnede de oradadır. Roman Tanrısal-anlatıcının anlatımıyla biter. Ancak ben-anlatıcının konuştuğu son bölümdeki son cümle, söz konusu dişil simgeyi daha da belirgin hâle getirir: “Bir Rûşen’in elleriyle gelmiştim dünyaya ve başka bir Rûşen’in kollarında gitmek istiyordum dünyadan”. Bu romandaki diğer teknik de, fotoğraf okuma tekniğidir. Tanrısal-anlatıcı, hemen yanında “oturan” ben-anlatıcıya olan bitenleri sormaz. Her ne kadar ara sıra onun müdahalelerini yorumsuz bir şekilde verse ve yazdığı roman onun yarım bıraktığı roman olsa da, o anlatımı tek tek fotoğraflarda gördüklerinin üzerine kurar. Fotoğraflarda görünen ayrıntılar, Dicleler’deki Biro’nun dikkatini hazırlar adeta. Biro etrafını nasıl ayrıntılı anlatıyorsa, buradaki Tanrısal-anlatıcı da fotoğrafları öyle ayrıntılarla aktarır. Yine değişik dillerdeki bazı çevirilerinde görünmüyor olsa da, ben-anlatıcının bölümlerinden sonra gelen konuşmaların formülasyonu da ilginçtir. Ben-anlatıcının bölümü bittikten sonra, bir konuşma duyulur, ancak metin üstünde bu konuşma çizgisiyle verilmez. Bunu, fotoğrafın “sessizliğiyle” birlikte düşünmek gerekir.

1998 yılında yayımlanan Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık romanı, Mehmed Uzun romancılığı içinde farklı bir yere yerleştirilmelidir. Zira bu roman, mitoloji ya da güncel gerçeğe göndermeler üzerine kurulsa bile tamamen kurgusaldır. Diğer romanların aksine gerçeklik kaygısıyla ya da deforme edilerek anlatılan bir “gerçek hikâye” yoktur. Metin bütünüyle metaleptik bir metindir, bir roman olduğu ifade edilen romanın sonu romanın başında, yani “plot”ta söyleniyor. Romanın başarısı, bu güçlü imâya rağmen sürükleyici olmasıdır. En güçlü gönderme olan Gılgamış Destanı’nın tersine umutsuzlukla, karanlıkla biter. Gılgamış ışığı bulur, ama Baz ışığı bulduğu yerde kaybeder. Gördüğü son ışık ise, parlayan nehirdir, ona doğru giderken son nefesini verir. Romanın 7 ve 16. bölümlerinde ise, ben-anlatıcı ile karşılaşılır. Aslında ben-anlatıcı ile Tanrısal-anlatıcı aynı kişidir; Batılı bir yazar. Ancak ben-anlatıcı, 7 ve 16. bölümlerde Tanrısal-anlatıcı özellikleriyle görünmez. Onun bazı özelliklerini, iç dünyasını öğreniriz, ancak karşılaştığı kişiler hakkında ben-anlatıcının anlatabileceği kadarını bilir; diğer 15 bölümde ise, Tanrısal-anlatıcı olarak konumlanır. 7. bölümde, romanın kadın kahramanı olan Kevok’la tanışmasını anlatır. Batılı bir yazar olarak karşımıza çıkan ben-anlatıcı, bir taraftan da Batılı yazarın romandakine benzer ülkeleri anlama tarzını da eleştiren bir simge gibidir. Zira o, 7. bölümde Kevok’la tanıştığı zaman, Kevok, onun gibi Batılı yazarların “oryantalist” yaklaşımlarını mahkûm eder. Buna göre niyetleri ne olursa olsun, nüfuz edemeyecekleri bir gerçeklik söz konusudur. Zaten “dayanışma” amaçlı bir gezideki bu tanışıklık Batılı yazar, yani ben-anlatıcı tarafından unutulacaktır, 15. bölüme kadar. Ben-anlatıcı bu tutumuyla bile Kevok’un belirlemelerini haklı çıkartır. Kevok öyle bir ülkede yaşamaktadır ki, o ülkeden kaçmak için karşılıklı bir sohbette bulunduğu Batılı bir yazardan bile medet umar. Gönderdiği “şifreli” mektup, Batılı yazarın merak güdüsünü tetikler ve yazar kendini bir kütüphanede üç ayrı Gılgamış versiyonunu incelerken bulur. Polisiye romanın parodisi olarak okunabilecek olan 16. bölüm, ben-anlatıcının kendi yaklaşımını eleştirdiği bir bölüm değildir. Bunun yerine Kevok’un eleştirdiği yaklaşımı gösterir ve Batılı zihnin rasyonel özelliğine tutunur; zira bir roman vardır ve tamamlanmalıdır!

Birinci cildi 2001, ikinci cildi ise 2002’de yayımlanan Dicle ikilemesinde ben-anlatıcı vardır; anlattığı hikâye kadar ünlü olan ve kendi hikâyesini anlatırken bir kara parçasının yüz yılına ayna tutan Biro. Biro, Abdalın Bir Günü’nün anlatıcısı gibi bir dengbêjdir. Ondan farklı olarak medrese eğitimi görmüştür, yani ondan farklı olarak yazılı kültürle güçlü bir ilişkisi olmuştur. Abdalın Bir Günü’nde kendini yazmak karşısında çaresiz hisseden anlatıcı varken, Biro, yazılı kültürle olan ilişkisine rağmen romanı yazmak yerine anlatmayı yeğler. Okuru kendi odasına çağırır, gelirken kandili yakmasını rica ederek; yorulduğu ya da bir bölümü tamamladığı zaman okuru nazikçe evine yollar, giderken kandili söndürmesini isteyerek. Yitik Bir Aşkın Gölgesinde’de en uzun cümleler on sözcüğü bulmazken, Dicleler’de iki üç sayfayı bulan cümleler kurulur. Ben-anlatıcı olan Biro, bütün hikâyeyi hatırlayarak anlatır. Ancak onun gözettiği sıra ile anlatmayı yeğlediği şeylerin ayrımını koymak lazım. Çok ince bir ayrım var burada. Sesler arasında dolaşılırken belli bir kronoloji izlenmez. Hatta bazen hikâye kesilir ve anlatıyla doğrudan ilişkisi olmayan bir sesin peşine düşülür. Bu ses, romanda olan ya da romana yeni katılan bir kahramanın sesi de olabilir, bir ırmağın, bir ormanın, bir kitabı sesi de. Buna canlı ya da cansızların seslerinden, giderek seslerin canlanmaları ya da nesneleşmelerine varma diyeceğiz. Bu yüceltme öyle güçlüdür ki, seslere dayalı bir animizme dönüşür. Biro, tarihsel bir kişilik değil, yaratılmış, kurgulanmış bir simgedir. Romanın başlamasından önceki isimsiz bölümde Mehmed Uzun adında bir anlatıcı, Biro’nun bir ses edinmeye başladığını, bir sese dönüştüğünü yazar. Ana gövdede ise, Biro, her şeye bir ses verir ve her şeyi birer sese çevirir. Bu başlıksız önsözle okur, henüz başlamamış olan romana karşı yabancılaştırılır. Ana gövdenin daha ilk cümlesinde ise, bir dengbêjin odasına, sözlü performans ortamına girilir. Bu anlamda roman, destanların olağanüstü kahramanlarını değil, bunlara tanık olan Biro’nun aracı(sı)dır. Unutulmuş olanların seslerine seslenir ve o sesleri diriltir. Bizzat kendisi de o unutulmuşlardan birisidir. Anlattığı büyük macera, onun fiziksel ve sosyal durumu gibi yarımdır, eksiktir, tamamlanmamıştır. Buradaki dramatik etki dikkat çekicidir. O da Abdalın Bir Günü ve Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık romanlarında olduğu gibi tekrar eden bir tarihi imâ eder, her ne kadar başkalaştırsa da. Onun sesle bu yoğun ilişkisini, Lucretius’un 2100 yıl önce yazdığı ve Türkçeye Evrenin Yapısı (Tomris Uyar-Turgut Uyar çevirisi, 1976, Hürriyet Yayınları) ve Varlığın Yapısı başlıklarıyla çevrilen büyük şiirinin bir bölümünü hatırlatıyor:

Sesler çıkar dalgalardan, kapı sürgülerinden
Evlerin, gıcırtılar gelir, katılık verir
Kemiklere soğuk, olmasaydı boşluk olmazdı
Bunlar da, görülmezdi karşılıklı dönüşme nesnelerde
Bir olay doğmazdı boşluğun olmayışı yüzünden (45)

Gerçekten de bir ses veren her türlü canlı, nesne, hatta soyut duygu, Biro’nun anlatı evrenine eklenir. Yitik Bir Aşkın Gölgesinde ve Kader Kuyusu’ndaki görsellik, burada işitsellik üzerinde inşa edilir. Bir denizin kabarışı, bir fırtına, bir doğum, bir selam gibi şeyleri güzel ya da korkunç ve katlanılmaz yapan şey, onun sesidir. Dicleler, sessizliğin sesini bile arayıp bulan ve onun üzerine bir stran yaratan Biro’yla anıtsal bir ikilemeye dönüşür.
Kléber Haedens, romanın tanımını yaparken, bazen kahramanlarının gazabına uğrayan yazarları nasıl okumamız gerektiğini önerir adeta. Biz de son sözü ona bırakacağız:

Sanatı, bir hatıra yazarının sanatını aşan romancının örnek olarak aldığı şahısların tıpatıp aslına uygun bir tasvirini yapması esasen pek seyrek görülür. Tecrübenin öğrettikleriyle yetinemez, kahramanını kendi peşinden, yenilen yolculara şaşırtıcı izler bırakan görünmez bir âleme sürükler [….] Romancı fikirlerini nereden alır, haber alma kaynakları nelerdir? Tekrar ediyoruz ki bu nokta bizi alâkadar etmez. (42-44)

Kaynakça
Aytür, Nejla. “Bakış Açısı”. Der. Boynukara 49-82.
Aytür, Ünal. “Roman Sanatı ve Bakış Açısı”. Der. Boynukara 83-108.
Boynukara, Hasan. “Bakış Açısı”. Der. Boynulara 109-24.
_____ , der. Romanda Bakış Açısı ve Anlatılış. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 1997.
Eco, Umberto. Açık Yapıt. Çev. Yakup Şahan. İstanbul: Kabalcı Yayınları, 1992.
Forster, Edward Morgan. “Romanda Olay Örgüsü”. Çev. Ünal Aytür. Çeviri 1 (Eylül 1979):
13-28.
Haedens, Kléber. Roman Sanatı. 2. Basım. Çev. Yaşar Nabi. İstanbul: Varlık Yayınları,
1961.
Lucretius Carus. Varlığın Yapısı. 1. Cilt. Çev. İsmet Zeki Eyuboğlu. İstanbul: Cumhuriyet
Kitapları, 2001.
Moran, Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri. 9. Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
Parla, Jale. Don Kişot’tan Bugüne Roman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000.
Uzun, Mehmed. Bütün romanları, künyeleri sonra verilecektir.

 

31. TÜYAP İSTANBUL KİTAP FUARI





TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi- Büyükçekmece'de düzenlenecek olan 31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı, 200 etkinlik ve yüzlerce imza ile kapılarını kitapseverlere açıyor. Fuar'a yurtdışından 40 ülkeden yayınevleri, telif ajansları ve konuk yazarlar katılacak.
17 KASIM CUMARTESİ
İllüstrasyon Alanı
10.15-11.15İllüstrasyon Atölyesiİllüstratör: Marit TörnqvistDüzenleyen: Hollanda11.30-12.30İllüstrasyon Atölyesiİllüstratör: Marit TörnqvistDüzenleyen: Hollanda14.00-15.00İllüstrasyon Atölyesiİllüstratör: Marit TörnqvistDüzenleyen: Hollanda
Forum Alanı (10. Salon)
13.30-14.15Söyleşi/Talk: 'Güncel Araştırma ve Edebiyatta Macar-Türk İlişkileri'Moderatör: Mátis ViktorKonuşmacılar/Speakers: Tibor F. TÓTH, János HÓVÁRI (Macaristan Büyükelçisi), András Sándor KOCSIS (Macar Yayıncılar Birliği Başkanı), Erdal Salikoglu (İstanbul Macar Kültür ve Dostluk Derneği Başkanı)Düzenleyen/By: Macaristan Büyükelçiliği - Hungary15.15-16.15Panel: 'Kitap Fuarlarında Onur Konukluğu Sunumları: Yeni Yaklaşımlar, Yeni Fikirler' -'Guest of Honour Presentations in Book Fairs: New Perspectives, New Ideas'Moderatör: Onur Bilge Kula (Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü)Konuşmacılar: Antonio M. Avila (Liber Kitap Fuarı Direktörü/ Book Fair Director), Zhang J. Chen (Pekin Kitap Fuarı Direktörü/ Beijing Book Fair Director), Amy Webster (Londra Kitap Fuarı Direktörü/ London Book Fair Director), Deniz Kavukçuoğlu (İstanbul Kitap Fuarı Genel Koordinatörü/ Istanbul Book Fair General Coordinator)Düzenleyen/By: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü - Uluslararası Kitap Fuarları Organizasyon Komitesi
OKURLARA
TURHAN GÜNAY
Çocuk edebiyatımızın geçmişi bir hayli eskiye dayanmaktadır. Masallarımızı bu alanın öncüleri olarak kabul edebiliriz. Büyükanne ve dedenin yanı sıra annenin ve babanın çocuklara anlattığı masallar çocuk edebiyatının en hareketli ve etkili alanıdır bilindiği gibi. Nabi ve Sümbülzade Vehbi'nin kendi çocukları için yazdıkları öğüt kitapları ve dış edebiyatlardan çevrilmiş yapıtlar dışta tutulursa, çocuk edebiyatımızın asıl gelişimi Tanzimat'tan sonra başlamıştır. Bu dönemde yayımlanan kitapların sayısı da çok fazla değildir. Cumhuriyetten sonraki gelişme şaşırtıcıdır. Günümüzde ise şaşırmanın ötesine geçmiş bir çocuk edebiyatımız vardır. Neredeyse iki yüze yakın yayınevi çocuk kitapları yayımlamaktadır.Çocuk kitabı yayıncılığımızdaki büyük gelişmenin motorlarından biri kuşkusuz Gülten Dayıoğlu'dur. Dayıoğlu 1963 yılından başlayarak yazdığı çocuk ve gençlik romanları, öyküleri, radyo ve televizyon oyunlarıyla çocuk yazını alanına büyük bir ivme kazandırmış, Çocukları okumaya özendirecek bir dil kullanımına özen göstermiştir. Sayısı 100'ü aşmış olan yapıtlarından bir bölümüyle de birçok ödülün sahibi olmuştur. Hakkıyla hak edilmiş son ödülü ise, TÜYAP 31. İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Ödülü'dür. Kendisini yürekten kutluyoruz.Bu sayımız yine Fuar Özel Sayısı olarak çıkıyor. Gülten Dayıoğlu ile uzun bir söyleşi, kitaplarıyla ilgili bir değerlendirme yazısının yanı sıra, fuar etkinlikleri, fuarın konuk yazarları, katılımcı yayınevleri ve kitap fuarı ile eşzamanlı açılan ARTİST 2012 Sanat fuarı ile ilgili geniş bilgiler yer alıyor sayfalarımızda.İyi bir fuar geçirmeniz dileğiyle...Bol kitaplı günler... e-posta: turhangunaycumhuriyet.com.tr cumkitapcumhuriyet.com.tr

Thursday, November 15, 2012

Ayşe Sarısayın, ‘Karakalem Resimler’de

 BİR KİTAP KAPAĞI

Ayşe Sarısayın, ‘Karakalem Resimler’de, bir bakıma hep ‘yaşanmamış hayatlar’ kaleme getiriyor. Neredeyse bir roman havası estirerek. Birbirinden bağımsız görünen öyküler, herhalde hep aynı anlatıcının kendine seslenişleriyle birbirine yol alıyor

SELİM İLERİ

Evde kalmak

Kubbealtı Lugatı ‘evde kalmak’ için, yaşı ilerlediği halde evlenememek tanımını veriyor. Erkek söz konusu olduğunda, kullanılmadığını da vurgulayarak. Yaşlı kız, geçkin kız, evde kalmak... Çoğaltılabilir. Belki ataerkil çağların bir ifadesi. Ayşe Sarısayın’ın Karakalem Resimler adlı yeni öykü kitabını okurken, dönüp dolaşıp, o yaşlı kızda, evde kalmakta ürperip kaldım. Sebebi, kitabın ilk hikâyesi, ‘Kuşlarla Giden’. Fitnat ve Rikkat kardeşlerin aynı yazgıyı sürüklenişlerini, Sarısayın bizi alıp geçmişe, İstanbul’un hâlâ ahşap dokulu bir dönemine götürerek dile getiriyor. Çeyizlerde kuşlu porselen takımların saltanat kurmuş olduğu günlere.

‘Kuşlarla Giden’, alabildiğine çekingen yazılmasına karşın bir çığlık söyleyen hikâye. Fitnat ve Rikkat kardeşlerin yazgılarını, önce, Necatigil’den hiç unutmadığım eşsiz dizelerle pekiştiriyor: “Gerilerde bir gülüşle mutsuz/Gülümser yaşlı kız/Bilirim.”

Belki bu dizelerden dolayı, senaryosunu yazdığım Bir Demet Menekşe’yi hatırladım. Evde kalmış teyzede rahmetli Reha Kıral belirdi, “Bir aileden bir kurban yeter” diyordu Hale Soygazi’ye. Bir Demet Menekşe’yi yazmaya çalışırken, günler, aylar boyu Necatigil’in dizelerini tekrarlayıp durmuştum.

Ayşe Sarısayın’ın inceliklerle örülü hikâyesi bende kolay kolay dinmeyecek besbelli. Edebiyatta birçok yaşlı kız, okuduklarım, ‘Kuşlarla Giden’le çıkageldiler. Mesela yine Behçet Necatigil’in cinnete yol alan ‘Gaz’ adlı radyo oyunu, yanı başında o kadar içli ‘Süslü Karakol Durağı’.

Tahsin Saraç’ın ‘Geçkin Kızdan Geceye’ şiirini Memet Fuat’ın Türk edebiyatı seçkinlerinde mutlaka bulmalıyım. Balzac’ın Eugenie Grandet’sini yeniden okuyabilirim. Fakat Nahid Sırrı Örik’in Kıskanmak’ı adeta ezberimdedir.

Batı edebiyatında, tiyatro eseri dendi mi, iki müthiş oyun bu dram çerçevesinde, ikisi de yirminci yüzyılın -benim için- en büyüklerinden Tenneesse Williams’ın dünyasında: İlki, Bir Madonnanın Portresi, Tomris Uyar’ın nefis çevirisinden, kısa bir oyun ama özlülüğü binlerce sayfaya ulaşmış. İkincisi, bu kez Yıldırım Türker’in nefis çevirisinden, Yaz ve Duman. Bunca yıl bizde de sahnelensin diye bekledim Yaz ve Duman’ı... Henry James’i elbette unutmuyorum: Hem Washington Meydanı, hem yenilerde hayran kalarak okuduğum Aspern’in Mektupları. Washington Meydanı’ndan daha önce Bir Kitap Kapağı’nda söz açmıştım. Aspern’in Mektupları’ysa, Venedik’te hüzün ve ironi.

Faik Baysal’ın ‘Leke’ öyküsü, Necatigil’in dikkatinden kaçmamış: “Leke, bir yaşlı kızın dramıdır: Anasıyla babası da öldükten sonra Fatih’teki evinde yapayalnız kalmış, yanağında doğuştan kocaman siyah bir leke olduğu için evlenememiş Raife, kurtuuşu damarlarını kesip kendini öldürmede bulur.” Yeni basımı yapılmamış Perşembe Adası’nda ‘Leke’. Yapı Kredi Yayınları, Selçuk Baran’ın bütün öykülerini Ceviz Ağacına Kar Yağdı adıyla topladı. Baran’ın ‘Kavak Dölü’ de yaşlı kız terzi Emine’nin cinsel yalnızlığıdır. Halid Ziya Uşaklıgil, Yusuf Atılgan, Bilge Karasu, onların öykülerinde yarın da acıyı söyleyecek yaşlı kızlar.

Ayşe Sarısayın, Karakalem Resimler’de, bir bakıma hep ‘yaşanmamış hayatlar’ kaleme getiriyor. Neredeyse bir roman havası estirerek. Birbirinden bağımsız görünen öyküler, herhalde hep aynı anlatıcının kendine seslenişleriyle birbirine yol alıyor. Öyleyken, ne çok duyumsandıklarını, ama hep kaygılarla, ürküntülerle kaleme getirildiklerini -Yazamazsam! Oysa şimdi yazdığım her satırda, sisli puslu hikâyelerin büyüsünü bozmaktan nasıl da korkuyorum!- ayırt ediyoruz. Sarısayın baştan beri yalın anlatımı yeğlemişti. Karakalem Resimler’de yalın anlatım şiirsellik edinmiş. Asuman Kafaoğlu Büke, Dünya Kitap’ta, “Sarısayın’ın öykülerini içten ve özentisiz bulurum” diyordu. Eklemek isterim: Bir o kadar alçakgönüllü.


Biyografi

Ayşe Sarısayın, 1957 yılında İstanbul'da doğdu. Ortaöğrenimini İstanbul Alman Lisesi'nde tamamladıktan sonra (1976), İstanbul Üniversitesi Kimya Fakültesi Kimya Mühendisliği Bölümü'nden mezun oldu(1981). 1985 yılında İstanbul Üniversitesi'ne bağlı İşletme İktisadi Enstitüsü'nü bitirdi. Halen özel bir ilaç şirketinde çalışıyor. Evli ve bir oğlu var. Babası Behçet Necatigil'in çeviri şiirlerini(Yalnızlık Bir Yağmura Benzer, Adam Yayınları, 1984) ve aile mektuplarını(Serin Mavi,YKY,1999, Selma Esemen ile birlikte)yayına hazırladı. Babasına ilişkin anılarının yer aldığı Çok Şey Yarım Hâlâ adlı kitabı, 2001 yılında(yky) yayınlandı.
  • Çok Şey Yarım Hala - Yapı Kredi Yayınları
  • Denizler Dört Duvar - Can Yayınları
  • Yorgun Anılar Zamanı - Can Yayınları
  • Karakalem Resimler - Can Yayınları

    Ayşe Sarısayın babası Behçet Necatigil'i anlattığı "Çok Şey Yarım Hala"da ünlü şairin bilinmeyen dünyasını aydınlatıyor.

    Babası, ünlü Şair Behçet Necatigil'le olan anılarını "Çok Şey Yarım Hala" adını verdiği kitabında anlatan Ayşe Sarısayın aynı zamanda başarılı bir edebiyatçı. "Yorgun Anılar Zamanı" adlı kitabıyla 2005 Sait Faik Hikaye Armağanı'nı kazanan Sarısayın, genişletilmiş baskısıyla ikinci defa okurla buluşan "Çok Şey Yarım Hala"da da babasının sıkıntılı geçen çocukluk yıllarını ve çocuklarıyla ilişkisini anlatıyor. Ayşe Sarısayın ve ablası Selma Esemen 1999 yılında, babalarının ölümünden 20 yıl sonra, ünlü şairin eşine yazdığı mektupları "Serin Mavi" adıyla yayınladı. Sarısayın mektuplar kendisini çok etkileyince babasını daha yakından tanıma ihtiyacı duydu. Anıları yazma düşüncesi daha önceden de vardı, ama bir türlü cesaret edemiyordu. Mektuplar bu düşüncesinin hızlanmasını sağladı. Sarısayın anıları yazarken oldukça tedirgin olduğunu söylüyor; "Necatigil adına yaraşır olmasını istiyordum. O dönemde şiirlerini, düzyazılarını, hakkında yazılanları tekrar okudum, elimdeki belgeler izin verdiğince geçmişe dönmeye çalıştım. Ve bir şekilde benim anılarım olmaktan da çıktı kitap. Şiirleri, yazıları ve onun için yazılanlarla desteklenen bir yaşam öyküsüne dönüştü." Kitapta Behçet Necatigil'in çocukluk yıllarının oldukça sıkıntılı geçtiğini görüyoruz. Ünlü şair annesini çok küçük yaşta kaybetmiş, anneannesi ve babasının evi arasında gidip gelerek büyümüş. Bu dönemin sıkıntıları şiirlerine de yansımış. Bunun da etkisiyle herhalde, özellikle kızlarının çocukluğunda onlarla iyi ilişkiler kurma çabası içinde olmuş. Akşam yemeklerinde onlara kendi uydurduğu masallar anlatmış. Ayşe Sarısayın için Cimbil Fare, ablası içinse Sarman Kedi adında iki ayrı masal kahramanı yaratmış mesela. Sarısayın anıları yazarken babasını bir anlamda yeniden keşfettiğini söylüyor: "Şiirleri baştan sona birkaç kere okumak onları daha anlaşılır kıldı benim için. Gerçek yaşamımızdaki bazı olaylarla, şiirlerini örtüştürebildim. 15 yaşında çok da anlamadığım bir şiiri, aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra farklı yorumlayabildim. Onun iç dünyasını galiba biraz daha iyi anlayabildim."

    AYRINTILARI YAZIYOR

    Anılar, geçmişe dönmek, anımsamak Ayşe Sarısayın'da hiç aklında yokken yazma dürtüsünü oluşturdu. Ardından da öyküleri geldi: "Genelde ayrıntılar beni daha çok ilgilendiriyor galiba. Yaşam çok hızlı akıp gidiyor, görmeden geçip gittiğimiz ayrıntıların önünde biraz duruyor, görünenin ardında neler olup bittiğine bakmaya çalışıyorum. Sıradan yaşamların ardında olup bitenlerin, iç hesaplaşmalarımızın çevresinde dolaşıyorum. Yaşamın içinden, sıradan insanı anlatan öyküler yazıyorum." Ayşe Sarısayın, Necatigil soy adını kullanmamasını ise şöyle anlatıyor: "Necatigil soyadından hep onur duydum. Babamın bir şiiri vardır "Adım" diye; "Adım kimlere verilir/ Yok erkek evladım/Bu soy benimle biter/Geçmişlere verilir". Kitapta da anlatmıştım, bu şiire rağmen Necatigil soyadını kullanmaya devam etmek, hak etmediğim bir şeyi sahiplenmek gibi geldi bana. Bugün de bu düşüncem değişmiş değil." Babasının genç kuşaklarca da tanındığını, izlendiğini söyleyen Sarısayın, bu yüzden de Necatigil isminin yarınlara da kalacağını düşünüyor.

    Eylem BİLGİÇ

     

Monday, November 12, 2012

Lilith “Evcilleştirilirken”

Geçtiğimiz Mart (2012) ayında Sel Yayıncılık, edebiyat dünyasına yeni bir yazar kazandırdı: Esra Pekin. Pekin'in romanı, Yahudi mitlerinde Adem'in Havva'dan önceki eşi ve eşiti olan (kitaba adını da veren) Lilith anlatısının alternatif bir aktarımı. Özgün mitte Adem gibi o da topraktan yaratılmış, buna karşın Adem'in baskısına maruz kalmış, buna isyan etmiş ve nihayetinde tanrının söylenmemesi gereken adını söyleyerek (bu aynı zamanda cennetten çıkışın da anahtarıdır) yeryüzünde Kızıldeniz yakınlarında bir mağarada yaşamaya başlamıştır. Havva bunun üzerine Adem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Lilith, Babil ve Sümer mitlerinde de kendisine karşılık bulur, vs. İlgili kitabın tanıtımlarından birini Melisa Kesmez, Sabit Fikir dergisinde (ve internet sitesinde) gerçekleştirdi. Derginin (ve sitenin) editörleri metin görseli olarak John Collier'in 1892 tarihli Lilith'ini seçmişler. İlginçtir, Selahattin Yıldırım'ın derlemesi ve çevirisiyle Dünya Kadın Şairlerinden Kadınlık Halleri kitabı da Agora Yayınları'dan yılın başında çıkmıştı; kitabın kapağına ise bir başka Lilith, Dante Gabriel Rossetti'nin Lady Lilith'i yerleştirilmişti.
 
 

Günümüz düşünürlerinden, geç kapitalizmin kültür mantığı olarak postmodernizmi tanımlaması/açımlamasıyla ün kazanan Marksist kültür ve edebiyat kuramcısı Fredric Jameson, 1938 yılında Moskova'da Almanca olarak yayımlanan ve sürgündeki anti-faşist yazarların yayın organı olan Das Worth dergisinde başlayan Dışavurumculuk tartışmasını değerlendirmeye naif ama etkili bir tespitle başlar: “Gereken dersleri almasını bilmeyenler için tekerrür eden yalnızca siyasal tarih değildir.”[1] Bu bağlamda, bu metin de, değinilen resimlerin içinde üretildikleri akımın (Ön-Raffaelocuların) Lilith temsillerine odaknarak; yazınsal olanla ilgilenen ve hatta onu üreten/denetleyen kesimlerin kendi alanları dışındaki yaratımlara yaklaşımında çoğunlukla açığa çıkan kötümser ve aklıcı ironinin tabiî sonucunun sanata ahil olamama, olsa da onu soğurma ve etkisiz kılma olduğunu göstermeye çalışacak. Üstelik  yazınsal alana dair hiçbir şey söylemeden, sedece bu Lilith temsillerini çözümlemeye, onların ideolojik göstergelerini açığa çıkarmaya çalışarak...
***
Victoria devri İngiltere'sinde William Holman Hunt, John Everett Millais ve Dante Gabriel Rossetti tarafından 1848 yılında kurulan -ki bu yıl Komünist Manifesto'nun yayımlandığı ve Avrupa'nın işçi ayaklanmalarıyla sarsıldığı bir yıldır- Ön-Raffaelocu [Erkek] Kardeşlik'inin (Pre-Raphaelite Brotherhood) durumu; endüstri devrimi sonrası ortaya çıkan moralist ve kitlesel üretime karşı grupların genel kavramsal çerçevesi içinde değerlendirilebilir: Bu sanatçıların tutumu, kurgusal, tarihsel ya da hayali bir konunun önemli ölçüde ikna edici bir yanılsamayla mekanik dünyadan daha gerçek olarak temsil edilmesidir.

Ön-Raffaelocular hakkında W. H. Gombrich, içtenlik endişesinin ve resmî sanatın yapmacıklığına karşı duyulan tahammülsüzlüğün, bir grup İngiliz ressamının farklı bir yol izlemesine neden olduğunu dile getirerek başlar değerlendirmesine ve akabinde ekler: “Bu sanatçılar, sanatın böyle tehlikeli bir çıkmaza saplanış nedenleri üzerinde kafa yordular. Akademilerin ‘Büyük Tarz’ adı verilen Raffaello geleneğini sürdürme iddiasında olduğunu biliyorlardı. Eğer bu doğruysa, sanat Raffaello ile birlikte yanlış bir yola sapmıştı. Doğayı ‘idealleştirmek’ için kullanılan yöntemleri göklere çıkaran ve güzelliği elde etmek için gerçeği feda edenler Raffaello ve izleyicileriydi. Eğer sanat ıslah edilecekse, o zaman Raffaello'dan önceki dönemlere, sanatçıların ‘dürüstlük’lerini yitirmediği, doğayı aynen taklit etmek için ellerinden geleni yaptıkları ve dünyevi çıkarlar yerine Tanrı'nın zaferine inandıkları zamanlara dönmek lazımdı.”[2] Grubun önde gelen üyelerinden Dante Gabriel Rossetti'nin kardeşi William Michael Rosetti'nin ilkesel açıklamalarında da bu anlayış kendini gösterir: “Anlatılacak gerçek (öykünme olmayan) düşüncelere sahip olmak. Bu düşüncelerin nasıl dışa vurulacağını anlamak için doğayı dikkatle incelemek. Daha önceki sanatta dolaysız, ciddi ve yürekten olana duygudaş olmak, ama gelenekselliği ve gösterişçiliği, ve aynı zamanda ezberle öğrenileni ise dışlamak. Hepsinden önce baştan sona güzel resimler ve yontular yapmak.”[3]
 

Bu anlayışın ürettiği temsillerin tipik bir örneğini editörlerimizin de seçimi olan Dante Gabriel Rossetti'nin LadyLilith tablosu (Görsel 1.) oluşturmaktadır: Bugün Delaware Sanat Müzesi'nde konumlanan tuval üzerine yağlıboya 96.5cm×85.1cm'lik bu eserin tarihlemesi 1866-1868 ve 1872-1873. Bu ikili tarihleme eserde model olarak kullanılan yüzün değiştirilmesinden kaynaklanır: İlk model Fanny Cornforth (y.1835-1906) iken resimdeki yüz Alexa Wilding'inkiyle (y.1845-1885) değiştirilmiştir. Delaware Sanat Müzesi eser kataloğuna Ön-Raffaelocularda güçlü kadın simgelerinin sık bir şekilde kullanıldığını dile getirdikten sonra şu ifadelere yer veriyor: “Sanatçı ikonik bir Lilith gösteriyor, uzun, akan saçlı bir Amazon gibi.”[4] Bir Amazon gibi(!) Tablonun yapıla gelen yaygın yorumu bu şekilde... Yerleşik kadın algısının dışında bir profil çizen, erkekler gibi savaşan, serbest cinsel ilişkiler yaşayan, evliliği ve çocuğu reddeden, hatta savaşmak ve çocuk sahibi olmamak için cinsel organlarına müdahale eden Amazonlar mitinin efsanevi Atina kralı Theseus tarafından yenilgiye uğratıldıktan sonraki halleriyse kastedilen, sözgelimi Antik Yunan'da ticari seks hizmeti veren kadınların en alt tabakada genelevde çalışan ilk grubu (bu statüde toplam üç grup vardır), genellikle kendilerine deikteriades denilen ve ağırlıklı olarak İonia kentlerinden getirilen köle kadınlardan biriyse Lilith,belki! Ama hayır, kesinlikle erkek egemen toplumsal cinsiyetin dışına çıkan, kendisiiçinvarolan bir kadın tasviri değildir bu tablodaki...
 

Fred S. Kleiner, Gardner'sArtthroughtheAgesAGlobalHistory'de, Rossetti'nin önemli bir özelliğinin belirgin bir duygusal cazibe ile ruhani güzellik arasında açığa çıkan zıtlığın yansıtıldığı çok sayıda kadın portresi olduğuna dikkat çeker. Ayırca BeataBeatrix tablosundan hareketle eserleri her ne kadar hayali de olsa ressamın tablolarında kendi yaşamını yankıladığına kısaca değinir.[5] Lady Lilith tablosu da özyaşamöyküsel özellikler taşımaktadır: Rossetti'nin sevgilisi olan kırsal bölgeden ve işçi sınıfından gelen, "kaba" aksanı ve “varsayılan” eğitim eksikliği ile Rossetti'nin çevresince yadırganan resmin ilk modeli Fanny Cornforth'dan, yine alt sınıf kökeni olmasına karşın bir piyano yapımcısının kızı olması ve okuma yazma bilmesiyle ayrılan Alexa Wilding'e geçiş: Bu geçiş -Antik Yunan'a geri dönersek- bizi seks hizmeti veren ikinci kadın grubuna getirir: Bu grup auletrides adı verilen flüt çalmak, dans etmek gibi yetenekleri olan, özel eğitim almış kadınlardan meydana gelir. Zengin sınıftan erkekler tarafından tercih edilen auletridesler köle statüsünde olmalarına rağmen görece daha özgür yaşama şansına sahiptiler. Helenistik dönemde Mısır hükümranı Ptolemaios ve Makedonya kralı Demetrios’un ilgisini çeken ve gözdesi olan Lamia gibi.

Bu noktada Rosetti'nin asistanı Henry Treffry Dunn'un, resmin yeni modeli Wilding'i bir Sfrenks'e benzetmesi de anlam kazanır. Ona göre “uysal dış görünüşünün içinde derin bir kuyu gibi her zaman belli belirsiz bir cevap bekleyen” bir ifadesi vardır Wilding'in.[6] Lilith için ideal bir yüz tanımı... Zira, Ön-Raffaelocularda “güçlü” kadın simgelerinin sık bir şekilde kullanılmasının bir yansımasıdır bu tanım: Freudyen bir yaklaşımla bunun tersine çevirme (reaction-formation) olduğu iddia edilebilir pekâla. 1933’te yayımlanan Virginia Woolf'un “Flush: Bir Biyografi” adlı kitabı, Victorya devrinde kadınlara yapılan baskıları bir köpeğin gözünden anlatır. Bu baskı Victoria devri ahlâkçılığının tabiî bir sonucudur. Ken Baynes ToplumdaSanat kitabının bir yerinde, bizi Victoria dönemi ahlâkçılarından çok o dönem pornograflarına daha bir sempati duymaya yöneltenin, baskı kültürü ile suçu tatmin kültürü arasındaki bağlantı olduğunu dile getirdiğini anımsarsak, LadyLilith tablosunda da bizzat baskının müessisi bir erkeğin Lilith’i tam da bu bağlamda deyim yerindeyse evcilleştirdiğini görürüz. Benzer bir şekilde aynı akımdan John Collier'in 1892 tarihli Lilith'i (Görsel 2.) bir eliyle saçlarını kaldıran diğer eliyle kendisi saran yılanı okşayan ve belirgin bir arzu ifadesi ile boynunu yılanın başına yaslamış çıplak bir kadın temsili sunar bize. Oysa Lilith tasvirleri (ya da daha doğru bir ifadeyle Lilith olarak da yorumlanabilecek tasvirlerin çoğunda) çoğunlukla yılan ve kadın yekparedir. Sözgelimi, ilk dönem Flaman ressamlardan Hugo van der Goes'un 1470 tarihli Güz:AdemveHavva'nınYılanTarafındanKandırılması (Görsel 3.) tablosunda olduğu ya da daha bilinik bir örnek olarak Michelangelo'nun Sistine Şapeli'lindeki CennettenKovuluş (Görsel 4.) freskinde olduğu gibi... Kuşkusuz bu örnekler de kaba bir patriyarkal bakışı temsil eder ama en azından erkeğin düşmanca tavrı “düşmanının” varlığını kabul etmektedir. Collier'in temsilindeyse kadın ve yılan (kadın ve kötülük, şeytansı olan) ayrılmış, kadın -belirgin bir şekilde kendisini saran- yılanı sevmek zorunda bırakılmış, şehvetle ve -kuşkusuz erkek için duyması beklenen- cinsel arzuyla teslim alınmıştır. Bu tarzdaki temsillerin yakın dönem popüler bir örneğini de Natassja Kinski'nin model olduğu 1981 yılında Vogue Paris için Richard Avedon tarafından çekilen fotoğraf örnekler... (Görsel 5.) Rossetti'nin LadyLilith'ine dönecek olursak tablodan narsistik ve metalaşmış güzelliği temsilini okumak, bu bağlam içinde hiç de zor olmaz.
 

Akademizme kapılıp daha geleneksel bir yaklaşımı benimsesek, sözgelimi Heinrich Wölfflin’in prensiplerinden hareketle resme bakarsak; çizgisel-boyasal (gölgesel) ayrımın izleyici zorladığını fark ederiz. Zira, bu resimde figür çizgisel olarak öne çıkarken nesnelerde bu konturlar oldukça silikleşmektedir. Lilith nispeten gürbüz tasvirinin hakim olduğu kalabalık bir alanın önünde betimlendiğinden, düzlem-derinlik ayrımında resim düzlemsel yorumlanabilir: Düzlem kompozisyonunda bütün dikkat, sahnenin önüne paralel, birbiri ardına sıralanan düzlemlere çevrilidir. Bu bağlamda resim kapalı biçimi de muhafaza eder lakin çokluktan birliğe geçiş de sağlanmıştır. Buna karşın resim, bir portre özelliği de taşımasına karşın göreli açıklık içerisindedir: Özellikle resimdeki mumdan yansıyan son derece tuhaf ayna tasvirinde bu görelilik belirginleşir. Bu görelilik aynanın gördüğünün yorumlanmasında da kendini gösterebilir: Görünen bir yaban doğa mıdır, yoksa evcil bir bahçe mi? Belki de resme bakan erkek henüz cennettedir. Buna karşın karanlığın içinde izleyiciyi erkeği kandırmayı arzulayan ve bu arzusunu yine kendisini erkek için “izleyerek” perçinleyen bir kadındır Lilith. Bir parça kinayeli, negatif ve ironik bir anlamdır bu. Ama benzer şekilde göğüsler, baş ve boyun arasında faklılaşmamış cildin ölü bir alanmışcasına erimesinin saçların canlılığı ile kesin bir zıtlık oluşturması da bu anlamı destekler. FeminisimandWomen'sStudies'de Amy Scerba'nın bu tablo üzerine çalışmalarında bu Lilith'i önceki tasvirlerden ayıranın onun ezici güzelliği değil, ahlaki suçlulukla ezilmiş öncelikli odak oluşu olduğunu vurgulaması boşuna değildir.[7]
 
 
Umberto Eco, GüzelliğinTarihi'nin Tersine bölümünde dekadan duyarlılığın bir örneği olarak LadyLilith'i kitaba yerleştirir. Bölümle ilgili tespitlerindeyse şu ifadelere yer verir: “Kadın, muzaffer Kötülük, İblis'in ete kemiğe bürünmüş hali, sevgi ve doğallıktan uzak olduğu için doyumsuz, yozluğun izleriyle güzel, günahkâr olduğu için arzulanabilir görülmüyorsa; düşlendiğinde sevilen kadınlığın değiştirilmiş doğasıdır: o, Baudelaire'in düşlerindeki mücevherli kadın, mücevher kadın veya çiçek kadın'dır, sadece yapay bir modelle, bir tabloda, kitapta ya da efsanede ideal atasıyla karşılaştırıldığında tüm çekiciliğiyle açığa çıkan D'Annunzzio'nun kadınıdır.”[8] Rossetti'nin bu resmin sonetinde de hem övdüğü hem de yerdiği saçların erkekler için bir kastrasyon sembolü olduğu düşünüldüğünde Feminist yazarlardan Elizabeth G. Gitter'in ThePowerofWomen'sHairintheVictorianImagination'da “Daha bol/gür saç, güçlü bir cinsel daveti ima ediyor,” demesi işte bu bağlamda önem kazanır; zira kısmen kaybedilmekte olan aristokratik iktidarın Victoria devri orta sınıf yasakları ve ikiyüzlüğüne karşı oluşan, gecikmiş bir ludist hareketin çartist eğilimlerle birleşmesinin bir sonucu gibidir bu resim, siyasal olarak kendi mutlak ifadesini artsandcrafts akımında, William Morris'ta ve onun ortaçağ loncalarının üretim biçimine tapan “iyi”, “ahlaklı” ve dürüst İngiliz sosyalizminde bulacaktır kendisini... Lilith'ler “evcilşetirilecek”, yeni orta-sınıf aileler kutsanacaktır. Ve yıllar sonra kitaplar kapaklarına, internet siteleri sayfalarına bu “evcil” Lilith'leri taşıyacaktır...


[1]              Fredric Jameson, “Sonuç Yerine Bazı Düşünceler”, Estetik ve Politika içinde, çev. Ünsal Oskay, Eleştiri Yayınevi, Eylül 1985, İstanbul, s. 300.
[2]              E. H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, çev. Erol Erduran ve Ömer Erduran, Remzi Kitapevi, Eylül 2004, İstanbul, s. 512.
[3]              Akt. Timothy Hilton, The Pre-Raphaelites, Oxford University Press, 1970, s. 46.
[4]              Url: http://www.delart.org/collections/preraph/lady_lilith.html
[5]              Fred S. Kleiner, Gardner's Art through the Ages A Global History, Wadsworth Press,  2011, s. 810.
[6]              Henry Treffry Dunn, Recollections of Dante Gabriel Rossetti and his circle, ed. Mander, 1984, s. 46.
[7]              url: http://feminism.eserver.org/theory/papers/lilith/ladylil.html
[8]              Haz. Umberto Eco, Güzelliğin Tarihi, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, Doğan Kitapçılık, Nisan 2006, s.

Sunday, November 11, 2012

Dağın Sesi




Aslı E. Perker

Dünya okurları ve akademisyenlerinin ortak görüşü Yasunari Kavabata'nın Japon yaşayışını birebir ifade eden en mühim yazar olduğudur. ''Japon olmak ne demektir''i onun yazdıklarını okuyarak anlayabileceğimizi söylerler. Bununla beraber Kavabata okumanın zorluğundan da ziyadesiyle bahsederler. Hatta Batı dünyası 1920'lerde eser vermeye başlayan Kavabata'yı çok uzun bir süre anlayamaz. İlk olarak İzu Dansçısı adlı eseri 1942 yılında Almanca'ya çevrilir. Bundan kuvvet alan bir başka yayınevi Edward Seidensticker'ın çevirileriyle İzu Dansçısı'nı, Kar Ülkesi'ni ve Bin Beyaz Turna'yı 1956, 1959 yıllarında İngilizce olarak yayımlar. Ancak çevirmen Seidensticker, Kavabata'nın Dağın Sesi adlı romanının bir taslak tercümesini aynı yayınevine sunduğunda reddedilir. Daha fazla yazarın dejenere, enerjisi düşük romanlarını basmak istemediklerini söylerler. Kavabata buna şaşırmaz, tıpkı Japon okurları gibi. Zira onlar zaten nasıl olup da Batı dünyasının bu kadar 'Japon', hatta 'haddinden fazla Japon' olan bir yazarlarını okuyabildiklerini anlamadıklarını ifade etmişlerdir.

Ancaak... Aynı yayınevinin tutumu 1968 yılında Kavabata'nın Nobel'i almasıyla değişir. İşte bu tarihten sonra Kavabata tüm dünyada tanınan ve daha önemlisi okunan bir yazar haline gelmiştir. Nobel ödüllü bir yazar ''Ben okumam'' diyerek bir kenara koyulamayacağına göre onu anlamanın yolları bulunmalıdır. Kavabata okumanın şartı hayatı rölantiye almaktır. Okurun adeta kan dolaşımını bile yavaşlatması gerekir. Romanlarını çok uzun sürelerde yazan - ki bu kimi zaman on iki yılı bulur – Kavabata okurundan da aynı sabrı beklemektedir. Sonuç değil, oraya giden yol önemlidir. ''Zaman tüm insanlar için aynı şekilde akar'' der, ama, ''Her insan zamanın içerisinde farklı bir şekilde akar.'' Zen Budizminden etkilendiği muhakkaktır. Hatta Nobel'i aldıktan sonra yaptığı konuşmada buna geniş bir yer verir. Bu inanç sistemini açıklar. Müritlerinin tek kurtuluşu kendilerini saatlerce dünya işlerinden ayırmalarından geçmektedir, bir tek bu yolla güzelliğe erişilebilir. Zen basitliğe odaklanır ve işte bu basitlik güzelliği doğurur. Tıpkı Kavabata'nın yazdıklarında olduğu gibi.

Adeta ruhunun en derinliklerine inip, oradaki temel duyguyu çıkartmayı, iyisiyle kötüsüyle her ne ise onu da en temiz cümlelerle yazmayı başarır. Söylemek istediği son derece nettir, hiçbir duygusunu saklamaya çalışmadığı için de dürüsttür. Ki yazdıkları arasında söylemesi pek güç olan çok şey vardır. Her şeyden evvel erotizmi sıklıkla kullanır. Örneğin Dağın Sesi adlı romanında 62 yaşında bir adamın gelinine karşı duyduğu ilgiden bahseder. Uykuda Sevilen Kızlar'da yaşlı bir adamın bakire genç bir kadının yanında çırılçıplak yatarken yaptığı ruhsal yolculuklar konu edilir. Bunun dışında çeşit çeşit kadın erkek ilişkisine dair temeları kullanmaktadır. İki cins arasındaki derin farklılıklardan ve bunun farkındılağıyla beraber gelen sıkıntılardan söz eder.

Tabii başka bir bakış açısından ele alacak olursak belki de onun yazdıkları sadece Batılılara tuhaf gelmektedir. Zira geyşalık kültürünün olduğu bir toplumda bunlar okunması, anlaşılması daha kolay metinler olabilir. Şüphesiz Karlar Ülkesi adlı romanındaki ilişkiler zincirine Batılılar başka, Japonlar başka türlü bakmaktadırlar. Ama yine de Japonların Kavabaka'nın 'haddinden fazla Japon' olduğunu söylediğini bir kez daha tekrarlayalım.

Yazar kullanılacak dilin yalınlığı, basitliği konusunda o kadar ısrarlıdır ki romanlarının sayfa sayıları genelde pek azdır. Hatta bazılarına rakama vurulduğunda novella denmesi icap etmesine rağmen içeriğinin ağırlığı ve gidişatın detaylılığı bakımından roman kategorisine dahil edilmişlerdir. Fakat Kavabata'nın yazdıklarının herhangi bir yere dahil edilmesi gibi bir ısrarı yoktur. Nitekim ilk kez 1935'te yayımlanan Karlar Ülkesi adlı romanını ölümüne çok yakın, yani 1972 yılında tekrar ele alarak kısaltır ve sadece birkaç sayfalık bir öykü haline getirir. Zaten hayatının büyük bir kısmında, tam elli yıl boyunca 'Avuç-İçi-Kadar-Roman' kavramını oturtmak için çalışmıştır. Yüz kırka yakın bu tip öykü yazmış ve bunlar da sadece kendi ülkesinde değil, tüm dünyada beğenilerek okunmuş, çeşitli dillere çevrilmiştir.

Peki Kavabata bu basitliğe nasıl ulaşmıştır? Eğer kitaplarında olduğu gibi düşünecek olursak şöyle sormamız gerekir: Onu sonunda bu kişi yapan yolda neler olmuştur? Anladığımız kadarı ile Kavabata hiçbir zaman çok konuşmuş, kendinden bahsetmiş bir adam değil. Nobel konuşmasında dahi kendinden, yazdıklarından, neyi neden yaptığından hiç bahsetmiyor. Bütün bir konuşmanın metni Japon kültürüne dair öğelerle bezenmiş. Uzun uzun Japon bahçelerinden bahsediyor. Japon doğasının güzelliğinden, bir çiçeğin bir vazonun içerisinde nasıl durması gerektiğinden. Çay seramonisine de geniş yer ayırıyor. Bardağın çay içilmeden önce nemlendirilmesi gerektiğine dahi değiniyor. Biraz önce de bahsettiğim gibi Zen Budizmi konuşmada oldukça geniş yer tutuyor. Kendisini bir yazar olarak en çok etkilediğini bildiğimiz bin yıllık eser Tale of Genji'den bahsediyor ve sonrasında da yine onun tarzında büyük etki yaratmış on yedinci yüzyıl haiku'sundan.

Aslında o güne kadar yazdığı her şey ile söylemeye çalıştığını farklı bir şekilde anlatıyor bu kez: Japon insanı hayatın anlamını onları çevreleyen güzellikler vasıtasıyla bulur. Bu bir kiraz ağacının açmakta olan çiçekleri de olabilir, yavaşça düşen kar da. Ya da gecenin karanlığında asılı duran sarı bir ay.

Kendisi de hayatın anlamını bu güzellikler vasıtasıyla mı buluyordu öyleyse? Pek sayılmaz. Bilakis bu güzelliklerin fazlası ile farkında olmasına rağmen o daha çok hayatın karanlık yanlarına bakmayı tercih etmiş. 1923 yılında Tokyo'daki büyük depremden sonra haftalarca yavaş yavaş sokakları arşınlayıp gördüklerine adeta bir daha unutmamak için daha da dikkatli bakmış. Başkalarının gözlerini kaçırdıkları manzaraları zihnine kazımış. Kendisi deneyimini şöyle anlatıyor:

''Avrupa ya da Amerika'dansa her zaman Doğu'nun yıkılmış kentlerine gitmeyi arzu ederim. Ben mahvolmuş bir ülkenin vatandaşıyım. Başka hiçbir insan manzarası benim kalbimi mülteci gibi görünen depremzedelerin oluşturdukları kuyruklar kadar kıramaz. Bunun sebebi belki de evim diyebileceğim hiçbir yeri olmayan bir öksüz, yetim olmam ve bunun sonucunda melankolik yürüyüşleri hep sevmiş olmamdır.''

Hiroşima'ya atılan atom bombasının ardından da yine kenti dolaşan ve tüm acısını içine çeken yazarın acıya olan müptelalığı belki de gerçekten kaçınılmazdır. O 1899 yılında, henüz yedi aylıkken, prematüre bir şekilde doğar. Bu hayatının geri kalanında her zaman hissedeceği bazı sağlık problemlerine yol açmıştır. Hali vakti yerinde bir ailesi vardır, ancak henüz iki yaşındayken babasını tüberkülozdan kaybeder. Bir yıl sonra da annesi aynı hastalığa yenilir. Ablasına annesinin, kendisine ise babasının akrabaları sahip çıkar. İlerleyen yıllarda sadece bir kez daha görebildiği ablasını da 1909 yılında kaybeder. Onu büyükbabasının ölümü takip eder. 15 yaşına geldiğinde Kavabata hayatta artık tek başınadır. Daha sonra tanıyıp yakın arkadaş olacağı bir başka mühim Japon yazar Mishima'nın ona ''Cenazelerin Usta''sı diye hitap etmesi boşuna değildir. Hayatı boyunca pek çok cenazeye katılmıştır (Daha sonra Mishima'nınki de dahil olmak üzere.) Kendisi ise bu kadar çok ölümün onu mutlak yalnızlığa ve köksüz olmaya mahkum ettiğini söyler. Bu sebepten ölüm fikri her zaman ona çok yakındır, yazdığı her şeyde muhakkak vardır. Romanlarından onun zihnini en çok kurcalayan mevzulardan birinin bu olduğunu anlamak hiç de zor olmaz. Okuyucusuna da bunu düşündürtmek ister. ''Rüzgar yaklaşmakta olan kışın sesini taşımaktaydı'' derken aslında okurun yaklaşmakta olan ölümü sezmesini sağlamak istemektedir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra sadece ağıt yakmak istediğini söyler. Yaşananlar onda hiçbir zaman onarılmayacak bir kalp kırıklığına sebep olmuştur.

İşte zannediyorum biraz önce bahsi geçen basitliğe bu pek zorlu yoldan geçerek ulaşmış olmalıdır. Yazım şekli hassas ve saydam olarak tanımlanan Kavabata'nın görünüşü de esasen insanda aynı hisleri uyandırmakta. Geçmişi dikkatle incelendiğinde, fotoğraflarına bakıldığında daima bir erkek çocuğu görüntüsü taşıyan fiziğiyle sanki boşluğun ortasında duruyormuş hissi yarattığı bir hakikat. Beni kendisiyle ilgili en çok düşündüren fotoğraflarından biri yazı masasının başındaki hali örneğin. Japon iç mimarisine uygun olarak bomboş, çok sade bir odanın ortasında yere oturmuş, alçak bir masanın üzerinde yazmakta olduğu bu hali bana göre Kavabata'nın kalabalığın ortasındaki yalnızlığının, daha doğrusu 'tek başına' lığının en güzel sembolü.

Bununla beraber Kavabata'nın yalnız, tamamı ile kendi dünyası içerisinde yaşayan bir adam olmadığını da söylemek gerekir. Hatta Amerika'nın en mühim Japon Edebiyatı araştırmacılarından olan Donald Keene'in söylediği gibi yazarın bu başka, sosyal halleri nedense fazla konuşulmaz. Hem okuru, hem dünya edebiyatının önemli isimleri onun yalnızlığını vurgulamak isteseler de Kavabata iç dünyasından sıyrıldığı anda kalabalığa karışır ve hatta onun önemli bir parçası haline gelir.

Tam on yedi yıl boyunca (1948-1965) Uluslararsı PEN yazarlar birliğinin Japonya başkanlığını yapar. Ülke içinde ve dışında pek çok toplantıya tek kelime yabancı dil anlamamasına rağmen katılır. Bu süre zarfında durup dinlenmeden Japon yazarların başka dillerde yayımlanabilmesi için çalışır. Diğer yazarlarda kıskançlıktan ziyade saygı ve hayranlık hissi uyandırmasının sebebi de bu çalışmalarıdır. Sadece kendi yazdıklarını değil, Japon edebiyatının dünyadaki yerini önemsemektedir. Yine bu sebepten Kamakura Bunko Yayınevi'ni kurar. Pek çok genç yazara destek verir. Kavabata gelecek vaat eden Japon yazar bulma konusunda ustadır ve adeta tek başına Japon edebiyatının geleceğine yön vermek için çabalar. Üstelik kitapları ucuza satarlar. Amaç savaştan çıkmış Japon halkının daha çok kitap okuyabilmesini sağlamaktır ve bir ilke imza atmış olur. Savaş sonrası Japon edebiyatında bir patlamaya sebep olduğunu söylemek katiyen abartı olmaz.

Ölümünden kısa bir süre önce ise Tokyo Metropolitan Bölgesi vali seçimlerinde desteklediği aday için canla başla çalışır. O kadar ki o gürültülü seçim arabalarının üzerinde sokak sokak dolaşır. Yine aynı tarihlerde Amerika'ya bir tur düzenleyerek çeşitli konferans ve derslere de katılır.

Gençlik yıllarında da yine The Scarlet Gang of Asakusa kitabına konu olacak Asakusa'da bir hayli hareketli günler geçirmiştir. Asakusa, 1800 sonlarında Montmartre Paris için ne ifade ediyorsa Tokyo için o demektir. Dansçı kadınların sokaklarda soyunduğu, dilencilerle yazarların kol kola gezdiği, genç kadın fahişelerin volta attığı bu çivisi çıkmış bölge Kavabata için de uzunca bir süre çekim merkezi olmuştur. Zamanın kültürel sloganı ''ero, guro, nansensu''dur. Yani ''erotik, grotesk ve saçmalık.'' Kavabata tam üç yıl boyunca Asakusa sokaklarında dolaşıp genç gangsterler dahil herkesle tanışır, onları tahlil eder, notlar alır ve sonra da gördüklerini, yaşadıklarını 'olağanüstü modernist bir roman' olarak tanımlanan The Scarlet Gang of Asakusa'da yazar. 1930 yılında yayımlanan bu kitap bölgeyi daha da meşhur etmiştir. Kavabata ise 1931 yılında evlenerek bu dekadan hayattan elini ayağını çekerek tarihi Samuray başkenti olan Kamakura'ya taşınır ve oradaki yazar camiası ile dostluk kurar.

Kavabata'nın intihar eylemine ilgi duyması bu dönemde mi başlıyor bilemiyoruz fakat Japon tarihine, kültürüne ve yaşantısına bu kadar meraklı bir adamın Samuray ritüellerinden en ilgincine ilgi duymaması bana göre mümkün olamaz. Gerçi intharı genel olarak kendine tema edinmesine rağmen Nobel konuşmasında bu konuya da değiniyor ve eylemi kınıyor.

''Bir insan kendini dünyaya ne kadar yabancılaşmış hissederse hissetsin intihar bir aydınlanma şekli değildir. Ne kadar hayran olunan biri olursa olsun intihar eden bir adam azizlik mertebesinden uzaktadır. İntihara ne sempati duyuyorum ne de hayranlık besliyorum.''

Gelin görün ki bu konuşmayı 1968 yılında yapan Yasunari Kavabata 1972 yılında çalışmak için gittiği stüdyosunda geriye bir not bırakmadan intihar eder. Gerçi geride bıraktığı ikinci eşi ve birkaç arkadaşları intihar etmediğini, gaz borusunun yanlışlıkla serbest kaldığını ve bunun bir kaza olduğunu savunurlar, fakat bazı kaynaklar gaz borusunun ağzında bulunduğunu söylediği için intihar ettiği ihtimali her zaman daha çok kabul görür.

İşin hakikati yazarın genel olarak yaşamına bakıldığında, her ne kadar olaydan dört yıl evvel bu eylemi kınamış olsa da intiharı attığı her adım ile bir tutarlılık gösteriyor.

Kavabata yaşlılığına denk gelen yıllarda kendinden çok genç, hatta küçük denecek yaşta bir kız ile ilişkiye girmişti. Bu konuda ne hissettiğini bilemiyoruz, fakat intiharına bu ilişkinin sebep olduğu söylenenler arasında. Tıpkı romanlarındaki gibi mümkün olmayan bir aşk mı yaşamıştı yoksa daha evvel de söylediği gibi hayatında bir kez olsun bir kadının elini kendi eline romantik hislerle almamış mıydı? Yoksa Dağın Sesi'ndeki baş karakter Shingo'nun gelinine duyduğu erotik hislerden dolayı hissettiği utancı mı yaşamıştı? Hayatı ve hissettikleri ile ilgili bu kadar çok boşluk bırakan bir yazar hakkında yorum yapma, hayal gücünü kullanma özgürlüğüyle hareket etmeme izin varsa, ben bu sonuncusunu seçiyorum. Muhafazakar bir yorumu tercih ettiğimden değil. Ancak hayatı boyunca Japon kültürünü anlatmaya çalışmış, en karanlık sahnelerde bile arkaya kiraz çiçeklerini yerleştirerek resmi güzelleştirmeye çalışmış bu adamın yine aynı sadakatle kendi kültürünün gerektirdiğini yaptığını düşünüyorum.

Nedir seppuku? Ya da harakiri. Samuray'ın düşmanlarının eline düşmektense ya da bir utanç içerisinde yaşamaktansa kendini öldürmeyi seçmesidir. Bunu şüphesiz herkesten iyi, tabiri caiz ise 'en ortodoks Japon' Kavabata biliyordu ve fikrinden ayrı düşmeden bir Japon geleneğine daha uymuş oldu.

KUTU:

Kawabata Japonya'nın edebiyat dalında ilk Nobel ödülü kazanan yazarıydı. Ancak ödülü hak edip hak etmediği konusunda elbet her ülke yazarında olduğu gibi tartışmalar yaşandı. İlgi çekici olan pek çok akademisyenin bu ödülü esasen Kavabata ile çok yakın arkadaş olan Mishima Yukio'nun hak ettiğini söylemesi idi. Söylentiye göre Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Dag Hammarskjöld Mishima'nın birkaç eserinin çevirisini okuyup çok beğenmiş ve Nobel kuruluna 1968 yılında ilk kez Japon bir yazara verilmesi kararlaştırılan ödülün bu yazara verilmesini tavsiye etmişti. Oysa Danimarkalı bir başka yazar yüzünden Mishima bu ödülü alamayacaktı. Bu yazar 1970 yılındaki bir yemekte tüm açıklığıyla olayı anlatmıştı. Dediğine göre Nobel Komitesi Japon yazarlar hakkında görüşünü sormuşlardı. 1957 yılında Japonya'daki PEN kongresi sırasında orada bulunan bu Danimarkalı yazar Komite üyeleri tarafından halihazırda beğenilen Mishima yerine ödülün Kavabata'ya verilmesini tavsiye etmişti. Bunun tek sebebi daha genç olan Mishima'nın solcu eğilimlerinin, Kavabata'nın ise muhafazakar bir duruşunun olmasıydı. Hatta komite Mishima'nın tüm eserlerini okumuş olmasına rağmen Kavabata'nın yalnız iki eserini okuyarak ödülü vermişti. Bu Danimarkalı yazar bir gün yemekte beraber oturduğu gruba şöyle söylemişti: ''Kavabata için ödülünü ben kazandım.''