Thursday, October 25, 2012

O”nun evinden anılar: FYODOR DOSTOYEVSKİ (1821-1881)



Hayatı...
Fyodor Dostoyevski 30 Ekim 1821 de Moskova’da dünyaya geldi.Annesi varlıklı sayılabilecek bir tüccarın kızı, babası ise yoksullar hastanesinde görev yapan askeri bir doktordu. 1812’ de Napolyon’a karşı savaşan Rus askerlerinin yaralarını sarmış olan babası, karısına eziyet çektiren, çocuklarının mum gibi durmasını isteyen,dediğim dedik, sert ve aksi bir adamdı. Annesi ise babasının aksine hisli ve sakin bir kadındı.
Varlıklı sayılabilecek bir büyükbabaya, evlenirken hatırı sayılır bir drahomayla gelen anneye rağmen Dostoyevski’nin ailesi asla sıkıntıdan kurtulamamışlardır. Öyle ki babasının hizmet gördüğü yoksullar hastanesinin avlusundaki bir evceğize sığındıkları halde yinede kıt kanaat yaşıyor, yoksulluk içinde yüzüyorlardı.
Ailenin ikinci erkek çocuğu Dostoyevski, dış dünya ile ilişiği kesilmiş bir halde arkadaşsız, tecrübesiz ve hürriyetsiz büyüyordu. İlk eğitimini ailesinden almış, babasından Fransızca ve Latince öğrenmişti. Asosyal yaşantısı ve baba baskısına rağmen hiçte pısırık, çekingen, melek huylu bir çocuk değildi. Evde iskambil oynarken hileye kaçmasını biliyor, babasının yasak etmesine rağmen koğuş hastalarıyla konuşmaktan çekinmiyordu.
Babasının bütün aksiliğine ve kötü huyluluğuna rağmen Dostoyevski’yi dayak cezası uygulandığı için, okula yazdırmak istemeyişi ve bunun yerine özel bir öğrenci yurduna yerleştirişi garip ama gerçektir. Genç Dostoyevski yerleştirilmiş olduğu özel öğrenci yurdunda hem yurdun şartlarına alışmaya çalışıyor, hem derslerine yetişiyor, hem de harıl harıl Walter Scott’u, Dickens’i, George Sand’ı, Hugo’yu ve Puşkin’i okuyordu.
Dostoyevski’nin yurt hayatı tam bir alışkanlığa dönüşeceği sırada, 1837 şubatında, otuz yedi yaşındaki annesinin veremden öldüğü haberi aldı. Bu haber Dostoyevski’yi âdeta yıkmış, ne yapacağını bilemez hale getirmişti. Çünkü annesi olmadan babasının ailelerini bir arada tutabilecek özveriyi gösterebileceğinden kuşkuluydu. Korktuğu da kısa sürede başına geldi. Karısını kaybeden babasının kendisini ve ağabeyini Petersburg’taki Askeri İstihkam Okulu’na yazdırma kararını çaresizce kâbul etmek zorunda kaldı.Oysa ki daha o zamanlarda bile edebiyata ve yazmaya olan düşkünlüğünü keşfetmiş, yüreğini, aklını disiplin altına sokacak hiçbir mesleği gözü görmüyordu.
Bütün bunlara rağmen babasının kararını uygulayacak ve 1843 yılında okulunu başarıyla bitirecekti. O yıllarda Dostoyevski’yle birlikte okuyan arkadaşlarının yanında ise sessizliği ile anılacaktı. Okulun bitmesinin hemen ardından asteğmen rütbesiyle Petersburg’daki İstihkam Müdürlüğü Hizmetine’ giren Dostoyevski , bu sırada babasını da yitirmişti. Kendi toprak köylüleri tarafından öldürülen babasının ölümü de onu etkilemiş, yaş***ı boyunca çevresinde kaba, alkolik, zalim biri olarak tanınan babasının ölümünü bu nedenlere bağlı haklı bir ölüm olarak düşünmüştür.
Yoksulluk,annesinin ölümü, yatılı okullar, kaba, alkolik, zalim ve kendi toprak köylüleri tarafından öldürülmüş bir baba, bu ve buna benzer olaylar karşısında sağlığını iyiden iyiye yitiren Dostoyevski ilk sara krizlerini yaşamaya başlamış ve ölümüne kadar bu sara nöbetlerinin ne zaman geleceğine dair sıkıntıyı bütün ruhunda duyumsamıştır.
Askeri mühendis olarak girdiği İstihkam Müdürlüğü’nde bir yıl bile kalmadan istifa eden Dostoyevski ilk eserini, ‘İnsacıklar’ ı yazmaya koyuldu.Tamamlanan eserin el yazması müsveddelerini okuyan şair Nekrasof, devrin ünlü edebiyat eleştirmeni Belinski’ye koşarak: “Yeni bir Gogol doğdu” müjdesiyle eseri Rus Sainte-Beuve’üne sundu. Yazarın toplum meseleleriyle ilgilenmesi gerektiği fikrini savunan Belinski, kendi görüşüne uygun bir eserle karşılaştığı için ‘ İnsancıklar’ ı övdü. Belinski kendi görüşüyle örtüşen bu eseri için coşkuyla “Toplumcu romanın bizde ilk örneğidir bu” diyordu.
1846 yılı başında ‘İnsancıklar’ kitap haline gelirken, edebi çevreler tarafından kâbul görmenin verdiği özgüvenle Dostoyevski yeni bir roman yazmaya başlamıştı. Romanın konusu ise benliğin ikiye ayrılışıydı. Roman ‘Öteki’ adını taşıyordu. Bu romanda işlemiş olduğu ikilik kavramı Dostoyevski’nin bütün hayatı boyunca üzerinde duracağı temel tema olacaktı.
Ancak yayımlanan roman edebi çevrelerce ‘İnsancıklar’ ın aksine övgüyle değil, tepkiyle karşılandı. Hattâ, bir çok eleştirmene göre Dostoyevski’nin bu romanı ünlü Rus yazarı Gogol’un ‘Burun’ adlı romanını taklit eden bir kitaptı. Bu tepkiler karşısında şaşkına dönen Dostoyevski bu defada ‘ Bay Proharçin’ adlı eserini yayınladı. Maalesef bu eserde edebi çevrelerin ‘Öteki’ adlı romana duyduğu öfkeyi dindiremedi ve Dostoyevski genç yaşında elde etmiş olduğu ünden, elit edebi çevreden, hattâ bir çok dosttan bir süreliğine ayrılmak zorunda kaldı.
O zaman ki edebi çevreler yazarlardan toplum meseleleriyle dolu gerçekçi hikayeler bekliyor ,düşle gerçek arasında bocalayan yapıtlara ateş püskürüyorlardı. Bu nedenle Dostoyevski’nin düşüş dönemindeki son çırpınışları olarak görülebilecek Netoçka Nezvanova ile Ev Sahibesi adlı eserleri edebi çevrelerce yine yerden yere vuruldu. Dostoyevski’nin son eserleri karşısında onun en büyük destekçisi olan Belinski bile çılgına dönmüş, ona olan bütün desteğini çekerek, bir zamanlar Dostoyevski’yi yüceltmek üzere başlattığı sohbetlerinin yeni konusunu ‘Dostoyevski’yle dalga geçmek, aşağılamak’ olarak belirlemişti.
Yüksek edebi çevre tarafından dışlanan Dostoyevski bundan sonra tabir yerindeyse ‘yeraltına’ çekildi. Çünkü bazı fikirlerin yayılması için yeraltından daha uygun bir sığınak bulunamazdı. O zamanki Rusya’da eli kalem tutanlar iki fikir etrafında toplanmıştı. Batıcılar, geri bir memleket olan Rusya’nın Avrupa ülkelerini örnek tutan esaslı bir devrimle kalkınabileceğini inanıyor, .Slavcılar ise, Büyük Petro rejiminin Avrupa’dan kabataslak kopya edildiğini, Petro’dan önceki slav ruhuna ruhuna dönmek gerektiğini ileri sürüyorlardı. Her iki tarafı da günden güne daha sert tartışmalara sürükleyen fikirlerini yayma isteği öyle bir hal aldı ki Çar I.Nikola için duruma müdahale etme zamanı gelmişti. Çar, ve onun emrinde toplanan özel polis kuvveti bütün konuşmalardan haberdardı. Anlayacağınız gizli fikirlerin yayılmasında en güvenli sığınak olarak görülen yeraltından yerüstüne Çar’ın dahi duyacağı fısıltılar sızmıştı.Sonuç olarak yazarların hepsi gözaltına alındı.
Ancak, bütün baskı ve tutuklamalara rağmen yanardağ yaradılışlı Dostoyevski bu kaynaşmanın dışında asla kalamazdı.İhtilalci gruplardan birine başkanlık eden Petraşevki ile 1846 da tanışınca grubun toplantılarına devam etmeye başladı. Bu yeraltı toplantılarının da yerüstünden duyulması üzerine I. Nikola’nın emri ile Petraşevski grubu üyeleri 22 Nisan 1849’da tutuklanarak hapse atıldı. İhtilalciler beş ay boyunca yargılandı. Yargılama sonucunda ortaya çıkan sonuç zanlıların masumiyetiydi. Ancak bu masumiyet kararının doğru bir karar olmadığına inanan Dahiliye nazırı davaya tekrar bakılmasını istedi. Yeniden yargılama sonunda ise suçluların idamına karar verildi. Çar I.Nikola döneminde ölüme mâhkum olmanın ölmenin ta kendisi olduğunu bilen Dostoyevski ve diğer ihtilalciler için artık hiçbir yaşama şansı kalmamıştı.
22 aralık 1849 sabahı mâhkumlar idam edilecekleri meydana götürüldü. Çar, bir yönetmen titizliğiyle , yaşanacak olan dramı, en küçük ayrıntısına kadar tespit etmişti. Çar, bu yaptığı ile âdeta ölümün soğukluğu karşısında bu mâhkumların ne derece küçüleceğini, fikirlerine ne derece sahip çıkacaklarını görmek istiyordu. Ve şimdi bu büyük oyunu sahneye koyma zamanıydı. Yirmi yedi yaşındaki Dostoyevski ve arkadaşları gözleri kapatılarak kazıklara bağlandı. Ölüm tamburu vurulurken, infazı gerçekleştirecek olan askerler tüfeklerini dolduruyorlardı. Hayatla ölüm arasında kıl kadar ince bir çizgi kalmıştı. Nihayet bu tüyler ürpertici oyuna bir son verilip af kararı okundu. Bu olayın Dostoyevski üzerinde bıraktığı etki kendisi tarafından bir çok yerde dile getirilecek, hattâ eserlerinde yer alacaktır. Ancak bütün bunların bile yaşanan sahne karşısında duyulan gerçek hislerin tercümanı olduğunu iddia etmek imkânsızdır.
Çar I.Nikola’nın senaryosunu yazıp, sahneye koyduğu ‘Sahte İnfaz’ oyununun hemen ardından Dostoyevski, “canice niyetler beslediği, edebiyatçı Belinski’nin Ortodoks kilisesi ile Devlet otoritesine karşı hakaret dolu mektubunu yaydığı için dört yıl kürek cezasına ve altı yıl da er rütbesiyle seferi orduda hizmete” mâhkum edildi.
1854 yılının Şubat ayında Dostoyevski’nin kürek cezası sona erince, er rütbesiyle Sibirya’nın uzak bir köşesinde bulunan Semipalatinsk kasabasında ordu hizmetine verildi. Aradan bir yıl geçmemiştir ki , yirmi iki yaşındaki Baron Vrangel savcı göreviyle kasabaya gelip yerleşmişti. Baron Vrangel’in kasabaya gelirken beraberinde getirdiği kitap ve mektup Dostoyevski ve Baron Vrangel arasında sarsılmaz bir dostluk kurulmasına neden oldu. Çünkü, Baron Vrangel’in beraberinde getirdiği kitap ve mektubun sahibi Dostoyevski’den başkası değildi. Bunları gönderen ise kardeşi Mihael Dostoyevski’ydi. Bu dostluk Dostoyevski’nin sürgün olarak yaşamak zorunda kaldığı kasaba da bütün kapıların kendisine sevgi ve samimiyetle açılmasını sağladı.
Kasabanın Dostoyevski’ye açılan kapıları arasında birde evlilik kapısı bulunuyordu. Bir süre sonra annesi gibi verem hastalığı bulunan bir Maria Dimitrievna ile evlenmiş ve erlikten, asteğmenliğe yükselmişti. Kasabaya alışmış, hattâ bu sürgün yerini sevmeye bile başlamıştı, ancak ne zaman kendi başına kalsa Petersburg’ a duyduğu özlem ruhundan gözlerine, yüreğine fırlıyordu. Eserler tasarlamayı da bırakmış değildi. Sürgüne giderken kardeşi Mihail Dostoyevski’ye devrettiği müsveddeleri arasındaki ‘Küçük Kahraman’ adlı eserinin ağabeyi tarafından mahlasla 1857 yılının Ağustos ayında bir dergide yayınlatılması edebi başarıyı erken yaşlarda yakalayan Dostoyevski’yi bile inanılmaz sevindirmişti. Ancak, bir şeyler değişmişti, hattâ çok şey değişmişti, kendisine sürgün gelen yıllar, Rusya’da günlük hayatın gelişmesini, değişmesini ifade ediyordu. Acı gerçek buydu. Bu nedenle Dostoyevski’nin büyük umutlarla yayınladığı ‘Amcanın Rüyası’ ile ‘Stepançikova Köyü Hikâyeleri’ ne eleştirmenlerin, ne de okuyucuların dikkatini çekmedi. İtiraf etmek zordu, ancak Dostoyevski adı doğduğu topraklarda unutulmuştu bile.
1859 yılında Rusya’ya dönmek için yaptığı teşebbüslerin başarıyla sonuçlanması ile birlikte karısı Maria Dimitrievna ile başkente yerleşti. Daha öncede savaşçı kişiliğinin ipuçlarını verdiğimiz Dostoyevski’nin başkente gelişi sonrası sürgünün verdiği yorgunluk ve ‘İnsancıklar’ sonrası yayınladığı bir çok eserinde yaşadığı hâyâl kırıklığı nedeniyle köşesine çekileceği düşünülemezdi bile. Öyle de yaptı, asla köşesine çekilmedi, ilk iş olarak kardeşi Mihail Dostoyevski ile birlikte aylık olarak yayınlanan Vremya (Vakit) adlı dergiyi çıkarmaya başladı. Bu dergi yıllarını sürgünde geçirmiş okumaya ve yazmaya susamış bir deha için bulunmaz bir fırsattı. Dostoyevski’de bu fırsatı değerlendirmek için elinden geleni yapmaya çalıştı, hem derginin sürekli başa bela idarî ve malî işleriyle uğraşıyor, hem yaş***ının kötü yazgısı olan sara nöbetleriyle cebelleşiyor, hem de sürekli, bıkıp usanmadan yazıyordu. 1861 yılında Vremya’da Dostoyevski’nin azim ve kararlılık sonrası ortaya çıkardığı ilk eserinin tefrikasına başlanmıştı. Bu eserin adı ‘Ezilenler’ di. Bu ilk adım bile göz kamaştırıcıydı, ancak aynı yıl biten ve kitaplaşan ‘Ölü Evinden Anılar’ adlı eseriyle Dostoyevski uzun süre önce istemeye istemeye ayrılmak zorunda kaldığı ününe ve büyük ismine kavuşmuştu. ‘Ölü Evinden Anılar’ Sibirya’da yaşanan sürgün hayatını anlatıyor, bir başka deyişle Dostoyevski’nin kendi gerçeğini anlatıyordu. ‘Ölü Evinden Anılar’ ın bütün Rusya’da büyük heyecan yarattığı doğruydu, ancak öyle bir doğru daha vardı ki, Çar’lar yönünden hiçte şansı olmayan Dostoyevski’nin eserini okuyan Çar II. Aleksandr’ın bile gözyaşları içinde kalmasıydı. Eserin temelini teşkil eden kaybedilen özgürlük teması, özgürlük peşinde koşan Rus aydınları tarafından büyük övgü ile karşılandı. Bu eser sonrası Dostoyevski eskiden yaş***ış olduğu ancak kısa süren parlak günlerine geri dönmüştü. Aranan, istenen, saygı duyulan bir yazardı. Kaybedilmişti, unutulmuştu, ama sorun değildi, bulunmuştu ya, önemli olan buydu. Dostoyevski’nin kaderi olsa gerek, parlak günlere, pohpohlanmaya karşı kendi bünyesinde gelişen garip bir sakarlığı vardı. Öyle olmasa 1864 yılında ‘Yeraltından Notlar’ adlı, içerisinde bol bol sosyalist aydınların hicvedildiği eseri yayınlamaz, böylelikle hiçbiri estetik olmayan, politik nefretle beslenmiş eleştiriler yağmuru altında kalmazdı. Ama dedik ya, Dostoyevski bu, yanardağ yaradılışlı bir garip adam... Oysa, “Yer Altından Notlar” , çaresiz insanın hayat karşısında tutunamamasının, ruhsal olarak yaralanmasının, varoluşunu dünyaya haykırmak isterken giderek kabuğuna çekilmesinin hikâyesidir. Dostovyevski’nin daha sonra işleyeceği birçok felsefi ve ahlaki problem, bu romanla başlamıştır.
Annesinin, babasının, hattâ kendinin bile bir anlamda yaş***ış olduğu ölüme tanıklık eden Dostoyevski için 1864 yılının Nisan ayında ölen karısının ve aynı yılın Temmuz ayında ölen kardeşinin ölümleri sonsuz bir acıdan ziyade doğumla başlamış bir yalnızlığın tekrarı niteliğindeydi. Evet, yine yalnız kalmıştı, . Vremya’da da işler yolunda gitmiyor kardeşinden kalan yüklü borç yüzünden oldukça zor günler geçiriyordu. Çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu...Bazı zamanlar bu çalışma temposunun on sekiz saati aştığı anlar oluyordu.
Bu dönemde filmlere dahi konu olan inanılmaz çarpıklıklar âdeta yaş***ının bir parçası olmuştu. Taahhüt üzerine eserlerini yazıyordu. Evet, yanlış anlamadınız, Dostoyevski kitapçısı Stellovski’ye peşin para karşılığında yazmayı taahhüt ettiği eserlerini isteyerek, duyumsayarak değil, aceleyle, yetiştirme kaygısı ile kâleme alıyordu. Haklıydı da, eğer taahhüt ettiği zaman içinde eserlerini tamamlayamazsa yazmış olduğu ve yazacağı bütün eserlerin telif hakkını kaybedecekti. Bu kaygıyla ortaya çıkan eserlerinin 1866 yılında yayınlanan ilk büyük romanı ‘Suç ve Ceza’ ve aynı yıl yayınlanan ‘Kumarbaz’ olması insan üzerinde ne büyük bir etki uyandırmaktadır. Kanımca, bu eserlerin ortaya koyduğu edebi zevkin yanı sıra, dehanın hiçbir ortamda ışığını kaybetmeyeceği gerçeğini de Dostoyevski’yle bütünleşmiş bu haliyle asla unutmamalıyız. Ayrıca özel olarak teşekkürler taahhütlerin yılmaz bekçisi Stellovski...
Dostoyevski’nin kaygı dolu bu yılları yalnızca hızlı yazılmış eserlerini ortaya çıkarmadı, ikinci bir meyvesini Anna Grigorievna ile verdi. Eserlerini vaktinde bitirebilmek için bir dostunun tavsiyesiyle katibe olarak işe aldığı, yirmi yaşlarında bir kız olan Anna Grigorievna’yla önce dostluğa, sonra ise aralarında büyük yaş farkı olmasına rağmen evliliğe yelken açmıştı. Bu evlilik 1867 yılının Şubat ayında gerçekleşecek ve bu tarihten sonra Anna Grigorievna , Dostoyevski’nin yaş***ında yalnızca bir eş olarak değil, onun derbeder hayatını düzenleyen, alacaklılarıyla çekişen, eserlerinin basımıyla uğraşan vefa yüklü bir şahsiyet olarak tarih karşısında yerini alacaktı.
Dostoyevski’de asla Anna Grigorievna’nın bu olağanüstü sevgisine kayıtsız kalmadı. Bu nedenledir ki yasaklanan dergilerinin mücadelesini vermeden, söylenecek sözleri bitmemişken, çok sevdiği vatanını terk etmek zorunda kaldı. Vatanında kalmış olsa belki de kendisini tutuklayacaklardı, sonra, sonrasında ya kürek cezası, ya da sürgün, oysa Dostoyevski için vatanından kopup Avrupa’ya gitmekte bir bakıma kürek cezası, sürgün değil miydi?
Bazı insanlar sıkıldıkları, kendilerini mutsuz hissettikleri anlarda bu ruh hallerinin üzerine gitmek yerine onu bambaşka bir uğraşla unutmaya, tabir yerindeyse halının altına süpürmeye çalışırlar. Dostoyevski’de Avrupa’da yaşadığı mutsuzluğu unutmak için kumar tutkusunu hortlatmayı yeğledi. Neredeyse bütün zamanını kumarhanelerde geçirerek elinde bulunan kısıtlı parasını da kaybetti. Bütün bunların üzerine yaşanan tarifsiz sıkıntıların yeni bir acıyla son noktaya ulaşması da gecikmedi. Üç çocuğu bulunan Dostoyevski ülkesine dönmeden önce çocuklarından bir tanesinin ölümüyle, yaş***ı boyunca alışkını olduğu çevresinden birilerini kaybetme duygusunu bu defa daha derinden yaş***ış oldu. Ancak unutulmaması gereken bir noktada Dostoyevski’nin kronikleşmiş kumar tutkusunun, sefaletinin, acılarının yanında yine Avrupa’da tamamladığı ‘Budala’, ‘Ebedi koca’, ‘Ecinniler’ adlı eserleridir.
Bu acı olaydan bir süre sonra ülkesine dönen Dostoyevski ülkesinde şaşırtıcı bir teklifle karşılaştı. En guzel yıllarını fikirleri yüzünden çalan, onu küreğe, sürgüne mâhkum eden Çar’lık kurumu, bir başka Çar’ın çocuklarına öğretmen olmasını, yani fikirlerini, düşüncesini geleceğin Çar’larına aktarmasını istiyordu. Bu teklif belki de Dostoyevski’yi bile hayrete düşürecek ikilik örneğiydi.
Bu arada Dostoyevski yazmaya devam ediyordu. Çevresinde olup biten her şeye rağmen yazmak... Bu onun sığınılacak tek limanıydı. Yaşadığı onca sıkıntı ve acıya rağmen üretmeyi, herkese yönelik eserler bırakmayı asla terk etmemiştir. Sayısız badire ve kayıplar onu çökertmemiş, hayattan kopartmamıştır. Bunun en iyi örneği de 1879 yılında şaheseri denebilecek bir eseri olan “Karamazov Kardeşler” i kendi ülkesinde tamamlamasıdır.
Ve her şeyin bir sonu vardır. Yazar Dostoyevski için geride bıraktığı eserler göz önünde bulundurularak ölüme bir son demek yanlış bir ifade olabilir, ancak insan Dostoyevski için ölüm her insanda olduğu gibi gerçektir. Dostoyevski 1881 yılının Ocak ayında yaşı boyunca kendisini yalnızlığa sürükleyen akrabalarının tazelediği bir miras meselesi nedeniyle sinirleri son derece yıprağından şiddetli bir akciğer kanamasıyla yatağa düştü ve 28 Ocak’ta, altmış yaşındayken hayata gözlerini yumdu. 31 Ocak’ta yapılan cenaze töreninde otuz bin kişilik bir kalabalık hazır bulundu....
Ne diyelim, hemen hepsi birer edebi şaheser niteliğinde bulunan bütün eserlerine rağmen, siyasi eğilimleri nedeniyle “söylem” dışı kalan, ancak ölümünden kısa bir süre önce Puşkin’in ölüm yıldönümünde yaptığı parlak konuşmayla iade-i itibar görebilen, devlet tarafından tehlikeli, aydınlar tarafından gerici bulunan Dostoyevski, hiç değilse-cenaze merasiminde yalnız kalmamıştır...!

Wednesday, October 24, 2012

'Metnin dışında bir şey yoktur'

'Metnin dışında bir şey yoktur'Jacques Derrida

UTKU ÖZMAKAS

1967'de Fransızca basımıyla bir anda tartışmaların odağına oturan 'Gramatoloji', dile ilişkin bildiklerimizi köklerinden sorgulayan ve geleneksel temelleri sarsan bir yapıt
Geride bıraktığımız yüzyılın şüphesiz ki en büyük beyinlerinden birisi Jacques Derrida’ydı. Yahudi üst-orta sınıf Cezayirli bir aileden gelen, futbolcu olmak isterken filozof olan Derrida, dünyanın en çok düşünür yetiştirmiş okullarından biri olan École Normale Supérieure’da okumuş, Çekoslovakya’daki entelektüellere destek vermek için bu ülkeye gittiğinde tutuklanmış ve dönemin Fransa başbakanı Mitterand’nın araya girmesiyle serbest bırakılmıştı. Felsefe sahnesindeki pek çok isimle çeşitli başlıklar altında tartışmış, yazılarında diyaloga girmişti. Şüpheye yer bırakmayan bir başka şeyse Martin Heidegger’in ‘abbau’ kavramını çevirmeye çalışırken bulduğu ‘yapısöküm’ kavramının felsefe literatüründe yeni bir kanal açılmasına neden olduğudur. Bu büyük düşünürün temel yapıtı olan ‘Gramatoloji’ sonunda Türkçede. Derrida’nın bağlamı tam da anlaşılmadan, belki de en çok eleştiriye maruz kalan o meşhur tümcesiyle birlikte: “Metnin dışında bir şey yoktur.” Bu tümceye gelmeden önce ‘Gramatoloji’nin hattını izlememiz daha yararlı olacaktır. Derrida, soruşturmasına dilin en önemli kavramlarından biri olan göstergeyle başlar.

Dili yeniden düşünmek
1967’de Fransızca basımıyla bir anda tartışmaların odağına oturan, daha sonra da 1976’da Spivak’ın (dünyanın en çok atıf yapılan çevirmen önsözlerinden birini de barındıran) çevirisiyle İngilizceye (ve ardından pek çok dünya diline) kazandırılan ‘Gramatoloji’ dile ilişkin bildiklerimizi köklerinden sorgulayan ve geleneksel temelleri sarsan bir yapıt. Derrida, kitabın birinci bölümünde ‘Kitabın Sonu ve Yazının Başlangıcı’ndan söz ederek “dil sorunun öteki sorunlar arasına hiç de basit bir yere sahip olmadığı”nı dile getirir ve Ferdinand de Saussure’ün bugün klasikleşmiş gösteren/gösterilen ikiliğini ele alarak işe başlar. Derrida’ya göre söz konusu ikilik sağlam temelleri olmayan bir ayrımdır. Gösteren doğrudan doğruya gösterilene bağlı değildir. Biz bir gösterenden gösterilene gitmek isterken aslında başka bir gösterenler yığınına ulaşırız. Böylelikle karşımıza çıkan, anlamın tek bir göstergeye dayanamayacağı, anlamın sonsuz bir zincir üzerinde sabitlenemeyeceğidir. Dil, bu düşünceye göre, postyapısalcı başka düşünürlerde de görülebileceği üzere, sabit bir yapıya sahip değildir. Derrida’ya göre “Gösterilen ile gösteren arasında bir ayrım yoktur.” Bu durum dilin yapısını yeniden düşünmemiz gerektiğini gösterir; çünkü “Batı metafiziği dilbilimsel bir biçimin tahakkümü olarak üretilir.” Öyleyse bu tahakkümü aşmak demek belirli bir düşünme biçimini de aşmak anlamına gelecektir. Bu nedenle gösteren/gösterilen ayrımının varolmadığını ileri süren Derrida ‘iz’ kavramını devreye sokacaktır.

Sözmerkezcilik ve İkili karşıtlıklar
‘Gramatoloji’nin ilk kısmında J. J. Rousseau’nun “yazı, konuşmanın temsilinden başka bir şey değildir” varsayımından yola çıkan Derrida, Batı metafizik tarihi boyunca yazının sözün bir eki olduğu, sözün yazıdan önce geldiği varsayımını ele alarak bu öncelik-sonralık anlayışının ‘sözmerkezcilik’ten kaynaklandığını dile getirir. Sözmerkeciliğe karşı kuramsal bir savaş açan Derrida, yeniden Saussure’ün düşüncesine döner ve sesin yazıya göre bulunuşa yakın olmasından yola çıkarak sözmerkezciliğin sesmerkezcilikle yanyana yürüdüğünü tespit eder. “Dilbilim ile grafik işaretler arasındaki ilişkinin doğal bir düzeni” olduğunu varsayımının temellerini sarsarak yazıyla kötülük arasında Platon’dan itibaren kurulan ilişkinin altının boş olduğunu sergilemeye çalışır. ‘Gramatoloji’nin ikinci bölümü olan ‘Doğa/Kültür/Yazı’da “şüphesiz ki metafizikte olduğu gibi dilbilimde de sesçilik, yazının aşağılanması ve dışarıda bırakmasıdır” diyerek Rousseau ve Lévi-Strauss gibi düşünürlerde de sesmerkezci bir kavrayış olduğunu göstermeye çalışır. İkinci bölüm, bu anlamda ilk bölümün felsefe tarihi içerisinde örneklerle doğrulanma çabasıdır.
Gösteren/gösterilen ikili karşıtlığı söz konusu tahakkümün yalnızca bir biçimidir. Dahası, düşünürün ‘Platon’un Ezcanesi’ metninde dile getirdiği üzere Batı metafizik tarihini sırtlamış olan tüm ikili karşıtlıklar (gösteren/gösterilen, konuşma/yazı, söz/dil, kültür/doğa, erkek/kadın, iyi/kötü vb.) aslında birbirini şiddet yoluyla dışlayan bir ötekilik mantığı içerisinde kurulmuştur. Düşünce dünyamızı ele geçiren bu ikili karşıtlıkların yapısöküme uğratılması şarttır. Peki o halde

Büyük bir düşünür susunca…
Yapıt sayısı bakımından verimli bir düşünür olan Derrida, ortaya koyduğu oldukça geniş kavramlar ağıyla neredeyse el atmadık konu bırakmamış, tilmizlerinin üzerinde düşünmesi için pek çok soruyu açıkta bırakmıştı. ‘Gramatoloji’nin entelektüel bir gövde gösterisi olarak taşıdığı muazzam biçem bu soruların yanında ancak önemsiz bir detay oluyor. Yazılarının muğlaklığı ve karmaşıklığından şikayet edenlerin bu derinliklere vakıf olamadığını söylemek sert bir yanıt olmasa gerek. Özellikle de ‘Kusura Bakmayın Ama Hiçbir Zaman Tam Olarak Öyle Söylemedim’ diyen bir düşünürden söz ediyorsak… ‘Yas çalışmaları’, ‘hayalet’ metaforu, ‘Dostluğun Politikası’nda dostluğa dair söyledikleri, ‘Sınırlı Mürekkep’te John Searle ile dil üzerine yaptığı önemli tartışma, mimariye olan etkisi ve geride bıraktığı pek çok kavram düşünüldüğünde Gramatoloji Derrida’nın yazı üzerine düşüncelerinin toplandığı bir yapıt olmakla kalmaz aynı zamanda diğer düşüncelerine de bir temel oluşturur.
Costas Douzinas editörlüğünü üstlendiği ‘Adieu Derrida’ kitabına Derrida’nın (‘Adieu to Levinas’ta) Emmanuel Levinas için sorduğu soruyu yineleyerek başlıyordu: “Büyük bir düşünür sustuğunda ne olur?” Bu soruyu Derrida’nın mirasına sadık kalarak yazar sussa da yapıtın konuşmaya devam ettiğini söyleyerek yanıtlayabiliriz. ‘Gramatoloji’ o sesin esas kaynağıdır.

‘Bilmeyenler zahmet edip öğrensin’
Kitabı Türkçeye çeviren İsmet Birkan’la Derrida üzerine...
Derrida dille oynamayı seven ve bunu da bir felsefe yapma yordamı olarak gören bir düşünür. Bu nedenle yapıtı Türkçeye çevirirken karşılaştığınız güçlüklerle başlayabilir miyiz?
Bu metni çevirmeye çalışırken hayli oflayıp puflamış, ‘şundan bir kurtulsam’ hallerine düşmüş, ama bunun kaynağını incelememiştim. Şimdi bakıyorum da, iki yönlü veya ‘kanatlı’ bir etkinlik olan çevirinin her iki kanadında da elbette birtakım güçlüklerle karşılaşmış olmakla birlikte, sözünü ettiğim bezginlik halinin bu tür ‘teknik’ güçlüklerden çok, bu felsefeye yakınlık duymayışımdan ileri geldiği duygusuna kapılıyorum.

Derrida’nın bu kitabından, konu olarak ele aldığı Rousseau’nun eserinden yaptığı çok geniş alıntıları, Saussure ve Lévi-Strauss üzerinden yapısalcılıkla hesaplaşmasını ve bunlardan yaptığı alıntıları, pozitif bilim olarak gramatoloji bölümünü, Rousseau’nun eserinin yazılışı, tarihi, bölümlenmesi ve diğer eserleriyle karşılaştırılıp değerlendirilmesine ilişkin uzun pasajları bir yana bırakıyorum (Neden? çünkü buralarda çevirmeni zora koşacak önemli sorunlar gözükmüyor!).
Bunları açıklayan, yorumlayan, birleştirip karşılaştıran, eleştirip çürüten ve bu süreç içinde yazarın kendi düşüncesini serimleyen, geri kalan kısımlar benim asıl uğraştığım pasajlar oldu, doğal olarak. Buralardaki dil kullanımını da doğrusu yadırgamadım. Eline kalem alan Fransız’ın ‘edebiyat’ yapmaması beni daha çok şaşırtırdı (Camus’yü, Sartre’ı düşünün). Kaldı ki Derrida alışık olduğumuz logos temelli ‘metafizik’ düşünceyi yıkmaya çalışıyor, yer yer onun dışında [olduğunu söylediği] bir mantık kullanıyor ki, dille az çok oynamadan, dilin ‘edebi’ işlevlerine de başvurmadan bunu başarmak belki daha zor olurdu.

Derrida, kavramlarının Türkçeleştirilmesinde çeşitlilik olan bir yazar. Örneğin, sadece –bugün az çok üzerinde uzlaşılmış olan– ‘yapısöküm’ için bile yedi farklı çeviri önerisi olduğunu tespit etmiştim. Bir çevirmen için böyle bir düşünürü/düşünceyi çevirmek bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı?
Bence bu çeşitlilik Derrida metinlerine özgü değil (örneğin esprit/geist için genelgeçer ‘öztürkçe’ karşılığımız var mı?), Türkçenin malzeme ve mekanizmalarını kuşaklar boyu yeterince işletmemiş olmamızın sonucu içinde bulunduğu “oturmamışlık” durumundan ileri geliyor. Sözcükler anlamlarını kullanım içinde, kullanılarak kazanırlar, encümen kararıyla değil. Bu durum devam edecektir, ta kendi dilimizde felsefe yapacak hale gelişimize kadar... Bu arada çevirmenler de yeni buluşlar yaparak dillerini zenginleştireceklerdir. Bu konularda katı olmanın kimseye, özellikle dile yarar getirmediği artık anlaşılmış olmalı. Böyle metinlerle uğraşmanın avantaj mı yoksa dezavantaj mı olup olmadığına gelince, çevirmeni dilin mekanizmalarını çalıştırmaya zorladığı ölçüde, dil için yararlı, gerekli, hatta vazgeçilmezdir; çevirmenin kendisi için de, rahatına düşkün biri değilse, aynı nedenle yararlı, dolayısıyla bir avantajdır. Ama çıkan metinde yadırganacak öğeler olabilirmiş, varsın olsun! Yazarın dediği gibi, bilmeyenler zahmet edip öğrensinler!

Yapısöküm nedir?
Derrida deyince akla gelen ilk kavram olan ‘yapısöküm’ün popülerliğinden hiç de hoşlanmıyordu aslında düşünür. Derrida düşüncesiyle kişiliği arasında kolayca ilişki kurulabilecek bir düşünür. 2002 yılında Kirby Dick ve Amy Kofman’ın yönetmenliğiyle hakkında yapılan belgeselde kameraya karşı takındığı çekingen tavır oldukça dikkat çekicidir. Sahne ışıkları pek ona göre değildi. Kendisiyle ilgili kişisel soruların çoğunu reddedip bir film yıldızı olmadığını vurgulaması belki de düşüncesinin dilin dolambaçlarında bir yol gösterici değil de, tıpkı diğer insanlar gibi kayıp bir yolcu olduğunu ifade etmesinin bir başka yoluydu. Yapısöküm ise bu kayıp yolcunun pusulasıydı. Ne var ki dilin sabit olmayışı bu pusulayı kullananları felsefenin bildik mutlak doğrularından birine götürmüyordu. Bir metnin yapısöküme uğratılması ifadesi daha sonraları düşünürler tarafından bol keseden kullanılacak olsa da Derrida bu kavram hakkında neredeyse tek bir pozitif tümce kurmamıştır. Toshihiko İzutsu’ya yazdığı kamusal mektup, ‘Japon Bir Dosta Mektup’ta bu negatif epistemolojinin en açık ifadeleriyle karşı karşıya kalırız: “Yapısöküm ne değildir? Her şey!, Yapısöküm nedir? Hiçbir şey!”
Yapısöküm sıklıkla –yanlış– anlaşıldığı üzere bir okuma ya da çözümleme yöntemi değildir. Bir metnin açmazlarından yola çıkarak varolanın otoritesinin altüst edilmesi, metnin yazıldığı yönün aksine doğru yeniden yazılmasıdır. Bu nedenle bir metne dışarıdan uygulanabilecek genel bir kuram da değildir. Niall Lucy’nin ‘Derrida Dictionary’de (bu metin de Sabri Gürses çevirisiyle kısa süre içerisinde dilimize kazandırılacak) söylediği gibi: Derrida’ya göre yapısöküm, “üzerine düşünmeyi, bilinçliliği ya da bir öznenin, hatta modernliğin örgütlenmesini beklemeyen bir olaydır. Kendi kendini yapısökümler. Yapısökümlenebilirdir.”
Derrida’nın belki de en çok yanlış anlaşılan düşüncesiyse o ünlü mottosunda ifade ettikleriydi: “Metnin dışında bir şey yoktur.” Derrida, gerçeklik ile metin düzeyi arasında ayrım yapıp aslında bağlam dışında bir şey olmadığını ifade etmeye çalışmıştı. Daha önce andığımız üzere bir kavramı kullanarak gerçekliğe her gönderme yaptığımızda aslında metinsel olarak ifade edilebilen bir gerçekliğe, yani bir metne gönderme yapmış oluruz. Kısacası felsefe yaparken bir metnin, bağlamın içindeyizdir.

GRAMATOLOJİ
Jacques Derrida
Çeviren: İsmet Birkan
BilgeSu Yayınları
2011
480 sayfa
35 TL.

Tuesday, October 23, 2012

Enigma üzerine: Delilik üstü edebiyat

Enigma, bol edebiyat, bol aşk ve bol delilik armağan ediyor sizlere. “Normal” olanın dışına çıkmanın vakti diyorsanız ve edebi tutkularınızın sizi yönlendirmesine şimdiden hazırsanız bu kitaba bir göz atmanızda fayda var.

Edebiyat sevgisi marazi takıntıların da bir bütünü aslında. Müziğin rengini göremeyen niceleri vardır kim bilir, üstelik kör bile değilken. Sessizliği duyamayanlar içinde ya da gölgesini çoktan yitirmişler. Bir nevi deliler, bir nevi başka bir dünyadan bize bakanlar.
Antoni Casas Ros delilere özel kurgusuyla bir roman yazmış ki akıl alır gibi değil söyleyeyim. Zaten delilerin de aklı alıp kullanmasını pek beklemiyoruz, en azından ben kendi açımdan bir deliden aklı başında hiçbir hareket beklemiyorum. Şaka bir yana sizi cidden zorlayacak ama bir o kadar da içine alacak bir romana ihtiyacınız varsa bu günlerde, Enigma’yı kaçırmayın derim. Bir romanı okumaya başladığınızda kurgudaki karakterleri de tek tek yudumlarsınız. Önce küçük bir yudum aldırır yazar size. Tadına baktırır karakterin ve diğerine geçer. Sonra bir diğeri ve öteki. Yavaş yavaş sizi kurgunun içine doğru çekerken karakterlerin yapısıyla ilgili de ipuçları verir. Sayfalar ilerledikçe siz karakterlerle bütünleşmeye başlar, kimi zaman onlardan birinin yerine bile koyarsınız kendinizi.
Antoni Casas Ros bir kokteyl hazırlamış karakterlerden. Birini diğerinden ayıramıyorsunuz. Ama bu karmaşıklıklarından değil de bütünleşik oluşlarından kaynaklanıyor. Başlıklar halinde her bir karakterin gözüyle giriyorsunuz konuya. Önce birinin, sonra diğerinin gözünden kimi zaman aynı zaman dilimine kimi zaman da ilerleyen zaman dilimine varıyorsunuz.
Önce Joaquim’le başlıyor romanın kurgusu, sonra Naoki’den bir yudum alıyorsunuz. Sonra Ricardo’dan ve Zoé’den. Edebiyat tutkunu bu dört insanı tesadüfler bir araya getirmiyor. Bilakis yolları birkaç nedenle kesişiyor. Hesabı kapatılamamış geçmişleri, edebiyat sevdaları, mutsuzlukları ve yalnızlıkları onlara yol gösteriyor. Hepsinin ruhunda onulmaz sandıkları yaralar var. Kaçmaya çalıştıkları gerçekler ve yüzleşemedikleri sorunlar. Üniversitede edebiyat profesörü olarak çalışan Joaquim, fiziksel olarak duyduğu ezikliğin yanı sıra, roman yazamamanın, yazdıklarını yayınlatamamanın bunalımını yaşıyor. Okuduğu hemen her kitabın sonunun tekrar yazılması gerektiğini düşünecek kadar öfkeleniyor kurgularına ve eline fırsat geçerse kitapları parçalıyor. Naoki, on beş yaşlarında başından geçen bir travmanın etkilerini üzerinden atamamış genç bir kadın. Hayatındaki en belirgin iz, sessizlik. Ricardo ise karanlık bir adam. Kötü işler yapıyor ve harikulade şiirler yazıyor, kimi zaman kendini Tanrısallaştıracak kadar da züppe. Zoé genç bir üniversite öğrencisi. En büyük hayali roman yazmak. Tüm karakterler sıkıntılarını Enigma kelimesi üzerinden tanımlıyorlar. Enigma Sendromu, Enigma Çeşitlemeleri gibi.
Joaquim öğrencisi Zoé’ye deliler gibi âşık. Ancak bunu ne belli edebiliyor ne de söyleyebiliyor. Dolayısıyla iki karakterin birbiriyle bir tanışıklığı var. İlerleyen sayfalarda Naoki ve Zoé’nin bir sahilde gözyaşları içinde karşılaşmalarına şahit oluyorsunuz. O dakikadan itibaren de ipleri yazar sizin elinizden alıyor. Joaquim Zoé’nin, Naoki Zoé’nin, Ricardo Naoki’nin peşinde. Ama size bir hayli ilginç gelecek bir aşk dörtlemesine hazır olmanızı tavsiye ederim. Hiç beklemediğiniz kadar ruhları serbest bırakılacak bu dört insan sizi kitabın sonuna kadar şaşırtmaya devam edecek.
Öncelikle kitaptaki duygu yoğunluğundan söz etmeliyim size. Hangi ruh halindelerse mesela öfkeli, mesela umutsuz, mesela mutlu ya da âşık. Öyle yoğun ve limitsiz olarak o duygunun akışına izin veriliyor ki, bu da sınırları, cinsiyeti ortadan kaldırıyor. İnsanın ruhunun dizginlerini bırakması nasıl bir yaşama yol açardı bir düşünmenizi isterim. Kötü mü olurdu yoksa iyi mi? Cinsiyetsiz varlıklar olsaydık yani kadın ve erkek olma fikrini aşsaydık nasıl bir toplum olurduk bir düşünün. Size iyi ya da kötü demeye hakkım olduğunu düşünmüyorum. Ama toplumsal normların bireylerin yaşamlarını kısıtladığı gerçeğini de sizlere hatırlatmama gerek var mı diye de düşünmeden edemiyorum.
Evet kitabın arka kapağında yazıldığı gibi bir hayli büyük de bir maceranın içine atılıyor bu dört arkadaş. Sonlarını beğenmedikleri romanları tekrar basıp gizlice kitapçılara sokuyorlar. Kıyamet de kopuyor hani. Düşünsenize, bir yazarsınız ve romanınızın sonunu birileri değiştirip tekrar basıvermiş. Bana hem gülerim, hem de sinirlenirim gibi geliyor. Ama sonra korsan baskılarda bir bölümü yayınlanmayan, sonu olmayan, eksik gedik kitapların olduğu geliyor aklıma ve romandaki çılgınlarla karşılaştırmadan edemiyorum.
Edebiyat aşkıyla yaptıkları ve niyetleri ne olursa olsun değiştirmeye çalıştıkları sonlar. Belki hayatlarının sonları gibi. Geri kalan hayatımızın senaryosunu değiştirme gücümüz gibi. Hem korkutucu hem de fazlasıyla anarşik. Romandaki bu anarşik, yıkıcı itkinin adı Bartleby ve Şürekası Kitapçısı.
Yazar bizi aslında roman boyunca yapmaya çalıştığı gibi kocaman bir boşlukla baş başa bırakıyor final bölümünde. Kurgu mu yaşananlar, hangisi gerçekti ve karakterlerin her biri ne demek istemişti. Umarım Sel Yayıncılık’tan çıkan bu kitabı okuma şansınız olur ve bir ara sizlerle üzerinde tartışma fırsatımız da. Yazımın sonuna kitapta geçen şiirlerden birini de ekliyorum, beğeneceğinizi ve ürpereceğinizi hayal ederek. Clara Janés’in yaratımı.
İyi okumalar sevgili Edebiyat Haber okurları. Dünya okudukça daha da renkli bir yer. Siyahla beyaza tutulup kalmayın…
 Serap Çakır

Yont gölgeni
Ve yitip git gecenin içinde.

Mesafe istemiyorum
Kucaklaşma da.
Uzaklaş.

Yont gölgeni
Ve yitip git gecenin içinde.
Paltona sarın
Ve adına.

Monday, October 22, 2012

SADIK HİDAYET ÜZERİNE


“Hayat hikayemde önemli bir şey yok. Başımdan ilginç olaylar geçmedi. Ne yüksek mevki sahibiyim, ne de sağlam bir diplomam var. Okulda hiçbir zaman örnek bir öğrenci olamadım; başarısızlıklar her yerde buldu beni. Nerede çalışırsam çalışayım silik, unutulmuş bir memurdum; şefleri memnun edemedim. İstifa ettim mi seviniyorlardı… bırak gitsin, yaramaz! Çevrem böyle görüyordu beni; haklıydılar belki de…” (1)
Bu sözler, İran Edebiyatı’nın modern dünyaya açılan yüzü Sadık Hidayet’in, ölümünden birkaç yıl önce sarf ettiği cümleler... Hidayet, ölümünün üzerinden yarım asır geçmesine rağmen ardında bıraktığı bir düzine eseriyle hala etkisini ve varlığını sürdürmekte. Sefalet ve bunalımlarla geçen kısacık ömrüne, ülkesinde ve dünyada çığır açacak çapta eserler bırakmayı başarabilmiş bir yazar olan Sadık Hidayet’in edebi kişiliğine ve İran Edebiyatı’na kazandırdıklarına geçmeden önce, en az hikayeleri kadar hazin ve ibret verici olan yaşam öyküsüne değinmek istiyorum:

HAYATINI HİKAYELERİ GİBİ YAŞAYAN BİR YAZAR: SADIK HİDAYET

Şahlık İranının soylu ve nüfuzlu bir ailesine mensup olan Sadık Hidayet 17 şubat 1903’te Tahran’da dünyaya gözlerini açar. İlköğrenimini Tahran’da Medrese-i İlmiye’de tamamladıktan sonra orta öğrenimini yine Tahran’da bulunan ve bir misyoner okulu olan Saint Louis Fransız Koleji’nde tamamlar. Burada Fransız dili ve edebiyatıyla tanışan Hidayet, 1925’te mühendislik eğitimi almak için Belçika’ya gider. Belçika’da aradığını bulamaz ve edebiyat okumak için Paris’e geçer. Yazı hayatına burada başlayan Hidayet ilk eserlerini burada kaleme alır. Bir ara bunalıma girerek Paris yakınlarında bir marinada hayatına son vermek için kendini denize atar fakat bir kayığın yetişmesiyle intihar girişimi sonuçsuz kalır. 1930’da Tahran’a dönen Hidayet, ailesinin nüfuzundan faydalanmak istemez ve kendi imkanlarıyla iş bulmaya çalışır. İran Milli Bankası’nda çalışmaya başlar. Bu arada arkadaşları Bozorg Alevi, Mesud Ferzad ve Mücteba Minovi’yle birlikte ‘Dörtler Grubu’nu kurar. Bir çok iş ve kurum değiştiren Hidayet, İran Şahı Rıza Şah’ın baskılarına dayanamayarak Hindistan’a gider. Hindistan’da Pehlevi Farsçasını öğrenir. İlk romanı ‘Kör Baykuş’u (Bûf-e Kûr, çev. Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yay.) da burada yayımlar. Tekrar Tahran’a dönen Hidayet Devlet Musiki İdaresi’nde çalışmaya başlar. 1948’de Özbekistan Orta Asya Devlet Üniversitesi’nin daveti üzerine Taşkent’e gider. 1950’de tekrar Paris’e dönen Hidayet, geçirdiği bunalımlar sonucunda yerleştiği bir dairede, 9 Nisan 1951’de havagazı ile intihar eder. Cenazesi Paris’te defnedilir. (2)
En yakın arkadaşı Bozorg Alevi, Hidayet’in ölümünü şu satırlarla anlatıyor: “Paris’te günlerce havagazlı bir apartman aradı. Championnet Caddesi’nde buldu aradığını. 9 Nisan 1951 dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, güzelce tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başındaydı, yerdeydi.” (3)

HİDAYET’İN EDEBİ KİŞİLİĞİ VE İRAN EDEBİYATI’NA GETİRDİKLERİ

Sadık Hidayet, Muhammed Ali Cemalzade’yle birlikte modern İran öykücülüğünün kurucuları arasında anılır. Eserlerinde sade anlatımı ve halk dilini benimseyen Hidayet karakterlerini de sıradan ve çoğunlukla ezilmiş, horlanmış ve cahil kalmış halk kesimlerinden seçer. Realist anlatıyı seçen Hidayet’te Modernizm’in de etkileri görülür. Hatta İran’ın sürgün yazar, düşünür ve eleştirmenlerinden Reza Berahendi, Hidayet’i realist, modern ve aynı zamanda post-modern bir yazar olarak niteler. Bu durumu İran’ın sınıf çatışmalarından uzak kalmasıyla açıklayan Berahendi, Hidayet’in kendileri için hâlâ üstad ve aşılamayan bir yazar olduğunu yinelemektedir. (4) Fransız eleştirmen Andre Rousseaux da Hidayet’i “yüzyılımızın edebiyat tarihinde kilometre taşı” olarak vasıflandırır.
Hikayelerindeki karakterlerin yaşayan dünyadan olmasına özen gösteren Hidayet içinde yaşadığı çağın ve toplumun sorunlarından da kaçmamıştır. Her ne kadar eserlerinde kuvvetli bir trans hali seziliyorsa da bilinci elden bırakmamış ve hikayelerini bir mimar hassasiyetiyle bina etmiştir. Bu bakımdan öykülerinde ironi, yergi ve taşlamaya çok sık rastlanır. Tasvir gücü hayli yüksek olan Hidayet’te, zaman zaman Realizm’in sınırlarının zorlandığını ve Natüralizm’e yöneldiğini hissedersiniz. Öyle ki bazı cinayet, hastalık ve ölüm tasvirleri Emile Zola’yı gölgede bırakacak çıplaklıkta ve çarpıcılıktadır. Mübalağa, söz sanatları ve süslemelerle dolu bin yıllık İran Edebiyatı’nı göz önüne aldığınızda, bu durumun ne kadar yeni, kışkırtıcı ve sınırları zorlayıcı olduğunu tahmin etmek zor olmaz.
Her ne kadar Batı Edebiyatı’na hakim olduğu ve hikaye tekniğinde Batılı edebiyat akımlarını taklit ettiği gözlense de, Hidayet’in kendi geleneksel kaynaklarından yüz çevirdiği iddia edilemez. Bir ara Hindistan’a gidip burada Pehlevi Farsçasını öğrenmesi ve bu dilden modern Farsça’ya çeviriler yapması da Hidayet’in ananevi kültürüne bağlılığını gösteriyor. Yeri geldikçe geleneksel referanslardan faydalanan Hidayet’i en çok etkileyen ve eserlerinin içine kadar giren, İranlı filozof, şair Ömer Hayyam olmuştur. Birçok hikayesinde Hayyam’ın rubailerine yer veren veya doğrudan göndermelerde bulunan Hidayet, ‘Teraneha-ye Hayyam’ (Hayyam’ın Teraneleri, çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yayınları) isimli kitabı ve bu kitabına yazdığı önsözüyle Hayyam’a olan hayranlığını izhar etmiş ve hakkında yeni yorumlar ortaya koymuştur.
Ahlaki dersler ve öğütler vermekten olabildiğince kaçınmaya çalışan Hidayet’te yine de çocuk masallarına yakın türde öğüt verici hikayelere rastlamak mümkündür. Özellikle Zinde Be-Gûr (Diri Gömülen, Çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yay.) kitabında yer alan Ab-ı Hayat (Hayat Suyu) hikayesini masal şeklinde inşa eden Hidayet, birbirine zıt karakterli üç kardeşin hikayesini anlatır. Bunlardan Kel Hüseyni ve Kambur Haseni çalışmayı sevmeyen tembel yaratılışlı ve kötülüğe meyyal karakterlidir. Küçük kardeş olan Ahmetçik ise çalışkan, iyi kalpli, altın ve esrarda gözü olmayan ahlaklı bir gençtir. Yolları bir noktadan sonra ayrılan kardeşlerden Kel Hüseyni ve Kambur Haseni iki ayrı ülkeye gider. Kel Hüseyni haşhaş eken ve sağır insanların yaşadığı Mehtap ülkesine padişah olurken Kambur Haseni halkı körlerden oluşan Altın Saçan ülkeye hükümran olur. Buralarda kendilerini tanrılaştıran Hüseyni ve Haseni kardeşler de bir müddet sonra kör ve sağır olurlar fakat zevk ve safa içerisinde yaşadıklarından dolayı hallerinden şikayet etmezler. Bir zaman sonra Hayat Suyu’nun bulunduğu Kadife Çiçeği ülkesinde yaşamaya başlayan Ahmetçik ağabeylerinin körler ve sağırlar ülkesinde padişah olduklarını öğrenir. Körlüğün ve sağırlığın ancak Kadife Çiçeği ülkesinde bulunan hayat suyu ile geçtiğini öğrenen Ahmetçik, ağabeylerini ve bu ülkelerin insanlarını körlükten ve sağırlıktan kurtarmak için Hayat Suyu’nu bu ülkelere götürmek ister. Ancak, ağabeyleriyle savaşmak zorunda kalan Ahmetçik uzun süren savaş sonrası galip gelir. Kadife Çiçeği ülkesine ordu gönderen Altın Saçan ülke ve Mehtap ülkesinin askerleri Kadife Çiçeği ülkesinde hayat suyunu içerler ve burada gözleri ve kulakları açılır. Kadife Çiçeği ülkesi halkıyla dost olurlar ve kendilerini uyutan krallarına isyan ederek onlara dersini verirler. Böylece her üç ülkenin halkı da barış içerisinde yaşamaya başlarlar.
‘Bir varmış, bir yokmuş’la başlayan ve ‘Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine’ diye biten bu küçük masalımsı hikayede Sadık Hidayet çok derin ve çarpıcı ironilere ve göndermeler yer verir. Masaldaki iki kötü karakterin isimlerinin Haseni ve Hüseyni olması, gittikleri ülkelerde peygamber veya tanrı kabul edilmeleri ve vaazlar vererek halkı kandırmaları, Hidayet’in dini otoriteye karşı takındığı net tavrı göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Buna rağmen Sadık Hidayet’in öyküsünü kurgulamasında Kuran’da yer alan Yusuf Peygamber’in kıssasından birebir alıntılar yapması da dikkat çekici bir durumdur. (kardeşlerin birbirini çekememesi ve büyük kardeşlerin küçük kardeşi bir mağaraya hapsetmesi, bir güvercini kesip kanını küçük kardeşin gömleğine bulamaları ve o gömleği babalarına göndermeleri, kardeşlerin günün birinde karşı karşıya gelip hesaplaşmaları, Ahmetçik’in babasının evlat acısından ve hasretinden dolayı ağlayarak kör olması ve Ahmetçik’in babasının gözünü iyileştirmesi)
Sadık Hidayet’in hayat felsefesini oluşturan ve hiçbir zaman aklından çıkarmadığı intihar tem’ine çoğu hikayesinde rastlamak mümkündür. Özellikle Se Katre Hûn (Üç Damla Kan, çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yay.) adlı kitabında yer alan on bir hikayesinin yedisi intiharla sonuçlanıyor. Hatta Saye-rûşen (Alacakaranlık, çev. Mehmet Kanar, Yapı Kredi Yay.) kitabının ilk hikayesi olan S.G.L.L.’de kurduğu bilim kurgu dünyasında, insanlığın maddi refaha kavuşmasına rağmen mutluluğu yakalayamamasına ve bunun sonucunda topluca intihara yönelmelerini işler. Hidayet’in bu hikayesiyle geçenlerde ülkemizde de vizyona giren ‘Equilibrium’ (İsyan) filmi arasında şaşırtıcı benzerlikler yer almaktadır. Kıyametin yaklaştığını gören ve bütün insanların göz göre göre kendilerini öldüremeyeceklerinden korkan bilim adamları insanlarda duyguları, aşkı ve şehveti yok eden S.G.L.L.(Serum gegen Liebesleidenschaft, Aşk Acısına Karşı Serum) isimli bir ilaç geliştirirler. Amaçları insanoğlundan şehveti ve duyguları yok ederek üremeyi durdurmak ve insan soyunun tabii bir şekilde yok olmasını sağlamaktadır. Serum insanlara verilmeye başlanır fakat ilacı alanlar üzerinde daha önce saptanmayan bir etki baş gösterir. Bir türlü tatmine ulaşamayan insanlık, yaşadığı dünyayı tahrip ederek intihar etmeye ve birbirini öldürmeye başlar. Dünyada bu trajediler yaşanırken kendilerine ‘Çıplaklar’ adı verilen ve yer altına sığınarak teknolojinin tahakkümüne karşı çıkan bir grup isyancı yeryüzüne çıkarak dünyayı kontrolleri altına alır. Hikayenin pasif de olsalar kahramanları konumunda olan Ted ve Susan da uykuda ölmeyi sağlayan bir ilaç içerek hayata veda ederler.
Öyküsünde geleceğin dünyasını çizen Hidayet, modernitenin haddini, son halini tasvire çalışmaktadır. Bana göre bu hikayesi, Hidayet’in post modernliğini de gün yüzüne çıkarmaktadır. Dinin ve geleneklerin yer yüzünde unutulduğu, maddi refahın son kertede yaşandığı ve ötenazinin serbest olduğu bir gelecek çizen Hidayet, kahramanlarına hayat, ölüm ve ölüm sonrası hakkında derin ve felsefi diyaloglar yaptırıyor ve modernitenin sınırlarını betimleme çabası gösteriyor.
Hidayet’in tek romanı ‘Kör Baykuş’ (ki roman sayılamayacak kadar küçük hacimli bir eserdir), yapısı ve muhtevası bakımından oldukça ilgi uyandıran bir kitaptır. Tamamen bir bilinç akışıyla kaleme alındığı anlaşılan kitapta zaman ve mekan mefhumları ortadan kalkmaktadır. Birbirine giren karakterler ve karışan olayları çözmekte zorlanan okur, kimi zaman aklı karışmış olarak kitabı elinden bırakmak zorunda kalabiliyor. Yalnız yaşayan, ailesinden ve çevresinden kopmuş ve sürekli afyon içen bir gencin bilinç altına giren Hidayet, burada şaşırtıcı bir yolculuğa çıkarıyor okuyucusunu. Hermann Hesse’in Bozkırkurdu’nu anımsatan eserde Freud’un psikanalizinden fazlasıyla yararlanıldığı görülüyor. Philippe Soupault’nun ‘yirminci yüzyılın düşlemsel edebiyatında bir baş yapıt’ diyerek övdüğü Kör Baykuş’u İran’da yayınlayamayan Hidayet, kitabı Hindistan’da bastırarak kapağına ‘Bu kitabın İran’da satışı yasaktır’ yazısını eklemiştir.
Hidayet’in en yakın arkadaşı Bozorg Alevi, Kör Baykuş’un Almanca baskısı için yazdığı ‘son sözü’nü şöyle bitirir: “Ölümünden az önce bir hikaye taslağı ele almıştı, şuydu konu: Annesi “Salgı salamaz ol!” diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. –Hidayet’in hayat hikayesi miydi bu?” Evet, sadece Hidayet’in değil, tabiatı yazmak olan ve buna rağmen eline ve diline kelepçe vurulan bütün yazarların kaderi ve hikayesi budur belki de…

·         Hidayet, Sadık. Kör Baykuş. Çeviren: Behçet Necatigil, Yapı Kredi Yayınları, sf. 87
·         Hidayet, Sadık. Se Katre Hûn, Mokaddama o Girdâveri: Cihangir Hidayet. Neşr-e Çeşme, Tehran, 1381
·         Hidayet, Sadık. Kör Baykuş. a.g.e. sf. 90
·         İran-Türkiye 1. Edebiyat Günleri Toplantısı, 22 Mayıs 2004, Bilgi Üniversitesi, İstanbul.

Kör Baykuş – Sadık Hidayet

Yazar savaska Mart 1, 2009
kor-baykus-sadik-hidayet
 Kör Baykuş – Sadık Hidayet
YKY, Roman, 95 sayfa
Çev.: Behçet Necatigil
 ‘Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.’ Kör Baykuş bu cümleyle başlıyor. Anlatıcı-kahraman, yazma nedenini açıklıyor:”kendimi gölgeme tanıtma isteği.”(s.16) kalemdan olan kahraman başlıyor anlatmaya. Genç bir kızın servinin dibindeki ihtiyara akşam sefası verdiğini resmediyor hep. Amcası olduğunu sandığı bir kişi geliyor, ona ikram etmek için şarap şişesine uzandığında pencereden resmettiği ihtiyar ve kızı görüyor ve çok etkileniyor, ne kadar süre geçti bilinmez, odaya döndüğünde amcası(ihtiyar,kambur,yarık dudaklı)! yok oluyor. Gördüğü kızı unutamıyor, tekrar pencereden bakmak istediğinde duvarda bir pencere olmadığını görüyor.
O günden sonra içtiği şarap ve afyon miktarını çoğaltır. Bir akşam eve döndüğünde kapıda bir çift gözle karşılaşır. Kadın odaya girer, evi bilir gibi. “İlk karşılaşmamız böyle olacak diye tasarlamıştım.”(s.23) Anlatılanlar bir delinin uydurmaları mıdır? Afyon ve şarap etkisiyle düşler mi görmektedir, kahraman. Kendinin de ifade ettiği gibi bunlar hep tasarı mıdır? Kız günlerdir ölü gibidir, ölmüştür sanki, gerçekten. Hangisi gerçek. “Onu kendi tenimin sıcaklığıyla ısıtmak istedim..” Bir ölüye bu şekilde yaklaşma nasıl bir şehvet duygusudur, ki öyle biri varsa, ve ölüyse. Bir an ölmediğini düşünür kızın, ama ceset kokusu duyar. Romanın ilk cümlelerinden başlayan karamsar hava derinleşir. Ölünün çürümesi, kurtların onu yemesi vb. insanı ürperten cümleler… Kızın gözlerinin resmetmek ister, çalışır, sonunda yapar da. Ancak ölüyü yoketmesi gerekmektedir, onu parçalayıp bir bavula koyup, bir yere gömmeyi düşünür. Bir cinayet, gerilim filmi sahnesi. Aşk, şehvet ve gaddarlık… İnsanın karanlık dünyasına imgesel bir yaklaşım…
“Ben başka türlüsünü değil, ancak zehirlenmiş bir hayatı yaşayabilirdim.”(s.26)
“kemik saplı bıçak”la cesedi parçalayan, kahraman parçaları bir bavula doldurur, “ihtiyar, kambur bir arabacı” gelir, arabanın”tabut yerinndeki oyuğa” uzanır, adam aynı zamanda mezarcıdır da, “dere kenarında, servinin yanına kazar” mezarı, bavulu gömer ve mezar yerini düzleştirir, bilinmesin diye. İhtiyar, mezarı kazarken bir “testi” bulmuştur. “Yaşarken nasıl başkalarının uzağında kalmışsa, şimdi de diğer ölülerin uzağında kalması gerekiyordu.” diye düşünür ve yürür. Yolda “ihtiyar, kambur bir adam”la karşılaşır(hep aynı kişi ?), arabacıyla, arabacı onu evine bırakır, tetiyi de ona verir.  Paara almaya giden kahraman, döndüğünde ne arabadan ne de adamdan iz bulamaz, bir testi kalmıştır elinde. Testiyi siler, ve testideki resimde “o gözlerle” karşılaşır. Dün akşam yaptığı portredeki resimdeki gözlerin aynısıyla. “Testi bir ceset gibi göğsüme yükleniyordu.”  Bu cümle Hayam’ın şu rubaisini hatırlatır:

“Şu testi de benim gibi biriydi;
O da bir güzele vurgun, dertliydi.
Kim bilir, belki boynundaki kulp da
Bir sevgilinin bem beyaz eliydi”              

Testideki resmi yapanla aynı dertleri çektiklerini düşünür. O eski ressam da, onun gibi, güzel bir çift gözün esiri mi olmuştu. Unutmak ister olanları, ama şöyle düşünür:”Unutmam mümkün olsaydı, unutmak sürekli olsaydı.”(s.37)
“Yazmak bir ihtiyaçtı, zorunlu bir görevdi benim için. Uzun süredir bana işkence eden bu devi öldürmek istiyordum, çektiklerimi kağıda geçirmek istiyordum, bir iki tereddüttrn sonra lambayı yakınıma koydum ve yazmaya başladım şöylece: “(s.38) Ve başlar öykü, zaman ve mekan belirsizliğinde. Butimar kuşu gibi susmaz, anlatıcı, hayatını bir üzüm gibi sıkıp, şarabını gölgesine içirmek ister. “Butimar(bir kuş), deniz kıyısına çöker, kanatlarını açar, oturur tek başına.(denizin bir gün kuruyacağını düşünür, bu tasa yüzünden de su içmez hiç.)(s.39) Burada “gölge” kimdir? Biz okuyucular mı; anlatılanlardan sarhoş olacak, ya da anlattıklrı kişiler mi birer gölge, anlatıcının tasarladığı, her biri kendinden parçalar taşıyan.
Tasvirler birbirine karışıyor, “yarık dudaklı” amca mı, anlatıcının bugünü mü? “nereye baksam çoğalmış gölgelerimi görüyorum”(s.40) Canlılar dünyasıyla bağını kopartan kahraman anılarını anlatmaya başlar. Dış dünyayla bağlantısı iki penceredir. Ki oradan da bir kasabı, bir de çömlekçi bir ihtiyarı görür. İç dünyasında ise sütannesi ve “kahpe” karısı.
Sütannesinen öğrenmiştir annesinin-babasının hikayesini, onları hiç görmemiştir, annesi bir rakkasedir.Sütannesinin kızıyla(şahcan) evlenmek zorunda kalır, ancak mutsuzluk yakasını bırakmayacaktır. Kadın onu odasına sokmayacaktır hiç, başkalarıyla düşüp kalkacaktır, duyduklarının birer dedikodu olduğunu düşünür bazen. “kemik saplı bıçak” burada da karşımıza çıkar, anlatıcı bir gece karısını öldürür.
Sokaktan sarhoş polisler geçer, romanda. Bir şarkı söylerler…. Yakalnma korkusu mu, bir figür mü sadece.
Karısını kesme düşüncesi. Kasabı düşünür, kasabın koyu niyetine karısını kestiğini, ilk teşebüsü odadaki bir öksürük sesiyle yarıda kalır.
“Acaba bir baştan bir başa hayat, gülünç bir kıssa, inanılmaz ve ahmakça bir masal değil midir? Acaba ben kendi masalımı yazmıyor muyum? Fakat masal, her anlatanın, miras aldığı ruh durumunun sınırları içinde, tasarlayıp da eremediği dilekler için bir çözüm, bri kaçış yolu ancak.”(s.51)
“Bİrkaç gün önce bana bir dua kitabı getirdi, üzeri bir karış tozla kaplı. Ama ne bu kitap, ne de o aşağılık adamların elinden kafasından çıkmış başka kitaplar, yazılar, düşünceler giderdi derdimi..”(s.62)
“Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır;…”(s.63)
“Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır.”(s.69)
“Kuran okuyan ihtiyarın, kasabın, karımın maskelerini kendi yüzümde görüyordum. Sanki benim maskemin birer yansımasıydılar.”(s.77)
“Gölgem çok güçlüydü, belirgindi gerçek cismimden; duvara vurmuş gölgem daha gerçekti vücudumdan. Sanki ihtiyar hurdacı, kasap, dadım ve o kahpe karım, benim gölgelerimdiler, ben de bu gölgelerin içinde hapsedilmiştim. Bir baykuşa benziyordum, ama iniltilerim boğazımda takılıp kalıyordu ve ben pıhtılaşmış kan olarak tükürüyordum onları. Şayet başkuş da hasta olsa benim düşündüğüm şeyleri düşünür. Duvardaki gölgem tıpkı bir baykuş gölgesiydi ve iki büklüm eğilmiş, yazdıklarımı dikkatle okuyordu.”(s.82)
Kör Baykuş: geceleri görünmez mi baykuş ve kör ise gecenin karanlığında ne yapar, ancak afyon çekip, gözlerinde gölgeler görmez mi?
Anlatının sonunda testiyi bulamaz anlatıcı, kambur bir ihiyarı görür gibi olur, ancak kaybolur sislerin içinde. Döner kendine bakar:” Üsütm başım yırtılmıştı, tepeden ayağa kana belenmiştim, çevremde iki mayıs böceği dolanıyordu, ve küçük beyaz kurtçuklar, kıvıkl kıvıl tenimde -ve bir ölünün ağırlığı, eziyordu göğsümü.”(s.85)
Yoğun, karanlık bir anlatı. Kim, ne, nerede, ne zaman, nasıl sorularının karşılığı: Afyon ve şarap içen bir anlatıcı, uçan, uçarken anlatan.KÖR bir BAYKUŞ…. İntiharın “kör baykuşu”una saygıyla…
Savaş KAYAN
***
HER ŞEY BOŞ VE GEÇİCİDİR
Ve her şey / herkes yalandır
‘’Yalnız ölüm yalan söylemez’’
Ölüm gelince insan ne hisseder?
Sahi /açık kapıdan çıkıp giden on altı yaşındaki öğrencim/ avucuna doldurduğu kalp ilaçlarını içerken/ kapıdan çıkma/ gitme/ özgürlüğünü kullanırken son ne düşündü/ ve ölüm meleği onun gencecik bedenine ne fısıldadı? Tüm düşler dayanıksız değil midir?Zaten bir avuç kor gibi/ kül gibi/ bir üflemeyle dağılmaya hazır değil mi?
‘’Yalnız ölüm kurtarır bizi, bütün aldanışlardan, bir ölüm kurtarabilir, ama ancak şu ölüm: Bizi hiçlik ülkesine , boşluklara gömecek olan ölüm’’
Küçük örümcek artık salgı salamaz olur son hikaye taslağındaki gibi,
Kendi isteğiyle acılarına son veren Hidayet, bu küçük örümcek gibi ağ yapamayınca/ ümitsizliğe kapılınca/kurtuluş yolunu kaybeder ve gerçek hayatta nasıl ölümü seçtiyse romanda / ölümün/ sürekli birbirine dönüşen / ölen/ ölüm ağırlığında göğsü ezilen kahramanla biter
ÖLÜM BİR SON MUDUR? BAŞLANGIÇ MI?
Sorusu kalır dimağımızda,ölüm bir son mu, başlangıç mı?