Saturday, February 9, 2013

Frantz Fanon: Dünyanın Lanetlileri Şimdi Nerede?



 Frantz Fanon otuz altı yaşında lösemiden öldüğünde Cezayir henüz bağımsızlığını kazanmamıştı. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı bugün ?gelişmekte olan ülkeler? olarak nitelendirilen coğrafyalarda ?gelişmiş? hamilerinin buyruğu altında yaşıyordu. Batı hümanizmasının hâkim söylemi ?ilkel ve çocuk kalmış? toplumları uygarlaştırmak ve büyütmek sevdasından vazgeçmemişti henüz. Dünya iki kutupluydu ve bu iki kutbun arasında rüştünü ispatlayamamış bir üçüncü dünya, siyasette söz söyleme sırasının kendisine gelmesini bekliyordu.

Fanon 1925?te Fransız sömürgelerinden birinde, Karayipler?in Martinik adasında doğdu. 18 yaşında Nazilere karşı savaşmak üzere Fransız ordusuna katılan Fanon, savaştan sonra Fransa?da tıp ve psikiyatri eğitimi gördü. Kişisel deneyiminden yola çıkarak beyaz bir toplumda siyah olmanın imkansızlığını ve sömürge kültürünün insan ruhu üstündeki etkilerini anlattığı ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maske?yi bu dönemde yazdı. 1953?te dokuz milyon Arap ve Berberi?nin bir milyon Fransız tarafından yönetildiği Cezayir?de psikiyatrist olarak çalışmak üzere Fransa?dan ayrıldı. Cezayir?de işgalin kültürel ve psikolojik etkileri üstüne çalışan Fanon, ulusal hareketin başlamasıyla birlikte Ulusal Bağımsızlık Cephesi?ne katıldı ve sınır dışı edilene kadar etkin olarak Cezayir?in bağımsızlığı için mücadele etti. 1961?de, ölmeden hemen önce, son kitabı Yeryüzünün Lanetlileri?ni tamamlayan Fanon?un eserleri birçok dile çevrildi ve sayısız çalışmaya konu oldu.

Fanon yazdıklarında o güne kadar üzerinde pek durulmayan bir konuya, tahakkümün kültürel ve ruhsal boyutuna eğilerek, emperyalizm ve ırkçılık karşıtı mücadelelere yeni bir bakış açısı kazandırdı. Cezayir?deki Fransız yönetimi işgal demekti ama dahası başka türlü olmayı öğrenmek, öğrenmek zorunda bırakılmak demekti. Başka bir dili, başka şekilde davranmayı, başka şekilde giyinmeyi, işgalcinin anladığı anlamda ?uygar insan? olmayı öğrenmeliydi işgal edilen ülkenin yerlisi. Kendi kültürünün aşağı olduğunu kabul etmeliydi. Fanon bu kültürel bozgunun yarattığı ruhsal tahribatı, işgal edilen toprakların asıl sahibinin kendi ülkesinde yabancılaşmasını bizzat gözlüyor; eğitimini aldığı Batı biliminin yerli karşısındaki kifayetsizliği ve kibri karşısında, deneyimi ile örtüşen özgün tıbbi yöntemler geliştiriyordu.

Doktorluğu siyasi duruşundan ayırmıyordu Fanon. İşgalin şiddetinin, işgalci güçlerin varlığı kadar, bu kültürel ufalanma ve aşağılanmada saklı olduğunu söylüyordu yüksek sesle. Bağımsızlık mücadelesinin, bu şiddeti, bu yabancılaşmayı sona erdirmenin yegâne yolu olduğunda ısrar ediyordu. Dönüştürücü bir gücü vardı direniş hareketlerinin. Yeni bir insan, yeni ve özgün kavramlar yaratmanın yolu mücadeleden geçiyordu. Fanon?un askeri zorun iktisadi ve siyasi tahakkümün olmazsa olmazı olduğu bir dönemde işgal altındaki halkın şiddete başvurmasını onaylaması ve şiddetin onarıcı gücünden bahsetmesini onaylamıyordu kimi solcu aydınlar. Fakat Fanon için şiddet eşitsiz koşullarda kendi kimliğinin aşağılığına inandırılmaya çalışılan bir birey için özsaygısını inşa etmenin ve işgalciye direnmenin tek vasıtasıydı. Kamusal bir siyasi alanın mevcut olmadığı bir dönemde işgal saf şiddet demekti ve ona karşı yalnız şiddet ile direnilebilirdi (Sekyi-Otu, 1996:118).

Bağımsızlık ile bitmiyordu mücadele. Bağımsızlığını kazanmış ülkeler, henüz kendi ulusal kültürlerini inşa edemeden, kendi yollarını çizemeden, kendi kaderlerini tayin etmelerini sağlayacak bir ulusal bilinç geliştiremeden Soğuk Savaş?ın sağladığı sözde avantajdan faydalanmaya, kapitalist ve sosyalist dünya arasında seçim yapmaya itiliyordu. Fanon ise yeni bir dünya hayal edebilmenin kendi yolunu bulma mücadelesinden, Üçüncü Dünya?nın hakkı olanı talep etme mücadelesinden geçtiğini söylüyordu. Gelişmekte olan ülkeler ne yol izleyeceklerine, neyi üreteceklerine, neyi ihraç edeceklerine kendileri karar vermeliydi. Fakat bizzat sömürü ile semirmiş gelişmiş ülkelerin elinde kaynaklar, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeyi yola getirmeyi sağlayan ve işbirliği koşuluyla dağıtılan birer silaha dönüşüyordu.

Tuzaklarla dolu bir yoldu bağımsızlıktan egemenliğe giden yol. Kehanette bulunmuyordu Fanon, uyarıyordu. Ulusal bağımsızlık mücadelesinin liderlerinin nihayet kavuştukları yönetimleri tekellerinde sultaya dönüştürme eğilimine karşı uyarıyordu. Yeni yeni ortaya çıkmakta olan şehirli üst sınıfların Batı burjuvazisinin bir karikatürü olmaktan öteye gidemeyeceklerini söylüyor, kendi çıkarları doğrultusunda sömürge mirasını uzatmaktan başka arzusu olmayacak bir kapitalist sınıftan burjuva toplumu yaratma beklentisinin yersizliğine işaret ediyordu. Yerli entelektüelin Batı?dan borç alınmış dili ile kendini gerçeğin tek ve hakiki savunucusu sanmaya yatkın kibrine ya da sözüm ona halkçı bir ilgiyle eski ve geleneksel kültürel formları şeyleştirmeyi marifet sayan takipçiliğine karşı uyarıyordu.

Bugün Yeryüzünün Lanetlileri?nin yazılmasının üstünden neredeyse elli yıl geçti. Cezayir?e bağımsızlık Fanon?un umut ettiği dönüşümü getirmedi. Tersine, tuzaklara takıldı bir bir bağımsızlık mücadeleleri. Pek çok eski sömürgede ulusal yönetim güçlü azınlıkların -generallerin ve bürokratların- eline geçti. Ulusal bağımsızlık mücadeleleri yerini etnik ve dini çatışmalara bıraktı. Gelişmekte olan ülkelerin ?bağımsız? yönetimleri iktisadi egemenliği ulusal ve uluslararası teknokratlara devretti. Postmodern söylenceler küreselleşme ve tek kutuplu dünyayı, ideolojilerin ve ütopyaların sonu ilan etti. Aydınlanma felsefesi eski cazibesini yitirdi. Görünürde ?gelişmiş? ülkelerin ?gelişmiş? devletleri, uygarlaştırma projesinden vazgeçti, bayrağı piyasanın serbest koşusuna devretti.

Kimilerine göre Fanon?un tarif ettiği mücadelenin koşulları ortadan kalktı. Bugün Birinci Dünya yalnız Batı?da değil çünkü; yalnız beyazlar değil zenginlikten ve güçten payına düşeni alan. Bugün ?gelişmekte olan? ülkelerde yalnız Batılı gibi giyinmek, Batılı gibi görünmek sevdasında olan egemenler değil söz söyleyen. Küreselleşme kültürel çoğulculuğu mümkün kıldı; ırkçılık, ayrımcılık, kültürel tahakküm ortadan kalkmadı şüphesiz, fakat çok yol kat ettik bu kimilerine göre.

Hakikaten dünyanın lanetlileri şimdi nerede?

Uygarlaştırılması gereken Üçüncü Dünyalar çoğalıyor Birinci Dünyalar içinde. Fanon?un pek güzel tarif ettiği Üçüncü Dünyalılığın ruh hali göçmenlerde ve kültürel azınlıklarda devam ediyor. Siyasi hayattan dışlanan, kültürel olarak hor görülen, iktisadi anlamda güçsüz kitleler Doğu?da ve Batı?da, Kuzey?de ve Güney?de azalmıyor. Gelişmiş ülkelerin gelişmemiş göçmenleri eğitilmesi gereken, topluma uyumu sorun teşkil eden taraf olarak en iyi ihtimalle özümlenmek ile ikinci sınıf kalmak arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyor. Dünyanın geri kalmış bölgelerine uygarlık ve özgürlük götürme gerekçesiyle meşrulaştırılan işgaller ve askeri müdahaleler sona ermedi. Evrensel olarak sunulan kimi değerler makul olanın sınırlarını belirlemeye devam ediyor. Farklılıkların bir arada yaşayabildiği küresel bir kültür temenni eden nice yazar-çizer piyasa ekonomisini ve liberal demokrasiyi bu küresel kültürün olmazsa olmazı tayin etti. İktisadi eşitsizliğin doğal olduğu belletilirken doğduğu coğrafyanın, ırkın ve cinsiyetin sancısıyla uyanmaya devam ediyor yeryüzünün lanetlileri.
Bugün Fanon?u okumak insanlık durumunun değişmeyen yaralarını fark etmenin yanında daha iyi bir dünyanın ancak hakların ve kaynakların adil dağıtımı ile gerçekleşebileceğini hatırlatıyor.

Kaynakça
Fanon, Frantz. 2004. The Wretched of the Earth, çev. Richard Philcox. New York: Grove Press.
Fanon, Frantz. 1967. Black Skin, White Masks, çev. Charles Lam Markmann. New York: Grove Press.
Sekyi-Otu, Ato. 1996. Fanon?s Dialectic of Experience, Cambridge: Harvard University Press.


Siyah Deri Beyaz Maske – Frantz Fanon


1925?te Fransız sömürgelerinden biri olan, Karayipler?in Martinik adasında doğan ve 18 yaşında Nazilere karşı savaşmak üzere Fransız ordusuna katılan Fanon; yabancılaşma, sömürgecilik ve sömürgeciliğin psikolojisi üzerine yazılarıyla “ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin sesi olmuş, Fransız ordusunda yer aldığı yıllar içinde “beyaz adam”ın ırkçılığıyla bire bir karşı karşıya kalmıştır. Cezayir’in Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık savaşında Cezayir Ulusal Bağımsızlık Cephesi’nin yanında yer alan, 36 yaşında lösemiden hayatını kaybeden psikiyatrist, sosyolog, eylemci ve yazar olan Frantz Fanon ‘Siyah Deri Beyaz Maskeler / Ezilenlerin Psikolojisi ve Yabancılaşma’ adlı kitabı, beyaz bir toplumda siyah olmanın zorluklarını, sömürge kültürünün insan ruhu üstündeki etkilerini, Avrupa-merkezci psikoloji anlayışını, köle-efendi diyalektiğini ve tahakkümün psikolojik arka planını sorgulamıştır.
Fanon, ‘Siyah Deri Beyaz Maske’ adlı ilk kitabını psikiyatri asistanıyken yazmış ve bu ilk kitabıyla ırkçılığı tartışmaya açmıştır. ?Radyomu açtığımda, zencilerin Amerika?da linç edildiğini duyuyorum? diye yazar. ?Anlaşılan birileri bize yalan söylemiş. Meğer Hitler ölmemiş!?

“Bir ırkın başka bir ırkı sömürmesini öngören sistemlerin kurbanı durumundaki insanların sorunudur yabancılaşma, daha üstün olduğunu ileri süren bir uygarlığın başka bir dünyaya bakış, dünyayı yorumlayış formu üzerindeki hoşgörüsüne hedef olan insanların sorunudur yabancılaşma. Entelektüel yabancılaşma burjuva toplumunun bir ürünüdür.
İnsan, insana özgü bir dünyanın ideal var olma şartlarını yaratmak imkanını ancak benliğin yeniden ele geçirilmesi ve arındırılması yönünde göstereceği çaba ve özgürlüğün sürdürülmesi için taşıyacağı hassasiyet sayesinde bulacaktır.” Frantz Fanon


Kitabın Künyesi
Siyah Deri Beyaz Maskeler / Ezilenlerin Psikolojisi ve Yabancılaşma (Black Skin, White Masks)
Frantz Fanon
Sosyalist Yayınları
Çeviren: Mustafa Haksöz
İstanbul, 1996

Frantz Fanon ‘un Hayatı
 (Fort-de-France, Martinik, 20 Temmuz 1925 ? Vashington, DC, 6 Aralık 1961), kolonisizleştirme ve kolonileştirmenin psikopatolojisi konusunda belki de 20. yüzyılın en belli başlı düşünürüydü. Yapıtları, kırk yılı aşkın bir süre kolonileştirme-karşıtı kurtuluş hareketlerine esin verdi.

Martinik ve 2. Paylaşım Savaşı
Fanon, o zamanlar bir Fransız kolonisi, şimdiyse bir Fransız bölgesi olan Karayip Adası Martinik?te doğdu. Afrika köleleri, Tamil sözleşmeli hizmetçileri ve bir beyaz adam artyöreli melez bir aileye doğdu. Ailenin durumu, Martinikliler?e göre görece iyiydi ama orta sınıftan uzaktı. Yine de yalnız siyah öğrencileri kabul eden Lycée Schoelcher?in giderlerini karşılayabildiler.

Fransa, 1940?ta Naziler?in eline düştükten sonra, Fransız deniz güçleri Martinik?te durduruldu. Fransız askerler, adada durmak zorunda kalarak gerçek birer ırkçıya dönüştüler. Birçok taciz ve cinsel suistimal suçlaması yükseldi. Martinikliler?in Fransız Ordusu?nca suistimal edilmesi, Fanon üzerinde önemli bir etkiydi, çünkü bu, O?nun yabancılaşma duygularını ve kolonisel ırkçılığın gerçeklerinden iğrenmesini pekiştirdi. Fanon, onsekiz yaşında adadan ayrıldı ve Özgür Fransız Güçleri?ne katılmak üzere Dominica?ya yolculuk etti. Daha sonra Fransız ordusuna alındı ve Fransa?da, özellikle Alsace çarpışmalarında hizmet verdi. 1944?te Colmar?da yaralandı ve Croix de Guerre Madalyası aldı.

Naziler yenilgiye uğratıldığında ve Bağlaşık güçler Ren üzerinden Almanya?ya ?foto-gazetecilerle- geçtiklerinde Fanon?un alayı tüm beyaz olmayan askerlerden temizlendi ve siyah asker arkadaşları, onun yerine, Toulon?a gönderildi.

Fanon, 1945?te Martinik?e döndü. Dönüşü kısa sürdü. Orada, yaşamı üstünde en büyük etkiye sahip olacak olan arkadaşı ve akıl hocası Aimé Césaire?in parlamento kampanyasına katıldı. Fanon kendini hiçbir zaman komünist olarak tanımlamasa da, Césaire, komünist yaftasıyla, 4. Cumhuriyet?in ilk Ulusal Meclisi?ne Martinik?ten parlamento delegesi olarak katıldı. Fanon, bakaloryasını alacak kadar uzun kaldı ve sonra tıp ve psikiyatri çalışacağı Fransa?ya geçti. Yazın, drama ve felsefe çalışacağı, kimi zaman Merleau-Ponty?nin derslerine katılacağı Lyon?da eğitim gördü. 1951?de psikiyatride yeterlilik derecesi aldıktan sonra, psikopatolojide kültürün önemli ama çoğun gözardı edilmiş rolüne vurgu yaparak Fanon?un düşüncesini güçlendirecek olan köktenci Katalan François de Tosquelles gözetiminde psikiyatri stajı yaptı. Stajdan sonra, Fanon, Fransa?da, bir yıl daha ve sonra (1953?ten başlayarak) Cezayir?de psikiyatri uygulamalarını sürdürdü. 1956?da istifa edene dek kaldığı Cezayir?deki Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi?nde başhekimdi.

Fransa
Fanon, Fransa?dayken ilk kitabını yazdı, Black Skin, White Masks (Kara Deri, Beyaz Maskeler), kolonisel boyun eğdirmenin insan ruhuna olan etkisinin bir çözümleyimi. Bu kitap, Fanon?un siyah bir insan, Fransa?da, Fransızlar?ca, deri rengi nedeniyle geri çevrilen Fransız eğitimli bir aydın olma deneyiminin kişisel bir anlatımıydı.

Cezayir
Fanon Fransa?dan ayrılıp, savaş sırasında bir süre askeri görev için bulunduğu Cezayir?e gitti. Blida-Joinville Psikiyatrik Hastanesi?nde psikiyatristlik işi buldu. Tedavi yöntemlerini köktencileştirmesi oradadır. Özellikle de, hastalarının kültürel artyöresine bağlı toplumsal sağaltıma başladı. Hemşireler ve stajyerler de yetiştirdi. Kasım 1954?te Cezayir devriminin başlamasıyla, Dr. Chaulet?yle bağlantılarının bir sonucu olarak, FLN?ye (Front de Libération Nationale, Ulusal Kurtuluş Cephesi) katıldı.

The Wretched of the Earth (Yeryüzünün Lanetlileri)?nde, Fanon, derinlemesine olarak, Fransız güçlerinin Cezayirliler?e yaptığı işkencelerin etkilerini tartıştı. Fransız paraşütçü birimlerinin işkenceye katılmaları gerçeği, işkenceye karıştıkları ileri sürülenlere ?olaylar? için af çıkarıldığı Fransa?da siyasal çalkantılara neden oldu. Terörizm zanlılarına işkence yapmayı açıkça onaylayan General Paul Aussaresses?in yaptıkları nedeniyle değil yeterince vicdan azabı sergilememesi nedeniyle yargılanması bundandır.

Fanon, Cezayir boyunca, özellikle Kabyle bölgesinde, Cezayirliler?in kültürel/psikolojik yaşamını çalışmak üzere kapsamlı yolculuklar yaptı. Kayıp çalışması, ?The marabout of Si Slimane? buna bir örnektir. Bu yolculuklar, aynı zamanda, gizli etkinlikleri, özellikle bir FLN üssünü gizleyen Chrea kayak alanına gitmesi için bir araçtı. 1956 yazında, ünlü ?Sömürge Bakanı?na İstifa Mektubu?nu kaleme aldı ve Fransız özümsemeci yetiştirme biçimiyle ve eğitimiyle arayı açtı. Ocak 1957?de Cezayir?den kovuldu ve Blida Hastanesi?ndeki ?isyan yuvası? dağıtıldı. Fanon, Fransa?ya gitmek üzere ayrıldı ve sonunda gizlice Tunus Kenti?ne yolculuk yaptı. Ömrünün sonuna dek yazacağı ?El Mücahit?in yayın kurulunun bir parçası oldu. Geçici Cezayir Hükümeti?nin Gana Büyükelçisi olarak da hizmet gördü ve Accra, Conakry, Addis Ababa, Leopoldville (bugün Kinşasa), Kahire ve Trablus?ta konferanslara katıldı. Bu dönemdeki kısa yazılarından çoğu, ölümünden sonra, Toward the African Revolution (?Afrika Devrimi?ne Doğru) kitabında toplandı. Bu kitapta Fanon, savaş stratejisi uzmanı olarak bile belirginleşir; bir bölümde, savaşa güneyden cephe açmayı ve erzak hattının nasıl oluşturulacağını tartışır.

Ölümü
Tunus Kenti?ne dönüşünde, üçüncü bir cephe açmak için Sahara?daki yorucu yolculuğundan sonra, Fanon?a, kan kanseri tanısı kondu. Tedavi için Sovyetler Birliği?ne gitti ve bir iyileşme yaşadı. Tunus Kenti?ne dönüşünde, vasiyetini, The Wretched of the Earth (?Yeryüzünün Lanetlileri?)?ni yazdırdı. Yatağa tutsak olmadığı zamanlarda, Cezayir-Tunus sınırındaki Ghardiamo?da ALN (Armée de Libération Nationale, Ulusal Kurtuluş Ordusu) subaylarına dersler verdi. Roma?da, Sartre?a son bir konuklukta bulundu ve daha fazla kan kanseri tedavisi için ABD?ye gitti. Washington, D.C.?de 6 Aralık 1961?de, ?İbrahim Fanon? adıyla öldü. Cenazesi Tunus?ta ziyaretçilere gösterildikten bir süre sonra, Cezayir?de gömüldü. Daha sonra, bedeni, Batı Cezayir?de, Ain Kerma?daki şehitliğe taşındı. Fanon, eşi Josie, oğulları Olivier ve kızları Mireille?de yaşıyor.

Yapıtları
Fanon, Black Skin, White Masks (?Kara Deri, Beyaz Maskeler?)?i, hala Fransa?dayken yazmış olsa da, yapıtlarının çoğu, Kuzey Afrika?da yazıldı. En büyük yapıtları, Year 5 of the Algerian Revolution?ı (?Cezayir Devrimi?nin 5. Yılı?, daha sonra A Dying Colonialism ?Can Çekişen Kolonicilik? adıyla yeniden basıldı) ve şimdiye dek kolonisizleştirme üstüne yazılmış en önemli yapıt olan The Wretched of the Earth (?Yeryüzünün Lanetlileri?)?ni bu dönemde yazdı. ?Yeryüzünün Lanetlileri?, ilk kez 1961?de, François Maspero?ca yayımlandı ve kitapta, Jean-Paul Sartre?ın önsözü vardır. Kitapta, Fanon, ulusal kurtuluş mücadelesinde sınıfın, ırkın, ulusal kültürün ve şiddetin rolünü çözümler. İki kitap da, Fanon?u, 3. Dünya?nın çoğunun gözünde, 20. yüzyılın başı çeken kolonileştirme-karşıtı düşünürü yaptı. Fanon?un üç kitabı, Esprit ve ?El Mücahit? gibi dergilerde çok sayıda psikiyatri makalesiyle olduğu kadar Fransız koloniciliğinin köktenci eleştirileriyle de desteklendi.

Yapıtlarının alımlanması, çok sayıda atlama ve yanlış içerdiği kabul edilen İngilizce çevirilerce etkilenmiştir, doktora tezini de içeren yayınlanmamış yapıtları ise, az ilgi gördü. Sonuç olarak, Fanon, çoklukla, şiddetin savunucusu olarak resmedildi. Fransızca özgün metinde, bunun böyle olmadığı açıktır. Üstelik, yapıtları, psikiyatrik konulardan siyaset, toplumbilim, insanbilim, dilbilim ve yazına dek geniş bir alanı kapsayacak ölçüde disiplinlerarasıdır.

Cezayirli FLN?ye (Front de Libération Nationale, Ulusal Kurtuluş Cephesi) katılımı, 1955?ten başlayarak, izlerkitlesini kolonileştirilmiş Cezayirliler olarak belirledi. Son yapıtı Les damnés de la terre (İngilizce?ye Constance Farrington tarafından The Wretched of the Earth, ?Yeryüzünün Lanetlileri? olarak çevrildi) onlara yönelikti. Ezilenlere, kolonisizleştirme kasırgasında ve yeni-kolonici/ küreselleşmiş dünyada karşılaşacakları tehlikelere karşı uyarı niteliği taşır.

Etkisi
Fanon?un kolonicilik-karşıtı hareketlere ve özgürlük hareketlerine esin verici bir etkisi olmuştur. Özellikle, Les damnés de la terre, İran?da Ali Şeraiti, Güney Afrika?da Steve Biko ve Küba?da Ernesto Che Guevara gibi devrimci önderlerin yapıtlarında başlıca bir etkidir. Bunların içinden yalnızca Guevara, Fanon?un şiddet kuramlarıyla ilgilenmiştir; Şeraiti ve Biko için Fanon?a temel ilgi, sırasıyla, ?yeni insan? ve ?siyah bilinci? dolayısıyladır. Fanon?un etkisi, Filistinliler?e, Tamiller?e, İrlandalılar?a, Kara Panterlere birçok ulusal harekete kendi kaderini belirleme fikri noktasında etki etmiştir.

Sanatta Fanon?a Gönderme Yapanlar
Müzik
* Rage Against the Machine, 1996 tarihli albümü Evil Empire?da, “Year of tha Boomerang” adlı parçada Fanon?u anıyor: “grip tha cannon like Fanon and pass tha shell to my classmate”. ?Yeryüzünün Lanetlileri?, albümün iç kapağında görünüyor.
* Rage Against the Machine?in eski üyesi Zack de la Rocha da, Last Emperor ve KRS-One?la yaptıkları ?C.I.A. (Criminals In Action)? adlı parçada Fanon?a gönderme yapıyor: “I bring the sun at red dawn upon the thoughts of Frantz Fanon, So stand at attention devil dirge, You’ll never survive choosing sides against the Wretched of the Earth.”
* Third Sight, 2006 tarihli Symbionese Liberation Album adlı albümlerindeki ?Will I Get Shot by a Dope Fiend?? adlı parçada Fanon?a gönderme yapıyor.
* Digable Planets, Coneheads adlı film müziğinde, Fanon?u anıyor.
* The Dialectics, 2006 tarihli ?Styles of Resistance? adlı albümlerinde ?Lost artists? adlı parçada Fanon?a gönderme yapıyor: “About face, a small place in this wreckless abandon, a new canon written out of the ashes of Franz Fanon.

Günümüz Sanatı
* Jimmie Durham, bir Amerika yerlisi kavramsal sanatçı, “Often Durham Employs…” (1998) adlı yapıtta, Fanon?dan bir alıntı alarak Fanon?a gönderme yapıyor: “The zone where the natives live is not complementary to the zone inhabited by the settlers.” (Fanon)

Kaynakça
Fanon?un Yazıları
* Black Skin, White Masks, transl. Charles Lam Markmann (1967: New York, Grove Press)
* A Dying Colonialism
* Toward the African Revolution
* The Wretched of the Earth, transl. Constance Farrington (1963: New York, Grove Weidenfeld)
* Toward the African Revolution, transl. Haakon Chavalier (1969: New York, Grove Press)
* “Reciprocal Bases of National Culture and the Fight for Freedom” A Speech by Frantz Fanon included in The Wretched of the Earth

Türkçe?de Fanon
* Frantz Fanon?un Türkçe?deki Kitapları (Ideefixe)[1]
* Yeryüzünün Lanetlileri. 2001: Avesta Yayınları
* Yeryüzünün Lanetlileri. 1994: Sosyalist Yayınları
* Siyah Deri Beyaz Maskeler Ezilenlerin Psikolojisi ve Yabancılaşma. 1996: Sosyalist Yayınları.
* Siyah Deri Beyaz Maske. 1988: Seçkin Yayınları
* Yeryüzünün Lanetlileri. Birleşik Yayıncılık.
* A. Faruk Özgür- Fanon?a Haksızlık [2]
* Tanıl Bora- Paris Vesilesiyle, Frantz Fanon ve Şiddet Sorunu – Birikim Dergisi, Aralık 2005, Sayı: 200, 83-87.[3]
* I. Gendzicr- Frantz Fanon Eleştirel Biyografik İnceleme- Ağustos 1997- Sosyalist Yayınlar [4]
* Jean Paul Sartre’in “Yeryüzünün Lânetlileri” için Yazdığı “Önsöz” [5]
* Dr. Ulaş Başar Gezgin- ?Ant İçeriz Yıkıcı Yıldırım Üstüne? ya da Yarım Yüzyıl Sonra Yeniden Fanon [6]
* Kaan DURUKAN- Yarım Yüzyıl Sonra Fanon’u Yeniden Okumak- [7]
* Ali Çakmak-”Garrrson! bana biy biya getiy” Virgül 6, Mart 1998, s.33-36 [8]
* Doç. Dr. Kemal Sayar- Sömürgeciliğin Karşısında Psikiyatr: Frantz Fanon. Yeni Symposium, 40(4), 140-150, 2002. [9]

Türkiye?deki Kütüphanelerde Fanon
Boğaziçi Üniversitesi: [10]

* Black skin, white masks GN645 .F313 1967 ? Les damnes de la terre DT33 .F3 1991
* A dying colonialism DT282 .F313 1970 ? Pour la révolution africaine : écrits politiques DT30 .F27 1969
* Die verdammten dieser erde DT33 .F315 1969 ? The wretched of the earth DT33 .F313 1967
* The wretched of the earth DT33 .F313 1968 Bilkent:
* Siyah deri beyaz maske. GN645 .F313 1988
* Black skin, white masks GN645 .F3613 1967
* Wretched of the earth DT33 .F313 1965
* The wretched of the earth. DT33 .F313 1968
* Yeryüzünün lanetlileri= Les damnes de la terre DT33 .F320 2001

İkincil Yazın
* Patrick Ehlen, Frantz Fanon: A Spiritual Biography (2001: New York, NY, Crossroad 8th Avenue) ISBN 0-824-52354-7
* Laura Chrisman & Patrick Williams Colonial Discourse and Post-Colonial Theory: A Reader (1994: New York, Columbia University Press)
* Lewis R. Gordon, Fanon and the Crisis of European Man: An Essay on Philosophy and the Human Sciences (1995: New York, Routlege)
* Lewis R. Gordon, T. Denean Sharpley-Whiting, & Renee T. White [edd] Fanon: A Critical Reader (1996: Oxford, Blackwell)
* Hussein M. Adam ?Fanon as a Democratic Theorist? in Nigel C. Gibson [ed.] Rethinking Fanon: The Continuing Dialougue (1999: Amherst, New York, Humanity Books)
* Samuel Oluoch Imbo An Introduction to African Philosophy (1998: Oxford, Rowman & Littlefield) ISBN 0-8476-8840-2
* Macey, David Frantz Fanon: A Biography (2000: New York, NY, Picador Press) ISBN 0-312-27550-1
* Ato Sekyi-otu Fanon’s Dialectic of Experience (1996: Cambridge, MA, Harvard University Press)
* Tsenay Serequeberhan The Hermeneutics of African Philosophy (1994: London, Routledge) ISBN 0-415-90802-7
* Christian Filostrat Interviews Frantz Fanon’s Wife Josie, November 16 1978, Howard University?s African-American Center.
* Olúfémi Táíwò ?Fanon? in Robert L. Arrington [ed.] A Companion to the Philosophers (2001: Oxford, Blackwell) ISBN 0-631-22967-1
* Alice Cherki, “Frantz Fanon.Portrait” (2000: Paris, Seuil)
* Nigel C. Gibson Fanon: The Postcolonial Imagination (2003: Oxford, Polity Press)
* Giovanni Pirelli, “Frantz Fanon: Opere scelte” (1976: Milan, erre emme)


Pierre Joseph Proudhon



TUĞBA COŞKUN  
  
Fransız yazar ve iktisatçısı.(1809-1865) Küçük-burjuva sosyalizminin klasik temsilcisi. Bir yoksul köylünün oğlu olan Proudhon, Paris'te, Marsilya'da ve başka kentlerde düzeltmen olarak çalıştı. Bir süre Besançon'da bir basımevi yönetti.

Mülkiyet Nedir?'i yazmıştır; bu kitap, 1840'ta yayınlanır ve içinde şu ünlü tümce vardır: "Mülkiyet, hırsızlıktır." 1846'da yayınlanan Ekonomik Çelişkiler ve Sefaletin Felsefesi'ne, Marx, Felsefenin Sefaleti ile karşılık vermiştir. Proudhon, aynı zamanda, Fransız sosyalist işçi hareketi üzerinde derin bir etki yaratan İşçi Sınıfının Siyasal Yeteneği'ni (1851) yazmıştır.
Anarşi ..., bilim ve hukuğun gelişmesiyle oluşan özel ve kamusal bilincin tek başına düzeni sağlamaya ve tüm özgürlükleri garanti etmeye yeterli olduğu bir hükümet veya anayasa biçimidir. ... Polis, önleyici ve baskıcı yöntemler memuriyetliğinin, vergi v.b. kurumları en aza indirilmiştir; ... monarşi ve yoğun merkezileşme ortadan kaybolur, (bunun yerini) komüne dayanan federal kurumlar ve yaşam tarzı alır."  (NOT: "Komün" belediye anlamına gelir).
Son tahlilde, bir küçük-burjuva ütopyacısıdır, kanıtlarından hiçbiri, Marx'ın eleştirisi karşısında tutunamamıştır ve gericilik, onunla, sık sık övünebilmiştir. 1848 Devriminin ertesinde kurucu meclis üyeliğine atanmıştır. 2 Aralık 1851 Hükümet Darbesi sırasında da sosyal adaletin zaferini sağlamak için Louis-Napoleon'a güvenmiştir.

Mütevazi köylü kökeniyle Proudhon, anarşist filozoflar arasında nadir rastlanan birisidir. Yaşamına inekleri güderek, ve çiftlik işleri ile uğraşarak başladı. Annesi Catherine Simonin onun eğitim alması için oldukça kararlıydı; ailesi 1820'de şehire göç edince onu okula kaydetmek için düzenlemeler yapıldı. Okul giderleri babasının patronunun bağlantıları sayesinde karşılandı. Ama yine de yeterince parası olmayınca, alamadığı kitapları "unutması" yüzünden okulda cezalandırılması oldukça rutinleşmişti. Her ne kadar üniversiteye devam etmek niyetindeyse de, ailenin mali sıkıntıları mezuniyetinin ardından yüksek eğitime devam etmesine olanak tanımadı ve böylece yeteneklerini onu daha sonra pekçok anarşisti ortaya çıkaracak olan, ama ilk defa kendini anarşist olarak adlandıracak olan Proudhon'u ortaya çıkaran bir meslek olan basım işine yöneltti.

Yüzyılın ortasına gelindiğinde, Proudhon Fransa'daki en önde gelen solcu entellektüel olmuştu; ve bu bağlamda Avrupa'da Marx'ın veya Bakunin'in şanını oldukça aşmıştı. Hyams'ın belirttiği üzere; Proudhon, Marx, Bakunin, Blanqui, Blanc, Herzen, Lassalle ve Engels ile beraber sosyalizmi ortaya çıkaranlardan birisiydi. Bunların arasında Proudhon 19. yy.'ın işçi hareketi üzerinde en köklü etkisi olan kişiydi; ve onun fikirleri, aralarında kişisel olarak Proudhon'u tanıyan Tolstoy ve Bakunin de bulunduğu, pekçok tanınmış anarşisti etkiledi. Aslında yaşamı boyunca Proudhon büyük bir arkadaş çevresine, ve ünü yayıldıkça da bir tanıdık çevresine sahip oldu. Proudhon için arkadaşlık, cinsel sevgi veya evlilikten daha değerliydi.

Kamuoyu tarafından geniş ölçüde bilinen birisi olmadan önce, Proudhon kırsal kesimi gezerek mesleğini yapabileceği bir iş aradı. 1832'de, vatandaşı Alexis de Tocqueville'nin ABD'yi gezmeye başladı sıralarda, Proudhon da iş aramak üzere kendi "Fransa Turu"na başlamıştı. Bu süreçte, kendisini iş aramak için Fransa'da gezinmek zorunda bırakan yoksulluk koşullarının sadece kendi şehrine özgü olmadığını gördü. Bir yerden başka bir yere geçebilmesine yetecek kadar iş buluyor olsa da, kalıcı bir iş bulma çabalarında pek başarılı olamıyordu. Bu deneyimler ekonomik adaletsizlik konusunda oluşmakta olan sezgilerine katkıda bulundu. Bu adaletsizlik sezgisinin tohumları, "soylularla olan tüm anlaşmazlıklarda küçük çiftçiler ve zanaatkarların sözcülüğünü ve liderliğini yapan; oyunun kurallarını takmayan ve onlara karşı kızgın olan; ...ve, cüssesiyle yasak bölgeden geçen tehlikeli işlere girişen bir kişi olarak, yerel toprak sahiplerinin "avlak bekçileri (oyun hayvanlarının bakıcılığını yapan kişiler)" ile olan kavga ve çatışmalarda her zaman yer alan bir kişi olan", anne tarafından büyükbabası Tornesi Simonin'ce atılmıştı. 1833'de kardeşinin askeri fonlarını suistimal eden yüzbaşısını ihbar etmekle tehdit etmesinin ardından gizemli bir şekilde öldüğü haberini almasından sonra, Proudhon varolan düzenin amansız bir düşmanı haline geldi. Lenin'e benzer şekilde, Proudhon'un otoriteye karşı kızgınlığı da kardeşinin bozuk otoritenin ellerindeki ölümünden kaynaklanmış olabilir (Lenin'in kardeşi hakkında, bakınız Buzinkai, D. "V. İ. Lenin: Adolescent Rivalry and Identification", 1982 Kuzeydoğu Siyaset Bilimi Topluluğu Yıllık Toplantısı'nda sunulan bir makale).

1832'nin sonbaharında Besançon'a geri dönmüş olan Proudhon'a Fouriériste gazetesinin editörlüğü teklif edildi. Baskıcı olarak çalışması onun geniş bir ölçekteki entellektüel tartışmalara erişmesine imkan vermişti, ve bu raslantı sayesinde de geniş bir eğitim almış oldu. Kendi kendisine Latince öğrendi ve Latince metinlerin çokça talep edilen dizgicisi oldu, ve en sonunda çok daha prestijli olan "düzeltmenlik" görevine getirildi. Bu eylemleri sayesinde o günün çeşitli yazarları ile ilişkiye geçti; ve nihayetinde akademik bir kökeni olmamasına rağmen, tam bir bağımsızlıkla araştırmalarını sürdürmesine olanak tanıyacak bir burs kazanmayı başardı. Bu onun doğuştan gelen zekasının bir gücüydü.
Yıllarca doğum yeri Besançon ile Paris arasında mekik dokuyan Proudhon asla başkentin çekiciliklerini takdir edecek kadar olgunlaşmadı. Bununla beraber, alfabenin harfleri ve Pazar gününün tatil günü olmasının önemi üzerine makaleler yazarak, inceleme araştırmalarına devam etti. Bu sonraki makalesinde anarşist geleceğinin parıltıları o kadar belirgindi ki, makalesi bronz madalya kazanırken, mali destekçisi sponsoru radikal düşüncelere kayması nedeniyle onu uyarmaktaydı. Bu arada iki ortağı ile birlikte kendi basımevini kurarak, kendisinin ve diğerlerinin çalışmalarını yayınlamaya başladı. Ama açıkça siyasi olan ilk eserini yayınlamak için diğer yayıncıları tercih etti. What is Property? An Inquiry into the Principle of Right and of Government (Mülkiyet nedir? Hak ve Yönetim İlkeleri Üstüne İnceleme) adlı eseri ilk defa Proudhon'un kamuoyu önünde tanınmasını bazıları pek olumlu olmasa da sağladı. Kendine has bir jestle, kendisine burs sağlayan ve kendi ihsanları sonucunda yazdığı ürünle skandala yol açacağı kesin olan kitabı Besançon Akademisi'ne atfetti. Bu çalışmasında, "kendi payına hiç bir çaba harcamadan başkalarının emeğini sömürmek için mülkiyetini üretici olmayanın üreticiye dayattığı; faiz, tefecilik ve kira olarak ayırdedilebilen mülkiyeti kullananı suçluyordu. "Malik olma" (kullanım hakkını elinde bulundurma) anlamındaki mülkiyete, yani insanın çalışması ve yaşaması için gerek duyduğu ev, toprak ve araçları kontrol etme hakkına karşı hiç bir düşmanlığı yoktu; bunu özgürlük için gerekli temel taşı olarak değerlendiriyor ve bunu tahrip etmeyi hedeflemesi nedeni ile Komünizmi eleştiriyordu". Proudhon'un fikrini anlamak için, malik olma ile mülkiyet arasındaki farkı; yani yalın bir ifade ile bir aşığı malik olan, kocayı ise mülk sahibi olan şeklindeki karşılaştırılmasını kavramak gerekir! Proudhon için Mülkiyet yasal bir kavramken, Malik Olma ise bir gerçektir.

Godwin'e benzer bir şekilde mülkiyete karşı saldırısını adalet kavramı üzerine oturtur: "Ben bir sistem kurmuyorum. Ben ayrıcalığın sona erdirilmesini, köleliğin kaldırılmasını, hakların eşitliğini ve yasanın geçerli olmasını talep ediyorum. Adalet, herhangi sıradan bir şey değildir. Bu fikrimin alfası, omegasıdır" . "Emeğin tek başına değerin temeli olduğunu, ama bunun emekçiye mülkiyet hakkı tanımadığını, çünkü onun emeğinin ürünün yapıldığı malzemeleri yaratmadığını savunur. 'Ürünlere erişim hakkı genele açık değildir; araçlara erişim hakkı ise genele açıktır' " . Proudhon İskoçyalı politik iktisatçı Thomas Reid'den şu alıntıyı yapıyor: "Yaşama hakkı yaşam araçları (-na erişim) hakkı demektir, ve masum bir insanın yaşama hakkına saygı gösterilmesini gerektiren adalet kuralı, aynı zamanda yaşam araçlarından yoksun bırakılmamasını da ifade eder: bu iki hak eş derecede kutsaldır ... Başkasının emeğini engellemek, onu zincire vurmak veya hapse tıkmakla eş olan bir haksızlığı ifade eder, ve aynı gücenme duygusunu hareketlendirir" . Proudhon bu ilkeyi kabullenir, ve bu uslamlamayı mantıki çıkarım yapmak mantıki sonuçlarına vardırır. Eğer yaşama hakkı varsa, yaşama araçlarına erişim hakkı da olmalı; ve yaşama hakkı herkes tarafından eşit bir şekilde paylaşıldığı için, yaşama araçlarına hakkı da eşit bir şekilde paylaşılmalıdır. Proudhon şöyle uslamlıyordu: "İnsanın yaşaması için emeğe ihtiyacı vardır; sonuçta, çalışabileceği araçlar ve malzemelere gereksinimi vardır. Onun üretme gereksinimi onun hakkını oluşturur; ve onun hakkı, benzer anlaşmalar yaptığı arkadaşlarınca garanti altına alınır" . Böylece toplum, mülkiyeti korumak için değil üretim araçlarına erişimi korumak için şekillendirilir.

Proudhon için mülkiyet ve toplum birbiriyle uyuşmaz. What is Property'nin ikinci bölümünde Proudhon şunları yazıyor: "Mülkiyet ... toplumun dışında varolan bir haktır; çünkü eğer her bir insanın refahı toplumsal refah olsaydı, koşullar herkes için aynı olacaktı ... Bu nedenle eğer biz özgürlük, eşitlik ve güvenlikle ilişkiliysek, biz mülkiyetin hatırı ile ilişkili değiliz; böylece eğer mülkiyet doğal bir hak ise, bu doğal hak toplumsal değil, toplum-karşıtı bir haktır. Mülkiyet ve toplum birbiri ile kesinlikle uyuşmaz. İki mülk sahibini birbiriyle ilişkilendirmek, iki mıknatısı zıt kutuplarından birleştirmek gibi bir şeydir. Ya toplum ortadan kalkmalıdır, veya toplum mülkiyeti ortadan kaldırmalıdır"

Bu görüşün merkezinde eşitlik ilkesi bulunmaktadır. Haklar, tanımsal olarak, eşit haklardır. Özgürlük herkes için özgürlük olmalıdır, çünkü, "Özgürlük insanın asli (ilk) halidir; özgürlükten vazgeçmek insanın niteliğinden [nitelikli olmasından] vazgeçmek demektir" . Bu görüşü ilk kısmın sonunda, ikinci bölümde özetler; " ... özgürlük mutlak bir haktır, çünkü insan için mühim olan kendisi üstünde hakimiyet kurulamamasıdır; varoluşun mutlak gerekli şartı olan eşitlik mutlak bir haktır, çünkü eşitlik olmadan toplum var olamaz; güvenlik mutlak bir haktır, çünkü her insanın gözünde kendi özgürlüğü ve yaşamı diğerlerininkiler kadar değerlidir. Bu üç hak mutlaktır; yani toplumun her üyesi verdiği kadarını aldığı için, hiç bir azalmaya veya artışa maruz kalmaz yaşamda ve ölümde; özgürlüğe özgürlük, eşitliğe eşitlik, güvenliğe güvenlik, vücuda vücut, ruha ruh" . Bu toplumla evlenme sözü vermeye eş değerdir. Bu evliliği korumak için, sahiplik anlamında mülkiyet ortadan kaldırılmalıdır; çünkü savaş, şiddet, suç ve diğer toplumsal hastalıklar hep bu mülkiyet eşitsizliğinden kaynaklanmaktadır.

Bu mülkiyet görüşü, Woodcock'un dikkat çektiği üzere köylülerin mülkiyet ilişkilerine bakış açısını yansıtır. Proudhon 19. yy.'ın sanayileşmesi hakkında çok az bilgiye sahipti. Onun deneyimleri bir köylü ve bir küçük dükkan sahibi olaraktı. Bununla beraber, (onun bakış açısı) tarımsal bir toplumdan sinai bir topluma geçiş hakkındaki temel noktaları kavrayan bir bakış açısıydı, ve de açıkça pekçok çağdaşının paylaştığı bir bakış açısıydı. What is Property'nin ona sağladığı ün, hayatının geri kalanında onu radikal siyasetin ön saflarına doğru iteledi aslında bütün bir 19. yy.'da ve İspanya İçç Savaşı'nda da. 1848 devrimleri patladığında Marx'tan daha iyi tanınan ve çok daha etkili bir şahsiyetti. Ünü 1848'de, daha sonra konuşmalarında işçi sınıfının artan gücüne dikkat çekeceği, Ulusal Parlamento'ya seçilmesine yol açtı. 1842 gibi erken bir tarihte Proudhon şunu ifade ediyordu: " 'İşçiler, emekçiler, halktan insanlar, reform girişimi sizindir ... Yeni sosyalist devrim ... işyerlerindeki savaşla başlayacaktır' diye günlüğüne yazıyordu; ve Latin Sendikalizminden İspanyol İç Savaşına kadar yankılanacak şu ek düşüncelerini not ediyordu: 'Eğer siyasi bir devrim aracılığı ile oluşursa, toplumsal devrim ciddi fedakarlıklar yapacaktır' " .

Proudhon'un düşüncelerinin ana temaları çalışmalarının çoğu boyunca değişmemiştir. Yukarıdan siyasi devrimi eleştirmiş, Marksist gelenekten devrimcilerin saplanıp kaldığı sosyalist görüşün karanlık yanlarını açıkça ortaya koymuştur. Ne amaçla organize edilmiş olursa olsun merkezi hükümet, merkezsizleşmiş ve karşılıkçı ekonomi tarafından karşı çıkılması gereken bir şeytandır. Çalışmalarında hep gözlenen federalist tema, gelişmekte olan ulus devletlerin merkezileşmesine karşı çıkmak için tasarlanmıştır. Bu federalizm ABD veya İsviçre'de takip edilen federalizmden oldukça farklı olan bir federalizmdi. Bu, yukarıdan "gelen" (intikal eden) (bir güçten ziyade) gerçek gücün yerel düzeyde konuşlandığı bir federalizmdi. Nihayet, işçi sınıfını, en sonunda kendi özgürlüğünü kazanacak özerk bir devrimci güç olarak tanımlıyordu.

Kaynak:"Proudhon and Anarchism: Poudhon's Libertarian Thougt and the Anarchist Movement".
 Pierre-Joseph Proudhon, Yazışmalar, 1874-5.
Kaynak: "Paris Komünü - 1871 Büyük Fransız İşçi İhtilali" (1968), G. Bourgin ve A. Adamov, Ağaoğlu Yayınevi - (Çeviri; A Tokatlı ve G. Üstün).

 Kaynak: "Proudhon: A Biography", Dana Ward.
  
Marksa Yazdığı Mektup

Lyon, 17 Mayıs 1846
Aziz Dostum Bay Marks,
Amacını ve düzenleniş tarzını çok yararlı bulduğum yazışmalarınızda muhataplarınızdan biri olmayı memnuniyetle kabul ediyorum. Bununla birlikte, size ne sık sık ve ne de uzunca yazmayı taahhüt edemeyeceğim; tembel tabiatli bir kimse olmama eklenen her çeşitten uğraşılarım beni yazışma konusunda büyük gayretler göstermekten alıkoyan başlıca nedenlerdir. Ayrıca, mektubunuzun bazı noktalarına bakarak edindiğim kanaat dolayısıyla bazı ihtiyati kayıtlarda da bulunmak istiyorum.
İlkin, örgütlenme ve gerçekleştirme konusundaki fikirlerim şu anda hiç olmazsa ilkeler bakımından tamamen kararlaştırılmış durumda olmasına rağmen, eski ya da şüpheci tavrı daha bir zaman için muhafaza etmenin benim ve her sosyalistin ödevi olduğunu sanıyorum. Kısaca söylemek gerekirse, hemen hemen mutlak bir anti-dogmatizmi (din ve yetkelerce ileri sürülen ilke ve düşünceleri sorgulamaksızın kabullenmeye karşı çıkma) açıkça söylüyorum.

Toplumun kurallarını ve bu kuralların gerçekleşme biçimlerini, onları keşfetmemizi sağlayan gelişmeyi, isterseniz birlikte araştıralım. Ama, tanrı hakkı için, bütün apriori dogmatizmleri yok ettikten sonra, bu kez de biz kendimiz, halka kendi inançlarımızı kabul ettirmeye çalışmayalım; Katolik teolojiyi devirdikten hemen sonra, bir sürü afarozların yardımıyla, bu kez de kendisi Protestan bir teoloji kurmaya koyulan yurttaşınız Martin Luther'in düşmüş olduğu çelişkiye düşmeyelim. Üç yüzyıldan beri Almanya Bay Luther'in süprüntülerini temizlemekle meşgul; yeni süprüntülerle insan soyunun başına yeni bir iş icad etmeyelim. Bütün görüşleri gün ışığına çıkarmak yolundaki düşüncenizi, bütün kalbimle alkışlıyorum. Güzel ve dürüst bir polemik yapalım; bütün dünyaya, bilgili ve uzak görüşlü bir hoşgörülülük örneği verelim; kendimizi, bu din mantığın dini, aklın dini bile olsa yeni bir dinin havarileri olarak ortaya koymakla yeni bir hoşgörüsüzlüğün, tahammülsüzlüğün önderleri olarak ortaya atmayalım. Bütün itirazları hoş karşılayalım, teşvik edelim. Bütün tardları (dışlama, dışarda bırakma), bütün Mistisizmleri (doğaüstü güçlerin olduğuna ve bunlarla ilişki kurulabileceğine dayanan dinsel dünya görüşü) bozalım, silelim; bir soruna hiç bir zaman bitmiş, tükenmiş gözü ile bakmayalım. En son delilimizi de tükettikten sonra bile, eğer gerekiyorsa yeniden, belagat etkili ve güzel sözler söylemek ve mizahla başlayalım. Bu şartlar olursa topluluğunuza katılabilirim, yoksa hayır !

Mektubunuzdaki o "eylem sırasında" sözü için de bazı gözlemlerim var. Belki de siz hala, bir zamanlar adına devrim denilen ve aslında da bir sarsmadan ( ani sarsma, ani darbe) başka bir şey olmayan şey var olmaksızın hala hiç bir şeyin mümkün olmadığı görüşündesiniz. Çok iyi anladığım, mazur gördüğüm, benim de bir zamanlar paylaşmış olduğum ve son incelemelerimin beni artık etkisinden kurtardığı bir görüş saydığım bu düşünceyi seve seve tartışmak isterim. Başarıya ulaşmak için buna ihtiyacımız olmadığı kanısındayım. Dolayısıyla da, devrimci eylemi toplumsal reform aracı olarak görmememiz gerekir; çünkü bu sözde araç, aslında yanlız kuvvete, keyfi davranışa bir çağrıdan, kısaca bir çelişmeden başka bir şey olmayacaktır. Sorunu kendi kendime şöyle ortaya koyuyorum: Bir ekonomik yolla toplumdan alınmış olan zenginlikleri başka bir ekonomik yolla yeniden topluma geri verme. Ya da başka bir deyişle, Politik İktisat aracılıyla, siz Alman Sosyalistlerinintopluluk , benimse şimdilik hürriyet veya eşitlik demekle yetindiğim şeyi meydana getirecek bir biçimde, mülkiyet teorisini mülkiyete karşı döndürmek. Zira, bu sorunu kısa vadede çözümlemenin yolunu bildiğimi sanıyorum: Yani mülkiyeti mal, mülk sahiplerinin bir havarisi durumuna getirmek ve ona [mülkiyete] yeni bir güç kazandırmaktansa, için için yanarak yok olmak durumunda bırakmayı tercih ediyorum (orijinal çeviride son üç cümlede anlam bozuklukları mevcut).
Şu sırada baskısının yarısı tamamlanmış olan son kitabımda bu konuda daha çok bilgi bulacaksınız.
İşte, sayın filozof dostum, şayet yanılmıyorsam ve ileride mukabele hakkım saklı kalmak üzere elnizin tedip (terbiye etme, haddini bildirme)darbesine maruz bulunmuyorsam, şimdilik o darbeye de memnuniyetle rıza göstererek, halen bu noktada bulunuyorum. Bu arada size Fransız işçi sınıfının durumu ve eğilimlerinin yönü konusundaki düşüncelerimi de söylemek isterim. Proleterlerimiz bilime öylesine susamış durumda ki önlerine yanlız kan içmekten başka bir şey çıkarılmayacak olursa bunu hiç hoş karşılamayacaklarını sanırım. Kısaca, tahrikçi olarak konuşmak bizim için kötü bir politika olacaktır. Sertlik gerekçeleri yeteri kadar vardır; halkın bunun için bir de teşvike bir ihtiyacı yok ...
  
YURTSEVER PROUDHON
Soyut bir enternasyonalizmi (işçilerin vatanı yoktur) benimseyen anarşist ve sosyalistlerin aksine Proudhon bir yurtseverdi. İnsanlar ortak bir coğrafyayı, tarihi, kültürü ve dili paylaşırlar. Normal olarak, yaşamlarının bu yönlerine ve bunların korunmasına yönelik olumlu duygular taşırlar. Bu, soyut enternasyonalistlerin anlamadığı bir şeydir.
"Benim tek sadakatım, sevgim ve umudum Özgürlüğe ve ülkemedir. Özgürlüğe, ... Gal'in (Gal, Fransa'nın eski adıdır) bu kutsal toprağına düşman olan herşeye sistematik bir şekilde karşı çıkarım."

Ancak Fransa milliyetçilerin inandığı gibi bir soyut varlık veya ulus devlet değildi. Fransa topraktır, insanlardır ve onların dili, tarihi ve kültürüdür. Proudhon milliyetçilikten nefret ederdi, ülkesinin pekçok farklı bölge ve kültürden meydana geldiğinin farkındaydı. Bu farklı grup ve yerelliklerin gelişip büyümesini ancak siyasi merkezsizleşme ve federal bir birlik izin verecektir. Daha sonraki anarko-sendikalist işçi kuşakları özgürlük ve patrie'i yurtseverliği biraraya getiren bu duyguları paylaşacaktı. Sendikalistlere göre patrie parazitler ve hainler olarak gördükleri yönetici seçkinler tarafından değil, emekçi insanlar tarafından temsil edilmekteydi.

Thursday, February 7, 2013

Siyah Deri Beyaz Maske


  
Frantz Fanon, Siyah Deri Beyaz Maske, Versus Kitap, Eylül 2009, İstanbul.

***
 Kitaptan ALINTILAR:

“Ruhlarına sinsice korku ve dehşet salınmış, aşağılık kompleksi, küçüklük duygusu ve koskoyu umutsuzluk yerleştirilmiş milyonlarca insandan söz ediyorum.” [s, 1]

“Ebedi gerçeklerle gelmiyorum. (…) Ama bunları söylerken haykırmayacağım. Çünkü haykırmanın, bir delikanlılık süsü gibi, çok uzun zamandan beri hayatımdan çözülüp gittiğini biliyorum.” [s, 1]

“İlk fatihlere ve ilk misyonerlere acımayacağız, ama zenciye hayranlık duyan kimsenin de en az ondan tiksinen insan kadar ‘hasta’ olduğunu akıldan çıkarmayacağız. Beyazlara kin öğütleyen kimse ne kadar zavallıysa, ırkını beyazlaştırmayı düşleyen kara adam da o kadar zavallıdır.” [s, 3]

“Bir Çek’ten, bir Arnavut’tan kesinlikle daha sevimli ya da daha sevgiye layık değildir, Siyah insan. Ve gerçekten yapılması gereken şey de insanı özgürleştirmektir, rengini değiştirmek değil.” [s, 3]

“Heyecan acizlerin seçtiği silahtır.” [s, 3]

“Bir gerçek var ortada: Beyazlar kendilerini Siyahlardan üstün görüyor.” [s, 4]

“İnsanın trajedisi bir zamanlar çocuk olmasıdır, diyor Nietzsche.” [s, 5]

Kabul edilmesi benim için son derece acı veren bir gerçek olsa da, ifade etmek zorundayım ki, Siyah insan için tek alınyazısı var; ona kendini tüketircesine peşinden koşma coşkusu veren bir tek kader: Beyaz olmak.” [s, 5]

“… Siyah insanın yabancılaşma sorunu bireysel bir sorun değildir. Onun kara çehresinin ardındaki bulanık ruhun yoğrulmasında filojeni ve ontojeni yanında bir de sosyojeni iş görmektedir.” [s, 6]

“Beyaz damgalı uygarlıkla Avrupa kültürü bir varoluşsal sapmaya sürüklemiştir Zenciyi. Bir başka yerde göstereceğiz ki, çok zaman zenci ruhu diye adlandırdığımız şey, aslında Beyaz adamın marangoz kalemiyle yontulmuş bir tahta kukladan, bir ‘pinokyo’dan başka bir şey değildir.” [s, 10]

“Beyaz insana karşı davranışıyla başka bir zenciye davranışı farklıdır zencinin. Bu benlik bölünmesinin doğrudan doğruya sömürgeci baskının bir sonucu olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok.” [s, 11]

“Konuşmak demek, belli bir sentaksı kullanabilecek şu ya da bu dilin morfolojisini kavrayabilecek durumda olmak demektir, doğru; fakat konuşmak demek, bir kültürü özümlemek, bir uygarlığın yükünü dilinin ucunda taşıyabilmek demektir her şeyden önce.” [s, 12]

“Bildiğim şu: Bir dile hâkim olan, sonuç olarak, o dille ifade ve ima edilen dünyaya da hâkim olur. (…) Dil hâkimiyeti, dil ustalığı yabana atılmayacak bir güç, bir iktidar getiriyor sahibine. Paul Valéri bunun derinden farkında olacak ki dili, ‘ete saplanmış tanrı’ olarak nitelendiriyor.” [s, 12]

“Martinikli çocuklar okulda önce kendi lehçelerini hor görmeyi öğrendiler. Creolce dili kazınıp atılacak bir şeydir orada. Bazı ailelerde Creolce konuşmak tamamen kontrol altındadır. Çocukların Creolce konuşması anneler için eğlence konusudur olsa olsa. [s, 15]

“Fransa’ya giden zenci değişmektedir, çünkü bu ülke bir kutsal belde, bir tapınma yeri imajı vermektedir Zenciye.”[s, 18]

“Afrika’nın Bugünü isimli eserinde Westermann, Zenciye özgü aşağılık duygusunun, özellikle, bu duyguyla hiç bitmeyen bir mücadele içinde bulunan, ileri düzeyde eğitimli Zencilerde yoğun olduğunu belirtiyor.” [s, 21]

“Senegalli olduğundan şüphe edildiği için hor görülen Antilli Zencilere de rastladığım oldu. Bunun sebebi şüphesiz Antilli Zencinin, Afrikalı Zenciden daha ‘uygar’, yani Beyaz adama daha yakın olmasıdır.” [s, 22]

“Felsefe bölümünden mezun Antilli bir genç, sırf derisinin renginden ötürü öğretmenlik sertifikasına başvuruyu reddettiği ve bu reddi de kişilik boğuntusunun çözümlenmesi yolunda atılmış bir adım olarak gördüğü zaman, ona derim ki, felsefe kimseyi kurtarmamıştır şimdiye kadar. Biri kalkıp da bana Siyah adamın en az beyaz adam kadar zeki olduğunu kanıtlamaya çalıştığı zaman, ona derim ki, zekâ kimseyi kurtarmamıştır şimdiye kadar. Evet, öyle derim, çünkü zekâya ve felsefeye insanların eşitliğini kanıtlamak için başvuracaksa eğer, onlara insanların imhasını meşrulaştırıcı silahlar olarak da sık sık başvurulduğu unutulmamalıdır asla.” [s, 26]

“Sartre, ‘Orphée Noir’ başlıklı yazısına böyle başlıyor: ‘Siyah ağızları susturan tıkacı çıkardığınız zaman, ne söylemelerini bekliyorsunuz onlardan? Size övgü okumalarını mı? Dedelerimizin, enselerine basarak önlerinde secdeye vardırdığı bu insanlar başlarını yerden kaldırdıkları zaman, onların gözlerinde ne bulacağınızı sanıyorsunuz? Hayranlık parıltısı mı?’” [s, 26]




Monday, February 4, 2013

Diyarbakırlı Ermeniler ses veriyor


Dünyanın dört bir yanına dağılmış Diyarbakırlı Ermenilerin hikâyeleri kitap oldu. Hrant Dink Vakfı’nın 2012 içinde gerçekleştirdiği sözlü tarih çalışmasının ürünü olan ‘Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor’, ‘Sessizliğin Sesi’ serisinin ikinci kitabı olarak yayımlandı. Kitapta, çeşitli ülkelerde yaşayan Ermenilerin yanı sıra, Diyarbakır’da yaşayan Müslümanlaşmış ve kimliğine geri dönmeye çalışan insanların hikâyeleri de yer alıyor.
EMRE ERTANİ
emreertani@agos.com.tr

Diyarbakır son dönemlerde Türkiye gündemine neredeyse yalnızca Kürt sorunu ile geliyor. Şehrin tarihine, kültürel yapısına dair herhangi bir konu gündemde yer bulamıyor. Hrant Dink Vakfı’nın geçen yıl Kasım ayında düzenlediği ‘Diyarbakır ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi’ başlıklı konferans ile şehrin üzeri örtülen tarihi gün yüzüne çıkarılmaya çalışılmıştı. Vakıf, Türkiyeli Ermenilerin siyasi ve kültürel belleğinin izlerini sürdüğü sözlü tarih çalışmaları kapsamında, 2011’de yayımladığı ‘Sessizliğin Sesi: Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor’ adlı kitabın ardından bu yıl da ‘Sessizliğin Sesi II: Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor’ kitabını yayımlandı.

Kitabı bu haftadan itibaren
Hrant Dink Vakfı ve
İstanbul’daki Beyaz Adam
kitabevlerinden;
8 Ocak’tan itibaren ise
tüm kitapçılardan edinebilirsiniz.
Diyarbakırlı Ermenilerin izlerini süren çalışma kapsamında, İstanbul, Diyarbakır, Lübnan, ABD, Kanada ve Ermenistan’dan toplam 81 kişiyle yapılan görüşmelerden 16’sı kitapta yer alıyor. 41 kadın ve 40 erkekle yapılan görüşmeler arasında Ermeni kimliğiyle yaşayanlar da var, Müslümanlaştıktan sonra Ermeni kimliğine dönen ya da dönmeye çalışanlar veya kendini hem Müslüman hem de Ermeni olarak tanımlayanlar da... Kitapta yer alan görüşmelerden altısı, halen Diyarbakır’da yaşayan, aileleri 1915 ve sonrasında Müslümanlaştıktan sonra Ermeni kimliğine dönen ya da dönmeye çalışan kişiler; beşi ise, İstanbul’da Ermeni kimliğiyle yaşıyor. Geriye kalanların ikisi Lübnan’da, biri Yerevan’da, biri Los Angeles’ta, biri New York’ta, biri de Toronto’da yaşıyor. Türkiye dışından görüşülen kişilerin bir kısmı Diyarbakır’da doğup büyüdükten sonra yurtdışına gitmiş; bazılarının ise aileleri Diyarbakırlı olup, kendileri yurtdışında doğup büyümüş.
Ali Bayramoğlu, kitabın önsözünde, mülakatların ortak noktasında konuşulan Ermenice lehçesi, örf ve âdetler, mutfak kültürü ve daha pek çok unsuru birleştiren, ‘Diyarbakır Ermeniliği’ olgusunun yer aldığı belirtiyor. Bayramoğlu, “Diaspora’da yaşayan Diyarbakırlı Ermenilerin, kendilerine özgü gelenek ve görenekleri, bulundukları ülkede yaşatmaya çalıştıkları ve bunda belli ölçüde de olsa başarılı oldukları ortaya çıkıyor. Görüşülen kişilerin Kürtlere ve tarih içinde Kürt-Ermeni ilişkilerine dair kanaatleri söz konusu olduğunda, halen Diyarbakır’da yaşayan ve kendini Ermeni olarak tanımlayan kişiler ile İstanbul’da ya da Diaspora’da yaşayanlar arasında belirgin bir farklılık görülüyor. Halen Diyarbakır’da yaşayanlar kendilerini Kürtlere daha yakın hissediyorlar. İstanbul’da ya da Diaspora’da yaşayanlar ise Kürtlere daha mesafeliler ve Kürtlerin 1915 ve sonrasında yaşanan olumsuzluklarla ilgili rolüne daha çok vurgu yapıyorlar” diyor.