Thursday, April 21, 2016

Edward Said ve Şarkiyatçılık

Tam ismi “Edward Wadie Said” olan, 11 Kasım 1935 doğumlu ve maalesef kısa bir zaman önce 25 Eylül 2003’te kaybettiğimiz Filistin asıllı Amerikalı edebiyat eleştirmeni, dil bilimci, düşünür, yazar ve Filistin davası aktivisti Edward Said, Marksizm’den bu yana akademik dünyada belki de en etkili teorik ekol olarak kabul edilebilecek Oryantalizm araştırmalarının (Orientalism-Şarkiyatçılık) kurucusudur. Said, o dönemlerde İngiliz sömürgesi olan Filistin’in Kudüs şehrinde 1935 yılında Amerikan vatandaşlığı da bulunan Filistinli Hıristiyan zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Küçüklüğünü babasının işleri nedeniyle Kahire ve Kudüs arasında mekik dokuyarak geçiren Said, 12 yaşında ailesi batı tarzı bir eğitim almasını istediği için St. George's Academy’e başlamıştır. 1948 Arap-İsrail Savaşı nedeniyle Kahire’de Victoria College’da öğrenimine devam eden Said, ailesinin Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşmesi sonrası önce liseyi Massachusetts’te tamamlamış, daha sonra da Princeton’da İngiliz Edebiyatı bölümünden mezun olmuştur. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Harvard’dan yine İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden alan Said, 1963 yılında Columbia Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. Columbia’da profesörlüğe kadar yükselen Said daha sonraları Harvard, Johns Hopkins ve Yale gibi üniversitelerde de ders vermiştir.

Renkli yaşamı, cesur siyasal duruşu ve akademik başarılarıyla yaşamı boyunca adından hep söz ettiren Said, “Orientalism” isimli olay yaratan eseri ve daha sonra 2000 yılında Lübnan sınırında bir İsrail karakoluna taş atarken çekilmiş fotoğrafı nedeniyle özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki güçlü Yahudi lobisi tarafından anti-semitik olmakla suçlanmış, hedef haline getirilmiş ve üniversitedeki işinden uzaklaştırılması için aleyhine kampanyalar dahi başlatılmıştır. Said’in söylediği ve yaptıklarının birilerini çok rahatsız ettiğini açıkça görebiliyoruz. Peki, bu rahatsızlıkların kaynağı olan “Orientalism: Western Conceptions of the Orient” isimli eserinde Said temel olarak neleri söylemiştir?

İlk olarak bir makale şeklinde yayınladığı ancak büyük ilgi görmesi üzerine daha sonra kitaplaştırdığı 1978 yılında yayınlanan ünlü eseri “Orientalism: Western Conceptions of the Orient”’de Said temel olarak oryantalist düşüncenin Batı dünyası ve Batılı kimliğinde ne derece kuvvetli ve içselleşmiş olduğunu ve Batı medeniyetinin bir anlamda kendisini bu karşıtlık üzerinden tanımladığından bahseder. Michel Foucault’nun belki de en verimli şekilde kullandığı ve modernist-yapısalcı düşünce sisteminin genlerinden bulunan ikili karşıtlıklar metodundan faydalanarak, Said bu önemli eserinde bir anlamda bütün Batı medeniyeti ve söyleminin yapısökümünü yapmaktadır. Said’e göre Batı medeniyetinin köşe taşı olmuş tüm eserlerinde bulunan Şarkiyatçı düşünce sistemi o derece kuvvetlidir ki, kendisine karşı olan doğu merkezli düşünceler dahi bu söylemden fazlasıyla etkilenmişlerdir. Oryantalist söylemin dışına çıkmanın zorluğunu üstat açıkça ifade eder .

Bu inanılmaz karmaşık ve doğal olarak kabul edilebilecek kadar içselleştirilmiş söylemi incelemeye geçmeden önce Said Oryantalizm’in üç farklı tanımı olduğundan söz eder. Birinci anlamıyla Oryantalizm, “Orient” yani Doğu dünyasına yönelik çalışmalar anlamına gelmektedir. İkinci anlamıyla Oryantalizm, Batı yani Occident’in Doğu yani Orient’i tanımlamasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrımcılıktır. Üçüncü ve son anlamıyla Oryantalizm, Batı dünyasının Doğu ülkeleri üzerinde hâkimiyet oluşturmalarına yol açan ön yargılı, fantezilere, imajlara ve hayallere dayalı düşünce sistemidir . Said’i esas ilgilendiren tabii ki Oryantalizm’in ikinci ve üçüncü anlamlarıdır. Şarkiyatçılığın ikinci anlamını ele alırsak epistemolojik ve ontolojik anlamda karşımıza çıkan sorunlar şöyle özetlenebilir. Epistemolojik sorun, Batı’nın bu düşünce sistemiyle hem kendi hayali zıttı olarak gördüğü Doğu’yu, hem de bu karşıtlıktan yola çıkarak Batı’yı yani kendisini tanımlaması ve böylelikle bilgi üretiminde tekelinin bulunmasıdır. Yani hem Batı, hem de Doğu, Batı tarafından bu karşıtlık vasıtasıyla tanımlanmaktadır ve bu da bilginin doğruluğunun Batı ile sınırlandırılması demektir. Ontolojik çelişki ise Batı’nın Doğu’nun varlığını baştan geri, çağdışı ve en önemlisi kendisine bağlı olarak görmesidir. Doğu’nun öznel kimliği, bu şekilde Batı’ya bağlı olarak tanımlanmış ve adeta ortadan kaldırılmıştır.

Oryantalizm’i siyasal boyutları çok daha somut ve tehlikeli olan üçüncü anlamıyla ele alırsak, Şarkiyatçı düşünce sistemi Batı’nın Doğu üzerinde ekonomik ve siyasal hegemonya kurmasına meşruiyet kazandırmaktadır. 19. yüzyıldan başlayarak özellikle İngiliz ve Fransız siyasal söylemlerinde bu emperyalist çaba açıkça görülmektedir. Doğu; egzotik, mistik, zayıf, duygusal, rasyonel olmayan ve yönetilmeye muhtaç bir kadındır. Batı ise rasyonel, güçlü, sert ve yöneten bir erkektir. Doğu kendi başına medeniyete ulaşılabilecek bir yer değildir. Ataletin, zevk ve sefanın, acının, yenilginin, hüznün adresidir. Said, Batı medeniyetinde yapı taşı haline gelmiş düşünce sistemlerini, edebiyat eserlerini, popüler kültür imgelerini birer birer masaya yatırarak Oryantalizm’in bu üçüncü anlamının işleyişini somutlaştırmaya çalışır. Bu düşünce akımı Avrupalı devletlerin ve sonrasında Amerika'nın direkt (fiziki) ve endirekt (kültürel ve ekonomik) emperyalizmine bahane olarak kullanılmaktadır. Rudyard Kipling’in, Joseph Conrad’ın, Gustave Flaubert’in romanlarının, Montesquieu’nün iklim teorisinin, John Stuart Mill liberalizminin ve hatta Marksizm’in Hindistan’a olan yaklaşımının temelinde Said’e göre hep Şarkiyatçılık vardır. Said’in düşüncesinde “Doğu”; Batı tarafından inşa edilmiş hayali, kurmaca bir kavramdır ve Batı nedeniyle doğululaştırılmıştır. Yuvarlak (geoid) şekli olan dünyanın belli bir bölgesine Batı, belli bir bölgesine Doğu denilmesinin nedeni de budur. Greenwich meridyeninin başlangıç noktası olarak kabul edilmesi de Oryantalist söyleme dayalı bu “hayali coğrafya” anlayışının ve Batı hegemonyasının bir ürünüdür . Peki, Oryantalizm nasıl bu denli güçlü ve yaygın bir hale gelebilmiştir?

Edward Said’e göre Oryantalizm’in bu denli güçlü olmasının birincil sebebi; Batı medeniyetinin bu karşıtlık üzerine kurulu olması ve dahası siyasal iktidarların ekonomik ve politik çıkarlar nedeniyle bu söylemi sürekli yeniden üretmeleridir. Doğu’nun geri kalmışlığı ve yardıma muhtaçlığı Batı’nın oraya özgürlük götürmesi ve doğal kaynaklarını işletmesi için yeterli bir sebeptir. Bu hayali düşünce sistemi Batı’nın genlerine o denli işlemiştir ki Batılı turistler bir Doğu ülkesine geldiklerinde fes takmak, hamam görmek, camileri gezmekten keyif alırlar ve Batı tipi bir şehir yaşamını Doğu’da görmek istemezler. Tam da bu nedenledir ki; Sertap Erener bir cariyenin sultanına olan aşkını konu alan harem temalı bir şarkı yazınca (Everyway That I Can) Eurovision yarışmasını kazanma şansı olur ya da Ferzan Özpetek’in harem, cinsellik ve homoseksüellik temalı buram buram oryantalizm kokan filmleri Batı’da büyük ilgi görür. Oryantalist söylem zaman içerisinde o denli güçlü hale gelmiştir ki, Doğu toplumlarında dahi içselleştirilmiştir. Doğu ülkelerinde ortaya çıkan modernizasyon hareketlerinde görülen geri kalmışlık, geç kalmışlık, aşağılık kompleksi ve Batı hayranlığı yine bu söylemin uzantılarıdır. Batı dünyası için Doğu asla gelişemez, gelişmemelidir... Doğu dünyası da Batı’nın bu büyük üstünlüğü karşısında çaresizdir ve içselleştirilmiş bir eziklik taşımaktadır.

“Orientalism” kitabının yayınlanmasından sonra kendisine yöneltilen tepkilere cevap olarak kaleme aldığı “Orientalism Reconsidered” isimli eserinde Said, sosyal bilimler dünyasına adeta bomba gibi düşen eseri nedeniyle Siyonistlerin ve İslami ekstremistlerin kendisine nasıl saldırdıklarını anlatır ve sonrasında Oryantalist söylemi sürekli yeniden üreten Batılı bazı ideologların üzerinde durur. Said’in ilk kurbanı (!) Bernard Lewis’tir. Yaşayan en büyük oryantalist olarak nitelediği Lewis’in “The Muslim Discovery of Europe” kitabını mercek altına alan Said, Lewis’in bu kitapta gelişmeye açık, merak eder, bilimsel-araştırmacı tavrın yalnızca Batı dünyasında bulunduğunu ve Batı’nın Doğu’ya gösterdiği ilgide bu araştırmacı kimlikten başka bir amacın bulunmadığını ifade etmesini eleştirir. Lewis’in yanında yeni muhafazakâr akımın önemli ideologlarından olan Daniel Pipes ise “In the Path of God: Islam and Political Power” isimli kitabında; İslam ve Doğu toplumlarının geriliğinden, aşağılık komplekslerinden, kendini yönetmek konusundaki acizliğinden bahseder ve gayet pişkin bir şekilde Batı dünyasının Doğu’ya olan ilgisinin “insani” nedenlerden kaynaklandığı iddia eder. Said’e göre bu iddialar Batı’nın Doğu üzerinde otorite kurma amacını meşrulaştıran maksatlı siyasal sözlerdir. Makalesinin son bölümlerinde medyanın ve popüler kültürün Oryantalist söylemi nasıl güçlendirerek yeniden ürettiğine dikkat çeken Said’e göre bir değişimin başlatılması şarttır ve bu konuda da görev ilk olarak akademisyenlere düşmektedir. Eğer Batılı akademisyenler makro siyasal-stratejik projelere hizmet etmek yerine kendi eserlerinde Oryantalist öğeler kullanmayı bırakabilirlerse, daha sonra sosyal ve siyasal hayatta da bunun yansımaları görülebilecektir. Bu noktada zaten hayatı boyunca daima aristokratik bir tavrı bulunmuş Said’in akademik seçkinciliğini görmek mümkündür.

Kuşkusuz Said’e yapılabilecek en büyük haksızlık onu Batı medeniyeti ve modernite düşmanı olarak algılamaktır. Her ne kadar oryantalist düşüncenin yarattığı Batı-Doğu karşıtlığını sürdürüyor gözükse de, Said aslında Foucault’cu bir yöntemle daha evrensel bir düzeyden konuşmaktadır. Zaten kendisinden önce bu konuyu işleyen Mısırlı sosyolog Anvar Abdel-Malek gibi başkaları da olmuş (Timur, sayfa 178), ancak hiçbiri Said kadar evrensel bir dilde konuşamadıkları ve “öteki” fanatikliği yaptıkları için çalışmaları büyük ses getirmemiştir. Taner Timur’un çok doğru bir şekilde gözlemlediği üzere Arap dünyasında ve ülkemizde Said’in oryantalizm teorisi zaman zaman kolaya kaçılarak insanlığın ortak ürünü olan çağdaş medeniyeti reddetmek için kullanılmaktadır. Post-modern ve post-yapısalcı düşüncenin mutlak göreselci eğilimleriyle güçlenen bu akım çok tehlikeli bir yönde ve çok büyük bir hızla ilerlemekte ve ne yazık ki fanatik “öteki” teorisyenleri tarafından düşünce dünyasında Aydınlanma reddedilmeye, unutturulmaya çalışılmaktadır. Oysa bizzat Said ve benzeri düşünürler Aydınlanma ve modernizmin çocukları değiller midir? Ya da “post-modern (modern sonrası)” teriminde olduğu üzere bir akım ya da dönemi makro bir gözle tanımlamak ve önceki süreçten ayırmak modernist bir tavır değil de nedir? Taner Timur gibi biz de soralım; “Yoksul ülkeler aydınlarının sarılabileceği tek silah olan rasyonalizm silahını battal ilan etmek kime ne kazandırabilir? Ayrıca, nihayet, Batı’nın Oryantalizm giysileri içinde sunduğu önyargılara en ciddi bir şekilde kavga veren kavram ve kavramlar da Batı’nın eseri değil midir?” (Timur, sayfa 188).

Edward Said’e getirilebilecek bir diğer eleştiri ise Marksizm eksenlidir. Oryantalist düşüncenin emperyalizmin doğması ve ilerlemesine büyük katkıda bulunduğu bir gerçektir ancak bizzat bunları eleştiren ve kendi çizgisel ilerleme mantığında evrensel bir dille konuşan Karl Marks’ın oryantalist ilan edilmesi Taner Timur’un da belirttiği üzere büyük bir haksızlıktır. Yazıyı isterseniz Edward Said’in güzel bir sözüyle noktalayalım: “Benim iddiam, tarihin insanlar tarafından yapıldığı ve aynı şekilde yok edilip yeniden yazılabileceğidir”…


KAYNAKLAR
- Said, Edward, “Orientalism: Western Conceptions of the Orient”, 1978, New York: Pantheon Books
- Said, Edward, “Orientalism Reconsidered”, 1985, http://webpages.ursinus.edu/rrichter/saidedward.htm
- Timur, Taner, “Yakın Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler”, 2006, Ankara: İmge Kitabevi, “Oryantalizmler Tartışması”, sayfa 175-190
-Wikipedia.org, http://www.wikipedia.org/
Ozan Örmeci


Wednesday, April 20, 2016

Tolstoy’un karısına veda mektubu, evinden kaçışı ve ölümü

Tolstoy

82 yaşındaki Tolstoy, evden kaçışının üçüncüsünde geri dönmemeye kararlı olarak bir daha görmek istemediği karısına bir veda mektubu yazmıştı: “Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanısıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terkedip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim.(…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.(…)
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırksekiz yıllık yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Saşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”
Leon Tolstoy

BAĞIŞLANMASINI İSTEDİ
Tolstoy’un yanında kızları Tatyana ve Saşa ile oğlu vardı. Tolstoy bilincini yitirdikten sonra yanına karısının içeri girmesine izin verdiler.
Kızı TatyanaTolstoy anılarında şunları yazıyor:
“Annem yaklaştı, baş ucuna oturdu ve üstüne eğilerek ona veda etti ve suçlu olduğu herşey için bağışlanmasını yalvararak sevecenlik dolu ve gönül okşayıcı sözcükler mırıldandı. Aldığı tek yanıt, birkaç derin iç çekmeden ibaretti.”
“AÇLIKTAN ÖLECEĞİNİ AÇIKLADI”
Kızı Tatyana Tolstoy, annesine yazılmış bu veda mektubunun kendisine verilmesinden sonrasını da şu şekilde anlatır:
“Babamın bıraktığı mektubu 28 Ekim sabahı ona verdikleri zaman, annem koşarak kaçıp gitti ve kendini göle attı. Onu çekip çıkardılar. Daha sonra, değişik intihar girişimlerinde bulundu. Sonra canına kıymak için yapacağı her davranışın sürekli olarak gözetlendiğini anlayınca, açlıktan öleceğini açıkladı.”
“GİZLİCE EVİMİZİ TERKETTİ”
Sofiya Tolstoy, evlendiği 1862 yılından Tolstoy’un öldüğü 1910 yılına kadar aralıksız yazdığı güncesinin son sayfalarında Tolstoy’un evinden kaçışı ve ölümü ile ilgili şunları yazar:
7 Kasım -L.N. bu sabah saat altına öldü.
“9 Kasım— 26 ve 27 Ekim’de neler olup bittiğini anlatmayacağım, ama 28 Ekim günü sabahın beşinde Leon Nikolayeviç (Tolstoy) doktor Makevitski ile gizlice evimizi terketti. Kaçışının bahanesi de, haber vermeden, geceleyin kağıtlarını karıştırmış olmam. Evet, çok kısa bir süre çalışma odasına girdim ama hiçbir şeyine elimi sürmedim. Zaten çalışma masasının üstünde tek bir kağıt yoktu. Bana yazdığına göre, (bu mektup aynı zamanda tüm dünyaya yazılmış oluyor) böyle davranmasının nedeni, bizim şatafatlı yaşantımızdan kaçmak içinmiş, çünkü bir köylü gibi izbe bir kulübede yaşamak istiyormuş.
“KENDİMİ GÖLE ATTIM”
“Öyleyse, neden kızı Saşa ile Varvara Feokritov’u, bu asalağı getirtti? L.N.’nin kaçtığını, bana yazdığı mektuptan ve Saşa’dan öğrenince, derin bir umutsuzluğa düştüm ve kendimi göle attım. Yazık ki, Saşa ve Bulgakov gelip beni sudan çıkardılar. Beş gün ağzıma bir lokma yiyecek koymadım. 31 Ekim sabahı saat 7.30′da Ruskoye Slovo’dan şu telgrafı aldım: ‘Leon Nikolayeviç Astapovo’da hastalandı, ateşi kırk.’
“YANINA SOKMADILAR”
“Çocuklarım Tanya, Andrey ve ben, özel bir trenle Tula’dan Astapovo’ya gittik. Beni L.N.’nin yanına sokmadılar, beni zorla tuttular, kapısını yüzüme kapadılar, bana işkence edip yüreğimi parçaladılar. L.N. 7 Kasım sabah saat altıda öldü. 8 Kasımda, İaznaya Poliana’da toprağa verildi.”
“DÖŞEME TAŞLARINI YIKARKEN ÜŞÜTTÜ”..
Sofiya Tolstoy, Tolstoy’un ölümünden sonra dokuz yıl daha yaşadı. Torunu Tania, onun son yıllarında biraz huzur bulduğunu anlatır:
“Sofiya Andreevna, 1919 Ekim’inde, döşeme taşlarını yıkadığı sırada üşüttü: herşeyi kendisinin yapmasını hep severdi. Ölümünün yaklaştığını anladı ve bu gerçeği tevekkülle, gösterişsizce kabullendi. Son yıllar ona bir parça huzur ve kayıtsızlık getirmişti. Tolstoy’un, karısı için hep düşünü kurduğu durum biraz olsun gerçekleşmişti, ‘bu huy değişikliğini görmek için, şöhretini bile feda ederdi o.’ Onun (Tolstoy), görüş ve düşüncelerine daha az yabancılık duymaya, onun gibi yalnız sebze ve meyve yemeye ve etrafına karşı daha hır gürsüz ve uysal olmaya başlamıştı. Dukan Makovitski ve kocasının (evlilik öncesi) çapkınlık ürünü olan kızı Saşa’yı bağışladı, oysa herşeyi onlar düzenlemişti. (…) Saşa teyzem ise annesine çok yaklaştı ve son hastalığında ona Saşa baktı. Soğuk algınlığı zatürreye dönüştü. (…) Kendinden geçip komaya girdiğinde, sanki dikiş dikiyor ya da iğneye iplik geçiriyormuş gibi ellerini oynatıyordu; eller hep çalışmıştı. Tolstoy can çekişirken, ellerinin yazmaya devam ettiği gibi… Sızlanmadan, inlemeden, herkesi elveda dedi…”

DERVİŞ GİBİ YOLLARDA
Leon Nikoloyeviç Tolstoy, hayatının ikinci yarısındaki arayışları sırasında, neden evini terketmek, soyluluk unvanından vazgeçmek ve “Rusya’nın yollarına düşüp bir gezgin gibi dolaşıp durmak” istediğini şöyle yazıyordu güncesine:
“Ailem içerisinde rahat değilim, çünkü yakınlarımın duygularını paylaşamıyorum. Onları sevindiren herşeyi, okul sınavlarını, yüksek tabakadan kimseler arasında başarı kazanmayı, alışverişleri, bütün bunları ben onlar için bir kötülük ve felaket olarak görüyorum ama bunu onlara söylememeliyim. Aslında söyleyebilirim ve söyledim de, ama bu sözlerimden kimse bir şey anlamadı.”

“KARIM BOYNUMA ASILMIŞ BİR DEĞİRMEN TAŞI”!
“Böyle yaşayamayacağımı ve yaşamak da istemediğimi bir anlasalar artık, özel giysili uşaklarla çevrilmiş, gümüş tabaklar içerisinde dört türlü yemek ve bütün bu gibi gereksiz şeylerle ve başkaları kendileri için en gerekli şeyleri bile bulamadıkları halde… Oysa hepsi onlardan bir tek fedakarlık beklediğimi biliyor: Yalnızca lüksten vazgeçmelerini, Tanrı’nın, insanların arasında egemen olmasını istediği eşitliğe karşı işlenmiş korkunç bir günahtan başka bir şey olmayan şu lüksten vazgeçmelerini istiyorum sadece. Ne yazık ki, yatağımı ve hayatımı paylaşan karım, düşüncelerimi de aynı şekilde paylaşacak yerde onlara düşman kesiliyor. Boynuma asılmış bir değirmen taşı o, beni sahte ve yalancı bir hayata sürükleyen ve vicdanıma yük olan bir ağırlık. Elimi kolumu bağladıkları bu bağları çoktan kesip atmalıydım. Onlarla ne alışverişim var artık benim? Onlar benim hayatımı bozuyorlar, ben de onlarınkini; hiçbir yararı olmayan biriyim ben burada.”
KARISINI ÖLÜME İTMEKTENSE…
Kendini arayışında bütün servetinden, bağlarından kurtulmak ve bir köylü gibi yalnız yaşamak isteyen Tolstoy iki kez evinden kaçar ama aile bağları ağır basar. Stefan Zweig, Tolstoy’un yaşadığı çelişkiyi şu şekilde açıklar:
“İki defa evden kaçtı ve her ikisinde de geri döndü, çünkü allak bullak olan karısının intihar edebileceği düşüncesi, onun bütün gücünü felce uğratıyordu; soyut fikirleri uğruna bir tek insani varlığı bile feda etmeye karar veremiyordu. Çocuklarıyla bozuşmaktansa ve karısını ölüme itmektense, sadece maddi dünyaya bağlı bir topluluğun ezici damı altında inleyerek kalmayı ve buna katlanmayı tercih ediyordu; umutsuzca savaşıyor ama birtakım şiddetli hareketlerle ailesini yaralamayacak kadar insanca bir davranışla, bazı önemli sorunlarda, her zaman boyun eğiyor ve başkalarına acı vermektense kendi acı çekmeyi tercih ediyordu.”
SABAHIN ALTISINDA GİZLİCE…
Tolstoy son kaçışında karısına veda mektubunu istasyonda aceleyle yazmış ve mektubu arabacıyla yollamıştı. Tolstoy son yolculuğuna, 28 Ekim 1910 günü sabahın altısında Iasnaya Poliana’daki evinden gizlice ayrılıyor; paltosu, başında kaba saba bir kasket ve ayaklarında kauçuk ayakkabılar… “Günlüğü, bir kurşun kalem ve bir kamış kalem” yanında. Adını T.Nikolayev olarak söylüyor. Trenle Şamardino Manastırı’nda rahibe olan kız kardeşinin yanına gidiyor ve onunla da vedalaşıyor. İki gün sonra yanına kızı geliyor.
GERİ DÖNME KORKUSU
“Ama burada, bu sığınakta da kendini rahat hissetmiyor; tanınacağından, izleneceğinden, yakalanacağından ve kaçtığı o karışık ve sahte hayata tekrar geri götürüleceğinden korkuyor. 31 Ekim’de, sabahın dördünde birdenbire kızını uyandırıyor ve daha uzağa, nereye olursa olsun, Bulgaristan’a, Kafkasya’ya, yabancı ülkelere, insanların, şan ve ünün artık kendisine ulaşamayacağı, sonunda yalnız kalabileceği, kendini ve Tanrı’yı bulacağı yerlere gitmek için ısrar ediyor. (…)
SIRRI ORTAYA ÇIKIYOR
“Daha kaçak, kasketini alnına eğip, kompartımanına yerleşmeden yolculardan biri büyük ustayı tanıyor ve hemen trendeki herkes bunu öğreniyor; sırrı meydana çıkıyor; çok geçmeden, dışarıda vagonun kapısı önünde, onu görmek için erkekler ve kadınlar toplanıyorlar. İnsanların yanlarında taşıdıkları gazetelerde, zindandan kaçan bu değerli vahşi yaratık hakkında sütun sütun yazılar yayımlanıyor; artık kim olduğu ortaya çıkmış ve etrafı kuşatılmıştır; bir kere daha ve son defa olmak üzere, şan ve ün, Tolstoy’un, mükemmelliğe giden yolunu kesmiştir.”
Trenin gittiği yollar boyunca telgraflar işler, polis her istasyona haber verir, bütün memurlar seferber edilir, ailesi, onun için özel tren hazırlattırır. Moskova’dan, St Petersburg’dan, Nijni Novgorod’dan gelen gazeteciler onun peşine düşer. Tren sınıra geldiği sırada ise, bir memur Leon Tolstoy’u nezaketle selamlar ama sınırı geçmesine izin vermez.
ASTAPOVA TREN İSTASYONU SON DURAK
“Birdenbire kızı, ihtiyarın vücudunun bir ürpermeyle sarsıldığını farkediyor. Tükenmiş bir halde sırtını sert tahta sıranın arkalığına dayıyor. Titreyen varlığının her tarafından ter fışkırıyor ve alnından da ter boşanıyor. (…) Küçük bir tren istasyonu olan Astapova’da, durmak gerekiyor; hasta daha uzağa gidemeyecek. Onu misafir edebilecek ne bir saray var ne bir otel ne de bir han. Ne yapacağını şaşıran istasyon şefi, istasyona ait tek katlı ahşap evin içerisindeki çalışma odasını teklif ediyor. (Burası o zamandan beri hacca gidercesine ziyaret edilen bir yer olmuştur.) Soğuktan titreyen ihtiyarı oraya götürüyorlar ve birdenbire herşey, tıpkı hayal ettiği gibi gerçek oluveriyor:

CAN ÇEKİŞEN TOLSTOY
“İşte basık tavanlı, ağır bir havayla ve kapalı yerlere özgü bir koku ve yoksullukla dolu küçük oda. İşte demir karyola, gaz lambasının kısık ışığı; kaçtığı lüks ve konfor bu sefer çok uzaklarda. (…) Dışarıda, kapalı kapının önünde, soluk soluğa ve büyük bir açgözlülükle şan ve ün boşuna nöbet tutuyor, gazeteciler ve meraklılar, gözcüler, polisler ve jandarmalar, Saint Synode’un gönderdiği papaz ve Çarın gönderdiği subaylar boş yere bekliyorlar ve itişip kakışıyorlar… (…) Can çekişen ihtiyarın yanında yalnızca kızı- doktoru ve bir aile dostu ile birlikte- nöbet tutuyor; alçakgönüllü ve sakin bir sevgi, onu sessizce kuşatıyor.
“Dışarıda, insanlar meraklı ve saygısız bir şekilde kaynaşıp duruyorlar. O artık onların varlığını farketmiyor. Pencerenin önünde, gözlerinden sel gibi boşanan yaşlarla, karısı Sofiya Andreevna, odanın içine bakmaya, kırk sekiz yıldır birlikte olduğu insanın yüzünü, uzaktan da olsa bir kerecik daha görmeye çalışıyor.(…) 4 Kasım gecesi, son bir kere daha kendine geliyor ve içini çekiyor: ‘Peki ama köylüler nasıl ölüyorlar?’ diye soruyor. Bu ölümsüz adama ölüm ancak 7 Kasım’da ulaşıyor.”

(Sofiya Tolstoy’un Güncesi, Düşün Yayınevi)

(Dünya Fikir Mimarları, Cilt III, Stefan Zweig, İş Bankası Yayınları)