Sunday, September 29, 2013

Sana ne yazabilirim ki?


Tezer Özlü "Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum" dediği Ferit Edgü'ye yazdığı mektuplardan öykü ve romanlarında olduğu gibi yalnızlığını dile getiriyor. Bu yalnızlıktan devşirdiği acıları, hüzünleri, sevinçleri ve mutlulukları; yeni kitaplarının ortaya çıkış süreçlerini anlatıyor

Sana ne yazabilirim ki?
Yazarların mektupları -hangi nedenle ve kime yazıldıkları bir yana- edebiyat tarihçilerinin en önemli kaynağı olduğu gibi okur için de bir sanatçının iç dünyasına açılan kapılardan biridir. Kimi mektuplar, sanatçıların dünyaya ve sanata bakışını, eserlerinin izleğinde ama daha aydınlatıcı bir biçimde çıkarır önümüze, kimi mektuplar ise hayatın içinde sanatçının nerede ve nasıl durduğunu/ duramadığını anlatır. Bu nedenle yazarla yapıtı arasında kurulabilecek bağı önemseyen ya da araştıran biri için mektup, anı vb. metinler oldukça önemlidir.
Ferit Edgü, Her Şeyin Sonundayım (Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları) adlı kitaba yazdığı önsözde yaşamlarıyla yapıtları arasında sınırlar olmayan yazarlardan bahseder. Tezer Özlü de Edgü’nün deyişiyle bu yazarlardandır: “Tezer Özlü, bu tür yazarlardan biriydi. Yazarlık gücünü yaşadıklarından alan, yaşadıkları için yazınsal bir dil yaratan, varoluşunu yazmaya, yazısını varoluşuna borçlu biri.”
Mektup, en özel şeylerin anlatıldığı, sanatçının eserleri dışındaki dünyasında olup bitenlerin yer aldığı bir metin olarak, okurun sanatçıyı başka açılardan da tanımasını sağlarken, edebiyat tarihçisinin, pek çok eksiği gidermesine, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış, unutulmuş gerçeklere ulaşmasına, kimi zaman da yanlışları düzeltmesine yardımcı olur. Edebi değeri her ne kadar büyük olursa olsun, bütün mektupların öncelikle “özel” olduğunu bilmek, bu türden yararlanarak yapılan araştırmalarda, çeşitli engeller yaratmaktadır. Araştırmacının karşılaştığı soru, bu türün genel sorunu olarak karşımıza çıkan, bir yabancı olarak bizim bu mektupları okumaya hakkımızın olup olmadığıdır.
Benzer bir kaygıyla uzun süre bu mektupları yayımlamayan Ferit Edgü mektupların yayımlanma serüvenini de önsözde anlatmaktadır: “Her yazarın kendine ait (Virginia Woolf’un deyişiyle) bir odası olduğuna ve bu özel odaya, eline kitabı alan herkesin girmeye hakkı olmadığına inandığım için. Bugün, Tezer’in tüm yakınlarının izni, hatta isteğiyle, bu mektupları yayımlarken önemle belirtmek istediğim bir nokta var: Tezer, hastalığının düşüşe geçtiği dönemlerde (bazıları klinikte) yazdığı mektuplarda, yaşadıklarını dile getirdiği kadar, saplantılarını, (sözcüğü bağışlayın) sabuklamalarını da dile getiriyor. Okur, bu mektupları bu gerçeği göz önünde tutarak okuyup anlamalıdır.”
1966’da başlayan ve 1985’in son günlerine dek süren bu yazışmalar Tezer Özlü’nün yazdıklarının kılavuzu ve ruhunun iç dökümü. Ancak bu mektupları çarpıcı kılan sadece bu özellikleri değil, mektuplarda edebiyatı her an yaşayan, yaşamla yazmak arasında gidip gelen bir ruhun izini sürmek mümkün.Üstelik her mektup büyük bir kütüphanenin habercisi.

Özel hayatı da var
Tezer Özlü’nün en yakınlarından biri olan Ferit Edgü’ye yazdıklarında özel hayatına ilişkin kimi ayrıntılar da vardır. Evlilikleri, boşanmaları ve günlük hayatın sürdürülmesi için yapılması gerekenler. Bütün bunları yazarken de Tezer Özlü’nün kendine has anlatımını görürüz. İç kıyıcı ama uzaklaşılıp bakılması gereken meselelerdir bunlar. İlerlemiş depresyonunda kullandığı ilaçlar, doktorlar, hastaneler de yer alır mektuplarda. Bunlar okurun Özlü’nün dünyasına bir adım daha yaklaşmasını ve onun yaşamaya ya da ölmeye, gençliğe ya da yaşlılığa dair düşüncelerini öğrenmesini sağlar. Okur onun bitmek bilmeyen umudunun bir parçası olur mektupların ilerleyen sayfalarında:
Çok iyiyim, bir haf ta sonra hastaneden çıkacağım. Çok yeni, çok güzel günler bekliyor beni. Bunların hepsini hak ettim. (Ankara, 9 Ocak 1967)
Artık, hastalığımın düşüncesi de kafamdan sıyrılmaya başladı, üstelik bu durumun yararlı yönlerini bile bulmaya başladım... (Ankara, 13 Ocak 1968)
Yazının başında da söylediğim gibi mektuplar bir yazarın evrenini aydınlatan, onun edebiyata ve diğer sanatlara nasıl baktığını gösteren önemli metinlerdir. Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplar onun sinemaya ve müziğe olan tutkusunu da açıkça ortaya koymaktadır. Erden Kıral’ın filmler başta olmak üzere, izlediği filmler, dinlediği müzikler mektupların satıraralarında uçuşur gider:
Çok iyi olan pikabımdan Bach’ı kaldırdım, Telemann’ı koydum. Torelli ve Marcello’yu da çok sever oldum, ama plağı yok. Hiç plak yok zaten (2 Bach, 1 Händel, bir de Telemann var). (İstanbul, 11 Şubat 1967)
Ingmar Bergman’ın Yaban Çilekleri ve Aynadaki Sessizlik adlı kitaplarını çeviren Tezer Özlü okurken bir yandan da çeviriyi düşünmektedir. Ferit Edgü’ye sıkça çevirmek istediği kitapları yazar. Kitapları ve yazarlarını uzun uzun anlatır: Çevirmek istediğim üç kitap var: 1) Golem 2) Max Brod/ Kafka 3) Peter Weiss (Abschied [von] den Eltern). (İstanbul, 11 Şubat 1967)
Neredeyse tüm mektuplarında okudukları kitaplar vardır: Vladimir Neff, Kafka, Dostoyevski. Ferit Edgü’yle ikisinin ortak aşkları Kafka’dan sıkça söz eder Tezer Özlü:
Yazmış olduğun mektup gerçekten çok güzel. Onu Kafka’nın “Briefe an Felice”si kadar seviyorum. (Ankara, 16 Şubat 1967) Zaten müşterek aşklarımız çok. Dostoyevski, Kafka. Bir yıldır ben de yalnız Kafka okuyabiliyorum. (Endenna, 26 Mart 1984)
Tezer Özlü’nün pek çok yazarı keşfine tanıklık ederiz bu mektuplarda. Peter Weiss başta olmak üzere Robert Walser’i okumanın heyecanını sürekli dile getirir: Robert Walser’i tanır mısın? İsviçre edebiyatının bence en önemli yazarı. Tam bir Kafkaesk korku ve Dostoyevski yüreği ve zaman zaman Gogol acı humoru taşıyan bir yazar. (Zürih, 7 Ağustos 1984)
Robert Walser’i Türkçeye çevirmek ister. İsviçre’de Pro Helvetia adlı bir kurumdan yardım almayı ve onların vereceği parayla kitabı Ada Yayınları’ndan yayımlamayı planlamakta, bunun için de Ferit Edgü’yü ikna etmeye çalışır.
Ferit Edgü’nün Tezer Özlü’ye yazdığı (kitapta yer alan) ilk mektup 20 Mart 1984 tarihini taşımakta. Bu mektup Türk edebiyatına bir başyapıtın kazandırılma hikâyesidir gerçekte. Ferit Edgü Tezer Özlü’nün “Bir İntiharın İzinde” adıyla yazıp gönderdiği kitabı okumuş ve ilk izlenimlerini yazmıştır:
“Bir İntiharın İzinde” müthiş bir kitap. Çok müthiş bir kitap. (Başka sözcük bulamıyorum.) Yıllar var ki böyle bir metin okumadım. (Tabii Türkçe metinlerden söz etmiyorum.) Bana gençlik yıllarımda, Rimbaud’yu, Lautreamont’u, daha sonra Kafka’yı, Rilke’yi, Hölderlin’i keşfettiğim günleri yaşattı.
Birkaç yıl önce, çocukluğunun soğuk geceleri için düşünüp de söyleyemediğim, dile getiremediğim buydu işte: o malzemenin öykülemeye değin, böylesi bir çığlığa dönüşmesi gerektiğini düşlemiştim. İçine sıçayım edebi türlerin. Romanın. Öykünün. Şiirin. İçine sıçayım. Bana yaşamın ucuna yapılan yolculuklar gerek. Bu yolculuğun türü olur mu?
Ferit Edgü’nün bu satırları unutulmaz bir kitap adını müjdeler: Kitabına ne güzel yakışırdı YAŞAMIN UCUNA YOLCULUK.

Varoluşun ucuna yolculuk
Sonraki mektuplar boyunca Yaşamın Ucuna Yolculuk’u ve Pavese’yi konuşurlar. Tezer Özlü bu adı benimser, Celiné’nin Gecenin Sonuna Yolculuk’a benzemesinden biraz çekinse de 26 Mart 1984’te kitabının kendi içindeki yankısını dile getirir: Dediğin gibi, kitap benim varoluşumun ucuna yolculuk. Belki bundan sonra ölümümün ucuna da yolculuk edebilirim.
Ferit Edgü kitabın kusursuz yayımlanması için çok çalışmış ancak Tezer Özlü’nün düzeltileri geç kalmış, dizgide, düzeltide aksaklıklar olmuştur. Kitap Edgü’nün içine sinmeyecek biçimde hatalı çıkmıştır. 27 Nisan 1984’te yazdığı mektupta basılmış üç bin kitabı kalorifer kazanında yakacağını söyler ve 7 Mayıs’ta da “Kitap bu yanlışlarla çıksaydı, çıldırırdım. Çünkü herhangi bir kitap değil” diye yazar.
Yaşamın Ucuna Yolculuk’la birlikte Svevo ve Handke’nin kitabı da yayımlanacaktır. Tezer Özlü bu tesadüfe çok sevinmiştir. Ferit Edgü Handke’nin kitabının Türkçe adı için öneriler göndermesini ister Tezer Özlü’den. Tezer Özlü kitabın adını çok sevmiş ve kendine çok yakın bulmuş olmalı ki sonraki mektuplarda da sıkça bu kitabın adına göndermeler yapmıştır:
Handke’nin Wunchloses Unglück adı için birkaç öneri yazmayı denedim... Bir saniyede şu sözcükler boşaldı: Mutsuzluğun İsteksizliği (kelime çevirisi)... Mutsuzluğun Boşluğu/ Mutsuzluğun Sessizliği/ Mutsuzluğun Hiçliği/ Mutsuz Bir Hiçlik/ Mutsuzluğun Bırakılmışlığı/ Mutsuzluğun Durgunluğu. (Zürih, 27 Temmuz 1984)
Ferit Edgü Yaşamın Ucuna Yolculuk çıktıktan sonra gazete ve dergilerde çıkan yazıları, eleştirileri kesip bir kopyasını Tezer Özlü’ye gönderir. Bunların içinde Fethi Naci’nin yazdıkları hayal kırıklığı yaratır Tezer Özlü de, hatta biraz kızdırır bile onu:

Fethi naci’ye kızar
Benim kitap için Fethi Naci’nin yazdığını okudum. Biz neler yazıyoruz, onlar neler yazıyor. Ne gibi bir dil kullanıyorlar. Aramızda uçurumlar var. Ayrıca kitap üzerine bir tek cümle kurmayı başaramamış. Ama kendi sorunu. (Zürih, 1 Ekim 1984)
Mektuplar boyunca Sezer Duru, Orhan Duru ve Demir Özlü’nün Tezer’in hayatındaki yerini de görürüz. Sezer ve Demir kardeş olmaktan çok ötede, onun varoluş mücadelesinin de yazarlığının da en önemli destekçileri olurlar. Ferit Edgü’nün de yakın arkadaşları oldukları için mektuplarda karşılıklı olarak haberler verilir, buluşmalar anlatılır, planlar yapılır. Her buluşma bir şenliğe dönüşür.
Tezer Özlü “Ben en çok seni kavrayabiliyorum. Nasıl anlatayım. Senden başka hiçbir insanı tam anlamıyla, bütünüyle kavrayamıyorum” dediği Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplardan öykü ve romanlarında olduğu gibi yalnızlığını dile getiriyor. Bu yalnızlıktan devşirdiği acıları, hüzünleri, sevinçleri ve mutlulukları anlatıyor. Bütün bunları yazdığı kişi en yakın arkadaşlarından biri olunca çok daha derin ve yoğun hissediliyor yaşadıkları. Yapıtlarına kaynaklık eden o iç huzursuzluğun ve arayışın izleri, -belki tamamı- bu mektuplarda karşımıza çıkıyor.
Her Şeyin Sonundayım Tezer Özlü’nün olduğu kadar Ferit Edgü’nün de sanat anlayışına, edebiyatçılığına , Yaşamın Ucuna Yolculuk’un yayımlanma serüveninde öğrendiğimiz üzere yayıncılıktaki titizliğine de ışık tutan mektuplardan oluşuyor. Edgü’nün ruh hallerine, yazma ve okuma tutkusuna ama dahası iyi edebiyat karşısındaki heyecanına tanıklık ediyor bu mektuplar.
Anlatıklarıyla ve anlatım biçimleriyle mektubun edebi bir tür olduğunu açıkça ortaya koyan bu mektuplar Tezer Özlü ve Ferit Edgü’nün yapıtlarıyla birlikte okunabileceği gibi tek başına da birer mücevher. Toprağın en derin yerlerinden kazılarak getirilmiş, bu kazının tüm darbelerini içinde barındıran ama ışıl ışıl parlayan bir mücevher.

“HER ŞEYİN SONUNDAYIM”
Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları
Sel Yayıncılık
2010
111 sayfa, 10 TL.

Wednesday, August 28, 2013

Büyük Kapatılma


Eserlerini daha çok Batı’nın yakın tarihi  üzerine eğilerek oluşturan M. Foucault, özellikle 16. yüzyıldan sonra aklın merkeze oturma ve bilimsel bilginin akıl yoluyla inşa edilme sürecini ele alır. Bu dönem Avrupa’sında yaşanan değişimler özellikle rasyonel düşünmenin bilimleri etkilemesi, teknolojide meydana gelen gelişmeler, kapital birikimin ve yeni sömürgelerin oluşması, Foucault’yu eski düşünce geleneklerini sarsan yeni bir düşüce biçimi içerisine sokmuştur.
Önemli eserlerinden biri olan Büyük Kapatılma bu dönemin iç hesaplaşmaları sonucu ortaya çıkmıştır. “1656 yılında Paris’te Hopital General (Genel Hastane) adlı bir kurum kurulmuş ve bir kaç ay gibi kısa bir süre içerisinde Paris nüfusunun azımsanmayacak bir bölümü (üç yüz bin nüfusunun en az altı bini) bu kurumlarda gözetim altına alınmıştır”(Foucault, 2005: 11). Fakat bu hastanenin kesinlikle tıbbi bir müdahale ile alakası yoktur. Foucault’ya göre dönemin Avrupa’sında bu tarz yerlerin amacı, bir nevi denetim mekanizması işlevi görmektir. Kapatılanlara baktığımızda bunu daha net görebiliriz. Kapatılanlar, deliler, eşcinseller, hastalar, fakirler ve işsizlerdir. Bir çoğu bedensel özürlü olan bu yersiz yurtsuz insanlar toplumdan uzaklaştırma adına iktidar tarafından kapatma kurumları içerisine hapsedilmektedir. Önceleri, deliler, işsizler, hastalar, suçlular aynı kurum içerisinde bulunurken, zamanla kapitalizmin etkisiyle suçlular hapishaneye, deliler tımarhaneye kapatılmıştır. Kurumların bu şekilde ayrılmasının nedeni ucuz emektir. Deliler hiçbir zaman sisteme ayak uyduramayacaktır; fakat aynı şey suçlular, işsiz güçsüz aylak insanlar için söz konusu değildir. Özellikle
etkin bir önlem olarak kapatmaya ancak ancak kapitalizm el emeği, işsizlik gibi sorunlarla karşı karşıya gelindiğinde  ve on yedinci yüzyıl Avrupa toplumları büyük isyanlarla tanıştığında başvurulmuştur. İsyanları bastırmak için bir ordu göndermek, insanları katletmek, yakıp yıkmak gibi eski yöntemler, aynı zamanda büyük toprak sahiplerinin vergi toplamasını da engelleyen genel bir felakete yol açacak önlemler haline geldiğinde daha ekonomik ve etkili bir önlem ve cezalandırma tekniği olarak hapishaneye başvurulmuştur; çünkü hapishaneler nüfusun tehlikeli bir bölümünü feci ekonomik sonuçlara yol açmadan elemeye imkan tanımıştır(a.g.e,13).
Giderek külfetli hale gelen bu kurumlar, yeni yollar bulmaya çalışır ve kategorik olarak yapılan ayrımdan sonra kapitalizmin ihtiyaç duyduğu ucuz emeğin yeni adresi olur.
  • Foucault Michel, Büyük Kapatılma, çev. Ferda Keskin, Ayrıntı yay. İstanbul, 2005

Tuesday, August 27, 2013

Devletin temel organları: mide, kalp, ciyer

İlk olarak 1997 yılında yayımlanan 'Dikkat Yazılı Var', öğrencilerin sınav sorularına verdikleri eğlenceli yanıtlardan ve bu yanıtlara eşlik eden eğlenceli çizgilerden oluşuyor.

Cumhuriyet - Ahmet Gülüm ve Kemal Gönen’in öğrencilerin sınav sorularına verdikleri yanıtlardan daha önce derledikleri dört kitaptan iki ciltlik bir seçki, İletişim Yayınları etiketiyle yeniden okurlarla buluşuyor.
İlkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin yanıtları hem çok komik hem de uyarıcı. Örneğin, ortaokul 1. sınıf öğrencisinin ''Selçuklu Devleti'ni kim kurdu?'' sorusuna ''Atatürk Bey'' yanıtını vermesi üzerine düşünmek ve ''biz nerede hata yaptık?'' sorusunun yanıtını aramak gerek!
İşte sorular ve yanıtlardan bazıları:

-Mübarek geceler hangileridir?
1-Kına Gecesi
2-Gerdek Gecesi
3-Dolunay Gecesi
(Hatice/ilkokul 5. sınıf)

-Kasabayı kim yönetir?
Şerif ve adamları. (Kamil/ilkokul 5. sınıf)

-Madenlerle ilgili kuruluşlarımız nelerdir?
İki tanedir. Maden delik arama enstitüsü ve parekende anonim ortaklığı (PAK) Arzu/ortaokul 2. sınıf

-Boğazlarımızın derinliği ne kadardır?
İstanbul boğazı az biraz derindir. Çanakkale boğazı ise çok çok az biraz derindir ve aralarında dünya kadar fark olmasıdır. (Seyit/Lise 2. sınıf)

-Ova nedir?
Dümdüz ve uçsuz bucaksız şahane yerlere ova denir. (Hakan/Ortaokul 2. sınıf)

-Hızlı nüfus artışının zararları nelerdir?
Bence hızlı nüfus artışı çok kötü bir şey çünkü hep çarpık kentleşme, peçe kondu, ekonomik sorunlar. Eğer biz 10 kardeş olsaydık kötü olurdu. Zaten babamızın işi kötü gidiyor. Yakında 4 kardeş olucaz üç iken. Ya ne buluyorlar çocukta, ha yapmışsın, ha yapmamışsın. Daha çok var ama zaman yetmiyor. (Sevda/ortaokul 1. sınıf)
Çevre kirliliği, gürültü, insanların küfürleri, cahillik, işsizlik, kötümserlik, çok çocuk, ekonomik durum, hilekarlık, hak yemek, emek yemek. Yok bir şey yok. Bu ülke düzelmez. (Murat/ortaokul 1. sınıf)

-Ormanların korunması için neler yapmalıyız?
Vahşi ve yırtıcı hayvanları ormana sokmamalıyız, zehirli ve yırtıcı yılan ve bitkilerden arındırmalıyız. (Fatma/ilkokul 5. sınıf)

-Kıyamet günü ne demektir?
Kıyamet günü yani gerdek gecesidir. O gün herşey çok kötü olur. Bütün gece kıyamet kopuverir. (Serpil/ilkokul 5. sınıf)

-Muhtarın görevleri nelerdir?
Çoktur. (Yusuf/İlkokul 3. sınıf)

-Zigot nedir?
Çok ayıpçı bir şeye denir. (Esma/lise 1. sınıf)

-Bulgarlara karşı kim savaştı?
Bulgarlara karşı Çakırkeyif Ali Paşa savaştı. (Selin/ortaokul 2. sınıf)

-Fabl nedir?
Bilinmiyor... (Ali/ortaokul 2. sınıf)

-Boylam nedir?
Mesela kapının oraya gittiğimizde boyumuzu ölçebiliriz, buna boylam denir. (Serdar/ortaokul 2. sınıf)

-TBMM'nin anlamını tam olarak yazınız.
T:Teneke M:Mektup B:Büyük (Murat/ilkokul 3. sınıf)

-Dış ticaret açığı nedir?
Dışarıdan ihraç ettiğimiz mallar ve erzaklar yolda hasara uğrarsa veya yerine ulaşamazsa verdiği açığa, yani buna dış ticaret açığı denir. (Fatma/ortaokul 2. sınıf)

-Fotosentez nedir?
Fotoğraflayıp sentezlemek olayına fotosentez denir. (Orçun/lise 1. sınıf)
Bitkilerin derin nefes alıp vermesine fotosentez denir. (Hülya/lise 1. sınıf)

-Yön bulma yöntemlerini yazınız.
Yönümüzü pekala soraraktan buluruz. Etrafımızdaki bir kimseye sorarız. Zaten sora sora pekala Bağdat bulunur. Bir de çubukla ve saat kadranıyla pekala yönümü bulurum. (Recep/ortaokul 2. sınıf)

-Devletin temel görevleri nelerdir?
Kar yağdığı zaman arabalara zincir taktırmak. (Sinem/ortaokul 2. sınıf)

-Demokraside kuvvetler ayrılığı kaça ayrılır?
Üçe. Kara, Deniz, Hava kuvvetleri. (ortaokul 3. sınıf)

-Gel-git olayı hakkında bilgi veriniz.
Gelirsin,gidersin, geldi gitti olur. (Selim/ortaokul 3. sınıf)

-Üremeyi açıklayınız.
Anne ve babanın gece yaptığı işe üreme denir. (Gülşah/lise 1. sınıf)

-Devletin temel amaç ve görevleri nelerdir?
Milletvekillerini korumak. (ortaokul 3. sınıf)

-Osmanlı Devleti'nde ordu kimlerden oluşur?
Ordu askerden oluşmuş. Askere al tüfek, al silah yallah demişler. (Mete/7. sınıf)

-Halüsinasyon nedir?
Halüsinasyon çok kötü bir kişidir. Sürekli küfreder. (Lise 2. sınıf)

-Divan üyelerinden Kadı'nın görevleri nelerdir?
Yemek yapmak, bulaşık yıkamak, evi süpürmek, çocuk doğurmaktır. (Cemal/ortaokul 2. sınıf)

-Örf nedir? Örnek veriniz.
Bizim oralarda damat gelinin elini bile tutamaz. Hop gittin güme. (Sevda/ortaokul 1. sınıf)

-Türkiye için en uzun gün hangisidir?
Pazartesi bence. (Suat/ortaokul 1. sınıf)
 
22 Ağustos 2013

Monday, August 26, 2013

Pasternak’ın ölümsüz şiirleri: Erken Trenlerde




FIRTINADAN SONRA
 
Hava, gelip geçen fırtınayla dolu.
Canlandı her şey, ve bir cennet ferahlığında solmakta
Leylak, bir tazelik akımını çekmede içine
Her yana dağılmış mor salkımlarıyla

Hava değişimi diriltti her şeyi,
Doldurmada çatı oluklarını yağmur;
Fakat gitgide aydınlığa doğru değişmede gök
Kara bulutların ötesi masmavi

Sanatçının eli daha bir güvenle
Arındırmada her şeyi tozundan, kirinden;
Yaşam, gerçeklik ve olup bitenler
Yepyeni çıkmada onun atölyesinden

Yaşanmış yarım yüzyılın anıları
Gelip geçen fırtınayla tersine dönmede şimdi,
Yüzyılımız çıktı vesayetinden onun
Geleceğe yol açmanın zamanı geldi

Yeni yaşamın yolunu arındıracak olan
Artık sarsıntılar ve dönüşümler değildir;
Bir şeylerle alevlenmiş ruhun
İçtenliği, fırtınaları ve cömertliğidir...

“Boris Pasternak’ın yaratıcılığında, denebilir ki, başlıca olan çizgi, harikulade ve yüce armağan olarak yaşamın ve tanrısal evrenin güzelliği karşısında hayret ve saygıdır. Şiir, ‘Otlar arasında, ayaklar dibinde yuvarlanarak deviniyor, onu görmek ve topraktan kaldırmak için eğilip bakmak yeterlidir,’ diyordu Pasternak. Ve şair o şiiri bulmak yeteneğiyle yüksek düzeyde donanmış durumdaydı.” -Azer Yaran

XX. yüzyıl Rus şiirinin büyük ustalarından Boris Pasternak (1890-1960), 1958’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldığında hem kendi ülkesinde hem uluslararası edebiyat dünyasında uzun süredir tanınmış bir şairdi. Ressam bir baba ile piyanist bir annenin oğlu olan Pasternak, felsefe ve filoloji eğitimi görmüştür. Önce müzikle ilgilenmiş, 1914’te yayımlanan ilk şiir kitabı “Bulutlardaki İkiz”i, 1916’ da “Sınırların Üstünde”, 1922’de de Kızkardeşim Hayat izlemişti. İki Dünya Savaşı arasındaki zor yılları manevi baskı altında yaşayan; 1930’lu yıllarda daha çok önemli şairlerden çeviriler yaparak çalışmalarını sürdüren Pasternak, Shakespeare’in de en başarılı çevirmeni olarak ün yaptı. 1957’de yayımlanan Doktor Jivago, onu bir kere daha edebiyat dünyasının gündemine taşıdı. Pasternak’a göre şiir tarihin içinden hayatla birleşerek akan bir nehir gibiydi. Pasternak şiirde yazarken olduğu gibi konuşurken de müziğin yalnızca sözcüklerin sesine dayanmadığına, bu özelliğin seslilerle sessizlerin uyumundan değil, söylenen sözlerle onların arasındaki ilişkiden kaynaklandığına inanıyordu. Onun için anlam, yani içerik, her zaman daha önemliydi.

Bu kitap, genç yaşta yitirdiğimiz şair Azer Yaran’ın Pasternak’ın kitaplarından seçip Rusça’dan başarıyla çevirdiği şiirleri bir araya getiriyor.


ÖYLEDİR ÖYLE BAŞLAR


İnsan iki yaşında da öyle başlar işte
Ezgilerin karanlığına sıyrılır kucaklardan,
Cıvıl cıvıl cıvıldar, mırıldar bir süre,
Derken, üçüne doğru, sözler dökülür ağzından.

Öyledir işte, yavaşça başlarsın anlamaya,
Kapılıp bir türbinin büyük gürültüsüne,
Sen misin bu, bir başkası mı yoksa,
Yabancılaşmıştır evin, bir gölgedir annen de

Bu zalim leylâk parıltısının nedir derdi?
bu dökülen, bu inen bir park kanepesine,
Nedir? çocukları kaçırmak gibi bir şey mi?
Öyledir işte, kuşlar öyle doluşur içine.

Arttıkça artan kıvamını bulan acılardan:
Yüreğinde ulaşılamayanın özlemi, uzak yıldızlar,
Faust gibi olduğun, kafan bulandığı zaman
Öyledir, öyle başlar çingene çalgıcılar.

Uçaraktan yüce yüce gök katlarından
Çevrili alanlar görürsün, evsiz topraklar,
ve denizler bir iççekiş kadar ansızın,
İşte tıpkı öyle doğar heceler ve uyaklar.

Yulafların üstünde, sırtüstü,yaz geceleri,
yakarır durur: her şey yerini alsın diye,
Sakınarak gözünden şafağı ve evreni
Öyle olacaktır, öyledir dalaşımız güneşle.

Öyledir, öyle başlar yaşamak, dizelerle.
 

BORİS PASTERNAK

1890’da Moskova’da doğdu. 1905 ve 1917 devrimlerinin fonunda gelişen simgeci ve futurist edebiyat eğilimleri içinde yer aldı. Moskova Üniversitesi’nde felsefe öğrenimi gördü. İlk kitabı “Bulutlardaki İkiz”1914’te yayımlandı. 1922’de yayımlanan şiir kitabı Kızkardeşim Hayat ile edebiyat çevrelerinin dikkatini çekti. Ailesiyle Berlin’e göç ettikten sonra Rilke’nin şiirlerini Rusça’ya çeviren yazarın Doktor Jivago adlı romanını tamamladığı 1955 yılı, hayatının dönüm noktası oldu. SSCB’de basımı yasaklanan kitap İtalya’da yayımlandı. İsmi Nobel Edebiyat Ödülü adayları arasında anılmaya başlayan Pasternak, 1958’de kendisine verilen ödülü SSCB yetkilileri onaylamadığı için kabul etmedi. 30 Mayıs 1960’da Peredelkino’da öldü.

NOBEL ÖDÜLÜ


Bitkinim, izlenen bir hayvan gibi
Gürültü, şamata ardımsıra.
Bir yerlerde insanlar, özgürlük, aydınlık
Bir çıkış yolum yok dışarıya.

Kara bir orman ve göl kıyısı
Devrik bir köknar kütüğü karşımda
Yolum kesilmiş dört bir yandan
Olsun artık ne olacaksa.

Ne yaptım, işlediğim suç ne,
Katil miyim, mücrim miyim ben?
Ülkemin güzelliği üstüne şiirlerimle
Ben değil miyim dünyaya göz yaşı döktüren.

Yine de, çok az kala ölümüme
Gelecek bir zamana inanıyorum.
Alçaklığı ve kötülüğü
Aşacağına iyilik ruhunun.


Wednesday, August 21, 2013

Tuhaf kadınlar | Gönül Kıvılcım




Bunaltıcı bir yaz günü Büyükada’da denize nazır çay bahçelerinden birinde oturmuş gelen geçeni izliyordum. Arap turistlerin çoğalmaya başladığı aylardandı. Etrafta şortlu Arap erkeklerinin yanında siyah çarşaflarla yürüyen kadınlar göze çarpıyordu. Böyle kadınlı erkekli bir grubun içinde, yüzünü örten peçeyi kaldırmış, peçenin altından doğru bin bir eziyetle ama yine de iştahla külahtaki dondurmayı yalayan Arap kadınını seyrettim bir süre.

Sokaklar onlarındı. Tohumlarını içimizde büyüttüğümüz erkeklerin.

Okula gelip giderken yürüdüğümüz sokaklar. Gündüzleri alışveriş yaparken inip çıktığımız, geceleri eve dönerken kaldırımlarda çınlayan topuk seslerimizi dinleyip kadınların yalnızlığını anlatacak kelimeler aradığımız. Yalnızlığın cinsiyeti olur mu?

Gazeteci, bankacı, işletmeci olarak da deneyimlediğimiz ama en çok kadın kimliğiyle hissettiğimiz yalnızlık hali. Kadınların, özellikle de eğitim ve sınıfsal durumları kendine benzeyen erkeklerin yanında duyumsadığı tek başınalık.

Kadınlar hakkında bilmek istediğiniz her şeye yalnızlık da dahildir. Anne, yazar, senarist, tezgâhtar, işçi, Doğulu, Batılı, Müslüman, Karadenizli, Kürt… Kimliklerin çoğulluğundan hareket ederek evde veya kamusal alanda kadınlara dayatılmış bir yalnızlığı tarif etmek mümkün müdür? Erkekler de varoluşsal bir yalnızlığı hissediyor olabilirler bu arada. Ama entelektüel kimliğe sahip ve Adanalı kimliği vurgulanan, filmlerinin tek tek her karesine hayran olduğumuz büyük usta Yılmaz Güney’in Nebahat Çehre’yi ağzını burnunu kan içinde bırakırcasına dövdüğünü okuduğumuzda hissettiğimiz, kadınsak eğer, dayatılmış ve katmerli bir yalnızlıktır.

Bedenim ve ben. Bedenim ve ötekiler. Coğrafya nasıl kaderse, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi, beden de kaderdir.

İçki sofralarında, siyaset alanında, hak mücadelesinde kadınların hissettiği bir başınalık.

Kadının kürtaj hakkını anlamak istemeyenler.

Kadının gördüğü şiddete ses çıkarmayan hatta bunun bir parçası olan erkekler.

Namus kavramını kendileri için farklı kadınlar için farklı tarifleyen karşı cins.

Kâğıt üstünde özgürlüğü kabul eden ama hayat içinde kadının özgürlük mücadelesine önyargılarla yaklaşan erkekler.

En ilericilerinin bile takılıp kaldığı, aşamadığı ahlak kodları.

Burada biraz nefes alıp edebiyatımızın “yalnız” kadınlarından söz etmek istiyorum. Zira edebiyat anlatılamaz gibi duran ve insanın boğuştuğu durumları, duyguları tarif etme çabasını taşır içinde.

“Aynaya omuz silkiyorum. Hiçbir şeyi doğrulamaya çalışmadığım için artık, artık denenecek hiçbir şeyim olmadığı için ve belki de ölerek hâlâ tek başıma haklı olmaya çalıştığım için, arsızca silkiyorum omuzlarımı. Omuzlarım. Beni üst yanımda hâlâ genç tutan. Yüklendiklerinden övünç duyan. Daha çok yüklenme gerekliliğini hep duymuş olan” der Adalet Ağaoğlu‘nun yalnız karakteri Aysel. Bir otel odasında temize çeker hayatını.

Kadınlar kendilerini aramak, hayata daha yürekli bakmak, mutlu anlar yakalamak,  şikâyet ettiklerinden bir nebze olsun kurtulmuş yaşam alanları yaratmak için çıktıkları yolculuklarda farklı merhalelerden geçtiler. Çıktığımız özgürlük yolculuğunda annelerimizi aştık, burası kesin. Ellili altmışlı kuşağın kadın yazarlarına baktığımızda sınırları çizen bir anneyle didişme, Leylâ Erbil‘in Tuhaf Bir Kadın‘ında, Ela’nın düşüncelerini sıkça meşgul eden yasakçı anne örneğiyle Sevgi Soysal‘ın Yürümek‘inde ve ilk öykü kitabım Kasaba ve Yalanlar‘daki hikâyelerde çok net olarak okunabiliyor. Şimdilerde ise anlatılması gereken başka bir boyut var: kadınların göze aldıkları yolculuklarda yakalandıkları fırtınalar, uğranan hüsranlar, aldıkları yaralar.

“… Şenel’in anası karışmıyor göğüslerinin büyümesine. Kendi göğüsleri anası kızar diye mi büyümediler hâlâ? … Niçin bütün annelerin yasakları Tanrının yasakları gibi kesin değil? Değişik yasaklar, değişik aile kızları.” (Sevgi Soysal, Yürümek, 1996, Bilgi Yayınevi)

Kadınlar kendilerini dönüştürmeli, toplumun, ailenin, dinin koyduğu ketleri tabuları aşmalı, uzun yollar yürümeliydiler. Ancak bu yolculukta görüldü ki onlar en çok özgürlüğü ararken yalnızlaştılar.

Hayatın ayrıntılarında gizlidir kadınların yalnızlığı ve genç kalemlerden Sine Ergün‘ün öykülerinde bu ayrıntıların üzerine küçük bir fener ışığı düşer. Evli erkekler, bekâr erkekler, genç yaşlı, iktidarı paylaşmak istemeyen, mecliste, evimizde, yanı başımızdaki erkekler… Her yerde erkekler var ve erkeklikleriyle varlar.  Bu yüzden de sokaklar ve geceler tekin değil kadınlara.

“Kenara çek, dedim, ineceğim… Saçmalama, dedi, pis pis sırıtıyordu. Beni arkadaşlarının yanında aşağılamak gibi bir huy edinmişti. Arkadaki adını -anımsadığım- arkadaşının yanında da bunu yapmayı yol boyunca sürdürmüştü. Bana dair her şey uluorta alay konusu olabiliyordu. Alışık olduğum bir durum değildi. Tatlılıkla uyarmıştım onu ama pek yararı olmamıştı. Bir daha söylemeyeceğim, dedim. Ne yapacaksın ya, dedi sırıtarak. İşin ucu kaçmıştı artık, iki elimle direksiyona abandım…” (“Uyarmıştım”, Sine Ergün, Burası Tekin Değil, 2012.)

Sine Ergün’ün öfkeli, gözü dönmüş kadın karakterlerine benziyoruz bugünlerde. Susuyor, susuyor ve patlıyoruz. Ne zaman mı?

Erkekler özgürlük yolculuğuna çıkmış kadınları bir tehdit gibi algıladığında.

Ya da skor tahtasında bir sayı olarak görmeye başladıklarında.

Annelerini geçen kadınların yanındaki erkekler sevgililerini dövdüklerinde.

Geceleri sokaklarda yalnızca erkeklerin ve travestilerin olduğunu fark ettiğimizde.

Gazeteler, var olan erkek bakışını tekrar tekrar üreten, kadını kör bir duvarla baş başa bırakan o zehirli dille karşımıza çıktıklarında.

Herkes kendinden bir şeyler ekleyebilir buraya. Çarşaflarla dolaşmıyoruz evet belki, ama örtünmüyoruz anlamına da gelmiyor bu gerçeklik, bir taraftan utancı örtüyorlar üzerimize muhafazakâr cephenin hacıları, hocaları. Öteki tarafta ise iktidar denen geminin dümenini kadına vermek istemeyen erkeklerin en az bir o kadar dışlayıcı elbiseleri var repertuarda. Kadına açlıkları ve ondan korkuları dinmeyen ilerici “hoca”lar. Bu kaygan zeminde doğru bildiğini konuşmak gitgide daha fazla yalnız kalmak demektir. Erkekler, iktidarı paylaşmayı öğrenmek istemez çünkü.

Kadın ne yapar peki? Oturur ve kadınların yalnızlığının masalını yazar. Kâğıt Gemiler‘e “Sen, Kâğıdın sesine fütursuzca kulak kabartan okur… Bilmelisin ki bu satırların yazanı bir kadındır. Elinde tuttuğun sayfaya, kalemin kondurduğu işaretler, bir kadının avaz avaz bağıran avuçlarından kaynıyor. Okumak yazmak sırrı şeyhlere aitken kaleme el sürdüğüm için suçluyum” diyerek başlayan Ayşegül Çelik gibi.

Şöyle uzun bir daktilo şeridi olsa ve üzerine notlar düşsek, gölgelerinde öldüğümüz erkekleri anlatsak.

Metrelerce metrelerce uzar ve dünyayı bir kere dolaşır üzerinde yaşayan kadınların, ölü kadınların ve birkaç yabancı kadın adının olacağı bu şerit.

Yabancı kadınlar. Pippa Bacca ve Amerikalı Sarai Sierra özgürlük arayışlarında Türkiye’ye geldiler ve ölü döndüler. Aynı yolculuğa kendi memleketlerinde çıksalardı ölmeyeceklerdi muhtemelen. Nasıl Kürt meselesi Türkiye’de demokratlık sınavında turnusol kâğıdı işlevini görüyorsa, yabancı kadınlar da kadın meselesinde aynı işlevi görüyorlar. Eşitliği, özgürlüğü aramaya çıkmış yabancı kadınlar yollarda, şehirlerimizin arka sokaklarında öldürülmedikleri gün bizler de yalnızlık maceramızın sonuna gelmiş olacağız sanırım.

O güne kadar daktilo şeridindeki adlar ve yaşanmışlıklar birikmeye devam edecek.  Görüp görebileceğiniz en uzun daktilo şeridinden oluşan bu enstalasyonun adı geçenlerde gördüğüm bir düşte simsiyah gökyüzüne beyaz harflerle yazılmıştı: Tuhaf Kadınlar. Şeridin başında ise taşı her zaman gediğine koyan yazarlardan Leylâ Erbil’in cümleleri duruyordu: “Haydar’ı dışarıya çektim. ‘Atatürk’ dedim çıkarken, bizi rahat bırakacaksınız diye size de genelevler açtı, ama cebinize para koymayı unuttu.” (Leylâ Erbil, Tuhaf bir Kadın, Yapı Kredi, 1998)

Tuesday, August 20, 2013

Gözaltında Kayıp Onu Unutma!



         
Yıldırım Türker

"İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı 'Gece ve Sis'ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sanra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik.

İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor."


"Gözaltında Kayıp, Onu Unutma!", s. 7-18

Hasan Ocak, kimsesizler mezarlığında bulundu. Hepimiz, bir yerlerde kimsesizler için bir mezarlık olduğunu bilirdik. Olması gerektiğini. Çoğumuz için, ölüsünü bulup kaldıracak yakını olmayan insanlar, hayal edilmesi oldukça güç bir yenilginin trajik kahramanlarıdır. Onların hayatını anlayabilmek için hepimizin dağarcığında yılların biriktirdiği öyküler, söylenceler vardır. Bilebildiğimiz, sınırları bizim hayatımızla çizili bir dünyadan kabaca istifa eden, beceremeyen, becerecek gücü olmayan o insanların sonunda ya bir ucuz otel odasında, ya bir sokak köşesinde ölüp, "sahipsiz" yaftasıyla devlet tarafından mermersiz, çiçeksiz bir yere gömüldüğünü duymuşuzdur. Biliriz.

Hasan Ocak kimsesiz değildi. Ailesi ve sevenleri tarafından aylardır aranıyordu. Resimlerinden tanıyorduk hepimiz o kumral delikanlıyı. İşkenceyle bereli bedeni Beykoz ormanında bulunmuş, adli tıptan sahipsiz damgası yiyerek kimsesizler mezarlığında bir rakamın altına gömülmüştü. İtilip kakılmayı, gözaltına alınmayı, milli düşman ilan edilmeyi göze alan ailesinin inatçı çabaları sonucu izi bulundu. Biz de kimsesizler mezarlığıyla bu kez gerçekten tanıştık. Hasan'ın kızkardeşinin dile getirdiği dehşet, bir televizyon programında nedense mahçup bir kameranın saptadığı bölük pörçük görüntüler, gözümüzde acıklı, biraz da romantik bir son durak olan kimsesizler mezarlığını bambaşka bir gerçekliğe oturttu. Kimsesizler mezarlığı, hepimiz için bir tehdit. Herkesi yutabilir. Adeta bir kıyımdan artakalan toplu mezarlık. Son yıllarda gelişigüzel rakamlarla adlandırılıp üstüste, yanyana gömülüveren, kimliği meçhul varsayılan ölülerin çoğunluğu doğal olmayan yollarla ölüme yakalanmış. Tercümesi: İşkenceden geçmiş, paralanmış, katledilmiş. Kayıplarımızı ormanlardan, kimsesizler mezarlığından, şifreli adli tıp dosyalarından bulmaya başladık. Hayatımız aynı çöl lehçesiyle sürçüp gidiyor. Yer yerinden oynamıyor.

Ayşenur, Hasan, Rıdvan... Onları bulduğumuza seviniyoruz. Onları kendi ellerimizle bir kez daha kendi tarihimize, kendi belleğimize gömebildiğimize seviniyoruz. Bir umutsuz bekleyişe, beklentisi olmayan sinsi bir umuda asılı kalmaktan kurtulduk. Onları bulduk. Ama yer yerinden oynamadı.

Gece ve sis

İnsanların devlet eliyle toplu olarak kayıp edilmelerinin ilk örneği, 7 Aralık 1941 tarihinde Nazi Generali Wilhelm Keitel'in emriyle başlatılan operasyon. Binlerce direnişçi, Nazi işgali altındaki Avrupa'ya gözdağı vermek, her türden direnişi sindirmek amacıyla gece yarılarında toplanıp kayıp edildiler. Operasyonun adı "Gece ve Sis" ti. Gece ve Sis, faşizmin şiirinde, geceleyin kayıp et ve belirsizliğin sisiyle sarmala anlamına geliyordu. Daha sonra 1960'larda Guatemala ve Brezilya'da binlerce insan kayıp edildi. 1973 darbesinden sonra Şili'de yüzlerce insan kayıp edildi. Pinochet, Arjantin generallerine el verdi. 1976 darbesinden sonra Arjantin'de binlerce muhalif kayıp edildi. Sivil yönetime geçildikten sonra kimi itirafçı generallerden, kayıp edilen insanların büyük bir kısmının iğnelerle uyuşturulup uçaklardan okyanusa atıldıklarını öğrendik.

İnsanları kayıp etmenin kirli tarihi şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nde yazılıyor. 1980'den bu yana her yıl, her gün daha fazla insan kayıp ediliyor. Geceye tenezzül etmeyen adamlar çoğunluk gündüz vakti insanları arabalarına tıkıştırıp götürüyor. Sise güvenleri sonsuz nasılsa. Hayatımızın üstüne kapanmış bu sis, kaç on yılın sisi. Hiçbir zaman Arjantin kadar sivil olamayacağımızı, dolayısıyla hiçbir mahkemede terlemeyeceklerini, kullandıkları yöntemleri ele vermek zorunda kalmayacaklarını düşünüyorlar besbelli. Ve kayıplar listesi gün günden kabarıyor. Her geçen ay daha çok insan kayıp ediliyor. Ve yer yerinden oynamıyor.

Rakamların serinliği

Rakamlardan söz etmek istemiyorum. Rakamlar beni üşütüyor. Rakamsal dökümlerle yaklaştığımızda herşey sanki zihinsel denetimimiz altındaymış gibi oluyor. Kaydımızdan düşüveren, şu an nerede, ne durumda olduğunu bilemediğimiz insanların sayısını anmayacağım.

Bilebildiğimiz, binlerce isim. Saptayabildiğimiz...

Toplumsal bilinç kuntlaşması sonucu, gitgide her olguyu, başımıza gelen her felaketi rakamlarla açıklamaya çalışıyoruz. Kendimizi bilimsel bir yaklaşımın koruyucu, soğuk ışığı altında hissetmemizin yanısıra zamanla her kurban, bir rakam karşılığı olan, akıl sıramızda efendice yerini almış bir vaka'ya dönüşüyor. Bilginin demokratikleşmesi kisvesi altında hayatımız rakamlarla sıvandıkça, enflasyonun yüzdesinden en kıytırık televizyon referandumlarındaki evetlerin yüzdesine; meclis aritmetiğinden, onun beraberinde getirdiği ilçeleri il yapma katakullisine kadar, küçük birer matematikçi olarak memleketimizi çözmeye çalışıyoruz. Hayatla ilgili hesaplarımız, rakamların o büyülü kolaylığına yamanıyor; bir koyup üç alıyoruz, 8'i kaldırıp demokratikleşmeye, 24'ü koruyup laik kalmaya, 141-142'nin kalktığını hatırlatıp muhalefet yapmaya çalışıyoruz. Hayır, ben rakamlardan söz etmeyeceğim.

Kayıp'ları tek tek tanımak istiyorum. Onların topluca, bir rakamın eşliğinde toplumsal bir yara olarak adlandırılıp bizden uzağa bir yere konulmalarını, yıllar sonra hatırlandıklarında keyifli bir uyanıklıkla toplumsal bellek kaybımızdan söz edilmesini istemiyorum. Herşeyi, bu boktan dünyada kalabilecek kadar unutup, yeri geldiğinde bu memleket insanının bellek sorunundan söz edecek soğukkanlılığı tutturmayı reddedelim, diyorum. Belleksiz toplum yoktur. Çocuklarını kurban etmeyi göze alan; yoksulluk, çaresizlik, cehalet gibi erdemlere sarılarak katliamların üstünden "aman, bir tatsızlık çıkmasın" duygusuyla atlayıveren toplumlar vardır. Kayıp'larımızı iyi tanıyalım. Yer yerinden oynamalı!

İnsan kalmak için

Hüseyin kim? Kenan kim? İsmail kim? Kayıp oldukları andan itibaren bilemediğimiz, uzanamadığımız, uğultulu bir dünyanın sakinleri onlar. Bir insanı kayıp etmek, işkence tarihinde varılan son nokta. Zulmün en katmerli çeşitlemesi. Kayıp edilenin dünyayla bütün bağlarını koparmak, en ufak bir umut kırıntısına yer bırakmamak. Onu, uğruna yaşadığı, savaştığı dünyanın kaydından düşürmek. Yapayalnız bırakmak. Ardında kalanı, yakınlarını ise kendi umutlarıyla boğmak. Kendi umutlarına asmak. Kendi umutlarıyla cezalandırmak. Bildiği, hazır olduğu hiçbir duyguya soluk aldırmayan bir mahpusluğa itmek. Sevdiği, artık tanımadığı bir dünyada yaşamaktadır. Âdetlerini, kurallarını bilmediği bir dünyada. Gündelik hayatın ayrıntıları; günü gün, geceyi gece kılan ufacık şeyler incitmeye başlar. Herşey, beklemenin gergin durağanlığına yazılır. Bütün yaşamsal eylemler askıya alınır. Sevdiğinin hayatından ne kadar umudunu kesse de, bir yanıyla; o mucizelere inanan, onu insan kılan yanıyla beklemeyi sürdürür. Bir ana, on beş yıl sonra dahi araba süren gözlüklü bir delikanlı gördü mü, yüreği hop ediyor. Demek bir yanıyla oğlunun, belleği silinmiş, bambaşka biri olarak, bir başkasının hayatını sürdürebileceğini düşünüyor. Düşünebiliyor. Dile getirmese de. İnsan beyni, acılarla sıkıştırıldığında sahibini bile şaşırtacak neler üretmez ki. İnsanları kendi umutlarıyla tüketmek, onları hayatlarını artık yaşayamayacak hale getirmek, gerçekten Nazi yaratıcılığına yaraşır bir zulüm. Toplu işkence. Vakit kaybetmek yok. Kayıp edilenler ve geride kalanlar. Hepimiz, birbirimizden koparılıp bir bilinmezler dünyası karşısında çaresiz bırakılıyoruz. Görüşebildiğim kayıp ailelerinin hemen hepsi umuttan istifa etmişlerdi. Oğullarının, kardeşlerinin yaşadığından ümidi kestiklerini söylüyorlardı. İnsan kalabilmek için. Sabahleyin oturup kahvaltı edebilmek için, para kazanmak için, çalışabilmek için, akşamleyin televizyon karşısında kestirebilmek için, evi temiz tutabilmek için, komşuları ziyaret edebilmek için. Umutsuzca bir çabayla umutlarının kalmadığını söylüyorlardı. Hayatta kalabilmek için. İnsan kalabilmek için.

O anı yaşadılar mı?

Peki, kaybolanlar kayboldukları, kaydımızdan, bilebildiğimiz dünyanın kaydından düştükleri andan itibaren neler yaşadılar? İşkencede neler hissettiler? O anı; kötülüğün yenik düştüğü, çaresiz kaldığı anı; tanık olarak, itirafçı olarak, yararlanılabilecek bilgi kaynağı olarak görülemeyeceklerinin anlaşıldığı o anı farkettiler mi? İşkencecilerinin onların işe yaramadıklarına kanaat getirdikleri o anı? Copların bezgin bir öldürücülükle gövdelerine inmeye başladığını, elektriğin denetimsizce verilmeye başlandığını, işkencecilerin yenilgi öfkesini sezmişlerdir mutlaka. İnsan o an ne hisseder? Ölüm, ne kadar göze alınırsa alınsın, yüzleşildiği anda ürpertmez mi?

Yoksa başından beri karşılarındaki işkencecileri sonları olarak mı gördüler? Çoğu önceden baskı, dayak, işkenceyle tanışmıştı. Ama her seferinde yakınlarının bir şekilde izlerine düşmüş olduğunu biliyorlardı. Yakınlarının tanıklığına sığındılar. Sevdiklerinin kayıtlarına sığındılar. Korkunç bir masal ormanında sonsuza dek kaybolmamak için arkalarına iz serptiler. Diyelim, bir polis arabasına tıkılırken yoldan geçenlere adlarını haykırdılar. Gözaltında adlarını haykırdılar. Yan koğuştaki, sağ kalacağından emin olamadıkları adama künyelerini haykırdılar. Bildikleri yegane dünyaya ulaşmaya çalıştılar. Ama işte o an; paylaşamayacakları, artık kimseye anlatamayacakları bir an. Tek kişilik. Ölüm gibi... O an, rüyalarıma giriyor. Gencecik bir kadın, gencecik bir adam, öleceğini anlıyor. Bundan hiçbir sevdiğinin haberi olmayacağını da biliyor. O an, yapayalnız. Ardında kalan dünyayı düşünüyor belki. Belki onu da düşünecek halde değil.

Şu dünyada nerede olduğunuzu, ne yaşadığınızı bilen tek sevdiğiniz kalmadığında başka bir düzleme; âdetlerin farklı olduğu; işaretlerin, diyelim bir sözün, bir bakışın bambaşka anlamlara geldiği bir dünyaya geçtiniz demektir. O çizginin ötesine geçtiğiniz anda, berisinde kalanlar; ananız, arkadaşlarınız, sevgiliniz, mutlaka size çoktan ardınızda bırakmış olduğunuz bir dünyanın çok ama çok uzak anıları gibi geliyordur. Sesinizi artık kimseye duyuramayacaksınız. Kısacık ömrünüzde çoktan göze almış olduğunuz, buna rağmen kafanızda hep öteye, daha öteye ittiğiniz o an geldi işte. O kopma anı. Düşman karşınızda. Öfkeden yüzü gözü seyiriyor. Sizi öldürecek. O düşman kim peki? Görünürde o da sizin gibi biri. Belki yaşıtınız. Aynı mahallede oturuyorsunuzdur, kimbilir. Yoksulluğun dilini biliyor o da. Analarınız pazar yerinde dertleşiyor belki de.

Kötülüğün örgütlenmesi

Kötülük üstüne düşünelim istiyorum. Şefkat, merhamet, vicdan; velhasıl artık hepsi yanlış yazılan bu kelimeler ne ifade ediyor? Oğlunu kaybetmiş bir anayı çamura yuvarlayan polisi, çaresiz kaldığını öne sürüp yine de koltuğundan vazgeçmeyen bakanı düşünelim. Kurbanının etinden et koparan, ona böylesine büyük bir nefret biriktirebilmiş olan adamın hiçbir canlıya, hiçbir şeye merhameti yok mu? Herkesi rahatlıkla tekmeler, kanatır, yaralar, parçalar mı?

İçindeki vahşi hayvanı böylesine serbest bırakmasına yol açan ne, kim? Bir insana uzun uzun çeşitli işkenceler yapan, çığlıklara kulağını tıkayan, sonunda onun ölüsünü bir ormana atıveren kim? Uzaylı mı? Deli mi? Ne kadar uzağımızda? Seçim önceleri güleryüzlü, hak hukuk söylevleriyle oyumuzu rica eden, yeri geldiğinde dilenen adamlar kim? Son zamanlarda kimi bakanlar hangi suskunluk hakkını kullanıyor? Böyle bir hak var mı? Varsa Mafia'nın suskunluk yeminine mi benziyor?

Cumhurbaşkanından en ücra köydeki mazlum anaya kadar herkesin üstündeki bir güç, bir dünya mı çekiyor sevdiklerimizi yanına? Kontrgerilla, açıkça dile getirilir, tarihi deşilir, kökü kazınmaya çalışılırsa, gizli-açık bağlantıları nedeniyle bütün devlet yapısı çöker mi? Korkulan, göze alınamayan bu mu? Geceye ve sise borcu olmayan kimse yok mu? Amerikan filmlerindeki kovboy kılıklı kahraman bireyleri mi bekleyeceğiz? Devletin bekası için halktan gizlenen nedir? Halk, bu sırra daha ne kadar kurban verecek? Bundan 20 yıl sonra hâlâ başımızda oturan Demirel, bugünün kayıpları için, Deniz'lerin idamı için dediği gibi "o günün koşullarında kaçınılmazdı" mı diyecek? Mehmet Ali Birand yine zıplaya zıplaya haşmetpenâhlarını sıkıştırıp memleketin en iyi gazetecisi olarak zafer gülücükleriyle programını kapatırken yine bizi gözyaşlarına boğan bir demokrasi dersi mi verecek?

Kayıp aileleriyle görüştüm. Kayıp edilen o insanları tanımaya çalıştım. Onlardan kendime bir aile edindim. Şimdi onları çok özlüyorum. Kayıplar listesinden pek çok insanın ailesi bizimle görüşmeye yanaşmadı. Kalan çocuklarını da kaybetmekten korkuyorlardı. Herşeyin ötesinde dış dünyaya güvenleri kalmamıştı. Görüşmeyi kabul edenler, kayıplarının hayatından umudu kesmiş olsalar da hesap sormak istiyorlar. Ama önce sevdiğimizin, hayal edemeyeceğimiz yöntemlerle berelenmiş ölü bedenini olsun, istiyoruz. Onu biz gömeceğiz. Onu biz gömene dek bu dünyada yerimiz yok!

Hepimiz gün günden büyüyen bir kayıplar ailesinin üyeleriyiz. Yakınlarımız kayıp edilmiş olmayabilir. Kendi kayıplarımızı, her geçen gün kaybettiğimiz, kaybettirildiğimiz şeyleri hatırlamanın zamanıdır.

Saturday, August 17, 2013

YAŞAMA UĞRAŞI - CESARE PAVESE











Yaşama Uğraşı
Cesare Pavese

E YAYINLARI




Yaşama Uğraşı 1952 yılında yayımlandığı zaman, önemli bir edebiyat olayı sayıldı ve çok geçmeden başka dillere de çevrildi. Çağdaş İtalyan Edebiyatı'nın en önemli yazarlarından biri olan Cesare Pavese'nin yazarlık sanatıyla ilgili çok ilginç görüşlerini içtenlikle yansıtan Yaşama Uğraşı önemini bugün de koruyan bir belge niteliği taşımaktadır.



"Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda.

Yazıyorum: Ey, Sen, acı.



Peki sonra? Bütün gerekli olan biraz cesaret. Acı ne kadar ortaya çıkar ve keşinleşirse, yaşama içgüdüşü o kadar ağır basıyor ve intihar düşüncesi zayıflıyor.



Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendin beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. artık yazmayacağım..." 18 Ağustos 1950

(Arka Kapaktan)





Ömrünü kadınları anlamaya, onlar tarafından sevilmeye adamış bir isim: Cesare Pavese. Kadınlarını anlama çabaları başarısız kaldıkça; bu başarısızlık da sevgisizlik, yani yeryüzü yoksunluğu, yani evren sürgünlüğü anlamına geldikçe “Yaşama Uğraşı”ndan adını düşüren Cesare Pavese...



Aslında nereden bakılırsa bakılsın, Pavese’nin kısa süren ilginç yaşamı, yeryüzünde henüz pek fazla değişmemiş bulunan kadın kültürüne verilmiş keskin bir cevaptır. Hayır, keskinliği, Pavese’nin “herşeyden tiksindiğini” belirterek Torino’da bir otel odasında intihar etmesiyle ilgili bir husus değil. Keskinlik, Pavese’nin ömür boyu sürdürdüğü çabadan kaynaklanıyor. “Günlükler” titiz bir gözle okunduğunda, öfkelerinde, kırgınlıklarında, kızgınlıklarında bile, Pavese’nin yüzünü kadınlara dönme çabasından vazgeçmediği görülebilir rahatlıkla. Çünkü sevgi ihtiyacı içindedir ve sevilmeyen ya da yeterince (Buradaki “yeterlilik,” sadece ve sadece sanatçının karar verebileceği bir dengeye tekabül eder ve ne yazık ki, yeryüzünün kayıt kabul koşulları dolayısıyla kesinlikle gerçek niteliğine kavuşamaz. Belki de asıl trajedi budur.) sevilmeyen her insan gibi yalnızdır. Muayenehanelerinde, modern insanın sıkıntılarına çare aradıklarını savunan psikiyatr ve psikologlar, sanatçının evrendeki yalnızlığının yansıma biçimlerine dair dişe dokunur ve adam içinde okunur bir araştırma yapmadıkları için, yalnızlığın bu boyutu üzerinde pek fazla durulmaz genellikle. Durulmazsa ne olur? Ne olacak, birkaç Pavese daha çekilir aramızdan, kendilerine yaşatılan laneti kusarak üzerimize...

    
“Gençliğimin sona erdiğini haber veren belirtiler arasında en önemlisi artık edebiyata karşı büyük bir ilgi duymayışım. Bir zamanlar her şeye rağmen duyduğum, manevi doğrular bulma umuduyla açmıyorum kitapları artık. Okuyorum, daha da çok okuyabilmek istiyorum, ama bir zamanlar yaptığım gibi, kitaplarda bulduğum çeşitli yaşantıları ne heyecanla karşılıyorum, ne de bunları parlak, şiir öncesi ussal bir gürültüye dönüştürüyorum. Torino sokaklarında dolaşırken de aynı şey oluyor. Bu yerleri artık yaratma çabasını hızlandıran romantik, simgesel bir güç kaynağı olarak görmüyorum. Her keresinde, ‘önceden yapılmış bu’ demek geliyor içimden. Ezilmelerimi, saplantılarımı, yorgunluklarımı ve dinlenmelerimi iyice gözden geçirince, açıkçası hayata yeni buluşlar getirecek bir alan olarak bakmıyorum artık, şiir daha az ilgilendiriyor beni bu açıdan; sadece düşünülecek ve çözümlenecek olan sıkıcı bir malzeme gözüyle bakıyorum her ikisine de.”

      

1936 yılında yani intiharından 14 yıl önce yazıyor bunları Pavese ve insan ister istemez, “Hayatını adadığı edebiyata olan ilgisini de yitirdikten sonra nasıl tahammül etti bu kadar yıl?” sorusunu soruyor kendine. Aslında “beklenti ya da umut” gibisinden sefilin sefili bir cevabı vardır bütün bu tahammül serüveninin ve ne yazık ki, Pavese için de geçerlidir bu. Çünkü, iki kırılganlık arasındaki gidiş gelişlerden, hayatı sürdürmek konusunda çok fazla destekleyici ayrıntı elde etmek mümkün değildir. Olsa olsa, bir kıyıdan karşı kıyıya geçiş imkânlarını araştırırken, kişinin karşısına çıkan kanat müsveddelerinin şakırtısına denk düşen bir aldanıştan ibarettir hepsi de.



altı çizilenler:



"Yaşamak uzun bir toplama işlemi gibidir, arada bir toplama yanlışı yaparsan, doğru sonucu hiçbir zaman bulamazsın." (s.33)



"Bir kadın eğer budalaysa, eninde sonunda bir insan yıkıntısı ile karşılaşır ve onu kurtarmaya çalışır. Kimi zaman da başarır bu işi. Ama bir kadın, eğer budala değilse, eninde sonunda akıllı, sağlıklı bir adam bulup onu yıkıntıya çevirir. Her zaman başarır bu işi." (s.38)



"Derdini söylemekle ona çare bulmanın aynı şey olmadığını anlamakla insan çocukluktan kurtulur." (s.38)



"Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremiyen değil – bunu kim başarmıştır ki- bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur." (s.39)



"Bir erkek kendisini aldatan bir kadın yüzünden üzülürse, o kadını sevdiği için değil, o kadının güvenine layık olamadığından duyduğu aşağılanma için çeker bu acıyı." (s.39)


"Her kadın, sevdiği uzaklardayken dertleşebileceği birlikte boş saatlerini doldurabileceği bir erkek arkadaş arar; bu arkadaşın, uzaktaki adam için duyduğu sevgi üzerinde bir etkisi olmadığını söyler; erkek arkadaşı kadının uzaktakine olan sevgisiyle çatışabilecek bir şey istedi mi; kadın incinir; ama bu arkadaş daha çok acı çekmemek için sözlerini, bakışlarını denetlemeye, daha dikkatli davranmaya kalkıştı mı, kadın-herhangi bir kadın- adamın acı çekişini görebilmel için hemen onun üzerindeki çekiciliğini arttırır." (s.39-40)



"Sevişmek gibi bir şeydir şiir yazmak: duyduğu tadın paylaşılıp paylaşılmadığını hiç bilemez insan." (s.40)



"Sevdiğin kadın günlerinin ne kadar boş, dayanılmaz olduğunu sana söyleyebilir; şaşılacak olan, senin günlerinin nasıl geçtiğine hiç aldırmayışıdır." (s.40)



"Ya Tanrı yarattığı şeyleri bizim onları daha çok ya da daha az istediğimize göre değerlendiriyorsa?" (s.40)



"İnsanın acı çekmeye alıştığı doğruysa, nasıl oluyor da insan yıllar geçtikçe daha çok acı çekiyor?" (s.40)



"Bir daha, yalnız sana bağlı olmayan şeyleri ciddiye alma. Aşk, dostluk,ün gibi. Yalnız sana bağlı olan şeyler konusunda da, bunları ciddiye alıp almamanın bir önemi var mı? Kim bilebilir? Herhangi bir 'kim'se yok ki, 'Ben' bile anlamsız bir kelime olur bu durumda.Daha iyi, daha iyi." (s.41)



"Bir şeye sahip olmak varken, vazgeçebilen biri olabilir mi? Böyle bir eli açıklık sadece güçsüzlüğün ülküleştirilmesidir." (s.42)



"Birini sevmek, bunun karşılığında sevilsen bile, sevilen kimseyi ilgilendirmeyen kişisel bir sorundur." (s.45)



"Her zamanki trajedi: ancak kendisinden nefret ettirebilen adam kendisini sevdirebilir - aynı kadına." (s.46)



"Birine iyilik etmeye çalış. Çok geçmeden onun hoşnutlukla parlayan yüzünden nasıl tiksindiğini göreceksin." (s.47)



"Bir kadın yüz kadının öğreteceğinden daha fazlasını öğretiyor insana." (s.48)



"Günahın çekiciliği ve heyecanı tıpkı geceleyin gördüğümüz bir rengi önce bir şey sanıp sonra başka bir şey olduğunu anlamaktan duyduğumuz heyecan gibidir." (s.49)



"Oysa herkes öldürür sevdiği şeyi,
Bu herkesçe biline.
Kimi sert bir bakışla yapar bunu,
Kimi övücü sözlerle." (s.54)



"Hiç bir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür." (s.54)



"Talihsizliklerin en kötü yanı, öyle olmadığı zaman bile insana her şeyi talihsizlik olarak yorumlama alışkanlığını kazandırmalarıdır." (s.56)



"Gerçeğin mutlak mantığına inanan düşünürler bu konuyu bir kadınla ciddi olarak tartışmamaışlardır." (s.59)



"Gerçek kötülük başlangıcından beri kötü olduğu için daha da kötüleşemeyip kendi soysuzlaşması sonucu bir gün kuruyup gidecek birinden değil de, bir zamanlar iyi olmuş olan birinden gelir." (s.66)



" 'En kutsal sevgilerimizin' hepsi tembel bir alışkanlıktan başka bir şey değildir." (s.68)



"Acı çeken hiç kimse artık eskisi gibi değildir; tıpkı yaralanmış bir gövdenin eskisi kadar sağlıklı olamıyacağı gibi, ancak belli bir sertleşme ve nasırlaşma olabilir." (s.68)



"Yalnız becerikli kimseler kötülük yapıp bundan zararsız bir şekilde kurtulmasını biliyorlar." (s.69)



"Kötü bir davranış yüzünden pişmanlık duyduğumuz zaman, bizi tedirgin eden başkalarına verdiğimiz zarar değil, bunun bize getirdiği rahatsızlıktır." (s.70)



"Sevdiğimiz bir insanın arada bir hoşumuza gitmeyen, sinir bozan ya da bizi inciten bir şekilde hareket etmesinden yakınmamalıyız. Homurdanacak yerde, gücenmişliğimizi ve kinimizi biriktirmeliyiz: bir gün bu sevdiğimiz insan şu ya da bu şekilde bizi bırakıp gittiği zaman, acımızı hafifletmeye yarar bu biriken duygular....Ama ancak belli bir noktaya kadar işe yarar böyle bir birikim. Çekip gidene suç yüklemek onun yok oluşunun acısını dindirmez, ona karmaşık bir nitelik kazandırır sadece. Bizi anlatılmaz bir şekilde incitmiş olması, aramızdaki bağların gevşemesini gerektirmez; o andaki yasımıza dinmez bir sızı, çaresiz bir aşağılık duygusu, giderilmez bir kaybın mührünü basar." (s.73)



"Bir insanı küçük düşürmenin en korkunç yolu onun acı çektiğine inanmamaktır." (s.74)



"Bir kadın seni aldatmıyorsa, işine gelmediği için yapmıyordur bunu."



"Her lüksün ücretinin ödenmesi gerekir ve başta dünyaya gelmek olmak üzere her şey bir lükstür." (s.75)


"Elbette acı çekerek insan birçok şey öğrenebilir. Ne yazık ki acı çekmek öğrendiklerimizden yararlanacak gücü bırakmaz bizde; bir şeyi sadece bilmekse, hiçten de az bir şeydir." (s.75)



"işimize  geldiği zaman bağışlarız başkalarını." (s.80)



"Her sıyrığı bir yıkım sayma alışkanlığı gerçek bir yıkımın incitme gücünü azaltır. Talihsizlik çıkıp geldi mi,kendine güvenen iyimser, korkunç acı çeker; işlerin her zaman kötü gittiğine inanan insanın çektiği acı da ölçülüdür; sapına kadar kötümser olan insan ise, korktuklarının çıkmasından sevinç duyar." (s.80)


"Bizim istediğimiz bir kadına sahip olmak değil, bir kadına sahip tek erkek olmaktır." (s.84)



"Okurken aradığımız yeni düşünceler değil, kendi düşüncelerimizin basılı sayfada doğrulandığını görmektir. Bize çarpıcı gelen sözler, kendimize malettiğimiz - içinde yaşadığımız - bir evrende yankılar yapan sözlerdir." (s.86)



"Aylaklık saatlerin yavaş, yılların ise, hızla geçmesine yol açar. Çalışmak saatlerin kısa, yılların ise uzun olmasını sağlar." (s.87)



"Aynı zamanda sana bir şey öğretmeyen acı boşuna çekilmiş acıdır." (s.89)



"Ölçünün iyilik-kötülük değil de, kurnazlık-budalalık olduğu siyasal hayatta en aşağılık oyunlara bile izin verilmesinin nedeni şu olmalı: siyasal kurumlar ölmedikleri için, herhangi bir Tanrı karşısında da sorumlu değildirler. Bireysel ahlakın tek nedeni ise bir gün öleceğimizi bilmemiz ve ondan sonra ne olacağını bilmememizdir." (s.114)



"Şaka olarak bile hiçbir zaman yıldığımızı söylememeliyiz; çünkü bakarsınız, birisi inanır bu sözümüze". (s.120)



"Zeka gösterileriyle bir kadını elde edebileceğini sanmak kadar budalaca bir şey yoktur. Bu konularda zeka güzellikle yarışamaz;çünkü güzelliğin cinsel heyecan uyandırmasına karşılık, zeka böyle bir şey yapamaz.

İnsan bu tutumla, ancak zeka yetki, zenginlik ve ün elde etmenin bir aracı olarak göründüğü zaman bir kadını elde edebilir; çünkü bu durumda kadın sözü edilen olanaklardan yararlanacağını bilir. Ama zeka kendi başına, kişisel hiçbir yanı olmayan büyük bir makina gibi, her kadını kayıtsız bırakır. Unutmaman gereken bir gerçek." (s.121)



"Asıl ustalık herkesin gözkoyduğu bir kadını elde etmek değil, bu nitelikteki bir kadını daha tanınmamışken bulup çıkarmaktır." (s.124)



"Bir şeyi yapabileceğimizi bilmek bile bize yetiyor, bu yüzden belki onu yapmaktan bile vazgeçiyoruz." (s.128)



"Gövdemizin işleyişindeki incelikleri ancak bir hastalık sonucu anlayabiliriz. Aklımızın ve ruhumuzun işleyişini de dengemizi yitirdiğimiz zaman." (s.129)



"Tanrısal adaletin yorumundaki her yetersizlik boş inanlara yol açar. Tanrı'nın adaletini tanıtlamak için girişilen çaba amacını aştı mı, boş bir inana dönüşür." (s.169)



"Cömertçe başkalarının acılarını paylaşarak yaşıyamayan insan, kendi acısını dayanılmaz bir yoğunlukta duymakla cezalandırılır." (s.174)



"Çocuk olmanın hiçbir güzel yanı yoktur: yaşlandığımız zaman, çocuk olduğumuz günleri hatırlamaktır güzel olan." (s.175)



"Birinden öç mü alacaksın? Onu bağışlamış gibi davran: bırak, hayat öç alsın ondan" (s.183)



"Senin düşmanından başkalarının öç almaları kadar tatlı bir öç alma duygusu yoktur. Üstelik, bunun sana iyi yürekli insan rolünü vermesi gibi bir yararı da vardır." (s.183)



"Gene de bir uğraştır beklemek. Bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan." (s.190)


"Çivi çiviyi söker. Ama bir çarmıh yapılır dört çividen." (s.239)



"Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım" (s.240)