Saturday, June 23, 2012

ANNE SEXTON


 ANNE SEXTON
 Oyun yazarı ve şair Anne Sexton 1928’de Massachusetts’de doğdu. Orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak büyüyen Anne, ona uygun görülmüş ‘verili’ hayatı asla benimsemedi. Pamuk tüccarı olan babası alkolikti, annesininse edebi eğilimleri aile yaşamı yüzünden sekteye uğramıştı. Ona çocukluğu boyunca dadılık eden, beraber yaşadıkları büyük halasının bir sinir krizi geçirerek hastaneye yatırılması büyük bir travma yarattı. Süregelen odaklanma sorunu, sınıftaki başkaldırmaları kendini bir yatılı okulda bulmasına sebep oldu. Burada şiir yazmaya ve oyunculuğa başladı. Okulu bitirip üniversiteye başladığı dönemde Alfred Kayo Sexton ile evlendi. 1953’te kızı doğduğunda, Kore’de asker olan kocasının yokluğunda terapiye başlamış bir modeldi Sexton. Westwood Lodge’da tedavi gördü. 1954’te dadısının ölümü üzerine depresyona giren Sexton bir yıl sonra ikici bir kız doğurdu ve terapiye tekrar başlaması gerekti. Durumu kötüleştiği bu dönemde eşi uzaktaydı, çocuk tacizi vakaları ve intihar denemeleri üst üste geldi. Önerilenin aksine hastaneye yatırılmasına ailesi karşı çıktı. Bu sırada terapisti onu yazması için cesaretlendirmekteydi.

Hep söylediği gibi amacı McLean akıl hastanesine kabul edilmekti. En büyük sebep Plath ve Lowell’ın burada yatmış olmalarıydı. Yer yer basında efsaneleşen ve ünü daha da artacak olan bu hastaneden üç büyük Amerikan şairin geçmiş olacaktı. 1957’de Maxine Kumin, Robert Lowell, George Starbuck, and Sylvia Plath’in de katıldığı Robert Lowell’ın Boston Üniversitesindeki seminerlerine katılınca, şiir hayatının merkezi haline geldi. Dostu ve rakibi olan Plath’in ardından  da deliliğini nasıl kullanacağını öğrenecekti. Antolojilere giren şiirlerinin de bulunduğu Tımarhaneye Giderken ve Dönerken (To Bedlam and Part Way Back) kitabı 1960’da yayımlandı. Diğer gizdökümcü şairler gibi şiirlerinin hayatını yansıttığına okuyucusunu ikna eden Sexton’ın şiiri hem teknikleri açısından muhteşemdi hem de dönemin yaygın benzer sorularını gündelik yaşamında barındıran okuyucu kitlesi için oldukça anlamlıydı. Birkaç sene içinde ebeveynlerinin beklenmedik ölümüyle tutunacak tek şeyi kalmıştı: şiir. 1966’da Yaşa Ya da Öl (Live or Die) ile Pulitzer aldığında İngiltere’de çok popülerdi. Pek çok onur üyeliği, (Boston ve Colgate Üniverstielerinde) profesörlük hakkı ve (Shelley Memorial, Guggenheim, Levinson ve Yale Genç Şairler Ödülü gibi) ödül almış olan Sexton’ın 1969’da oyunu Mercy Caddesi (Mercy Street) Off-Broadway tiyatrolarında sahnelendi ve Aşk Şiirleri (Love Poems)kitabı basıldı. Kariyerinin doruk noktasına vardığı bu dönemin ardından Dönüşümler (Transformations) geldi. Aralarında Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Hansel ve Gratel, Rapunzel ve de Uyuyan Güzel’in de bulunduğu, Grimm kardeşlerin 17 peri masalının eleştirel bakış açısıyla yeniden yazımlarından oluşan bu şiir kitabı feministlerin hayli ilgisini çekti. Onun sesi bu noktada artık sadece dışavurumcu değildi, bireyliğinden öte kültürü eleştiren bir hal almıştı. Büyümekte olan kızlarıyla uğraşan şairin dini içeriğe yönelmesi okurlarınca hoş karşılanmadı ve bu durum onu çok sinirlendirdi. Anne Sexton, ona ilham kaynağı olan Yıldızlı Gece tablosunu, pek çok kez akıl hastanelerine gidip geldikten sonra, kaldığı otelden resim yapmak için ayrılıp gittiği tarlada kendini silahla göğsünden vurup ölmesinden (1890) sadece aylar önce yapan Van Gogh ve ölümün şekli ile ilgili konuştukları kayıtlara geçen; ölümünün ardından, başarıya kendinden önce ulaşmasına sitem eden bir şiir yazdığı dostu Sylvia Plath gibi yaşamına son verdi. Kendini kilitlediği garajında arabasından çıkan karbon monoksit gazı ile zehirleyerek 1974’te intihar eden Anne Sexton Boston’da öldüğünde, kısa yazın kariyerinden arta kalan sanatı oldu.

Yıldızlı Gece

Kasaba yoktur,
kara saçlı ağacın
boğulan bir kadın gibi
sıcak gökte süzüldüğü
yer hariç.
kasaba suskundur. Gece, içinde on bir yıldızla fokurdar
Ey yıldızlı gece! İşte bu
istediğim ölümdür

Devinir, hepsi, yaşar
Ay bile bakır zincirlere vurulu fırlar,
atmak isteyen bir tanrı gibi, gözünden çocukları.
Yaşlı görünmez ejder, yıldızları yutar.
Ey yıldızlı gece! İşte bu
istediğim ölümdür:

Gecenin bu aceleci yaratığı tarafından
bu koca ejderce
yutularak hayatımdan ayrılmak
yakınmaksızın
yaşlanmaksızın
yakarmaksızın

Türkçesi: Mavisu Kahya


BÖYLE BİRİSİ
Dışarı çıktım cin çarmış büyücü gibi,
uğursuzluk tutkunu, gece daha yürekli;
şeytanı düşleyerek, yaptım tersliğimi
kır evlerinin üstünden, ışıktan ışığa;
kimsesiz şey, on iki parmaklı akıl fukarası.
Böyle bir kadın tam kadın değildir.
Ben böyle birisi oldum.

Sıcak mağaralar buldum ağaçlar arasında,
tavalar, oymalar, raflarla doldurdum
gömme dolaplar, ipekler, bir sürü öte beriyle;
akşam çorbası pişirdim kurtlar ve periler;
yola getirdim yoldan çıkmışı.
Böyle bir kadın yanlış anlaşılır:
Ben böyle birisi oldum.

Arabana bindim, arabacı.
çıplak kollarımı salladım geçtiğimiz köylerde,
son ışıklı yolları keşfederek; hayatta kaldım
ateşinin hala kalçalarımı ısırdığı yere
ve tekerlerin döndükçe kaburgalarımın kırıldığı.
Böyle bir kadın ölmekten utanmaz.
Ben böyle birisi oldum.
Cumhuriyet Kitap/çev:Cevat Çapan


maxine kumin'e
-sevgili max, bizim dünyamız artık bu-

akıl dupduru olsa
sonra akıl yalın olsa alırsınız bu aklı
alırsınız bu özel durumu ve dersiniz ki
seçme hakkım olsa böyle yaşardım:
mümkün olan şey budur

ne var ki aklı
bütün bunları düşünen kadının, o akıl
bütün bunları mümkün kılan akıl
öyle pek de kolay
kurtaramaz kendini pişmanlıktan
öyle pek de kolay
başaramaz o mucizeyi
aklın ününü oluşturan ya da akla ün katmış olan
canı istediği zaman soyut ve arı olamaz
bu kadın aklı
bilinçle istemeyebilir bile o mucizeyi
bambaşka bir misyonu yüklenecek olan
şu evrende
Anne Sexton, the book of folly,1972

Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir


Dans Edemeyeceksem Bu Benim Devrimim Değildir
Emma Goldman

Emma Goldman, ya da herkesin bildiği adıyla 'Kızıl' Emma:
Hayat, doğal olarak, kendisini farklı yaşlarda farklı şekillerde sunar. Ben de sekiz yaşımdan on iki yaşıma kadar Judith olmayı hayal ediyordum. Halkımın, Yahudilerin çektikleri acıların intikamını almayı, Holofernos’un kellesini uçurmayı arzuluyordum. On dört yaşındayken doktor olmayı istedim; böylece sevdiklerime yardım edebilecektim. On beşime geldiğimde karşılıksız bir aşka tutuldum ve bunun acısıyla bir ton sirke içerek romantik bir yoldan intihar etmeyi düşledim. Aşkımdan intihar etmenin beni mezarımda  uçuk ve ilginç, solgun ve şiirsel göstereceğini düşünmüştüm; ama on altıma geldiğimde daha görkemli bir ölümde karar kıldım. Ölene kadar dans edecektim.”

Hayatın kendisini farklı şekillerde sunduğunu şüphesiz hepimiz biliyoruz. Hanginiz intiharının şiirsel olacağını, ya da doktor olup babasının hastalığını iyileştireceğini düşünmedi ki? Hepiniz. Hepiniz istediniz bunları. Kafanızın bir köşesinde hâlâ daha duranları da var, biliyorum.

Artık zaman değişti. Her şeyi anlıyoruz, kavrıyor ve farkına varıyoruz. Ya da öyle olduğunu düşünüyoruz. Her zaman daha iyisini, daha çok haz verenini arıyor, bulamıyoruz. Burnumuzu bir türlü indirmeyi başaramadık. Öyle ki, filmlerdeki aşk öykülerini, kahramanlıkları da göklerde arıyoruz. Gereken kahramanın kendimiz olabileceğini, içinde bulunduğumuz sefilliklerden bizi ancak bizin kurtarabileceğinin de farkında değiliz. Hiçbiriniz dans etmeyi istemiyorsunuz henüz. O kalkık burnun yanında duranların farkında değilsiniz. Kiminiz hiç fark etmeyeceksiniz, kiminiz için de çok geç olacak. Hayat hep böyle değil mi zaten? Bunu siz de pekâlâ biliyorsunuz. Öyleyse neden hâlâ aynı bok çukuruna düşüyorsunuz? Neden oturup kara kara düşünmek yerine kalkıp dans etmeye başlamıyorsunuz?

“Küçüklük böler, genişlik birleştirir. Gelin, geniş ve büyük olalım. Üzerimize gelen önemsiz şeyler yüzünden hayati olanları gözden kaçırmayalım. Cinsler arasındaki ilişkide fethetme ve fethedilme kavramlarına yer yoktur; bir tek bir yüce şey vardır: İnsanın kendisini daha zengin , daha derin ve daha iyi bulması için sınırsız olarak vermesi vardır. Bu arzu tek başına boşluğu doldurabilir ve kadının özgürleşmesindeki trajediyi neşeye ve sınırsız eğlenceye dönüştürebilir.”

Hayatın ne demek olduğunu, yaşamanın ne demek olduğunu her zaman fark eden birkaç kişi oldu. Siz, yaşamak için yanıp tutuşan aymazlar, hem yaşamak isteyip hem de nasıl farkına varamıyorsunuz. Yaşamak dediğinizin dans etmenin ta kendisi olduğunu nasıl hâlâ fark edemiyorsunuz. En çok sizlere acıyorum. Hem yaşamak isteyip hem de dans etmeyi bir kenara bırakan sizlere. Din, aile, kurum ve yasa gibi yine insanın elinden çıkan köhneliklerin esiri olan sizler, kırın zincirleri mademki yaşamak istiyorsunuz. Tutuklanmaktan, dinden çıkarılmaktan, sizi siz olduğunuz için kabul etmeyenler tarafından sevilmemekten korkmayın. Toplumun çirkin ördek yavruları olabilirsiniz ama kırın size vurulan zincirleri. Elbet bir gün kuğularla birlikte yükselirsiniz. Yapabileceğinizin en iyisi şimdilik bu. Ki olur da zincirlerini kıranlar birbirini bulursa, yapmanız gereken yüreğinizi başka bir kuğuya vermekten başka bir şey değildir. İşte o zaman kuğular gökyüzünde beraberce dans etmeye başlayacaktır.

“Yoğun ve bilinçli bir içsel hayatı olan hiç kimse, zihinsel acı ve ıstıraptan azade olmayı umut edemez. Şeylerin sonsuza dek iyi gitmesi arzusunun yerine gelmeyişinden duyulan keder ve çaresizlik, hayatımız boyunca bizi bırakmayan kalıcı duygulardır. Fakat bu duygular bize dışarıdan dayatılamaz; esas kaynağı şu ya da bu kötü kişilerin kötücül eylemleri değildir. Bu tür duyguları koşullandıran şey, varlığımızın ta kendisidir; daha doğrusu varoluşumuzda bize eşlik eden bin türlü müşfik ve hoyrat ipliğin bir arada dokunmuş halini yansıtırlar.”

Dans etmeye başlayan sizler. Siz de şunun farkına varın. Dans etmek demek, sonsuza kadar süren bir mutluluk değildir. Dans etmek demek, yaşamak demektir. Ve yaşamak, mutlulukların ve umutların dansı olduğu kadar keder, acı ve ıstırabın da dansıdır. Yaşamayı öğrenmek, hem çirkin hem de güzel olmaktan geçer. Yaşam hem umuttur hem umutsuzluk, hem neşe hem de keder. Unutmayın, önce dans etmeyi öğrenin. Ve ardından dans etmenizi engelleyecek olan tüm devrimleri silin. Çünkü dans edemeyecekseniz bu sizin devriminiz değildir.

“Evlilik insan doğasına aykırıdır, esas olarak kadınları baskı altında tutmaya yarar ve bir kurum olarak kadınların cinselliklerini özgürce yaşamalarını engeller...

Kadın ile erkek arasında aşkla kutsanmamış, doğal olmayan her türlü birlik fuhuştur.
Kıskançlık ise, aşkın meyvesi olmaktan ziyade, erkeklere seks tekeli kurmayı sağlayan bir bahanedir...

Teizm insan zihnine bir hakaret, ateizm ise hayatın, güzelliğin ve insan bilincinin en güçlü biçimde ve ebediyen onanmasıdır.

Vatanseverlik, dünyamızın her biri demir parmaklıklarla çevrili, küçük parçalara bölünmüş olduğunu ve bazı özel parçalarda doğma şansına sahip olanların, üstünlüklerini başka parçalarda yaşayanlara göstermek için onlara savaş açma ve onları öldürme hakları olduğunu öngörür.

Anarşizm insanın ufkunu açıp onu özgürleştiren bir güçtür; insanlara kendi yeteneklerine güvenmeyi, herkesin eşit ve güvenlikte olacağı bir hayat uğruna mücadele etmeyi,
tek birimiz bile tutsaksak hiçbirimizin özgür olamayacağını öğretir.

Friday, June 22, 2012

Anna Karenina

Anna Karenina: “Aşkın bulunması gereken boşluğu örtmek için icat edilen saygıya isyanın romanı”


“ ‘O adamla burada görüşmeyeceksin ve ne toplumun ne de hizmetçilerin seni ayıplayabileceği bir davranışta bulunmayacaksın… Onu görmeyeceksin. Ve bunun karşılığında, görevlerini yerine getirmeden de, sadık bir eşin tüm ayrıcalıklarına sahip olacaksın. Sana söyleyeceklerimin hepsi bundan ibaret. Şimdi gitme vaktim geldi. Akşam yemeğini evde yemeyeceğim.’ Ayağa kalktı ve kapıya doğru yürüdü.”
Leo Tolstoy, Anna Karenina
Rus Çarı Büyük Petro’nun terk edilmiş bir bataklıkta sıfırdan yarattığı Saint Petersburg şehri, on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde Rus aristokrasisinin, sanatçıların, saray soylularının buluşma merkezi olmuştur. Rimski Korsakovların, Aleksandr Borodinlerin, Sergei Rahmaninofların, Boris Çaykosvkilerin notalara hayat verdiği o dönemde Rus Edebiyatı da altın çağını yaşamaktadır.
Nikolay Gogol ve Aleksandr Puşkin ile başlayan güçlü hareket, Dostoyevski ve Turgenyev’le ivme kazanıp Tolstoy ile bir yanardağ patlamasına dönüşür.
Toprak ve güç sahibi bir kontun oğlu olarak dünyaya gelen Tolstoy, gençlik yıllarında yaşadıklarını İtiraflarım adlı eserinde şöyle anlatır:
“Tiksinti, iğrenme, dehşet duygularıyla, yürek parçalayan bir sızıyla hatırlarım o günleri. Savaşta askerleri öldürdüm, sivil hayatta öldürmek kastıyla insanları düellolara davet ettim. İçtim, kumarda kaybettim, vaktimi anlamsız zamparalıklarla geçirdim. Serflerime ihanet ettim, kumar borçları yüzünden topraklarını sattım. Yalan söyledim, insanları kandırdım. Vahşet, öldürme, sahtekârlık, kitapta yazan tüm suçları işledim… İşte bir on yılı böyle geçirdim ben.”
Genelde on dokuzuncu yüzyıl Rus edebiyatını, özelde Anna Karenina romanını daha iyi kavrayabilmek için Rus toplumunun dayandığı toprak sahipliği ve serflik sistemine kısaca bir göz atmakta yarar olacaktır.
On ikinci yüzyılda resmiyet kazanan bu sistem ile birlikte, bir nevi esir statüsünde yaşayan serflerin toprak sahiplerine kulluğu tam yedi asır sürecektir. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde, o zamanki Rus İmparatorluğu’nun topraklarında yaşayan kırk milyon köylünün yarısını oluşturan serfler, toprağın, mülkün bir parçası olarak doğmakta ve derebeylikler arasında ticari bir meta gibi alınıp satılabilmekteydiler.
On yedinci yüzyıl başlarında tacı eline geçiren Romanov Hanedanı da uzun süre bu sistemin koruyucusu olur. 1861 yılında bu uygulamaya son verilse de serflik sisteminde oluşan sosyal yapı, geleneklerini uzun süre devam ettirir. Nitekim, Tolstoy Anna Karenina romanında bu düzende evlilik müessesine ilişkin geleneksel beklentileri, sistemin nasıl işlediğini, ya da neden işlemediğini şu sözlerle anlatır:
“Fransız usulü, yani çocukların geleceğini ebeveynin şekillendirmesi, kabul görmez hatta kınanırdı. İngilizlerin kızları tamamen serbest bırakma usulü de kabul görmezdi ve bunun Rus toplumunda uygulanması mümkün değildi. Aracı kişileri temsilen birinin çöpçatanlık yapması şeklindeki Rus usulü de her nedense utanç verici bulunur, herkes ve bizzat prenses tarafından alaya alınırdı. Ama kızların nasıl evlendirileceğini ve anne babaların onları nasıl evlendireceğini de kimse bilmezdi.”
Tolstoy işte bu ekonomik düzen ve sosyal ortam içinde doğmuş, Çocukluk, İlk Gençlik ve Gençlik (1852 – 1856), Kazaklar (1863), Harp ve Sulh (1869) adlı eserleri bu topraklarda yazılmıştır.
*  *  *
Artık sıra ‘Her şeyi yazdım Anna Karenina’da, geriye hiçbir şey kalmadı’’ dediği tarihi esere gelmiştir. Dostoyevski’nin “bir sanat eseri olarak katıksız bir mükemmellik” olarak kutsadığı, William Faulkner’in o güne dek “yazılmış en iyi eser” diye göklere çıkardığı bu başyapıt için Orhan Pamuk, Saf ve Düşünceli Romancı adlı kitabında şöyle yazar:
“Anna Karenina’nın dışarıda kar yağarken gece treninde kitap okumaya çalışmasını düşlerken, buna benzer duyumsal tecrübeler yaşadığımızı hatırlarız. Kendimiz de dışarıda kar yağarken yolculuk yapmışızdır belki, ya da kafamızda başka şeyler varken okumanın zorluğunu yaşamızdır… Bu günlük hayat ortaklığı, romanların evrensel gücünü ve sınırlarını belirler.”
Hakkında yazılanlar doğruysa, Tolstoy bir keresinde trenle seyahat etmek üzere istasyona gittiğinde, bir toprak sahibinin metresi olan genç bir kadının intiharıyla karşılaşmıştır. Yıllar sonra “tek sahici romanım” dediği bu sekiz yüz sayfalık dev eseri yazmak üzere masasının başına geçtiğinde şahit olduğu o kederli sona doğru yapılan yolculuğu zihninde kurgulamaya başlar. Ve Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır diye başlar yazmaya.
1877 yılında yayınlanan roman başlangıçta birbiriyle uzaktan yakından hiçbir bağı olmayan iki karakter üzerine inşa edilmiştir:
İlki herkesin herkesi tanıdığı, herkesin herkesi ziyaret ettiği St. Petersburg sosyetesinin gözde gelinlerinden, devlet adamı Aleksey Karenin’in karısı, küçük oğulları Seryozha’nın annesi Prenses Anna Karenina’dır. Anna kocasına büyük bir aşkla bağlı olmasa da hayal edebileceği her şeye sahiptir, ya da öyle olduğuna inanmaktadır. Ta ki, romanın ikinci kahramanı genç, karizmatik Kont Vronski ile tanışana kadar.
“Öyle sanıyorum ki… ne kadar kafa varsa o kadar da akıl vardır sözü eğer doğruysa, ne kadar kalp varsa o kadar çeşit de sevgi olmalıdır bu hayatta.”
Eserin paralel öyküsü ise yazarın kendisini temsil eden, doğanın içinde mütevazı bir yaşam sürmeyi tercih eden Konstantin Levin ile Kont Vronski’ye aşık olduğu için Konstantin’in evlenme teklifini reddeden Kiti adlı genç kadının etrafında gelişir.
Bir yanda genç bir rütbeli askerin aşkı uğruna ailesini ve sahip olduklarını terk etmeyi göze alan sosyetik bir kadın olan Anna Karenina. Öte yanda sıradan bir yaşam düşleyen ve kendinden daha üst bir sınıfa mensup bir kadına aşık olan, bu durum karşısında ne yapacağını kestiremeyen genç bir çiftçi kimliğini taşıyan Konstantin Levin.
Yazar böylece üst tabakadan insanların ve işçi sınıfının on dokuzuncu yüzyıldaki konumlarını, kendi içlerindeki ilişkilerini ve birbirleri hakkındaki düşüncelerini, önyargılarını anlatırken, kast sistemi içindeki çekişmeleri de okurları için yorumlamaktadır.
Anna kendinden yaşça büyük, varlıklı, duygularını gizlemeye alışkın, buna karşın karısına aşık bir adamla evlidir. Ebeveynine tapan, mutlu olmayı isteyen, aile yuvasının sevgisini arayan bir de oğulları vardır.  Bir anda, Kiti ile evlenmeye hazırlanırken o genç ve zengin kadını gördükten sonra güzel sevgilisini terk edip Anna’nın peşinde koşan yakışıklı ve maceraperest bir erkek, Kont Vronski çıkar ortaya.
Anna “Bazen neyi arzuladığını, neden korktuğunu bilmiyordu: Olmuş ya da olacak olanlar mıydı onda korku ya da arzu uyandıran, tam olarak ne istiyordu, bilmiyordu.”
Daha önce böylesine güçlü bir duygu yaşamamış olan Anna başlangıçta direnmeye çalışsa da Vronski’nin çekim alanından kurtulamayacak, aşkı uğruna eşini ve çocuğunu terk edecektir. Bir süre sonra o tutkulu aşk yerini kedere bırakır. Sosyete Anna’ya ve kapıldığı maceraya sırtını dönmüştür. Anna artık oğlunu da görememektedir, boşanmak ister ancak bu isteği kocası tarafından geri çevrilir.
İşler ters gitmeye başladığı sırada yasadışı beraberliklerini sürdüren Anna ve Vronski’nin bir kızları olur. Eski bir arkadaşları onları evinde ağırlar. Yine de, beklenen mutluluk gelmeyecektir.  Vronski “kaderimiz neyse, ya da ne olacaksa, onu biz yazdık ve bundan şikâyet etmiyoruz” dese de,  Anna yeni doğan kızına yakınlık duymamakta, ruhunu esir alan korkuların, kuşkuların etkisi altında ezilmektedir. Vronski’nin sevgisinden de şüphe duymaya başlamıştır.
“Ve bilirsiniz, ölümü düşündüğünüzde hayat daha az çekicidir, ama daha huzurludur.”
Asla huzura kavuşamayacağını anlayan Anna, hikâyenin sonunda kendini ölümün soğuk kollarına teslim eder.
Tıpkı bir tren istasyonunda intihar eden o meçhul kadın gibi… 
Hasan Saraç

ALINTI

Thursday, June 21, 2012

Ivan P. PAVLOV


Ivan P. PAVLOV

Ivan Pavlov’un etkisi çağdaş psikolojinin pek çok alanında yoğun bir şekilde hissedilir. Çağrışım veya öğrenme alanlarında yapmış olduğu çalışmaları çağrışımcılığın geleneksel uygulamadan öznel fikirlere, tamamen nesnel ve niceliksel içsalgıbezi salgılarına ve kas hareketlerine doğru yön değiştirmiştir. Sonuç olarak, Pavlov’un çalışmaları John B. Watson’a davranışı araştırmanın yeni bir yolunu, davranışı kontrol etmenin ve değiştirmenin bir yöntemini sağlamıştır.

Pavlov’un Hayatı (1849-1936)

Tam adı Ivan PETROVİTCH PAVLOV. Pavlov Rusya’nın bir taşra kasabasında, bir köy papazının 11 çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya gelmiştir. Böyle büyük bir ailedeki konumu ona, tüm hayatı boyunca sürdüreceği özellikleri olan erken yaşlarda bir sorumluluk ve çok çalışmayı getirmişti. Pavlov 7 yaşında kafasından önemli bir darbe almasıyla sonuçlanan bir kaza sebebiyle 11 yaşına dek okula devam edemedi.

Babası onu evde eğitti. Pavlov 1860 yılında papazlığa hazırlanma niyetiyle yöresel teoloji okuluna girdi. Ancak Darwin’i okuduktan sonra fikrini değiştirdi. St. Petersburg Üniversitesi’ne devam edebilmek için yüzlerce mil yürüdü. Uzmanlık alanı olarak hayvan psikolojisini seçmişti.

Pavlov üniversite eğitimi ile Rus toplumunda üçüncü bir sınıf olarak doğan aydınlar sınıfına dahil oldu:

Geldiği köylü sınıfı için çok zeki ve çok iyi eğitimli, fakat asla ulaşamayacağı aristokrasi sınıfı içinse çok sıradan ve çok fakirdi. Bu tür sosyal koşullar çoğunlukla kendini özellikle işine adamış, tüm yaşamını kendi varlığını haklı gösteren düşünsel uğraşılar etrafında odaklayan bir insanı ortaya koyardı. Aynı şey Pavlov içinde geçerliydi: kendisini kuramsal bilime ve deneysel araştırmalara fanatik düzeyde adayan Pavlov bir Rus köylüsünün yalınlığı ve enerjisi ile desteklenmişti(Miller, 1962, s. 177).

Pavlov 1875’te mezun oldu ve tıp eğitimine başladı. Ancak tıp eğitimine başlama sebebi bu alanda çalışmak değil, fizyoloji araştırmaları alanında bir kariyer edinme umudu idi. İki yıl Almanya’da çalıştı ve St. Petersburg Üniversitesi’ne dönerek burada bir laboratuar asistanı olarak birkaç zor yıl geçirdi.

Pavlov’un kendini araştırmaya adaması çok önemlidir. Pavlov’un tek amaçlılığı ücret, giyim veya yaşam koşulları gibi pratik meselelerle başka yönlere dağılmadı. Neyse ki 1881’de evlendiği karısı Sara hayatını Pavlov’u günlük sıradan meselelerden korumaya adamıştı. Evliliklerinin ilk yıllarında Pavlov’u çalışmalarından alıkoyacak hiçbir şeye Sara’nın izin vermemesi konusunda mutabık kalarak bir antlaşma yapmışlardı. Pavlov dostça vakit geçirmek için Cumartesi ve Pazar günleri hariç asla içki içmeyeceğine ve kumar oynamayacağına söz vermişti. Pavlov eylülden mayısa dek haftanın yedi günü çalışarak ve yazılarını memleketinde geçirerek hayatı boyunca bu katı programı izledi.

Günlük işlere olan kayıtsızlık özelliği o dereceydi ki , karısı Sara maaşını alma zamanı geldiğinin sıklıkla kendisine hatırlatmak durumunda kalıyordu. Bir defasında karısı Pavlov için “ O kendi kendisine bir takım elbise alma konusunda güvenilemeyecek birisidir.” yorumunu yapmıştı. Pavlov için araştırmalarından başka hiçbir şeye önemli değildi. 73 yaşındayken laboratuarına gitmek için tramvaya binmiş ve tramvay henüz durmadan inmeye çalıştığı için düşüp bacağını kırmıştı. “Pavlov aceleciydi, tramvayın durmasını bekleyemezdi. O sırada orada bulunan ve olaya şahit olan bir kadın ‘ Vay canına! Burada çok zeki ama ayağını kırmadan tramvaydan nasıl ineceğini bilmeyen bir adam var’ “ demişti ( Gannt, 1979, s. 28).

Pavlov 1890 yılına dek ( 41 yaşına kadar ) yoksulluk içerisinde yaşadı ve en sonunda St. Petersburg’da Askeri Tıp Akademisinde farmakoloji profesörlüğü görevini aldı. Evliliğinden sonraki bir süre bir apartman dairesi tutmaya güçleri yetmediğinden kendisi laboratuardaki portatif bir yatakta uyurken karısı bir akrabalarının yanında kalıyordu. Pavlov 1883 yılında doktora tezini hazırlarken ilk çocukları doğdu. Doktorların dediğini göre zayıf ve sağlıksız olan bu çocuk annesinin ve kendisinin kırsal bir bölgede dinlememesi durumunda ölecekti. Büyük çabalar sonucu böyle bir yerdeki akrabalarının yanına yolculuk için gereken parayı ödünç bulabildiler fakat çok geç kalınmıştı ve bebek öldü. Altı yıl sonra hala çok yoksullardı ve karısı Sara işle ikinci oğlu tekrar akrabalarının yanında pansiyoner olarak kalmak durumundaydılar. Pavlov’un maddi problemlerinden haberdar olan bir grup öğrencisi kendi istekleri üzerine bazı konferanslar veren Pavlov’un emeğinin bir karşılığı olduğu vesile ile ona bir miktar para verdiler. Fakat Pavlov bu paranın da tamamını laboratuardaki hayvanlar için harcadı ve kendine bir şey bırakmadı. İşine karşı sorumluluğu çok yüksekti ve kendisini adamıştı, bu yüzden maddi zorluklar onu bunaltmıyordu.

1923 yılında New York’taki bir konferansa katılmak için ABD2ye gittiğinde 2.000 dolarını çaldırdı. Dinlenmek için bir banka oturmuş ve evrak çantasını yanına koymuştu. Kalabalıkları seyrederken dalmış ve çantasını unutmuştu. Gitmek için ayağa katlığında çantasının yok olduğunu gördü. Bu olay üzerine “İnsan ihtiyaç sahiplerini şeytana uyduracak şeyleri ortada bırakmamalı” demişti (Gerow’dan alıntı, 1986, s. 42).

Pavlov’un, daha çok laboratuar asistanlarına yönelttiği şiddetli duygusal patlamaları oluyordu. Bolşevik Devrimi (1917) sırasında bir asistanını deneye 10 dakika geç geldiği için cezalandırmış, dışarıdaki savaşı araştırmalarına karıştırmamıştı. “ sen laboratuara çalışmak için geldiğinde şu devrim neyi değiştirebilir” diye bağırmıştı (Gantt, 1979, s. 28). Bu öfke patlamaları genellikle çabucak unutulurdu. Öğrencileri kendilerinden ne beklendiğini tam olarak bilirlerdi. Pavlov onlara bunu söylemekte asla tereddüt etmezdi. İnsanlara karşı tavrı dürüst ve güvenilirdi.

Pavlov bir şeyler anlatırken meslektaşlarını ve öğrencilerini büyüleyebilme yeteneğine sahip mükemmel  bir öğretmen olarak tanınırdı. Tartışmalarda merhametsizdi, bununla birlikte eğer hata yapmışsa-ki bu çok enderdi- bunu kabul etmeye hazırdı. Öğrencileri tarafından oldukça sevilen Pavlov, öğrencilerini ders sırasında kendi konuşmasını kesmeye ve soru sormaya teşvik eden ender öğretmenlerden biriydi. Ayrıca laboratuarında kız öğrencilerin ve Yahudi öğrencilerin çalışmasına izin veren birkaç Rus bilim adamından birisiydi. Gelişmiş bir mizah yeteneği vardı ve kendisine şaka yapılmasından hoşlanırdı. Cambridge Üniversitesi’nden şeref payesi aldığında birkaç öğrencisi balkondan bir ip sarkıtarak Pavlov’un kucağına doldurulmuş oyuncak bir köpek bırakmışlardı. Pavlov bu köpeği apartmanında masasının yanında muhafaza etmişti (New York Times, 23 Eylül, 1984).

Sovyet rejimi ile olan ilişkileri karmaşık ve zordu. Sovyet hükümetini ve devrimi açıktan eleştiriyordu. Stalin’e tehlikeli derecede keskin ve kızgın protesto mektupları yazmış ve yönetimden hoşnut olmadığını göstermek üzere Rus bilim toplantılarını boykot etmişti. Nihayet 1933’de yönetimi onaylamış ve bu yönetimin Rus halkını bir araya toplama konusunda bazı başarılar elde ettiğini kabul etmişti. Hayatının son üç yılında, 16 yıl boyunca eleştirdiği otoritelerle barış içinde yaşamıştı. Bu tavrına rağmen meslek hayatı boyunca araştırmaları için hükümetten oldukça cömert yardımlar almış ve hükümet baskısından uzak olmuştur.

Pavlov2un otobiyografisinden alınan aşağıdaki pasaj onun hayata karşı tutumunu özetler:

Hayatıma dönüp baktığımda kendimi mutlu ve başarılı bir insan olarak tanımlayabilirim. Hayattan beklenebilecek her şeye sahip oldum: hayata başladığım ilkelerin tamamen kavranması. Mutluluğu zihinsel ve bilimsel çalışmalarda bulmayı hayal ettim- ve buldum. Hayata bana arkadaş olabilecek  bir insan istedim ve bu arkadaşlığı karımda buldum… profesörlüğümden önce hayatımızın tüm sıkıntılarına sabırla katlanan, benim bilimsel tutkularımı daima destekleyen ve benim kendimi laboratuarıma adamam gibi kendisini ailemize adayan karıma minnet borçluyum. Hayattan, bazen uygun olmayan yollarla, nerdeyse el etek çektim ve bundan pişman olmak için bir sebep görmüyorum; hatta tersine bu tavrımda beni şimdi teselli eden şeyler buluyorum (1955, s.46).

Pavlov neredeyse hayatının son anına dek bir bilim adamı olarak yaşadı. Ne zaman hastalansa kendini incelerdi ve öldüğü günde bir istisna olmadı. Bir nöropatolog çağırdı ve semptomlarını tarif etti. Zatürreeden oldukça zayıf düşmüş olmasına rağmen “beynim iyi çalışmıyor, obsesif duygular ve istemsiz hareketler ortaya çıkıyor; kangren yerleşiyor olabilir” demişti. Bir süre için, Pavlov uykuya dalana dek bu belirtilerin anlamını tartışmışlardı. Uyandığında kalkmış, elbiselerini aramaya başlamış, tüm yaşamı boyunca sergilediği aynı sabırsız enerjiyi göstermeye başlamıştı.

“Kalkma zamanı” demişti. “Bana yardım et, beni giydir”. Ve bu sözlerle birlikte yatağa düşmüş ve ölmüştü (Gantt, 1941, s. 35).

Şartlı Tepkiler

Pavlov farklı ve üretken meslek yaşamı boyunca üç araştırma problemi üzerinde çalışmıştı. Birincisi kalp sinirlerinin işlevleriyle, ikincisi birincil sindirim bezleriyle ilgiliydi. Sindirim üzerine yaptığı hayranlık uyandıran araştırması onu dünya çapında tanınan biri yapmış ve 1904’ de Nobel Ödülü’nü kazandırmıştı. Psikoloji tarihinde hayatsal bir öneme sahip olana üçüncü araştırma alanı şartlı tepkiler (conditioned reflexes) idi. Bu araştırma Pavlov’un kariyerinin yönünü değiştirmiş ve psikolojinin gelişimini derinden etkilemişti.

Şartlı refleksler kavramı (pek çok önemli bilimsel gelişmeler gibi) tesadüfi bir keşiften üretilmiştir. Sindirim bezleri hakkındaki çalışmasında Pavlov, denek olarak kullandığı köpeklerin sindirim salgılarını bedenin dışında, gözlenip ölçülebileceğini ve kaydedilebileceği bir yerde toplamak üzere cerrahi bir metod kullanmıştı. Belirli bir bezin salgılarını, sinirlere ve kan miktarına zarar vermeden bedenin dışındaki bir tüpe yöneltmek için cerrahi işlemler zordu. Pavlov bu işlemleri yaparken hatırı sayılır bir zeka ve teknik beceri göstermişti.

Çalışmalarının bir yönü, köpeğin ağzına bir yiyecek parçası konulduğunda istemsiz olarak salgılanan salyanın işlevleriyle ilgiliydi. Pavlov bazen salgının hayvanın ağzına henüz yiyecek konulmadan salgılandığını fark etti. Vaktinden önce gelen bir salya akıntısı söz konusuydu. Köpekler yiyeceği veya onları düzenli olarak besleyen adamı gördüklerinde ve hatta adamın ayak seslerini duyduklarında salya salgılıyorlardı. Öğrenilmemiş salgı tepkisi ile salgı refleksi her nasıl olmuşsa daha önce beslenmeyle ilişkilendirilen uyarıcıyla bağlantılı düşünülmüş veya bu uyarıcıya şartlanmıştı. Bu “ruhsal” refleksler (Pavlov’un dediği şekilde) hayvanda gerçek uyarıcıdan (yiyecek) önce başka bir uyarıcı tarafından uyandırılıyordu ve Pavlov bunun, diğer uyarıcıların (bakıcının görüntüsünün veya sesinin) yiyeceğin yutulması ile sık sık birleştirilmesinden kaynaklandığını anladı. Çağrışımcılar bu olguyu “olayın sıklığı yoluyla çağrışım” şeklinde adlandırdılar.

Pavlov araştırmanın fiziksel niteliğinden ötürü uzun süre bu gözlemi sürdürüp sürdürmeyeceğine dair kuşkular yaşadıktan sonra, 1902’de bu ruhsal refleksleri araştırmaya karar verdi. Ve kısa bir süre içerisinde yeni bir araştırma alanına yönelmiş oldu.

Pavlov (tıpkı Thorndike, Loeb ve kendisinden önce gelen diğerleri gibi) hayvan psikolojisinde egemen Zeitgeist ile uyum içerisindeydi. İlk olarak kendi laboratuar hayvanlarının ruhsal –zihinsel- deneyimleri üzerinde yoğunlaştı. İlk araştırmalarda hayvanların istekleri ve muhakemeleri hakkında, hayvanların ruhsal olaylarını öznel ve insani terimlerle yorumladığı yazılar yazdı. Ancak bir süre sonra dosdoğru, nesnel bir yaklaşım lehine tüm ruhsal –zihinsel- ifadeleri bırakmaya karar verdi. Pavlov bu durumu şöyle anlattı:

Fiziksel salgı bezleriyle ilgili fiziksel deneylerimizde ilk önce hayvanın öznel durumunu zihnimizde canlandırarak, yaptığımız deneyin sonuçlarını dikkatlice açıklamayı denedik. Fakat bu çabamız bir uyuşmazlıktan ve uzlaşma kabul etmeyen bireysel görüşlerden başka bir şey getirmedi. Ve böylece bize tamamen nesnel temeller üzerine oturtulmuş araştırmalar düzenlemekten başka bir yol kalmadı (Cuny, 1965, s.65 ).

Şartlı Refleks Üzerine Çalışmalar
 
Pavlov’un ilk deneyleri oldukça basitti. Elindeki küçük bir ekmek parçasını köpeğe yemesi için  vermeden önce gösterdi. Köpek ekmeği görür görmez salgı başlıyordu. Yiyecek parçası köpeğin ağzına konulduğunda köpeğin gösterdiği salgı tepkisi sindirim sisteminin zaten doğal olan refleks tepkisidir, bu tepkinin ortaya çıkması için öğrenme gerekli değildir. Bu yüzden Pavlov bu tepkiye doğuştan veya koşulsuz tepki ( unconditioned reflexes) adını vermişti.

Bununla birlikte yiyeceğin görüntüsüne salgı tepkisi vermek reflekse dayanan bir cevap değildi, öğrenilmesi gerekiyordu. Pavlov bu tepkiye koşullu tepki (conditional response) adını verdi. Bu tepki koşullu idi çünkü yiyeceğin görüntüsü ile daha sonra onu yeme faaliyeti zihinde birleştirilerek bir çağrışım oluşturulmuştu.

Pavlov’un çalışmalarının Rusça’dan İngilizce’ye tercümesinde, Amerikalı bir öğrenci olan W. H. Gannt koşullu (conditional) kelimesi yerine şarta bağlı, şartlanmış (conditioned) kelimesini kullanmıştı. Gantt daha sonra yaptığı bu değişiklikten ötürü pişman olduğunu belirtmiştir. Bununla birlikte ‘şartlanmış refleks’ kabul gören terim olarak kalmaya devam etmiştir (Fishman & Franks, 1992).

Pavlov kısa bir süre içerisinde herhangi bir uyarıcının, hayvanın dikkatini korku veya kızgınlık uyandırmaksızın çekebilmek şartıyla koşullu salya tepkisi üretebileceğini keşfetti. Bu amaçla zil, sinyal veren bir alet, ışık veya metronom tıkırtısı kullandı.

Pavlov’un tipik titizliği ve doğruluğu salyayı toplarken kullandığı detaylı ve karmaşık teknikte de kendini gösteriyordu. Köpeğin yanağında açılmış bir boşluğa içerisinden salya salgısının akacağı plastik bir tüp bağlanmıştı. Her bir salya damlası hassas bir zembereğin üzerinde duran platforma düştüğünde, platformun hareketi döner bir kabın üzerindeki işaretleyiciyi çalışır hale getiriyordu. Her bir salya damlasının tam olarak kaydetmeyi mümkün kılan bu düzenek, Pavlov’un deneysel koşulları standart hale getirmek, sıkı kontroller uygulamak ve hata kaynaklarından kurtulmak için gösterdiği kılı kırk yaran çabalarına bir örnek olarak verilebilir.

Pavlov çevreden gelebilecek müdahaleleri önleme konusunda oldukça kaygılıydı, bu yüzden araştırmaları için küçük odalar tasarlamıştı. Deneyci diğer bir hayvanla meşgul olurken deney hayvanı küçük bir odanın içinde koşum takımına yerleştiriliyordu. Deneyci daha sonra çeşitli koşullandırıcı uyarıcıları çalıştırıyor, salya topluyor ve hayvana görünmeden yiyeceği hazırlıyordu.

Bu önlemler Pavlov’u tamamen ikna edemiyordu. Konuyla ilgisi olmayan uyarıcıların hala deney hayvanlarına ulaşabileceğine inanıyordu. Bu sebeple daha sonra Sessizlik Kulesi olarak bilinecek olan, fazladan kalın cam tabakası ile kapatılan pencereleri, kapatıldığında hava dahi geçirmeyen çift çelik kapılı odaları ve kuma iyice oturtulan katları destekleyen çelik direkleriyle üç katlı  bir bina dizayn etmişti. Samanla doldurulmuş bir hisar hendeği binayı çepeçevre sarmıştı. Titreşimlerin, seslerin, ısı farklılıklarının, kokuların ve hatta hava akımının dahi deney ortamını etkilemesi önlenmişti. Deney hayvanlarını, maruz kaldıkları koşullandırıcı uyarıcıdan başka bir şeyin etkilememesi sağlanmıştı.

Tipik bir koşullanma deneyi şu şekilde yapılır. Koşullu uyarıcı -örneğin bir ışık- verilir. Hemen ardından koşulsuz uyarıcı –yiyecek- hemen gösterilir. Birkaç kez yiyecek-ışık çiftinin gösterilmesinden sonra hayvan ışığın görüntüsüne salya salgılar. Ve böylece hayvan koşullu uyarıcıya tepki vermeye şartlanmış olur. Işık ve yiyecek arasında bir bağ veya çağrışım kurulur. Öğrenme veya şartlanma, birkaç defa ışığı yiyecek takip etmedikçe gerçekleşmez. Bu nedenle, öğrenmenin oluşabilmesi için pekiştirme (reinforcement), yani besleniyor olma gereklidir.

Koşullu tepkilerin şekillenmesi araştırmalarına ek olarak Pavlov ve arkadaşları, hepsi günümüz psikoloji literatüründe gayet iyi tanınan terimler olan pekiştirme, sönme, kendiliğinden geri gelme, genelleme, ayırt etme ve üstelli koşullanma gibi diğer olguları araştırdılar. Meslekten yaklaşık 200 kişi Pavlov ile çalışmak için gelmişti. Uzun bir döneme yayılan bu deneysel program Wundt’tan bu yana herhangi bir araştırma girişimindeki insanların toplamından fazla insanı kapsamıştı. Dikkat edilirse koşullanma durumu tek başına basittir, fakat cevaplandırılması sabır dolu yıllar ve deneysel çabalar gerektiren pek çok soruyu beraberinde getirmişti.

Pavlov bulguları hakkında 1923’de, yani araştırmasından 20 yıl sonra, başlangıç niteliğinde bir rapor hazırladı. Araştırmalarının başlangıcından sonuçlarının rapor edilmesine dek geçen uzun ara, sadece problemin çok geniş faaliyet alanını değil, Pavlov’un bilimsel güvenilirliğini de test etmişti. Pavlov onları açığa vurmadan önce, bulgularının geçerliliğinden ve tamlılığından emin olmak istiyordu.

KAYNAK:

SCHULTZ, Duane P.& SCHULTZ, Sydney Ellen  (2002) A History Of Modern Psychology

Tuesday, June 19, 2012

Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm - Zülfü Livaneli


Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm - Zülfü Livaneli

Zülfü Livaneli’nin bir şarkı tadındaki romanı Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm haftalardır Çok Satan Kitaplar Listesinde yer alıyor.
Sanatçı Zülfü Livaneli’nin son zamanlarda yayımlamaya başladığı romanlarının sonuncusu olan Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm okurlar tarafından ilgiyle karşılanan kitaplarından biri. Çok Satan Kitaplar Listesinde yer alan kitabın arka kapağında Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm ile ilgili şu cümlelere yer veriliyor:
"Gerçek bir şaheser! Teknik ve psikolojik olarak mükemmel! Öldürmek mi bağışlamak mı ikilemini en iyi veren roman." Yaşar Kemal
"Arkadaşlarım bunun farkında değil ama ben bu bağlantıların üstünde ya da dışındayım. Onlar gibi davranmaya, onlara benzemeye çalışıyorum, lakin içim farklı, işte romanı yazan zavallı arkadaşımın inemediği derinliklerden biri de bu. O beni, politik geçmişi olan ve Kuzey sürgününe savrulmuş, sıradan insanlardan biri sanıyor. Başımdan geçenleri, benden daha ilginç buluyor. İçimdeki derin ve köklü karanlığın farkında değil. Çünkü insanları konuşarak tanıyamazsınız. Konuşmak, canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı. Dil yalan söylüyor, olanları çarpıtıyor, insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor. Bu yüzden, insanları dinlemek onları anlamak için yeterli değil."
12 Mart rüzgârlarının İstanbul'dan Stockholm'e savurduğu bir mülteci olan Sami Baran, yattığı hastanede Türkiye'den bir hastayla karşılaşır. Bu adam, başına gelenlerin sorumlusu olarak gördüğü eski bir bakandır. Ondan intikamını almak amacıyla Şili, Uruguay, İran gibi farklı ülkelerden gelmiş mülteci arkadaşlarıyla birlikte bir plan yapar.
Ancak, bu planı gerçekleştirmek o kadar kolay olmayacaktır: Sami Baran, anadilin yeri geldiğinde düşmanla da anlaşma aracı olabileceğini hesaba katmamıştır. Ve bu, planın önündeki engellerden sadece biridir...
Zülfü Livaneli'nin usta kaleminden, sürgün yaşamı ve öldürmek-bağışlamak ikilemi üzerine, okurları ve eleştirmenleri değişik kurgusu ve beklenmedik final(ler)iyle de etkileyen, kusursuz bir roman.
Oldukça sarsıcı bir olay örgüsüne sahip olan Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm okuyan herkesi içine çeken bir şaheser olarak görülüyor. Zülfü Livaneli’nin imzasıyla Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm Doğan Kitap’tan çıktı

Kısa alıntılar:

***Başımdan geçenleri,benden daha ilginç buluyor.içimdeki derin ve köklü karanlığın farkında bile değil.çünkü insanları konularak tanıyamazsınız.Konuşmak ,canlı yaratıklar arasındaki en etkisiz iletişim aracı.Dil,yalan söylüyor,ıolanları çarpıtıyor,insanlığın hiç bıkıp usanmadığı klişeleri tekrarlıyor.Bu yüzden insanlaı dinlemek,onları anlamak için yeterli değil.(24)

***Ben ömrüm boyunca bir köpek olarak yaşamıştım ama artık kesin kararım,bir kediye dönüşmekti.Artık hayatımda bir köpek gibi yaltaklanmalara,bağlanmalara,başkalarını kendime bağlama çabalarına,başımı okşatmaya,sevgi ve sıcaklık ihtiyacı içinde insanların bacaklarına sürünmeye,kuyruğumla birlikte tüy kıçımıda sallayarak sevimli görünme gayretine hiç yer yoktu.........Oysa şimdi bir kediyim ben:Uzak,denetimli,soğukkanlı ve güçlü bir kedi.Eski Mısır'da Beni Hassan'da yapılmış üçyüzbin kedi mumyasından biriyim:Onlar kadar soğuk,onlar kadar güçlü ve mağrur. (26-27)

***O dönemde henüz Tarkovski'yi bilmiyordum ama bana göre felsefe ile sinema arasında derin bağlar vardı.(67)

***Çok hoş bir insandır annem. Arkadaşları gibi o da her olayı mutfak zamanlamasına göre anlatır: "Tam fasulyemi ayıklayıp, soğanımı soymayı bitirmiştim, tencereye koyacaktım ki sokaktan bir gürültü geldiğini duydum." O sırada, iki kişinin ölümüyle biten bir trafik kazasından söz etmektedir ama sizin bunu anlamanız biraz zaman alır. "Sabah kalktım. Geceden ıslattığım barbunyayı süzeyim de kara suyu çıksın diye mutfağa gidiyordum ki, tam o sırada askerler bizim sokağa daldı." Annemin arkadaşları da böyle konuşur. Eminim insanığlunun aya ilk olarak ayak bastığı saniyeyi bile, tencerede soğan öldürmeyle birleştirerek anlatır bunlar. Ve yaptıkları yemekten birinci tekil kişi mülkiyetiyle söz açarlar: Etim, fasulyem, barbunyam, soğanım, pırasam, kıymam, böreğim.... (76)

***Karısına,"şiddetten nefret ediyorum ama ne yazık ki şiddeti durdurmak da şiddet kullanmayı gerektiriyor" dedi. (87)

***"Yanlışa karşı çıkıyorum ama doğruyu gereken güçte savunamıyorum" demişti."Ben biraz korkağum galiba." (89)

***Galiba aşk, utanç duyusunun ortadan kalkması demek. İki kişinin birbirine karşı hiçbir şeyden, hiçbir düzeysizlikten utanmaması demek.Filiz'le birbirimize öyle cümleler kullanıyorduk , öyle sözler söylüyorduk ki, bir üçüncü kişinin bunları duymasına dayanamazdık... (100)

***Yüzünün hep hüzünle gölgeli olduğunu fark etmiştim.Buna karşılık insanlarla konuşmasında müthiş bir enerji ve sevecenlik yüklüydü.Sanki hüznü kendisi içindi de iyiliği bütün insanlara yönelikti. (158)

***Herhalde mutluluk dedikleri bu olsa gerek:Biraz güvenlik,biraz can sıkıntısı . (221)
ÇALINTI

Frantz Fanon “Dünyanın Lanetlileri”

 
Frantz Fanon: Dünyanın Lanetlileri Şimdi Nerede?

Şimdi asıl mesele kârlılık değil, verimliliğin artıp artmaması ya da üretim oranları değil. Hayır, mesele doğaya dönüş meselesi değil. Bugün temel mesele insanı yaralayan, aklını parçalayan yönlere sürüklememek. Yetişme fikri insanı insanlığından çıkarmanın, kendinden, iç bilincinden ayırmanın, onu kırmanın, yok etmenin bahanesi olamaz.

Frantz Fanon otuz altı yaşında lösemiden öldüğünde Cezayir henüz bağımsızlığını kazanmamıştı. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı bugün “gelişmekte olan ülkeler” olarak nitelendirilen coğrafyalarda “gelişmiş” hamilerinin buyruğu altında yaşıyordu. Batı hümanizmasının hâkim söylemi “ilkel ve çocuk kalmış” toplumları uygarlaştırmak ve büyütmek sevdasından vazgeçmemişti henüz. Dünya iki kutupluydu ve bu iki kutbun arasında rüştünü ispatlayamamış bir üçüncü dünya, siyasette söz söyleme sırasının kendisine gelmesini bekliyordu.

Fanon 1925’te Fransız sömürgelerinden birinde, Karayipler’in Martinik adasında doğdu. 18 yaşında Nazilere karşı savaşmak üzere Fransız ordusuna katılan Fanon, savaştan sonra Fransa’da tıp ve psikiyatri eğitimi gördü. Kişisel deneyiminden yola çıkarak beyaz bir toplumda siyah olmanın imkansızlığını ve sömürge kültürünün insan ruhu üstündeki etkilerini anlattığı ilk kitabı Siyah Deri, Beyaz Maske’yi bu dönemde yazdı. 1953’te dokuz milyon Arap ve Berberi’nin bir milyon Fransız tarafından yönetildiği Cezayir’de psikiyatrist olarak çalışmak üzere Fransa’dan ayrıldı. Cezayir’de işgalin kültürel ve psikolojik etkileri üstüne çalışan Fanon, ulusal hareketin başlamasıyla birlikte Ulusal Bağımsızlık Cephesi’ne katıldı ve sınır dışı edilene kadar etkin olarak Cezayir’in bağımsızlığı için mücadele etti. 1961’de, ölmeden hemen önce, son kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’ni tamamlayan Fanon’un eserleri birçok dile çevrildi ve sayısız çalışmaya konu oldu.

Fanon yazdıklarında o güne kadar üzerinde pek durulmayan bir konuya, tahakkümün kültürel ve ruhsal boyutuna eğilerek, emperyalizm ve ırkçılık karşıtı mücadelelere yeni bir bakış açısı kazandırdı. Cezayir’deki Fransız yönetimi işgal demekti ama dahası başka türlü olmayı öğrenmek, öğrenmek zorunda bırakılmak demekti. Başka bir dili, başka şekilde davranmayı, başka şekilde giyinmeyi, işgalcinin anladığı anlamda “uygar insan” olmayı öğrenmeliydi işgal edilen ülkenin yerlisi. Kendi kültürünün aşağı olduğunu kabul etmeliydi. Fanon bu kültürel bozgunun yarattığı ruhsal tahribatı, işgal edilen toprakların asıl sahibinin kendi ülkesinde yabancılaşmasını bizzat gözlüyor; eğitimini aldığı Batı biliminin yerli karşısındaki kifayetsizliği ve kibri karşısında, deneyimi ile örtüşen özgün tıbbi yöntemler geliştiriyordu.

Doktorluğu siyasi duruşundan ayırmıyordu Fanon. İşgalin şiddetinin, işgalci güçlerin varlığı kadar, bu kültürel ufalanma ve aşağılanmada saklı olduğunu söylüyordu yüksek sesle. Bağımsızlık mücadelesinin, bu şiddeti, bu yabancılaşmayı sona erdirmenin yegâne yolu olduğunda ısrar ediyordu. Dönüştürücü bir gücü vardı direniş hareketlerinin. Yeni bir insan, yeni ve özgün kavramlar yaratmanın yolu mücadeleden geçiyordu. Fanon’un askeri zorun iktisadi ve siyasi tahakkümün olmazsa olmazı olduğu bir dönemde işgal altındaki halkın şiddete başvurmasını onaylaması ve şiddetin onarıcı gücünden bahsetmesini onaylamıyordu kimi solcu aydınlar. Fakat Fanon için şiddet eşitsiz koşullarda kendi kimliğinin aşağılığına inandırılmaya çalışılan bir birey için özsaygısını inşa etmenin ve işgalciye direnmenin tek vasıtasıydı. Kamusal bir siyasi alanın mevcut olmadığı bir dönemde işgal saf şiddet demekti ve ona karşı yalnız şiddet ile direnilebilirdi (Sekyi-Otu, 1996:118).

Bağımsızlık ile bitmiyordu mücadele. Bağımsızlığını kazanmış ülkeler, henüz kendi ulusal kültürlerini inşa edemeden, kendi yollarını çizemeden, kendi kaderlerini tayin etmelerini sağlayacak bir ulusal bilinç geliştiremeden Soğuk Savaş’ın sağladığı sözde avantajdan faydalanmaya, kapitalist ve sosyalist dünya arasında seçim yapmaya itiliyordu. Fanon ise yeni bir dünya hayal edebilmenin kendi yolunu bulma mücadelesinden, Üçüncü Dünya’nın hakkı olanı talep etme mücadelesinden geçtiğini söylüyordu. Gelişmekte olan ülkeler ne yol izleyeceklerine, neyi üreteceklerine, neyi ihraç edeceklerine kendileri karar vermeliydi. Fakat bizzat sömürü ile semirmiş gelişmiş ülkelerin elinde kaynaklar, bağımsızlığını yeni kazanmış ülkeyi yola getirmeyi sağlayan ve işbirliği koşuluyla dağıtılan birer silaha dönüşüyordu.

Tuzaklarla dolu bir yoldu bağımsızlıktan egemenliğe giden yol. Kehanette bulunmuyordu Fanon, uyarıyordu. Ulusal bağımsızlık mücadelesinin liderlerinin nihayet kavuştukları yönetimleri tekellerinde sultaya dönüştürme eğilimine karşı uyarıyordu. Yeni yeni ortaya çıkmakta olan şehirli üst sınıfların Batı burjuvazisinin bir karikatürü olmaktan öteye gidemeyeceklerini söylüyor, kendi çıkarları doğrultusunda sömürge mirasını uzatmaktan başka arzusu olmayacak bir kapitalist sınıftan burjuva toplumu yaratma beklentisinin yersizliğine işaret ediyordu. Yerli entelektüelin Batı’dan borç alınmış dili ile kendini gerçeğin tek ve hakiki savunucusu sanmaya yatkın kibrine ya da sözüm ona halkçı bir ilgiyle eski ve geleneksel kültürel formları şeyleştirmeyi marifet sayan takipçiliğine karşı uyarıyordu.

Bugün Yeryüzünün Lanetlileri’nin yazılmasının üstünden neredeyse elli yıl geçti. Cezayir’e bağımsızlık Fanon’un umut ettiği dönüşümü getirmedi. Tersine, tuzaklara takıldı bir bir bağımsızlık mücadeleleri. Pek çok eski sömürgede ulusal yönetim güçlü azınlıkların -generallerin ve bürokratların- eline geçti. Ulusal bağımsızlık mücadeleleri yerini etnik ve dini çatışmalara bıraktı. Gelişmekte olan ülkelerin “bağımsız” yönetimleri iktisadi egemenliği ulusal ve uluslararası teknokratlara devretti. Postmodern söylenceler küreselleşme ve tek kutuplu dünyayı, ideolojilerin ve ütopyaların sonu ilan etti. Aydınlanma felsefesi eski cazibesini yitirdi. Görünürde “gelişmiş” ülkelerin “gelişmiş” devletleri, uygarlaştırma projesinden vazgeçti, bayrağı piyasanın serbest koşusuna devretti.

Kimilerine göre Fanon’un tarif ettiği mücadelenin koşulları ortadan kalktı. Bugün Birinci Dünya yalnız Batı’da değil çünkü; yalnız beyazlar değil zenginlikten ve güçten payına düşeni alan. Bugün “gelişmekte olan” ülkelerde yalnız Batılı gibi giyinmek, Batılı gibi görünmek sevdasında olan egemenler değil söz söyleyen. Küreselleşme kültürel çoğulculuğu mümkün kıldı; ırkçılık, ayrımcılık, kültürel tahakküm ortadan kalkmadı şüphesiz, fakat çok yol kat ettik bu kimilerine göre.

Hakikaten dünyanın lanetlileri şimdi nerede?

Uygarlaştırılması gereken Üçüncü Dünyalar çoğalıyor Birinci Dünyalar içinde. Fanon’un pek güzel tarif ettiği Üçüncü Dünyalılığın ruh hali göçmenlerde ve kültürel azınlıklarda devam ediyor. Siyasi hayattan dışlanan, kültürel olarak hor görülen, iktisadi anlamda güçsüz kitleler Doğu’da ve Batı’da, Kuzey’de ve Güney’de azalmıyor. Gelişmiş ülkelerin gelişmemiş göçmenleri eğitilmesi gereken, topluma uyumu sorun teşkil eden taraf olarak en iyi ihtimalle özümlenmek ile ikinci sınıf kalmak arasında tercih yapmak zorunda bırakılıyor. Dünyanın geri kalmış bölgelerine uygarlık ve özgürlük götürme gerekçesiyle meşrulaştırılan işgaller ve askeri müdahaleler sona ermedi. Evrensel olarak sunulan kimi değerler makul olanın sınırlarını belirlemeye devam ediyor. Farklılıkların bir arada yaşayabildiği küresel bir kültür temenni eden nice yazar-çizer piyasa ekonomisini ve liberal demokrasiyi bu küresel kültürün olmazsa olmazı tayin etti. İktisadi eşitsizliğin doğal olduğu belletilirken doğduğu coğrafyanın, ırkın ve cinsiyetin sancısıyla uyanmaya devam ediyor yeryüzünün lanetlileri.

Bugün Fanon’u okumak insanlık durumunun değişmeyen yaralarını fark etmenin yanında daha iyi bir dünyanın ancak hakların ve kaynakların adil dağıtımı ile gerçekleşebileceğini hatırlatıyor.

Fanon’un Türkçeye Çevrilen Eserleri
 
2007. Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul: Versus Yayınları.
1996. Siyah Deri, Beyaz Maskeler: Ezilenlerin Psikolojisi ve Yabancılaşma, çev. Mustafa Haksöz. İstanbul: Sosyalist Yayınlar.
Yeryüzünün Lanetlileri, İstanbul: Sosyalist Yayınlar, çev. Şen Süer Kaya. İstanbul: Sosyalist Yayınlar.
Yeryüzünün Lanetlileri, çev. Bayram Doktor. İstanbul: Birleşik Yayıncılık

Kaynakça
Fanon, Frantz. 2004. The Wretched of the Earth, çev. Richard Philcox. New York: Grove Press.
Fanon, Frantz. 1967. Black Skin, White Masks, çev. Charles Lam Markmann. New York: Grove Press.
Sekyi-Otu, Ato. 1996. Fanon’s Dialectic of Experience, Cambridge: Harvard University Press.

Sunday, June 17, 2012

Holokost ve Türkiye


Turkey, the Jews and the Holocaust

 “Tarihe hakikat’in ne lüzumu var? Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur, Yalan Şarkta ayıp değildir.”[1]

Falih Rıfkı Atay  yukarıdaki sözleri söylerken bir gerçeği işaret ediyordu. Bu gerçek Osmanlı için ne kadar doğruysa ardılı olan T.C. için de aynı derecede doğrudur.  Resmi tarih baştan sona bir yalan manzumesidir. Bu yalan manzumesi içindeki karanlık noktalardan biri de Holokost sürecinde Türkiye’nin tavrı ve TC’nin diplomatlarıyla birlikte Türkiye kökenli ve TC vatandaşı uyruklarını Holokost’tan koruduğu ve kurtardığı yalanıdır. Son yıllarda keşfedilen bu yalan bir anlamda işlevseldir de 1915 soykırımının  inkar ve perdelenmesinde kullanılmaktadır. “[H]olokost ve Yahudilerin Türkiye tarafından kurtarılmış olmaları varsayımları Türkiye gündemi için bir ko­nu olarak ansızın keşfediliverdi. Ancak bu ilgi, o dönemde ger­çekten neler yaşandığının ortaya konulmasına yol açmadı. Sa­vaş esnasında kurtarılmaktan imtina edilen Yahudiler, artık Türkiye'ye yöneltilen uluslararası eleştirilere cevap vermekte kullanılıyorlardı. Ayrıca, göstermelik bir şekilde holokost kur­banlarının yanında yer alma tavrı, sık sık Ermeni soykırımını inkâr etmekte kullanılıyordu.”  Oysa gerçeklik farklıdır, Türkiye’nin holokost sürecindeki tutumu Türkiye kökenli ve Türkiye vatandaşı binlerce Yahudinin  tehciri ve ölümüyle noktalanmıştır: “Wannsee Konferansı'nın tutanaklarından, Nazilerin "nihai çözüm"e dair planlarının, tarafsız ve müttefik devletlerde yaşa­yanlar da dahil olmak üzere, Avrupa'daki tüm Yahudilerin öl­dürülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Tutanaklarda bulunan ve Avrupa devletlerinde yaşayan Yahudilerin sayısını gösteren bir listede, Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarında 55.500 Yahudinin yaşadığı belirtiliyordu… Avrupa'da yaşayan 20.000 ila 25.000 kadar Türkiye­li Yahudi, Nazilerin orada uyguladığı Yahudi takibatına uğradı, binlercesi tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi, büyük kısmı öldürüldü. Türkiye Yahudilerinin Avrupa ülkelerindeki dağılımı çok farklıydı, en büyük bölümü Fransa'da yaşıyordu. Pek çok ülkede Nazi makamlarının gerçekleştirdiği yabancı tabiiyetli Yahudilerin sayımında "Türkler" üçüncü veya dördün­cü sırada yer alıyordu. Türkiye Yahudileri hakkındaki bilgile­re genellikle diğer Yahudilerin soykırıma ilişkin anlatımların­da tesadüf ediyoruz.” Corry Guttstadt Türkiye, Yahudiler ve Holokost[2] adlı kapsamlı ve titiz incelemesi ile bu yalanın üstünü açarak hakikati gözler önüne serer. Türkiye kökenli veya Türkiye vatandaşı binlerce  Yahudi holokost esnasında Auschwitz ve Sobibor ölüm kamplarına, Ravensbrück, Buchenwald, Mauthausen, Theresienstadt, Dachau ve Bergen-Belsen kamplarına tehcir edildi­ler. “Birçoğu buralarda hayatını kaybetti. Bir kısmı ise Drancy ve Westerbork kamplarındaki mahkûmiyet koşullarına daya­namadılar ve ya vurularak öldürüldüler ya da Gestapo'nun iş­kencesi altında can verdiler.”

Guttstadt’ın çalışmasında gerek Osmanlı döneminde gerekse TC döneminde çeşitli Avrupa ülkelerine giden Yahudilerin sosyo - ekonomik durumlarını, Savaş öncesindeki çeşitli ülkelerdeki şehirler bazındaki nüfuslarını okuyucularla paylaşarak, Osmanlı topraklarından Avrupa’nın çeşitli şehirlerine serpilen Yahudilerin ayrıntılı bir portresini çizer. Ölüm kamplarında ve ölüm yürüyüşlerinde can veren Türkiye kökenli ve TC vatandaşı Yahudilerin rakamlarını, istatistiklerini ve isimlerini vererek tarihe bir not düşerken çok önemli bir noktanın altını çizer:  “Holokostta ölen Yahudi kurbanların sayısını tespit etmek için yapılan her girişim, aslında bu insanların başlarına gelen akıl almaz acıların, yaşadıklarının üzerini örtmek, hattâ bunla­rı hafife almaktır, çünkü yıllarını tutuklanma korkusuyla geçi­renlerin, tavan aralarında, duvar boşluklarında, küçücük hüc relerde veya ormanlarda saklanmak zorunda kalanların ya da tehcir edilmemek için canlarına kıyanların çektiği acıları göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Ve kendileri tehcirden kur­tulan, ancak çocukları veya eşleri öldürülenlerin acıları neyle, nasıl ölçülebilir?”

Nazilerin iktidarından sonra başlayan somut takipten Holokost’a uzanan süreçte Yahudilerin, Almanya ile işgal ettiği ülkelerde ve nüfuz altındaki çeşitli Avrupa ülkelerindeki Yahudilerin ölüm yolculuklarını  ve Holokost sürecinde TC'nin politikasını mercek altına alınırken TC'nin sistematik ayrımcı politikasını  ve gayrimüslimleri bu coğrafyadan yok edilme sürecinin karanlık /kör noktalarından birine ışık tutar. Türkiye birkaç diplomatın kişisel tavrı  istisna edilirse ezici çoğunluk Ankara’nın holokostu soğukkanlı bir şekilde seyretme  politikasını istisnasız uygulamıştır. “Almanya'nın yürüttüğü savaşta tarafsız kalan Türkiye, Al­manya için önemliydi[3]. Hem bu hem de Türkiye'de yaşayan çok sayıdaki Reich Almanı, Türkiye'nin Avrupa'da yaşayan Yahudilerini koruması için mükemmel ve muazzam imkânlar sağlı­yordu. Çok sayıda Türk diplomatı Yahudi yurttaşlarını Yahu­di karşıtı tedbirlerden muaf tutmak için bu durumu başarıyla kullandı ve yine çok sayıda münferit vakada tutuklanan Yahu­dilerin serbest kalması için kararlı girişimlerde bulundu. Türk Konsoloslukları, bazı istisnai durumlarda Türkiye vatanda­şı olmayan Yahudileri veya eskiden Türkiye vatandaşlığına sa­hip olanları da himayesi akma aldı. Bunlar her zaman hümanist nedenlerden kaynaklanan eylemler olmasa bile, ülkeler bölü­münde belirtilen koşullar Türk diplomatların sahip olduğu ser­best hareket alanının altını çiziyor. Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen örneğinde de görüldüğü üzere, Türk diplomatlarının bir Yahudinin Türkiye vatandaşı olduğunu onaylaması dahi o insanın hayatının kurtulması demekti[r].”

Oysa Türkiye Avrupa’da mültecilerin sınırlarından vizesiz geçemediği tek tarafsız ülkedir. Vize koşulları ve kullanılışı o kadar ağır hükümler içermektedir ki bir anlamda ülke sınırlarından geçiş imkansızdır: “Türk makamlarınca verilen transit vizelerin hepsi kullanılmış olsaydı bile, son mültecinin de kurtulabilmesi için 200 yıla ihtiyaç olacaktı” Oysa ölüme karşı bir yarışa dönüşen  bir durumdan söz ediyoruz. Başbakan refik Saydam yaşanan insanlık dramına seyirci kalmakta tereddüt etmez:  “Burası hiç kimsenin istemediği kişilere yurt olmaz” sözlerini insaf sınırlarında açıklamak güçtür. Nadir Nadi 15 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet  gazetesindeki yazısında geçen “… Musa’nın serseri ahvadının düşüncesiz ve gayesiz yollarını lütfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua edelim” sözleri de bu cümledendir.

“Türkiye, Yahudilerin ülkeye girişinin ve göçünün engellenmesine dair kararnameleri savaşın başlamasından ve Almanya’yla yapılan ittifaktan üç yıl önce çıkarmıştı, yani bu kararnameler özgün Türk siyasetiydi.” Sözleriyle genel blokaja işaret eden Guttstdat, “Cumhuriyetin kurulduğu dönemden itibaren gayrimüslim­ler çok sayıda kısıtlamaya tabiydi. Ermeniler ve Rumların pek çok yere yerleşmeleri, hatta buralarda geçici olarak bulunmala­rı bile yasaklanmış, bu düzenleme kısmen Yahudilere de uygu­lanmıştı. Haziran 1923 itibarıyla gayrimüslimlerin serbest do­laşım hakkı kaldırılmıştı. Türkiye içinde yapacakları seyahat­ler için özel bir izin almak zorundaydılar; bazı bölgelere girme­leri ise tümüyle yasaklanmıştı.” Sözleriyle genel kısıtlamaların yanında,  TC'nin vatandaşı olan gayrimüslimlere karşı Kemalistlerin (2. Jöntürk)  kuruluştan itibaren İttihat ve Terakki’den (1. Jöntürk) devraldıkları ayrımcı,  dışlayıcı ve bu coğrafyadana kazınmalarına yönelik siyasetin örneklerini vererek,  kırılma noktalarına işaret eder: Azınlık karşıtı kampanyalar, Ekonomik Türkleştirme: İşten atmalar ve meslekten uzaklaştırmalar, Lozan anlaşmasıyla düzenlenmiş olan azınlık haklarının içinin boşaltılması, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Mecburi iskan, 1934 Trakya olayları, 1941-42’de  Gayrimüslim erkeklerin zorunlu çalışmasına  yönelik 20 Kur’a askerlik, 1942-44 Ekonomik ve kültürel jenocid örneği Varlık Vergisi uygulaması ve ardından gelen zorunlu çalışma kampları…  gibi Lozan azınlıkların bu coğrafyada yer kalmadığını ifade eden uygulamaları özetler. 

Başbakan İnönü bize başkaca yorum yapmamıza gerek bırakmayan sözleri bu politikanın en tepedekinin pervasız itirafıdır: “Başbakan İsmet İnönü, azınlıklara yönelik olarak ga­yet net bir ifadeyle şunları söylüyordu: Vazifemiz Türk vata­nı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hiz­met edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Bu sözler gerek Ankara ve gerekse Türk diplomatların,  Avrupa’da bulunan yurttaşı Yahudiler ile Türkiye kökenli Yahudilere yönelik gerçekliği göz önüne sererken,  bu tutumun daha iyi anlaşılabilmesi için Guttstdat’ın sunduğu, Türkiye’nin içerideki gayrimüslim vatandaşlarına karşı kurucu antlaşması Lozan’dan başlayarak süren  dışlayıcı sürecin ayrıntılı bu özetinden,  bu politikanın bir uzantısının yurt dışındaki yurttaşlarına da uygulayarak binlercesini ölüme yollamasını daha iyi kavrıyoruz. Kemalist rejim, kendi eliyle yok edemediklerini Nazilere yok ettirmekte oldukça cömert davrandığını anlıyoruz: “İki Gestapo memuru bir kişiyi belgelerinin kontrol edilmesi için konsolosluğa getirmişlerdi, bu da ilgili kişi için bir ölüm kalım kararı anlamına geliyordu. Belçikalı Yahudile­rin heyetiyle görüşmekte olan konsolos muavini, Gestapo me­murlarını kabul etmiş ve bir an bile düşünmeden onlara söz konusu kişiyi Türkiye vatandaşı olarak kabul etmediğini söy­lemişti. Oysa onu kurtarmak için elindeki belgenin gerçekli­ği konusunda bir şey diyemeyeceğini söylemesi yeterliydi.”

Türkiye daha savaş başlamadan “bir ceza olarak vatandaşlıktan çıkarma” uygulamasıyla bünyesinde istemediği yurttaşlarını sudan sebeplerle kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartarak yurttaşlarını ölüme göndermekten çekinmemiştir. “Türkiye siyaseti vatandaşlıktan çıkarmayı aynı zamanda kendi içindeki siyasi muhaliflerine karşı bir baskı aracı olarak da kullanıyordu.” 150’likler  listesiyle muhalif unsurları ve olası muhalifleri vatandaşlıktan çıkararak malına ve mülküne de el koymuştur. “Daha cumhuriyet kurulma dan önce, 1922 yılında, geçici Kemalist hükümetin yaptığı dü­zenlemeye göre, ülkeden ayrılan gayrimüslimlere ne pasaport, ne de vatandaşlık belgesi veriliyordu.”  Ayrıca “savaş döneminde yasal olarak Türkiye'den çıkan ve cumhuriyetin kurulmasından sonra tekrar Türkiye'ye dönmek isteyen bazı Yahudilerin ülkeyi giriş izni almakta zorluk çektiklerini, Türkiye'de yaşayan Yahu dilerin de cumhuriyetin ilk yıllarında kimlik belgesi almakta sıkıntı yaşadıkları” da sık dile getirilen şikayetler arasındadır. Savaş döneminde kaybedilen topraklardan Gayrimüslim muhacirlerin ülkeye girişlerine izin verilmediği de bir gerçektir. Ankara da bu uygulamayı sürdürmüştür. Kemalistlerin ilk kabul ettikleri yasal düzenleme de savaş döneminde gayrimüslimlerin (özellikle Ermeni, Süryani, Rum ve Pontos) el konulan malların iadesine yönelik İstanbul hükümetini yaptığı düzenlemeyi iptal etmek olmuştur: “Kurtuluş savaşı zaferinden sonra kabul edilen ilk Türk kanunlarından biri, İstanbul Hükümeti'nin 8.1.1920 tarihinde kabul ettiği, savaş ve tehcir es­nasında çalınan malların sahiplerine iade edilmesini öngören kanunu ortadan kaldırıyordu. Dolayısıyla bu yeni kanun, Ermenilerin mülksüzleştirilmelerini onaylıyordu” Bir çok vakada, -Erzurumda oturan Nisim,Nisan ve  Simon adlı üç Yahudi vatandaşında olduğu gibi-  “Türkiye'de yaşayan Yahudiler vatandaşlıktan bile çıkartılıyordu.” Kurtuluş savaşına katılma­malyailgili “1041 No'lu Kanun uyarınca vatandaşlıktan çıkartı­lan insanların birçoğu, savaş döneminde henüz askerlik çağında bile değildi.” Bu gerekçeyle vatandaşlıktan çıkarılıp mal varlığına el konulan Osmanlı Hariciye veziri Noradukyan 75 yaşındaydı. Kitleler halinde vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında kurtuluş savaşına katılmayan kadınlar da bulunmaktadır!

“Türkiye'nin yurt dışı temsilcilikleri, 1920'li yılların sonun­dan itibaren yurt dışında yaşayan Türkiye veya eski Osman­lı vatandaşlarının durumuna dair genel bir inceleme başlat­tı. Türkiye Hamburg Başkonsolosluğumun Kiel Emniyet Mü­dür lüğü'ne yazdığı 9 Haziran 1928 tarihli bir yazıda şöyle de­niyordu: Türkiye Hükümeti'nin aldığı kararlara göre, yaban­cı bir ülkede 6 aydan uzun bir süre ikamet eden her Türk pasa­portunu ilgili Türk konsolosluğuna teslim etmek ve yerine bir kimlik belgesi almak zorundadır.… [B]u uygulamanın, yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının durumlarının incelenmesinin, azınlık mensuplarının birçoğunun vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlandığı döneme denk geldiğini görüyoruz.”  Pasaportlarını telim edenler yenileriyle değiştirilmemekte vatandaşlıktan çıkarılmaktadırlar. O güne kadar düzeli olarak pasaportları yenilenen Russo  ailesi bu uygulamanın örneğidir: "[K]endisine söylendiğine göre Anka­ra'dan gelen bir talimat üzerine pasaportların kendilerinden alın­dığını ve bir daha da geri verilmediğini, yeni pasaport talepleri­nin de (...) geri çevrilmiş olduğunu belirtiyordu. Russo Ailesi bu konudaki tek örnek değildir. Ankara'daki Başbakanlık Arşivi'nde incelediğim dosyalardan, 1928'e kadar verilen vatandaşlıktan çıkarılma kararlarının başka bireyleri de kapsadığı anlaşılmaktadır. Kitlesel vatandaşlıktan çıkarma iş­lemi, ilk defa 1929'da başladı” Kasım 1929'da alınan beş karar­la yurt dışında yaşayan 497 kişi kurtuluş savaşına katılmadık­ları ve dört yıldan beri Türkiye'ye geri dönmedikleri gerekçe­siyle 1041 No'lu Kanun'un hükümleriyle vatandaşlıktan çıka­rıldı.

Uygulama her bir milliyet için farklıdır: “O yıllarda çıkmakta plan Almanya için Türk Ticaret Odası Mecmuası'nda da açıklandığı  üzere Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin her  biri için farklı kararlar vardı. Müslümanlar, Osmanlı dönemin­den kalma eski yazı bir pasaporta sahip olsalar bile kolaylıkla yeni bir pasaport alabiliyor, Ermeniler ise, ancak yeni Türk hükümetinin verdiği pasaportla yurt dışına gittikleri ve Türki­ye vatandaşlığını kaybetmedikleri takdirde yeni bir pasaport alabiliyor ve Türkiye'ye dönebiliyorlardı. Diğer gayrimüslimlere kıyasla 1930'da Yahudiler az da olsa daha iyi bir pozisyona sahiptiler: Yeni hükümetin pasaportu olmadan yurt dışına çıktıkları takdirde, durumlarının incelenmesini isteyebiliyorlar­dı.”

“1929'da başlamış olan kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlem­leri 30'lu yıllarda düzenli olarak sürdürülmüştü. Sadece 1931 yılında 13 ayrı Bakanlar Kurulu kararıyla toplam 1.152 kişi, 1932-1937 zaman dilimindeyse neredeyse 3.000 kişi vatandaş­lıktan çıkarılmıştı.”  Vatandaşlıktan çıkarılan bu kişilerin mal varlıklarına da el konulduğunu söylemeye gerek yok. “1945'te Belçika'da yayımlanan bir raporda, 1935-36'dan itibaren yurt dışında ya­şayan Türkiye Yahudilerinin pasaportlarının ellerinden alındı­ğı yazmaktadır. Mağdurlara genellikle vatandaşlıktan çıkarıl­dıklarına dair bir belge bile verilmediği için, hukuki olarak iti­raz etme imkânı da bulunmuyordu.”

Üstelik bu uygulamalar hükümetin aldığı açıklanmayan gizli bir kararnameye dayanmaktadır. Türk Dışişleri bakanlığı arşivi halen açık olmadığından bu kararnameye ulaşamamaktayız. “Ağustos 1937'de Almanya Ankara Büyükelçiliği'ne Türk hükümetinin yurt dışında yaşayan ve Türkle­rin anavatanıyla ortak bağlan olmayan (...) Türkiye vatandaşla­rını vatandaşlıktan çıkaracağını, bunların çoğunun Yahudiler ol­duğunu bildirir. Konsolosluklar bu arada bu kişilerin birçoğu­nun pasaportlarını ellerinden almış bulunmaktadır. Türkiye Ber­lin Büyükelçisi'nin bazı istisnalar sağlamak için Ankara'da İçiş­leri Bakanlığı nezdinde başlattığı girişimler, söz konusu kişile­rin bir kısmının bu güne dek vergi ve benzeri yükümlülükleri­ni eksiksiz yerine getirmiş olmalarına rağmen bir sonuca ulaşa­mamıştır. Böylece, Berlin'de Türk Ticaret Odası üyesi olan ve Türkiye Büyükelçiliği'yle düzenli ilişkiler içinde bulunan Türki­ye Yahudileri de vatandaşlıktan çıkartılmış oldu.” Bu kararlar diğer milliyetlerden T.C. yurttaşları için de önemli olduğu gibi Yahudi vatandaşlar için ölümcüldür zira vatandaşlıktan çıkarılan bir kişi bir daha ülkeye geri dönememektedir. Bu nedenle  vatandaşlıktan çıkarılma, Holokost sürecinde Yahudiler için ölümcül sonuçlara neden olmuştur. “Başlangıçta Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşlığa kabul ve­ya vatandaşlıktan çıkartma siyasetinin, nasyonal sosyalistle­rin Yahudi takibatıyla en küçük bir ilgisi yoktu. Yurt dışında yaşayan insanların kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartılma­sı 1933 yılından önce başlamıştı. Ancak 30'lu yılların sonun­da ve 40'h yılların başında vatandaşlıktan çıkarmalar asıl ola­rak Avrupa'da yaşayan Yahudilere uygulanmış, bu şekilde Na­zi rejiminin takibatına karşı sahip oldukları himayeden mah­rum bırakılmışlardı. Bu uygulamadan ilk etkilenenler, Alman­ya'da yaşayan Türkiye Yahudileri olmuştu. Bunların birçoğu 1939 yazından itibaren Türkiye vatandaşlığından çıkartılmış­lardı.”

Üstelik konsolosluk vatandaşlıktan çıkardığı kişileri listeler halinde Nazilere bildirmektedir: “Türkiye Yahudi vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkartırken, Alman Nazi makam­larının idari yardımına başvuruyordu. Berlin'de ve daha sonra işgal altındaki Prag'da Türkiye Yahudileri mahkemeye çağrılı­yor, sorgulanıyor, sonra da kendilerine vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresi tebliğ ediliyordu. Bütün bunlar, en geç 1937'den itibaren Gestapo'ya bağlı olan Yabancılar Polisi tarafından ger­çekleştiriliyordu.”  Bu duruma ilişkin çarpıcı bir örneği Berlin konsolosluğunun işleminde görüyoruz:  “ Berlin'de ikamet eden başka bir Türkiye­li Yahudi için Berlin Emniyet Müdürlüğü'ne başvuruda bulu­nan Berlin Türkiye Konsolosluğu'nun 22 Kasım 1936 tarihli yazısından da belli oluyor: Konsolos, Berlin polisinden yuka­rıda ismi belirtilen kişiye ekteki onayı [vatandaşlıktan çıkarıl­ma tezkeresini] imzalatmasını ve ardından kendilerine gönde­rilmesini rica ediyordu.” Görüldüğü gibi Türk konsoloslar ile Gestapo arasında idari paslaşmalar olağan işlerdendir. Vatandaşlıktan çıkarmanın yanında “Türkiye Yahudileri için Türk vatandaşlığının onaylanmasının reddedilmesi  bir ölüm-kalım meselesine dönüşmüştü[r].” Türkiye Yahudilerinin Avrupa’da en kalabalık kolonisini teşkil ettiği Fransa’da cami imamının Büyükelçilikten daha fazla verdiği sahte belgeler Türkiyeli Yahudilerin korumasında çok daha fazla işlevseldir.

“Paris Konsolosluğu desteğini bedelsiz olarak vermi­yordu. Komite, 20 Eylül tarihli bir duyurusuyla hem maddi du­rumu iyi olmayan Türkiye Yahudilerinin konsolosluk ücretle­rinin karşılanabilmesi hem de Türk Kızılayı'na bağış yapabil­mek için Belçika'daki üyelerini büyükçe bağışlar yapmaya da­vet ediyordu. Anlaşılan, Türkiye'deki Yahudiler Türk devletinin hoşgörüsünü nasıl gönüllü bağışlarla satın almak zorunda ka­lıyorlarsa, ölüm tehlikesi altında bulunan Belçika'daki Türkiye Yahudilerinin de vatandaşlıklarının tanınması veya Türkiye'ye geri dönüş izni alabilmeleri için para ödemeleri gerekiyordu. Gösterdikleri ciddi çabalara rağmen, Belçika'da yaşayan Tür­kiye Yahudilerinin büyük çoğunluğu Türkiye'ye geri dönüş için Türk makamlarından onay almayı başaramadılar.”

Gusttstadt,  en fazla Türkiye kökenli Yahudi kolonisin bulunduğu Fransa’da Türkiyeli Yahudilerin kitlesel olarak katledilmesinin kültürel sonuçlarına işaret eder: Sefarad kültürü de holokost kurbanları arasındadır.  “Fransa sadece çok sayıda Türkiye Yahudisi kurban olarak hayatını kaybetmekle kalmadı. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa'da, bilhassa Paris'te yeşeren ve gelişmekte olan Sefarad kültürünün yeni merkezi de böylece yok olup gitti… Sefaradlar'ın yaklaşık üçte biri İs­tanbul'da, İzmir'de, İzmit'te, Edirne'de, Bursa'da, Mersin'de, Adana'da, Ankara'da, Manisa'da, Çorlu'da, Adapazarı'nda, Ça­nakkale'de, Çanakkale Boğazı çevresinde ve Türkiye'nin Avru­pa'da ve Asya'da kalan kısımlarında bulunan bir dizi başka yer­de doğmuştu. Onlar saydığımız bu yerlerde büyüdüler, sonra Fransa'ya yerleştiler, ancak dillerini, örf ve âdetlerini, gelenek­lerini, anavatanın kültürünü teşkil eden ne varsa, hepsini mu­hafaza ettiler. Bu zavallılar, nüfus kayıt dairelerinin bazı tali­matlarına uymayı ihmal etmiş olsalar bile, gururla şunu söyle­mekten hiçbir zaman vazgeçmediler: 'Ben bir Türk'üm!'Savaş onları yakalayınca her biri anavatanlarının himayesi altına girmeye çalıştılar. Türkiye Konsoloslukları ise, üst ma­kamların kendilerine gönderdiği resmi talimatlara uyarak onla­ra yardımcı olmadılar, gözyaşlarını Konsoloslukların kapıları­na döken yardıma muhtaç mağdurları geri çevirdiler. Ankara ve İstanbul'a dilekçeler, arzuhaller yazıldı, heyetler gönderildi. Hiçbiri fayda etmedi. Bütün bu yazıların hepsi boşaydı. Türkiye Hükümeti bütün bu dilekçelere ve ricalara, en yüksek seviyeden ceza ödeme tekliflerine karşı acımasız tutu­mundan taviz vermedi.”

Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarına karşıTürkiye’nin  aldığı bu “pasif tutum nedeniyle yurt dışında yaşayan vatandaşlarını himaye yükümlülüğüne uymadı.Elbette ki, Türkiye’nin tavrına yönelik eleştiriler, kesinlikle Almanların işlediği suçları hafif göstermek ve azaltmak amacıyla kötüye kullanılamaz.” Guttstadt’ın bu sözleri sanki  1915 Soykırımında İttihatçıları nafile aklama çabasında olanlar için söylenmiş gibidir.

Guttstadt, Soykırım sürecinde, Türkiye’nin elindeki imkanlarını kullanmayarak Avrupada yaşayan yurttaşı Yahudileri ölüme yollarken, Yahudi kurbanların yanında olan az sayıda  Türkiyeli konsolosluk yetkililerine de  yer verir . Bunlardan biri; “1989 yılında Yad Vashem Soykırım Araştırma Enstitüsü tarafından, yaptıkları için Uluslararası Dü­rüst İnsanlar Madalyası'yla taltif edilen Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümendir: “46 kişiyi kurtardı. Bunların 26'sının gerçekten Türk pasa­portları vardı. Kurtarılanlar arasında, Rodoslu olmayan, babası Türk ordusunda olan bir hanım vardı. Konsolos onu da kurtardı. Orada as­lında Türk olmalarına karşın vatandaşlıklarını yitirmiş Yahudiler vardı ve Türk konsolos onları da kurtaracak kadar insancıldı.” Bazılarının çabası Ankara’nın müdahalesi ile sonuçsuz kalır. Milano Konsolosu “Nebil Ertok'un Türkiye Yahudilerini Türkiye'ye geri götürmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz kalmıştı. Bu­nun sebebi, muhtemelen sadece Almanların Türkiye Yahudile­rini tehcir etmiş olmasına bağlı değildir. Ankara'nın veya Tür­kiye Berlin Büyükelçiliği'nin İtalya'daki Türkiye Yahudileri için adımlar atmış olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmamak­tadır. Milanolu Türkiye Yahudilerinin hiç olmazsa bir kısmı­nın Bergen-Belsen'e götürülerek Auschwitz'e tehcir edilmek­ten kurtarılmış olmaları, büyük ihtimalle Milano konsolosu­nun çabalarına bağlıdır.” Geri dönüşlerde Milano Konsolosluğundan verilen belgelerin dikkate alınmaması bu çabanın gereği olsa gerek.

Bir Bulgar kaynağında Gümülcine’deki Türkiye konsolosunun takibata uğratılan Yahudileri kurtarmak için gösterdiği gayrete değinilmektedir. “Bu kaynaktan Bulgar işgal kuvvetlerinin yaptığı bir operasyon esnasında, Yahudi bir ailenin Türkiye konsolosluğuna sığınmasına izin verildiğini, konsolosun aileyi Bulgarlara teslim etmeyi reddettiğini öğreniriz.”

Yahudi kurbanların kurtarma faaliyetleri içinde direniş örgütleri ve direniş içinde yer alan birçok Yahudi militanın da rollerine yer verilir: “Spengler-Axiopoulos ve Bowman, Yunanistan'daki Yahudile­rin Yunan Direniş Hareketi'nden ve saflarında çok sayıda Yahu­dinin de çarpıştığı EAM-ELAS partizanlarından aldıkları deste­ği de vurgulamaktadır. Yunan direnişinin Türkiye'deki Yahudi aktivistlerle ve İngiliz Gizli Servisi'yle işbirliği yapması sayesin­de, Yunanistan'dan 1.000 kadar Yahudi Türkiye'ye kaçırılarak kurtarılabilmişti.”

Türkiye belgelerine sahip olmanın sağladığı güvenlik, Bel­çika'da birçok Türkiye Yahudisinin direniş faaliyetlerine ka­tılmasını da kolaylaştırmıştır:  “Joseph Fachler, Frankfurt/Main'den Antwerpen'e kaçmış olan (sonraki yılların Marksist teorisyeni ve IV. Enternasyonal'in lider üyesi) Ernest Mandel ve baba­sı Henri Mandel'le'birlikte çalışıyordu. Fachler, Het Frije Woord gibi dağıtımına düzenli olarak katıldığı sol görüşlü yeraltı gazetelerine makaleler yazıyordu. Jacques Sephiha ise, Siyo­nist La Gordonia Grubu'nun bir üyesi olarak önceleri yeraltı­na geçen kişilerin barındırılması ve ihtiyaçlarının karşılanma­sıyla görevliydi. Onun girişimiyle Yahudilerin çeşitli grupları Hechaloutz adı altında bir araya geldi. Sephiha'nın ayrıca Belçi­ka direniş hareketi Mouvement National Belgele de ilişkisi var­dı. Birkaç kez tutuklandı, ancak Türkiye vatandaşı olması saye­sinde her defasında serbest bırakıldı. Ezra Natan, Belçika di­renişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R. için yaralıların ve Malines’ten kaçan kişilerin tıbbi bakımının yapıldığı bir merkezde görev yapıyordu… Çok sayıda Yahudi bilhassa komünist örgütlerde ve Bağımsızlık Cephesinde yer alıyordu… Çeşitli direniş örgütlerinin yardımıyla Belçika’da yaklaşık 25.000 Yahudi yeraltına geçmek suretiyle hayatta kalabildi.”

Fransa’da Yahudiler yer altı faaliyetlerinde önemli rol oynadılar ve Nazilere karşı büyük bir direniş örneği verdiler. Bu sayede bir çok Türkiyeli Yahudi ölümden kurtarılmıştır. Bu direnişte yer alan Türkiyeli Yahudiler de önemli roller üstlenmişlerdir: “Naziler tarafından işgal edilmiş olan Avrupa'nın her yerinde olduğu gibi, Fransa'da da Yahudiler Alman ölüm çetelerine karşı direnişte önemli bir rol oynuyorlardı. Aktivistlerin büyük çoğunluğu, özellikle  sol ve Siyonist Aşkenaz çevrelerden Yahudi göçmenlerdi. Ancak Armee Juive, Organisation juive de combat veya Yahudi izcileri olan Eclaireurs Israelites de France (EIF) gibi direniş örgütlerinde de çok sayıda Sefarad Yahudisi bulunuyordu.: 1925 doğumlu Suzanne Catarivas Türkiye Yahudisi bir göçmen ailesinin kızıydı ve Lyon'daki Eclaireurs Israelites de France Yahudi İzcileri üyesiydi. Yahudileri saklanacak yerlere götürüyor, gıda pa­ketlerinin tutsaklara veya hastalara gönderilmesini örgütlüyor ve biz­zat üstleniyor, çeşitli kimlik kartlarının sahtesini hazırlıyor ve buna benzer başka işler yapıyordu. 1944 yılında yaşları 5 ile 12 arasında değişen ve Grenoble yakınlarındaki bir şatoda saklanan Marsilyalı 50 çocuktan sorumluydu. 1917 Bursa doğumlu Corinne Diamant, 1940-1944 yılları arasın­da Lyon, Grenoble ve civar bölgelerde Organisation juive de com­bat isimli Yahudi direniş örgütünde mücadele etti.

Hollanda örneği de çarpıcıdır: “Hollanda'nın ayırt edici bir özelliği, halkının belli bir kısmı­nın Alman işgali esnasında takip edilen Yahudilerle aktif daya­nışma içinde olmasıdır. Bu, örneğin Şubat 1941 greviyle,414 Ya­hudileri saklamaya nispeten daha eğilimli olmaları ya da Ya­hudi Yıldızı uygulamasına karşı yapılan protesto gösterileri ile kendini göstermiştir. Buna rağmen Batı Avrupa devletleri ara­sında Yahudi soykırımına yüzde olarak en büyük kurban ve­ren ülke Hollanda olmuştur… 22 ve 23 Şubat 1941 tarihinde yapılan Yahudilere yönelik bir operasyon ve 400 civarında Yahudi erkeğin Mauthausen Toplama Kampı'na tehcir edilme­si sonucunda Hollandalı komünistler. Kuzey Hollanda'da genel olarak uyulan bir genel grev çağrısında bulundular. Grev, Alman işgalciler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı, liderleri kurşuna dizildi.”

Türkiye’den kovulan diğer halkların da dayanışma örnekleri verilir. Viktor Algazi’nin uzun anlatımında kurtarıcı bir Ermenidir. 

Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler… Gavotte'ta altı kişi küçük bir odada kalıyorduk. Bizi yanına alan   { dostumuzun ismi Caroline Kaldiremdjian'dı. Tanrı ondan razı olsun, 103 yaşında öldü. Caroline Ankaralıydı, Ankaralı Ermeniler Ermeni-   I ce konuşamıyorlardı, çünkü bunu yaptıkları takdirde dillerini kesiyor­lardı. Bu yüzden kendi dillerini unutmuşlardı, iki-üç kuşak sonra yal-   j nızca Türkçe konuşuyorlardı. Caroline'nin altın gibi bir kalbi vardı.   I Kendisine nasıl sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde, onun için so-kaktan izmarit toplardım. Caroline uykusuzluk çekiyor ve bütün gece    şarkı söylüyordu, o söyler, ben dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi. Caroline benim için bir büyükanne gibiydi, benim için yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana Türkçe 'Ye, oğlum ye' derdi. Yiyecek  neyimiz mi vardı? Kendi boğazından arttırdığı bir lokma ekmeği bana verirdi, ben yerdim. Benim gıda karnem yoktu, Caroline gider biraz tahıl dilenir, havanda döverek un yapardı."  Estella Dora da anlatımında kurtarıcı Helen’den söz eder: “Hıristiyan olan Yunan bir dostumuz gece sokakta bize eşlik ederek saklanacağımız yere götürmüştü.

Rodos’ta Müslüman bir din adamı “Rodos’ta Müslüman bir din adamı Tevrat rulolarını ve cemaate ait dini eşyaları kendi camisine götürerek bunları koruma altına aldı ve savaştan sonra onları sağ kalan Yahudilere teslim etti” bu Müslüman din adamı da kendi çapında Yahudi kurbanlara yardımını esirgemez.

Az sayıda Türkiyeye gelebilerin durumuna gelince genel politika gereği “Türkiye Yahudilerinin yurda götü­rülmeleri sadece bireysel bazda gerçekleşmeye devam etmeliy­di. Türkiye Yahudilerinden sadece askerlik yükümlülüklerini yerine getirecek olanların ve  Geri dönmeleri ülke menfaatine olanların dönüşüne izin verilmeliydi.”  Bu bakımdan Türkiye’ye  dönebilmek   az sayıda Türkiyeli’ye  nasip olmuştur. Ancak bunların da durumunun iç açıcı olduğu söylenemez:  “WJC'nin 13 Temmuz 1944 tarihli bir raporunda, ağırlık­lı olarak Makedonya ve Trakya'dan Türkiye vatandaşı yaklaşık 200 Yahudi’ye Türkiye'ye gitme izni verildi. Şu anda bulunduk­ları İstanbul'da çok kötü durumdalar; temel ihtiyaç maddeleri­nin dahi sıkıntısını çekiyorlar ve yardım kuruluşlarının deste­ğine muhtaçlar denmektedir. Askerlik yükümlülüğü dolayısıyla dönmelerine izin verilenlerin taş kırmaya gönderildiğini söylemeye gerek yok.

1944 yılında Türkiye’deki Naziler ile  Almanya’da bulunan Türkiyelilerin takas edilmesi sırasında , takas edilenler arasında Türkiyeli Yahudiler de bulunmaktadır: “Takas mü­zakerelerine dair şu ana dek bir belge bulunamadığı için, Türk makamlarının takas edilecek kişilerin sayısı ve seçim kriterleri­nin tespitine ne ölçüde katıldığı bilinmemektedir. Takas edi­lecek Türk grubu 319 kişiden oluşuyordu: Bunlar, diplomat ve ailelerinin yanı sıra bazı özel kişilerin de bulunduğu 64 kişi­lik bir resmi grup, 127 üniversite öğrencisi ve diğer Türkiye vatandaşları  ile ayrıca 128 Yahudiden oluşuyordu. Türkiye Yahudilerinin takasa Türk diplomatlarının baskısı üzerine mi, yoksa Yahudi örgütlerinin İsviçre'deki faaliyetleri nedeniyle mi katıldığı belli değildir.”

Birlikte yapılan geri dönüş yolculuğunda Almanyadaki türk kolonisi mensuplarının yol arkadaşları olan Türkiyeli Yahudilere olan tavırları da ibret vericidir.  “Ancak gemideki çeşitli Türk gruplardan yolcular arasında hoş olmayan sahneler de yaşandı. Türk öğrencilerin hiç de az olma­yan bir kısmı, Almanya'da öğrenim görürken antisemitizmden etkilenmişlerdi. Bunlar Ravensbrück Toplama Kampı'ndan kur­tulan Türkiye Yahudisi kadınlara pis Yahudiler diye hakaret ettiler ve Yahudilerin ortak yemek salonuna alınmamasını iste­diler, ancak kaptan bu talebi öfkeyle geri çevirdi.

Türkiye’ye gelişlerinde de Türkiye geri dönüşlerine izin verdiği Yahudilere eziyet etmekten çekinmediğini anlıyoruz: “Diplomat grupları, öğrenciler ve di­ğer Türk yolcular gemiden ayrılırken, Türk makamları Yahu­di takas grubunun büyük kısmının Türkiye'ye ayak basması­na izin vermedi. Zorlu kontrollerden sonra nihayet Yahudi yol­culardan 19'u gemiden inebildi. 118'inin Türkiye'ye girmesi­ne izin verilmedi. Bu kişiler sonraki günleri İstanbul açıkla­rında küçük bir şalupada bekleyerek geçirmek zorunda kaldı­lar. Aubert de la Rüe, raporunda, Türk sınır polisinin bu kişile­rin vatandaşlıklarını onaylayıp onaylamamakta gösterdiği ale­ni keyfiyeti şöyle anlatıyor: "Pasaportu olmayan Türk öğrenci­ler, İstanbul polisi tarafından en küçük bir sorun çıkarılmadan kabul ediliyordu. Ancak örneğin Türkiye Milano Konsoloslu­ğu tarafından verilmiş nüfus tezkerelerine sahip olan kişiler ge­ri çevriliyordu. Resmi Türk takas grubunun içinde, Ankara hü­kümetinin bilgisi dahilinde üç haymatloz bulunuyordu: Bay ve Bayan Löwenstein ile Bayan Hahn'ın vizeleri Türkiye Bern Büyükelçiliği'nin görevlendirilmesiyle koruyucu devlet isviçre ta­rafından verilmişti, ancak İstanbul polisi onların ülkeye girme­sine izin vermedi.”

İbret verici tavır gösteren Türk basını da bizi şaşırtmakatadır: “Türk basını da Drottningholm'le gelenlerin arasında toplama kamplarından kurtarılmış Türkiye Yahudileri de bulunduğun­dan bir süre tek kelimeyle olsun söz etmedi”

Gelenler tecrit  koşullarında yerleştirildiler: “Jewish Agency'nin ve Amerikan temsilcilerinin Türk makam­ları nezdinde bulundukları girişimler neticesinde, beş günlük sıkıntılı bir bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütleri­ne ait olmak üzere polis gözetiminde üç küçük pansiyonda tec­rit edilmeleri koşuluyla gemiden ayrılmalarına izin verildi. Bu pansiyonlardan biri Beyoğlu'nda, diğer ikisi ise Moda'da bulu­nuyordu. İstanbul'da akrabaları olanların bile tecrit edildik­leri pansiyonlardan ayrılmalarına izin verilmedi. İlk başlarda kendilerini ziyarete gelen akrabalarıyla dahi görüşemiyorlardı.Türk siyasetçilerinin düşüncelerini değiştirmek için gös­terilen çabaların hiçbiri işe yaramadı. Joint, Jewish Agency ve İstanbul Yardım Komitesi'yle birlikte "geri getirilenlerin" ihti­yaçlarını gidermeye çalışan Uluslararası Kızılhaç temsilcisi, Haziran'da şunları yazıyordu: Türkiye Dışişleri Bakanlığı konuy­la ilgilenmeyi ve tehcire tabi tutulan bu kişileri Türkiye vatan­daşı olarak tanımayı kesin olarak reddediyor. Oysa Joint'in kapsamlı dosyalarında Drottningholm'la gelen Türkiye Yahu­dilerinin büyük kısmının muntazam Türkiye belgelerine sahip oldukları, üstelik bunları (savaş ve işgal koşullarında mümkün olduğu kadarıyla) uzatmış oldukları da belgelendirilmiştir. Bir­çok Türkiye Yahudisi, kimlik belgelerinin tutuklandıktan sonra Almanlar tarafından alıkonulduğunu veya (geri götürülme­ye hazırlık olarak) Avrupa'daki Türk makamlarına gönderildi­ğini beyan ediyordu.”

Türkiye’nin  bu dayatmaları ve istenmediklerinin her an hissettirilmesi şartlarında bu insanların burada daha fazla kalması düşünülemez:  “Holokost esnasında tekrar Türk vatandaşlığına kabul edilen ya da değiş tokuş edilen yaklaşık 850 Yahudinin büyük bir kıs­mı savaştan sonra tekrar Avrupa'ya döndü ya da Filistin/İsrail'e göç etti. Bunlar bulundukları ülkelerde hâlâ Türkiye Cumhuri­yeti vatandaşı olarak kabul edildikleri için, Almanya'nın absürd düzenlemeleri nedeniyle Almanya'dan tazminat alamadılar ya da bunu ancak uzun uğraşlardan sonra başardılar.”

Guttstadt, kitabının sonunda soykırım bürokrasisine dair geniş bir bibliyografyaya yer verir. Bu soykırım bürokratlarının yeni dönemde de görevlerine devam ettiğini görmek bize yabancı değildir. Biz 1915 Soykırımı bürokratlarının da terfi ederek görevlerine devam ettiğini biliyoruz.[4] Guttstadt bir soykırım bürokratının hukuk mekanizmasında yer almasının şaşırtıcı olduğunu söylese de bu bize ve bu coğrafyaya yabancı değildir. Ayaş Mutasarrıfı Hüseyin Memduh Özoran,  Ali Seyit Bey, Mustafa Reşat  Mimaroğlu…ve başkaları gibi…

Holokost sürecinde Almanları Türkiye’deki  borazanlarının da baş tacı edildiklerini  unutmayalım:  “Alman örneğinden ilham alan antisemitler ve faşistler, İkin­ci Dünya Savaşı'nın ardından gelen dönemde
Türkiye'nin poli­tik sisteminde önemli bir güç oldular. Nihal Atsız ve onunla ay­nı düşüncede olanlar, 1962 yılında, 70'li yıllarda pek çok sol­cu öğrencinin, sendikacının ve aydının katlinden sorumlu fa­şist MHP'nin öncülü olan Türkçülük Derneği'ni kurdular. Bu hareketin lideri, Atsız'ın dava arkadaşı Alparslan Türkeş oldu. Cevat Rıfat Atilhan 1945'ten 1967'deki ölümüne dek Türki­ye'deki antisemit yayıncılığın öncüsü olma rolünü sürdürdü, kitapları bugün bile çok sayıda baskı yapıyor, islamcı ve faşist gazetelerin ve internet sitelerinin çok satanlar listelerinde yer alıyor. Türkiye'nin Kültür Bakanlığı'nın internet sitesinde de Atilhan (2008'e kadar!) bir "yazar" olarak tanıtıldı.”

Corry Guttstdat’ı, bu yalan imparatorluğunda bir yalanı daha berhava ettiği için kutluyoruz.

[1]  Atay,Falih Rıfkı , Zeytin Dağı Remzi Y. 1938  s 7
[2] Corry Guttstdat, Türkiye, Yahudiler ve Holokost, Çev. Atilla Dirim, İletişim, 2012
[3]  Türkiye Cumhuriyeti savaşa katılmamış ancak tarafsız değildir. Aksi halde “Sovyet donanmasına ve Karadenizden çekilmekte olan Alman donanmasına ait gemiler arasında çıkan çatışmalar”ı açıklamak güçleşir.  Alman  donanmasına ait bu gemiler Türkiye’nin izni yada en hafifiyle göz yumması ile Karadenize geçmişlerdir. “ Alman savaş gemileri Türklerin göz yumması sonucu 1944 yazına kadar Boğazları geçerek Karadenize çıkıyordu… Hem Montrö Antlaşması, hem de İngiltere ve Sovyetler Birliği’yle imzalanmış olan Antlaşmalar uyarınca Türkiye’nin buna izin vermemesi gerekirdi. Sovyet temsilciliği bu durumu birkaç kez boş yere protesto etti.” Yani “Türkiye 1944 yazına kadar Almanya lehine tek taraflı bir tarafsızlık siyaseti izliyordu” Ayrıca “Hem Almanların isteği üzerine 1942 yazında Tsürk birliklerinin Sovyet sınırına kaydırılması, hem de Alman ve türk gizli servisleri arasındaki yakın işbirliği, Almanların Sovyetlere karşı yürüttüğü savaşa destek olma anlamına geliyordu” Guttstadt tarafsız Türkiye’nin  politikacı ve bürokratlarından örnekler verir: “Almanların Sovyetler Birliği'ne saldırması Türkiye'de -sade­ce Nazi sempatizanları arasında değil- genel bir sevinçle kar­şılandı. Milletvekili Faik Ahmet Barutçu, Türkiye meclisinde oluşan havayı Alman-Sovyet savaşı, ülkemizde bir bayram ha­vası yaratmıştır, bütün kalpler, Almanların zaferi için çarpma­ya başladı sözleriyle tasvir ediyordu. Dışişleri Bakanı Saraçoğ­lu, Almanlara başarı dileklerini sunmak için von Papen'i biz­zat aradı ve Cumhurbaşkanı İnönü de Türk halkının gönlü­nün bu savaşta Almanya'dan yana olduğunu söyledi. Ekim 1941'de yüksek düzey bir Türk askeri heyeti Almanların doğu cephesini gezdi ve Temmuz 1942'de onları resmi bir basın he­yeti izledi. Her iki grup da Almanya'nın başarılarından hayran­lıkla söz ediyorlardı… Meclis koridorlarında milletvekilleri ve bakanlar birbirlerine gazanız müba­rek olsun dileklerini sunuyorlardı.” Türk politikacılarının Nazi yanlısı olmasının yanında gerek diplomatları da nazi yanlısı ve sempatizanları oluşu Türkiyeli Yahudilerin holokost sürecinde kurtarılmalarını engellemiş ve  kaybını yükseltmiştir. Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun Nazi yanlısı tutumlarını saklamaya gerek görmedikleri gibi Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede de açıkça Nazilerden yana tavır alır. Berlin büyükelçiliği ikinci katibi 1915 Soykırımı sürecinin Van ve Başkale kasabı Enver’in eniştesi Cevdet’in kardeşi Fikret Belbez’de aynı görüşleri paylaşmaktadır.
Sait Çetinoğlu

[4] Meraklısı için: Sait Çetinoğlu, 1915 Soykırımında Exterminators- yok Ediciler ve Erdemli Müslümanlar, Peri Y. 2011
[Holokost ve Türkiye - Birikim Yayınları | Aylık Sosyalist Kültür Dergisi]