Saturday, September 8, 2012

Usta ve çırak ya da Moliere ve Bulgakov

ONUR KOÇYİĞİT

Üstat ile Margarita'nın yayınlanmasının üzerinden çok geçmeden Everest Yayınları yeni bir Mihail Bulgakov'un kitabı yayınladı. Özdemir İnce'nin Fransızcadan çevirisiyle yayınlanan Molière Efendi, Bulgakov'un Molière için yazdığı bir biyografi kitabı olmasının yanı sıra ayrıca yazar için geliştirdiği eleştirel bakışın da uzun bir metni olarak görülüyor. Yaşadığı çağa ve onun yöneticilerine tepki duyan yazarın, kendi yaşam öyküsüyle çok benzer bir tiyatro ve oyun dehasını konu edinmesi ise kesinlikle tesadüf değil zira yazdığı her oyun Fransa'da deprem gibi karşılanan Molière ve yazarımız Bulgakov farklı zamanlarda aynı kaderi paylaşmışlar.

Bulgakov'u Molière Efendi'yi yazmaya iten en büyük sebep bu olmalı çünkü oyunların yasaklanıp yıllar sonra tekrar sahneye konmasından tutun da ülke bürokrasisi ile ilişkilerine varıncaya dek hep bir çakışma söz konusu olarak görülüyor. Bulgakov anlatıcılığı ile Molière'in Paris'te başlayıp yine Paris'te biten sosyal ve sanatsal yaşamına ayna tutmak için elinden gelenin fazlasını yapıyor. Burada bir şeyi kesinlikle belirtmek gerekiyor ki yazar bu kitabı bir övgü/yergi metni olsun diye kaleme almamış, aksine Molière'i hem doğru algılamak hem de doğru anlaşılmasını sağlamak için onun hakkında yazmış. Kitapta yoğun olarak hissedilen bir eleştirel anlatım biçimine başvurduğunu gözlemleyemesek de yeri geldiğinde esas adamımızı davranışlarından ötürü yerden yere vurmasını biliyor. Bu periyotlar genel olarak Molière'in Kral XIV. Louis tarafından yazılması istenen oyunlar olduğunda gün yüzüne çıkıyor. Bunun en belirgin örneği de bizim coğrafyamıza ait bir oyun bölümü için -Türkler ve kültürleri ile ilgili bir bölüm- Molière'in kraldan aldığı brifingle hareket etmesi ve danışmanı Şövalye D'Arvieux ile hareket etmesidir. Öyle ki Bulgakov bu durum için tam olarak şöyle diyor;

“Uzun lafın kısası ne Şövalye D'Arvieux'ye verdiği öğütler için, ne sarayı böyle bir siparişte bulunduğu için, ne de yorgun ve tedirgin Molière'i güzel bir oyunun içine tüküren böyle bir ara oyun için kutlayacağım! Genel olarak, benim fikrime göre, oyun yazarı kimseden emir almasaydı çok daha iyi olurdu!” sf. 193-194.

Dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi aslında buradaki itirazın içinde saklı. Molière tiyatro yaşamına başladığı o tozlu, katır sırtındaki yollarda da, Paris'in ve bütün Fransa'nın en ünlü tiyatro salonu Palais-Royal'de de hep tedirgin ve yorgun olarak görülüyor. Sarayın halıcısı Jean-Baptiste Poquelin ya da sarayın tiyatro topluluğunun yönetmeni Molière olması onun tedirginliğinden hiçbir şey kaybettirmiyor. Bunun en büyük nedeni Bulgakov'un bütün kitap boyunca vurguladığı üzere Molière'in yazıp, kiliseden ya da saraydan tepki görmeyen hiçbir oyununun olmaması. Sanılanın aksine en ünlü oyunu Cimri'den çok, bilinebilirliği daha az olan Tartuffe için verdiği mücadele de Molière Efendi'nin neredeyse bütününü kaplıyor. Bürokrasi ile yaşadığı sorunların ne denli içinden çıkılmaz ve bunaltıcı olduğu sorunu bir yana dursun Kral XIV. Louis ile okul arkadaşı olmasına rağmen oyunları sürekli neşter yiyor. Burada bir konuyu belirtmek gerekiyor; tıpkı Molière gibi anlatıcımız Bulgakov'un da oyunları yaşadığı dönemin iktidar koruyucuları tarafından yasaklanmıştır. Sırf bu yüzden Bulgakov Stalin'e mektup yazarak ülke dışına çıkmayı istediğini dile getirmiş ancak dileği reddedilip, kendisine Moskova Sanat Tiyatro'sunda iş verilmiştir. Molière'in böyle bir dileği olmasa da saray halıcısıyken saray tiyatrocusu olması, anlatıcımızın neden bu Fransız oyun yazarı üzerine yoğunlaştığını ortaya koyuyor.

Dönemin Fransa'sı ve Krallık, oyunların yasaklanmasından çok halka açık tiyatrolardan ziyade kentsoylu sınıfın oyunları izleyebildiği sanat tiyatrolarına Molière oyunları yönlendirse de bu durumu kabul etmeyen saray yönetmenimiz kiliseden de ağır yaptırımlar görmüştür. Öldükten sonra dini törenle defnedilmemesi bir yana dursun -Bulgakov bu durumu da uzun uzun anlatıyor- dönemin başpiskoposu tarafından “insan kılığına girmiş canlı kanlı bir iblis” olarak tarif ediliyor. Krallık himayesindeki kentsoylu sınıf tarafından tebrik edilmek ya da eleştirmenlerce övülmek için kralın oyunu alkışlaması beklenen bir ortamda Molière'in böyle bir tutum içine girmesi, tiyatroyu halka ulaştırmak istemesi anlatıcının da gözünden kaçmıyor. Mümkün olduğunca halktan yana bir oyun yazarı ve oyuncu olmak isteyen saraylı diye anlatıyor çoğu kez onu Bulgakov.

Molière Efendi, içerik ve biçim anlamında Bulgakov'un ustalıkla altından kalktığı bir biyografik roman olarak görünüyor. Bu kitap; bir oyun yazarının gözünden kendi yaşam öyküsünü özdeşleştirdiği başka bir oyun yazarının, “oyun yazma sanatının doğru kurallarından çok, gösterinin görkem ve güzelliğine önem vermiş olduğunu büyük bir sakınım ve algıyla ortaya koymaya çalışan özgün bir yapıtı” ve Bulgakov bu konuda kesinlikle başarılı.

**

Şehir ve şehir

Britanya fantastik/bilim kurgu edebiyatının yükselen genç sesi China Miéville’in bol ödüllü romanı Şehir ve Şehir kitapçı raflarında yerini aldı. Kitap, yazarın daha önceki iki kitabı Kral Fare ve Perdido Sokağı İstasyonu gibi yine Yordam Kitap’tan çıktı.


China Miéville, 1972 doğumlu genç bir yazar. Peş peşe yayınladığı romanları büyük yankılar yarattı, bilim kurgu alanındaki çok sayıda saygın ödüle değer görüldü. Şu anda, fantastik edebiyat alanının “Nobel”i olarak nitelendirilen Arthur C. Clarke ödülünü üç kez kazanan tek yazar olma unvanını elinde bulunduruyor. Romanları İngilizce dışında başta Almanca, Fransızca, İspanyolca, Japonca, Rusça, İtalyanca ve Çince olmak üzere pek çok dünya diline çevrildi ve çevriliyor.

İlk romanı Kral Fare 1998 yılında yayınlandığında, eleştirmenlerce “İngiliz fantezisinde yeni ve şaşırtıcı bir ses” olarak nitelendirildi. China Miéville, bir eleştirmene göre “gerçek bir büyücü, bir sihirbaz, bilim adamı ve şairin güçlü bir karışımı…”

Miéville’in, büyük bir üretkenlikle peş peşe yayınladığı romanların sayısı 10’u buldu. Miéville, yarattığı fantastik edebiyatı “tuhaf kurgu” (“weird fiction”) olarak tanımlıyor. Fantastik edebiyatı ticarileşmeden ve tutucu klişelerden kurtarmayı amaçlayan Miéville’in politik duruşunu, fantastik romanlarından takip edebilmek mümkündür. Marksist tutumu, romanlarında olduğu kadar, edebiyatla ilgili kuramsal duruşunda da belirgindir.

Yazarın Türkiyeli okura sunulan üçüncü romanı Şehir ve Şehir’i Türkçeye Mehtap Gün Ayral kazandırdı, editörlüğünü Eda sezgin üstlendi, kapak tasarımı ise Savaş Çekiç’e ait.

Yazarına Hugo, Dünya Fantezi,  Nebula ve Arthur C. Clarke ödüllerini kazandıran Şehir ve Şehir; gerçek ya da hayal ürünü, hiçbir şehre benzemeyen bir şehirde geçen varoluşsal bir polisiyedir.

Avrupa’nın kıyıda köşede kalmış bir şehri olan Besêel’de bir kadın cesedi bulunur. Bu olay, başta, Ağır Suçlar Birimi müfettişi Tyador Borlú’ya sıradan bir cinayet gibi gelir. Ama soruşturma ilerledikçe, kanıtlar onu hayal bile edemeyeceği kadar ölümcül planlara götürür.

Borlú, Besêel’den, dünya yüzünde onun kadar tuhaf olan tek metropole gitmek zorundadır. Bu sıradan bir sınır geçişi değil, fiziksel olduğu kadar, ruhsal da bir geçiştir. Bir algı değişimi, görülmeyenin görülmeye başlanmasıdır.

Gideceği yer Besêel’in aynısı, rakibi, yakın komşusu zengin ve hareketli Ul Qoma şehridir. Ul Qomalı dedektif Quissim Dhatt’la beraber ve bu geçişle mücadele ederek, komşu şehri yok etmeye ant içmiş aşırı milliyetçilerin ve iki şehri birleştirme hayalleri kuran birleşmecilerin çıkarcı yeraltı dünyasında bulur kendini...

Kafka, Philip K. Dick, Raymond Chandler gibi yazarların, 1984 romanının izlerini taşıyan Şehir ve Şehir, insanı metafiziksel ve sanatsal doruklara çıkaran bir gerilim romanıdır.

Şehir ve Şehir (The City&The City), Çeviri: Mehtap Gün Ayral, Kategori: Edebiyat/Roman, Boyut: 13,5 x 19,5 cm, 336 sayfa, Fiyatı: 20 TL.

**


HARDT ve NEGRİ’DEN YENİ BİR KİTAP: “DUYURU”


Kapitalizm ve karşıtları savaşımında
rol almaya niyetli aktivistler için...

'Duyuru', XX. yüzyıl boyunca daha çok üretim daha çok tüketim üzerine inşa edilen kalkınma ve büyüme stratejilerinin gezegeni yaşanmaz bir yere dönüştürdüğünü, bir anlamda demokratik ve barışçı ortak toplumun yalnız insanları değil doğayı da kurtarmak anlamına geldiğinin bir kez daha altını çiziyor…

HAYRİ K. YETİK

Negri ve Hardt, adı gibi mütevazı kitapları 'Duyuru'larına manifesto olmadığını daha baştan şerh düşüyorlar. Böyle başladığı için bu tasarımı ürkek ve iddiasız bulanlar olabilir: İnsanların harekete geçmesi için inanması ama, önce sizin önerdiğinize inandığınızı bilmesi gerekir. Özellikle de karamsar bir aura sözkonusuyken... Son yılların eylem biçimleri olarak alanları işgal etmek, meydanlara çadır kurmak, gökdelenleri kuşatma altına almak bugüne dek basit çatışmalarla geçti ama, hep böyle süreceği garantisi yok. Türkiye’den yola çıkacak olanlar, bir zamanlar “yollar yürümekle aşınmaz” diyenlerin ardından askeri güçleri saldırıya geçirdiklerini anımsayarak eylemler gerçek bir tehdide dönüşünce onlar da güç gösterisine kalkışacaklardır doğallıkla diye düşünecekler, karşı-gücün egemen güç gibi donatıma sahip olmasını savunabilirler.

EMPERYALİZME İMPARATORLUK DEMİŞLERDİ
Ancak bu iki akademisyen de yine “n’olacak bu dünyanın hâli” ya da “n’olacak şimdi” sözel ikonlarına yanıt olacak dilin de eylem araçlarının da biçimlerinin de farklı olması gerektiğini daha önceki kitaplarında belirtmiş, anımsanacaktır, emperyalizm yeni içerik ve işlerlik kazanmış olduğu için adına da İmparatorluk demişlerdi.
Bu bağlamda adı bilişsel kapitalizm olsa da ruhu, yine para ama, artık gerçekten sanal; uçakta bir tabletle yanında trilyon dolarları taşıyan ceo'ları, bütün toplumu fabrika haline getirmesi, “hayatın kendisini işe koşması” her yeri pazara dönüştürmesi, emek gücünün kontrolünü eline geçirmiş olması vs… Gücüne teknolojiyi de katmış, tanrısal bir hâkimiyet edinmiş durumda. Ama teknoloji ilerledikçe işsizlik artıyor, insanlar nerdeyse bize iş verin sömüreceğiniz kadar sömürün diyecek. Kaynakların ciddi oranda azaldığını umursamadan tüketimi sorumsuzca kışkırtıyor.

Böylece özetlenebilecek bu çözümlemenin ardından bu defa Herdt ve Negri; dünyanın yönetimine el koyup özgürlükle, barış içinde kalkınma diye adlandırılabilecek çözüm önerisinde bulunuyor, öngörülen kardeşler toplumunun vaat edilen bu özelliklerini yolun başında göstermek isteyen bir edimsellikle. İnançlılıklarını buraya bakarak ölçmeli. Hakkını vermek gerekirse bu daha ikna edici; çünkü günümüz insanları, bir aşırılıklar çağı olan XX. yüzyılın kanlı bir yüzyıl olduğunu bildiği için adını bile duymak istemiyor şiddetin. Bumeranga dönüşen kötü deneyimler hafızalarda. Bu deneyimin bilinciyle kullanılan dilin göstergelerinin de emekçilerden yana oluşturulacak karşı-gücün de eylem biçimi gibi meşruiyete sahip olması gerektiği kanısındalar.

N'OLACAK BU DÜNYANIN HALİ
'Duyuru', bu tür uyaranlar, çekinceler, kabullerle işe koyulmuş; “n’olacak bu dünyanın hâli” sorusuna yanıt arayanlara yeni bir tahayyül imkânı sunmayı ve yeni bir toplum kurmanın olanaklarını imlemeyi izlek edinmiş; “hayalete dönüşmüş özneye bu anlamda bir fail olması için varlık kazandırmayı” amaçlamış.

Öznenin hâlleri de proleterya gibi yakınındaki toplumsal tabakalar da değişmiş artık. Düşük ücretle, iş güvencesinden yoksun, geçici olarak çalışan, Guy Standing’in deyimiyle precariat daha geniş bir kesimi oluşturuyor. Onlara proleterlerden daha kötü koşullarda çalışan beyaz gömlekliler ve işsizler eklenebilir. Çünkü, neoliberal kapitalizmi caydıracak, dönüştürücü kitleleri ikna edecek bilinçli öncülüklere gereksinme var.

Bir dönemeç olarak belirledikleri 2011 yılının eylemcileri bu tabakalardan oluşuyordu çoğunlukla. Wisconsin Eyalet Meclisi’ndeki protestocuları, Tel Aviv’de Rothschild Bulvarı’nda, New York/Zuccotti Park’ta çadır, Puerta del Sol’daki kamp kuranları, Arap Baharı ve Atina’daki Syntagma Meydanı’ı eylemcilerinin, İspanya Madrid ve Barselona’da Indignadosların şehir meydanını işgallerini, Wall Street kuşatmasını küresel ölçekli bir algı ve tasavvurla birbiriyle ilişkili görüyorlar.

Eylemlerin nitelenenlerine de dikkat çekiyorlar: On yıl önceki alternatif-küreselleşme hareketlerinin göçer, ama son iki yılın eylemlerinin yerleşik olduğunu bir nitel değişim gibi değerlendiriyorlar. Ve bu hareketlerin silah gibi lideri de reddettiklerini. Ortaklık vaadini, özel mülkiyet karşıtlığı kadar, kamu mülkiyeti ve devlet kontrolüne de karşı olmayı beyan ediyorlar, daha eylem içinde bir yaşam biçimine dönüştürmüş olmakla geleneksel sosyalist hareketlerden farklılıklarını da…

İlk hedef olarak eylemin saldırı noktasının hâkim öznellik olduğunu söyleyerek, yoksullaştırılmış ya da toplumsal eylem güçleri edilgenleştirilmiş dört öznel figürün betimine girişiyor Hardt ve Negri. Aslında bunlar yeni sosyalist mücadelenin dinamiğini oluşturacak hedef kitlesinin ekonomik ve psikolojik karakteristikleridir:

% 99, % 1
Bankalarca dünya nüfusunun % 99’u, % 1’e borçlandırılmış/verecekli kılınmış; korkunun tehdidiyle güvenlikleştirilen/sığıntı veya rehin alınmış hâlde; reel siyasetin kişiliksizleştirdiği temsil edilen/müritleştirilmiş; bilişim ve iletişim teknolojilerince medyalaştırılan/medyanın büyüledikleri, televizyon ve internet bağımlıları; hepsi de hipnotize edilmiş gibi yönlendirilmekteler. Ödedikçe borcu, korktukça korkusu, apolitikleştikçe egemen politikaları destekleyen, korkusunu ve kaygısını unutmak için kendini televizyona kapatan yığınları oluşturanlar yeni köleleri ve tutsaklarıdır emperyalizmin. Böylece bilinçlerini parçalamış olmakla sistem evini bile hapishaneye dönüştürmüş. Bu mahkumun kendisi değil, kendisi için dışarısı içeriden de tehlikeli...

Bu tür saptamaların ardından 'Duyuru', “bizim ihtiyacımız olan şey nitel bir sıçrama bir paradigmal değişim” ve “eylemi birlikte oluşa yeniden bağlayacak bir güç keşfetmeliyiz” diye çözüm önerisine isyan için tekil öznelerin birlikteliğini ve özneleşme sürecinin retle başlayacağını ekliyor. “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok, kazanacaklarıysa bir dünya” yerine “Zaten bizim olan servetinize el koymak istiyoruz” savsözünü koyuyor.” Ve elbet de istencin bolluğa ilişkin olumlama ve arzunun kışkırtılmasıyla olanaklı olduğu vurgusuyla. Ve de “birlikte oluş hâlinde politik duygulanımları ifade etmek yeni bir hakikat vücuda getirme” zorunluluğunun. Bunu, “birikim aracı olarak para yasaklanmalıdır” ve “kocaağabey”in gözetimi dışına çıkmak, korkuyu yenmek ve “sen beni temsil edemezsin” demek izliyor.

Yeni bir anayasal sürecin yolunu açan, toplumsal ve çevresel tehlike anlarında acil önlemler de alabilecek kurucu gücü oluşturmanın bunları izleyeceğini, ulsulararası mahkemelerin yaptırımını ve caydırıcılığını beklemeden baskı araçları oluşturmayı salık veriyor. Bunlar için de kamusalı ortak’a çevirmeyi öneriyor. Mantığını şöyle kuruyor bunun 'Duyuru': “Ortak iyi genel irade gibi aşkın bir şey değil, topluma içkindir.” Ayrıca bu, hem hukuk açısından önemlidir hem de örgütlenmenin merkezi kavramı olarak işlevseldir. Bir diğer öneri, bilgiye erişimi sağlayacak demokratik katılımcı karar alma ve kurucu ilkeler temelinde eğitim kurumları yapılanması… Kurucu güçlerin solcu hükümetlerle bile dışsal bir ilişki içinde olmasını ve mücadeleci yapısını koruması koşulunu savaşımın sürekli ve kalıcı olması için gereklilik olarak savunuyor. “Ortak olana erişimin serbest, zenginliğin eşit bölüşümü bağlamında kapalı ve merkezi olmayan federalizmi ama, devlet-sonrası biçimiyle yasama gücünün temeli haline getirilmiş örüntüsüyle toplumda içkin bir yönetim öneriyor.

KAPİTALİZM VE KARŞITLARI SAVAŞI
XX. yüzyıl boyunca daha çok üretim daha çok tüketim üzerine inşa edilen kalkınma ve büyüme stratejilerinin gezegeni yaşanmaz bir yere dönüştürdüğünü, bir anlamda demokratik ve barışçı ortak toplumun yalnız insanları değil doğayı da kurtarmak anlamına geldiğinin bir kez daha altını çiziyor…

Başka stratejiler, başka tasarımlar elbette vardır; 'Duyuru’nunsa yanlışları, eksikleri olabilir. En azından bir tartışmanın kapısını aralamış bulunuyor. Alanın ilgililerinin görmezden gelemeyeceği bir tasarı olarak söz dönüp dolaşıp Hardt ve Negri’nin İmparatorluk kitapları gibi bu kitaplarına da gelecektir. Onlar kadar önemlisi, önümüzdeki süreçte kızışacağa benzeyen kapitalizm ve karşıtları savaşımında rol almaya niyetli aktivistler için bilgi kaynağı olabilmesi.

  **

Duyuru, Michael Hardt-Antonio Negri, Çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı y. s.120


 **

Anılar da kül oldu, sesler de

Spot: İzmir Devlet Türk Dünyası Dans ve Müzik Topluluğu'nun İzmir Kemeraltı’ndaki binasında yangın çıktı ve tarihi bina sabaha karşı yandı. Topluluğun dört yıldır Kemeraltı Esnaf Derneği ile birlikte kullandığı binayla birlikte  anılar da kül oldu, sesler de

GÜLSEN CANDEMİR

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Güzel Sanatlar Müdürlüğü İzmir Devlet Türk Dünyası Dans ve Müzik Topluluğu'nun İzmir Kemeraltı’ndaki binasında, geçtiğimiz Çarşamba gecesi sabaha karşı yangın çıktı. Yangına müdahale eden İzmir itfaiyesi, ilk belirlemelere göre yangının elektrik kontağından çıktığını belirtirken, yangın ile ilgili son raporunu bugün açıklayacağını duyurdu.

Yangını öğrenen Kültür ve Turizm Bakanı ve AKP İzmir Milletvekili Ertuğrul Günay, aynı gün içinde İzmir’e gelerek incelemelerde bulunurken, binanın yeniden eski haline getirilebilmesi için ödenek göndereceğini ve binanın en kısa zamanda kullanıma açılmasını sağlayacaklarını söyledi.

132 YILLIK BİNANIN MAKUZ KADERİ
Kurum müdürü Tahsin Duru, itfaiye ekiplerinin kapalı olan kapıları açarak içeriye girmekte oldukça zorlandıklarını ve bu nedenle dışarıdan herhangi bir müdahale ile yangının şu aşamada çıkma ihtimalinin bulunmadığını söylediklerini aktararak, sabotaj olma olasılığının da ortadan kalktığını ifade etti.

Duru, “İzmir İtfaiyesi yetkilileri, bizlere yangının sabaha karşı 03.00 civarında girişteki santral bölümünde bulunan elektrik kontağından çıktığını, çatıdan değil, aşağıdan başlayan yangının daha sonra binaya yayıldığını söylediler. Sabah 06.00’ya kadar yangın söndürülürken, 08.00’e kadar da soğutma çalışmaları yapıldı. O kadar üzgünüz ki, her sandalyesinde, her enstrümanında emeğimiz vardı, adeta evimiz gibiydi. Tadilat tamamlanıp, bina eski haline getirilene kadar Opera ve Bale binasında çalışmalarımıza devam edeceğiz. Kırk sanatçı ve altı idari personelin kurumda çalıştığını belirten Tahsin Duru, şimdi hiç vakit kaybetmeden yeni yerimizde Eylül ayında başlayacak sezona hazırlanacağız.” Şeklinde konuştu.

132 yıllık tarihi binaya üç ay önce hırsız girmiş, ondan sonra da binaya alarm takılmıştı. İzmir Devlet ve Türk dünyası Dans ve Müzik Topluluğu, binayı dört yıldır  Kemeraltı Esnaf Derneği ile birlikte kullanıyor.

**

Efsane grup beyaz perdeye taşınıyor

Kablolu yayın ağı HBO, dünyanın en büyük Rock'n Roll grubu Rolling Stones'un 50. yaşını bir belgeselle kutluyor Brett Morgan'ın yönetmenliğinde kameraya alınan belgeselin isminin ne olacağına henüz karar verilmedi. Belgesel, grubun ilk kulüp günlerinden başlayarak yavaş yavaş zirveye yükselmesini ve dünyanın en büyük grubu olma öyküsünü ekranlara taşıyacak.

1962 yılında Londra'da kurulan Rolling Stones grubu dünyanın en uzun süre performans sergileyen rock gruplarından biri olarak da tarihe geçti ve tüm dünyada yaklaşık 200 milyon satış yaptı. Grubun eski üyelerinden Bill Wyman ve Mick Taylor'ı konu alan yapımda,  şu anki üyeler Mick, Keith, Charlie ve Ron'a da yer veriyor.


**

Başlık: Ezilenin ezmeye kudretlendiği tarih
HANGİ TARİHİN MİRASÇISIYIZ?
EZİLENLERİN TARİH YAZIMI
Metin Kayaoğlu
Akın Yayınları, 1. Basım, 220 sayfa, 2012

Ezilenleri ezenlerin şu ya da bu kanadına bitiştiren Jakoben veya liberal Aydınlanmacı tarih anlayışını olduğu kadar, ezilenlerin kudret mücadelesine kör ezilenciliği de reddeden bir bakışı ortaya koyuyor Metin Kayaoğlu.
Ona göre ezilenlerin ezilmişliklerini eylemli olarak reddetmelerinin, bilakis karşı-ezme pratiklerinin tarihini yazmaktır esas olan. Böylece, ezilmişliği yaşamayı sürdüren, kabullenen, yok sayan, muhalif, gizlice direnen ve mızmız bir ezilencilik değildir miras alınan; asıl alınan miras, ezilenin ezmeye kudretlendiği pratiklerin tarihidir. Bu tarihin yiğitçe veya berbatça yenilgiler içerdiği doğrudur. Fakat ezilenlerin tarihin karanlığına itilmiş, toprak altına gömülmüş mücadele mirasını, göndere çektikleri sancaklarıyla birlikte bugüne taşımaktır aslolan.

Sembolizme filozofça bir bakış
SEMBOLİZM
Alfred Nort Whitehead
Çev. Kadir Yılmaz, Şule Yayınları, 1.basım, 128 sayfa, 2009

Sembolleştirme insan zihinselliğinin pratikleştirme kurgularından en önemlisi sayılabilir. Her sembole esnek bir yapıt olarak da bakılabilir. Bir sembolün ne anlama gelebileceğinden onu algılamamıza kadar uzanan süreci algıladığımız bu sembolün hem bireysel hem de toplumsal yaşantımızda nasıl bir işlevi olabileceğini ele alan bu felsefi çalışma, modern felsefenin en nemli isimlerinden David Hume, Kant ve Edmund Burke gibi filozoflara da önemli eleştiriler getiriyor.

İşçi sınıfının tarihi
AVAM VE GÖRENEK
E. P. Thompson,
Çev. Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yayınları, 642 sayfa, 2006

Alt başlığı İngiltere’de Geleneksel Popüler Kültür Üzerine Araştırmalar olan bu hacimli çalışma işçi sınıfı ve kültür alanıyla ilgili anıtsal kitaplardan biridir. Tarihçi E. P. Thompson,  çalışmasında İngiltere’de 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın bir kısmında, çalışan insanların kültürü içinde ifadesini bulan görenek temasına odaklanıyor. Thompson, görenek bilincinin ve teamülün 18. yüzyılda özellikle güçlü olduğunu belirtiyor. Yazar bu tezden hareketle, görenek ve kültürü; 18. yüzyılda İngiliz halkının ahlaki ekonomisini; iş disiplinini; sanayi kapitalizmi dönemlerini ve avam kesimin bir üretimi olarak hoyrat müziği inceliyor. Marksizmin altyapı ve üstyapı kavramlarının birbirinden kopuk olmak bir yana birbiriyle diyalektik bir ilişki içinde olduğunu olgusal örneklerle ortaya koyuyor Thompson.
 

Meksika’nın aile yapısı
BÜTÜN MUTLU AİLELER
Carlos Fuentes
Çev. Zeynep Önal, Can Yayınları, 420 sayfa,2011

Fuentes, bu romanında ülkesi Meksika’nın aile yapısını ortaya seriyor. Fuentes, kitaptaki öyküleri yoluyla, Meksika’nın tezatlarla dolu dokusunu betimlerken aynı zamanda evrensel bir insan öyküsünü de anlatmış oluyor. Roman, Meksikalıların bugününü, kendilerini tanımladıkları kimlik anlayışları eşliğinde izlerken bu kimliğin belirleyici unsuru olan travmaların kökenine de iniyor. Ailelerin mikro hayatı ekseninde ve farklı kesimleri temsil eden karakterlerinin bakış açısından, Meksika’nın aile yaşamını, alışkanlıklarını, sınıfsal hiyerarşilerini ve ataerkil yapısını irdeliyor.
Marksizmin mirası
MARKSİZMDEN POST-MARKSİZME
Göran Therborn
Çev. Devrim Evci, Dipnot Yayınları, 226 sayfa, 2011

Dünyanın önde gelen toplum kuramcılarından biri olan Therborn, bu panoramik yapıtında, Marksizmin yirminci yüzyılda izlediği yörüngeyi ve onun yirmi birinci yüzyılda radikal düşünceye nasıl bir miras bıraktığını inceliyor. Therborn, Marksizm ve eleştirel kurama tarihsel bir perspektiften bakarken yeni özgün arayışlara eğilmeyi de ihmal etmiyor. Modernite, postmodernizm ve post-Marksizm üzerine süregelen tartışmalara çağdaş bir bakış açısıyla yaklaşan yazar, Marksist ve Marx’la ilintili kuramsal akımların değişen iktisadi, siyasi ve entelektüel koşullarla nasıl başa çıkabileceğini irdeliyor. Bu eleştirel-kuramsal bakış, yeni yüzyılda da Marksizmin dünyayı açıklama ve değiştirme gücüne duyulan güvenin bir ifadesi olarak karşımıza çıkıyor.

Tuesday, September 4, 2012

Belleğini Yitiren Toplum


Konformist Psikolojinin Eleştirisi

Russell Jacoby
 
Belleğini Yitiren Toplum

Ayrıntı Yayınları, 1996

Psikoloji toplumsal ve nesnel etkenlerin gizlendiği bir görünüşün pozitivist şemalarla ifade edilme pratiği haline geldi. Bu durumu anlamlandırabilmek açısından bu kitap elzem bir okuma olabilir diye düşünüyorum. Alt başlığı  ‘Adlerden Laing’e konformist psikolojinin elştirisi’ olan bu kitapta Jacoby,  Freud’un devrimci yönünün unutturulmasını psikolojinin konformist bir anlayışla kurgulanmasına dayandırıyor ve bu durumun sonuçlarına dikkati çekiyor. Jacoby aslında bir tarihçi, ama bu kitabın derdi psikanalizin tarihsel gelişimini anlatmak değil.  Psikanalizin, daha çok da marksizmi ve psikanalizi yan yana getirmeye çalışan kuramların konformizme yenik düşme sürecini anlatmak.  Temel argüman şu: psikanalizi unutmayı seçtik çünkü psikanaliz rahatsız ediciydi.

Psikolojinin toplumsal ilginin bir odağı haline gelmesinin rastlantı olmadığını, bunun içinde yaşadığımız dönemin bireyi yok olmaya mahkûm eden bir dönem olmasından kaynaklandığını belirterek başlıyor yazar.  Belleği olmadan yaşayan, şimdisini yadsıyarak kendini gelecek bir zamana endekslemiş olan birey yok oluş içerisinde. Her alanda devinim olumlanıyor, yeni eskinin önüne geçiyor. Düşünce ve değerler de zamanın felsefesinden nasibini almış durumda, onlar da kullanılıp atılıyorlar.  Bunun en olumsuz sonucu ise fikir ve değerlerin yeni olduğu yanılsamasının onların dönüşüme fırsat vermemesi, yani ilerlemeyi engellemesi ve var olan toplumsal sistemi desteklemesi.

Psikoloji de dinamik teorileriyle bu yok oluşun bir parçası haline gelmenin açmazını yaşıyor. Yeni kuramlar, yeni müdahale biçimleri hızla eskilerinin yerini alıyor. Psikanaliz özelinde incelendiğinde konformizm gayet açık görülüyor: psikanaliz pozitivizme uyarlanmaya çalışıldığı ölçüde konformizme yenik düşüyor.

Jacoby ilk olarak,  psikanalizin revizyonizm, ortodoksluk gibi kavramlarla konformist psikolojinin egemen kültürel yönelim içindeki yerini ortaya koyuyor. İkinci bölümde Adler’in Freud’un teorisinden kopuşunu ve bu kopuşun tarihi boyutunu ele almış. Aynı zamanda Frankfurt Okulu ve Erich Fromm, Karen Horney, Clara Thomson ve Harry S. Sullivan’dan oluşan Neo-Freudcular arasındaki sorunları ele alıyor. Bu noktada özellikle karşı durduğu görüş, burjuva toplumunun kendi yarattığı marazın o koşullar değişmeden ortadan kaldırılabilir olduğu görüşü.

Hümanist psikolojiyi, ‘insanlık dışı koşulları yok etmeyi değil, insancıllaştırmayı amaçlamak’ la eleştiriyor. Bu çok haklı bir vurgu çünkü ‘dönüşüm’ iddiasına rağmen psikoloji bu dönüşümün niteliğini ne toplumsal ne de bireysel alanda anlayabilmiş, tanımlayabilmiş değil. Bu dönüşüm tasavvuruna göre, toplum insani değerler üzerine eğitim ya da işbirliği yoluyla iyileştirilebilir. Bu kurgunun ileri boyutu da toplumun bütün öğelerinin bir odada toplanması ve daha iyi olana yöneltilmesine kadar gidebiliyor.

Üçüncü bölümde Abraham Maslow, Gordon Allport, Carl Rogers gibi daha çok varoluşçu bir psikoloji geleneğine yakın isimlerin konformizmine değiniyor. Bu kuramların psikanalizi fazla entelektüel, fazla uzak hale getirmesinden yakınıyor. Ona göre ‘sentetik bir toplumun parolası haline gelen otantiklik,  önüne geleni yıkarak yolu açtı’, bu noktada varoluşçuluk ve onun kurguladığı özne modeli öne çıktı. Genel iflasa karşı bireysel çözüm vurgulandı ve işin dolayımı gözden kaçtı.Kısaca, doğa bilimlerindeki yasalar toplumsal yasalarla eş tutulmaya çalışıldı ve ikincil doğanın, yani çökelmiş tarihin diyalektik analizi gözden kaçtı.

Dördüncü bölüm olumsuz bir psikoanaliz, ya da öznel olmayan bir öznellik kuramı ortaya koyuyor. İçinde yaşadığımız toplumun kendi karakter biçimlerini yaratıyor, hatta dayatıyor.  Bu durumdan sıyrılmak adına özne,  kendini marazlı hale getiren maddi ve toplumsal koşullar hakkında içgörü kazanmalı diyor Jacoby. Yani ‘birey olmak için önce birey olmadığının farkına varmalı’. Daha ötesi için de toplumsal sınıf gibi belirleyici dolayımları da içine alan bir duruş gerekiyor.

Diğer bölümler R.D.Laing ve D. Cooper’ın radikal psikolojisi üzerinden kuram ve terapi diyalektiğini ve sorunlarını ele alıyor. Psişik ilkyardımın özgürleşme olamayacağını ve bu ikisini aynı şeylermiş gibi kurgulamanın tehlikelerinden bahsediyor.

Adorno ve Marcuse’nin Freud hakkındaki yorumlarından faydalanan yazar, psikanalizin pazarlamak adına ego-psikolojisine, bir iyileştirme metodolojisine dönüştürülmesine karşı çıkıyor. Kitap, bu dönüşümün bireyi özgürleştirme adının arkasında nasıl gizlendiğini anlamak açısından çok önemli bir kaynak. ALINTI
***
 
Şizofrengi-Otomatik Portakal-Gugukkuşu

Daima kara sayfalar vardır. Kara sayfalarla başlar ve kara sayfalarla kapanır. Sözün başlamadan önceki ve bittikten sonraki hâlidir kara bir anlamda. Kaos adlandırılamaz; adlandırılamaması nedeniyle karadır. Bu nedenle ak sayfalarda faşist öğretmen belirir; eğitilecek olanın karayı unutması gerekmektedir; Tanrı belirir, Tanrı sözdür; rahip belirir, karaya bulaşmış olan vaftiz edilir; polis belirir, karaya bulaşan suçludur; ya da herhangi bir otorite figürü belirir. Çünkü psikoanalizin, daha doğru bir ifadeyle Freud’un kuramının temel noktası olan Oedipus’un “…mit ve temsil üzerine kurulmuş bir kuram” olması ve herkesin ona inanmak zorunda bırakılmasıdır. (s. 87) Kısaca “oedipus… herhangi bir otorite figürüdür.” (s. 86) Kara sayfalar anarşidir; ancak bu, Perez’e göre, asla politik bir anarşi anlamına gelmez ki bu nedenle ‘–arşi’ paranteze alınmıştır.

Stanley Milgram bir deney yapmıştır; bunu çoğumuz hemen hatırlarız: faşizm, nazi Almanya’sına özgü bir durum mudur; yoksa belirli bir insan tipinin kaçınılmaz eğilimi midir? Deneyin sonucu, ikinci soru öbeğinde dile getirileni destekler niteliktedir. Hem de demokrasinin kalesi olan Amerika’dan alınan örneklemde… Ancak bu araştırmanın sonucundan herhangi bir ders çıkarılır mı? Hayır; aksine Milgram’ın araştırması etik kuralları hiçe saymış olduğu gerekçesiyle bilimsel araştırma literatüründen dışlanır. Neden mi? Malum… Ancak zaman, tüm karşı çıkmalara rağmen Milgram’ı haklı çıkarmıştır. Çünkü özellikle American Psychology Association ve American Psychiatry Association gibi yerleşik sisteme içkin organların yapmış olduğu yorumlar boşa çıkmıştır. Aslında Reich bu konuda bizi çok daha erken sayılabilecek bir tarihte uyarmıştır: “…modern Faşist devlet, dış güçlerle değil; aksine kitlelerin kendisiyle kurulur.”(s. 44)

Versus Kitap, ülkemizde anti-psikiyatri alanında zaten az sayıda olan kaynaklara bir yenisini ekleyerek önemli bir işlev yerine getirmiştir. Az olan bu kaynakların birçoğunun, okunmuyor gerekçesiyle baskısı yapılmaz. Örneğin Cooper ve Laing’in kitaplarına hâlâ ulaşabilmek zordur. Şizofrengi dergisi artık çıkmıyor. Bu alanda okuma yapmak isteyenler Russel Jacoby’nin Belleğini Yitiren Toplum’u (Ayrıntı Yay: 1996) ve Gündüz Vassaf’la (Ayrıntı Yayınları) yetinmek durumundadır eğer ki Nietzsche, Reich, Guattari ve Deleuze’dan çıkarsamalarda bulunamayacak bir durumdaysa. Üniversite yıllarımdan hatırlıyorum; akademisyen Üstün Öngel’in ki kendisi bir anti-psikiyatristtir, 1999’daki bir konuşması Prozac firması yetkilileri tarafından provoke edilmişti. Nedeni araştırılmalı…

Araştırılsa da biraz bahsetmemiz yararlı olacaktır. Çünkü kapitalizm gücünü “aksiyomatiğinin hiçbir zaman doymamasında, yani her zaman öncekilere yeni bir aksiyom ekleyebilmesi”nden alır. (s. 46) Böylece bir zaman için kendi (yani kapitalizmin) köklerini tehlikeye atan tutumları kontrol altına alabilir. Sınırın dışına taşan her zaman bir tehlikeye işarettir; Otomatik Portakal’da anlatıldığı gibi. Kontrol altına alınması gerekmektedir; Guguk Kuşu’ndaki ıslah etme yöntemleriyle… Marjinal hareketleri bekleyen tehlike budur! Murathan Mungan’ın da ifade ettiği gibi “ya içindesindir çemberin, (…) kafan dışındaysaaa…” Gum!

Ne yapılabilir o halde? Perez buna net bir cevap verir: insanın, arzu akışlarını denetimli bir şekilde serbestleştirmesi gerekmektedir. Denetimli; çünkü denetimsiz serbestlik faşizme yol açabilir. Oedipus’un unutulması ve onsuz bir hayatın kurulması gerekmektedir. Çünkü Oedipus kavramının üretilmesiyle Avrupa’da “ebeveyn otoritesinin kaybıyla ilgili hukuki düzenlemenin aynı döneme denk…” gelmesi manidardır. (s. 88) Yakından bakıldığında, bu durumu gerekli kılan nedenler kolaylıkla anlaşılır: insanın denetim altına alınması gerekmektedir.

Kapitalizm toplumun hazırlanmasında ailenin işlevini artık yetersiz bulmaktadır. Bu nedenle aileden öte maliyeti düşük ve daha az formalite gerektiren toplumsallaştırma ajanları bulmalıdır. Bu noktada eğitim simülatörler üzerinden yürütülmektedir. Günümüzde internetin böyle bir işlevi yerine getirdiği söylenebilir. Düşük maliyetle, sistemin devamlılığını sağlayacak kitleyi yetiştirir. Çocuk, çok erken yaşta, türlü silahları kullanabileceği kadar tanır; hem de kullanabilmesini koşullayan nefret ve saldırganlıkla doldurulmuş olarak. Nietzsche’nin bir kehaneti daha gerçekliğe kavuşmuş bulunuyor artık: “insanlar çok çalışıyorlar, bir çocuğun idare edebileceği bir makine icat etmek için kafa patlatıyorlar.” Bu makine şu an var: bilgisayar… Bilgisayar birçok faydasının yanında, modern orduların personellerini daha ucuz eğitmelerine olanak sağlayan simülatif eğitim ortamını sunmaktadır. O halde kim bu makineyi kullanan çocuklara “Parçala onu! Parçala onu!” (s. 22) direktifini verecektir.

Kitabı okuduğu anda okur, bu konuda elbette bir fikir sahibi olacaktır. Ya da bu kitap bu fikre sahip olmasını sağlayan bazı yolları açacaktır. Çünkü An(arşi) ve Şizoanaliz, sadece spesifik bir bilgiden değil; aynı zamanda, bu bilgiye dair genel bir toplamdan da haberdar etmektedir okuru. Bu yön oldukça önemlidir. Perez’in geniş bir ortamda; felsefi, psikolojik, sanatsal, politik bir zeminde konuyu tartışması ufuk açıcıdır. Anti-psikiyatristlerin Freud’u ve onun Oedipus kavramını eleştirmelerinin nedeni sadece ruhbilimle açıklanamaz. Aksine birey ve toplum diyalektik olarak ele alınır. Toplumdan soyutlanan bir ruhbilim, ruhbilim olamaz. Bu nedenle anti-psikiyatrinin eleştirisi sadece bireye yönelmez. Bireyle birlikte tüm totaliter yapıları eleştirir. Çünkü bir reis’in olduğu her yerde diğer bireylerin baskı altında tutulması söz konusudur. Bunun ilk örneğiyle hemen herkes kendi ailesinde karşılaşır. Hangi aile reisine bakarsak bakalım,  “her aile reisinin cebinde gizli bir bıçak vardır. İlkel kabilelerdeki aile reisleri onları kullanırlardı.” Ayrıca, reisin bu tavrının entelektüel yönden de haklılaştırıldığını unutmamamız gerekir: “bizim “medeni” Freud’u unutmamalıyız: onun da bir bıçağı vardı ve kullandı, sadece onun kullanma tekniği farklıydı.” (s. 86)

(Rolando Perez, An(arşi) ve Şizoanaliz, çev. Şervan Adar Avşar, Versus Kitap: 2008)

Kuyudaki Koro, S. 3

Faşist Olmayan ya da An(arşik) Bir Yaşam Biçimine Doğru

Godard’ın ‘’Alphaville’’ filminde, şiddetin ve Devlet’in baskısının göstergeleri daireseldir (Örneğin  polis arabasındaki amblem)*. Aksine özgürlüğün ve kaçışın (bir kaçış çizgisindeki gibi) göstergeleri çizgiseldir. Çünkü an(arşi) kendisini çizgisel düzeyde gösterir…  uçuş/kaçış düzeyinde… atomaltı düzeyde. Bununla birlikte daire kapalı geometrik bir figürdür ve dolayısıyla bir baskı ve zulüm sembolüdür(hatta bazen bunların aracıdır) : sınır ve limitler ile göndergeselliğin sembolüdür. Dolyısıyla an(arşist)  kendi hayatına evrensel bir Gönderge’ye göre-katı bir şekilde bölümlenmiş sınırlar ve bölgeselliklere göre – yön vermeyen kişidir. Aksine aktif bir biçimde her sabah kendi dünyasını yeniden yaratan kişidir.
Eldridge Cleaver, Buz üzerindeki Ruh’u (Soul on Ice) yazarken hayatında artık kendi üstünde gördüğü kimsenin bilgisine güvenmediği bir noktaya geldiğini söyler. ‘’Düşündüm ki’’ der,
kendi cehalet ufkumun ötesinde sözbirliği mevcuttu. Her ne kadar evrende ne olduğunu bilmesem de diğer insanlar muhakkak biliyordu. Bütün ABD’nin ayrılma/birleşme konusunda bir anlaşmazlık kaosu içinde olduğunu henüz keşfediyordum. Bu şartlarda benim için en güvenli olan şey kendimle devam etmekti. Şu netleşti ki benim inisiyatif almam mümkündü: sadece tepki vermek yerine kendim eyleme geçebilirdim. Tek taraflı olarak -başkaları bana katılsın katılmasın- bütün bağlılıkları, ahlakı ve değerleri –toplumda var olmaya devam ediyor olsalar bile- reddebilirdim.
İşte bir kelime bile Nietzsche okumadan, tüm akademisyenlerden ve Nietzscheci yazarlardan daha Nietzscheci, yani daha an(arşik) birisi var burada.
An(arşi) öğretilemez. O bir teori değildir. Bir yaşam biçimidir, dünyada olma biçimidir, bir tavırdır. Slyvere Lotringer bir an(arşist)tir. İtalyan ‘’otonomcular’’ an(arşist)tir. Ve Rastafaryanlar da kendi dilleri (bölgesel dilleri) ve yaşam biçimleriyle an(arşist)lerdir. An(arşi) ne kadar birey tipi varsa, o kadar farklı biçim alır.
Anti-Oedipus, aynı anda hem herkes hem de hiç kimse için yazılmış olması itibariyle Nietzscheci bir etik kitabıdır. Bu yüzden Deleuze, eleştirilerden birine yanıtında, kendilerinin- kendisi ve Guattari’yi kastederek- bizim bireyler olarak Anti-Oedipus’la ne yaptığımızı umursamadıklarını söyler. Deleuze şöyle der:
Biz bir kitabı, küçük bir göstergesel-olmayan makine olarak görüyoruz: tek sorun şudur-Çalışır mı ve nasıl çalışır? Sizin için nasıl çalışır? Eğer çalışmazsa, eğer hiçbir şey olmazsa başka bir kitap alın.Diğer okuma yolu yoğunluklar üzerine kuruludur: bir şey olur ya da olmaz.Açıklanacak, anlaşılacak,yorumlanacak hiçbir şey yoktur.Bu bir elektriksel bağlantıyla karşılaştırılabilir.Organsız bir beden: Bunu anında anlayan insanlar biliyorum, -kendi ‘’ alışkanlıkları’’ sayesine.
Kısacası, bunların hepsi, genel olarak dünyayla ne çeşit duygulanımsal bağlantılar kurabileceğimize gelir. Hala kıvrak hareket edebilir miyiz? Hala diğer arzu-makineleriyle ikindi gezintileri yapabilir miyiz? Berenger denedi. Gerçekten yaptı. Fakat ailesi onunla uçmayacaktı.
Geçenlerde birisi bana benim an(arşi) tanımımı sordu. Cevap vermedim: çünkü an(arşi) hayattır.
*Daireselliğin şiddetinin başka bir örneğini Foucault'un Disiplin ve Ceza(Dicipline and Punish,Vintage Books, N.Y söz ettiği panoptikonda bulabiliriz.

An(arşi) ve Şizoanaliz, Rolando Perez,Faşist olmayan ya da An(arşik) bir yaşam biçimine doğru ,syf:53