Friday, May 31, 2013

William Faulkner – Ses ve Öfke


Compson ailesinin çöküşünün anlatıldığı romanda olayların merkezindeki isim Caddy Compson’dır.
Zihinsel özürlü (otistik) Benjy (Benjamin) ailenin utanç kaynaklarından biridir.
Caddy’nin ahlaki zaafiyeti, erkeklere karşı olan erken ve aşırı ilgisi, ailenin diğer ve daha önemli utanç kaynağıdır.

Birinci bölümde; 7 Nisan 1928′de yaşananlar Benjy aracılığıyla anlatılır. Zihinsel rahatsızlıkları olan Benjy’nin anlatımı da hastalıklıdır, romanın ilk bölümünde neyin ne olduğunu anlamak/takip etmek için romanı okumaya devam ederken geri dönüşler yapmakta fayda var; dikkati her an dağılabilen Benjy’nin düşünceleri ablası Caddy etrafında dönüp durmaktadır. Caddy’nin kardeşi ve kızının isimleri, benzer şekilde kardeşlerden Jason, babasının ismini taşımaktadır, Benjy’nin ismi doğduğunda Maury’yken hastalığı farkedildikten sonra Benjamin olarak değiştirilir, bununla beraber kardeşlerin dayısının ismi de Maury’dir; bu durum/isim benzerlikleri, romanın takibini ayrıca güçleştiriyor.
Benjy’de zaman kavramı yoktur; geçmiş ve şimdi aynı zaman dilimi içindedir(mutlak şimdiki zaman). Benjy’nin bilincinde olayların akışı; o an olup bitenler, dışarıdan duyduğu bir sesin sebep olduğu çağırışımlar ve bu yolla dalıp gittiği geçmiş anılar ve sesler bu ilk bölümde iç içe verilmiştir. Dolayısıyla ortaya çıkan metin için, okunması en zahmetli olanlarındandır demek durumundayız.
7 Nisan 1928, Benjy’nin otuz üçüncü doğum günüdür(33. Yaş önemlidir, İsa çağrışımları nedeniyle). Bakıcısıyla birlikte golf oynayanları seyretmektedir. Golf sahası, daha önceleri Compson ailesine ait bir meraydı. Quentin’in Harward’daki eğitim masraflarını finanse edebilmek için ailesi bu araziyi golf kulübüne satmak zorunda kaldı.
Benjy’nin yanındaki bakıcı Luster, kaybettiği (bir çeyreklik) parayı aramaktadır. Benjy, kızkardeşini düşünmektedir. Kalabalığın arasında yeğeni Quentin’i biriyle öpüşürken görür. Luster parasını bulamaz, bir süre sonra eve dönerler.
Mutfakta şakalaşırlarken Luster, Benjy’nin elinin yanmasına sebep olur. Çok ciddi bir durum değildir. Dilsey gelip Benjy’nin eline merhem sürer.
Yemek sırasında Luster, Jason’dan para ister ancak alamaz. Quentin ile Jason tartışırlar. Benjy’yi uyutmak için yatağına götüren Luster, Quentin’in gizlice evden çıktığını görür.

Geçmişte yaşanan olaylar, olay örgüsü verilirken/aktarılırken zaman dizin dikkate alınmaksızın, Benjy’nin zihninde hatırlandıkları şekilde aktarılır. Benjy ve kardeşlerinin çocukluk yıllarına dair anılardır bunlar.
Caddy bir ağaca çıkarak evde olanları seyretmektedir, çocuklar/kardeşler bahçede oynarlarken evde toplanan kalabalığın nedenini anlamaya çalışırlar. Büyükanne ölmüştür. Evdeki cenaze nedeniyle dört kardeş bahçede oynamaktadırlar. Caddy’nin ağaçta olma sebebi de evdeki kalabalığın nedenini merak etmesidir. Caddy ağaçtayken diğer kardeşleri Caddy’nin iç çamaşırının çamurlanmış olduğunu fark ederler. Bu sahne oldukça önemli; Caddy ağaca tırmanır, kardeşleri de onun iç çamaşırındaki ‘kir’i görür. Bu ‘kir’ Campson ailesinin çöküşünü sembolize eder. Bu sahnede diğer bir önemli olay, ölen büyükannedir; romanın tamamında büyükannenin hayatta olduğu zamanlara dair anı ve/veya olay anlatılmaz. Faulkner’in yazılarında hissedilen/görülen, geçmiş zamalarda var olan ve insanları ‘ayakta’ tutan evrensel değerler (ahlak, onur, cesaret vs) kaybedildiği için(doğaya uygun insan hayatı) insanların hayatı mekanikleşmekte ve bu yolla çöküşe doğru gitmektedir. Büyükanne, geçmiş zamanların evrensel değerlerini temsil eder mahiyettedir. Onun ölümüyle birlikte Campson ailesinin çöküşünün başlaması bu noktada manidardır.

Kızkardeşi Caddy’yi çok seven Benjy, kendini ancak Caddy’nin yanında iyi hissetmektedir. Benjy’ye gerçek anlamda sevgi ve şefkat gösteren tek kişi de Caddy’dir(Dilsey’in içten yakınlığını da göz ardı etmiş olmayalım ama Dilsey salt insani duygularla Benjy’ye ilgi gösterir, Caddy ise anne rolünü üstlenmiş gibidir). Benjy, annesinden böyle bir yakınlık göremez.
Caddy ondört yaşına geldiğinde dış görünüşüne dikkat etmeye başlar, erkek arkadaşlarıyla daha sık zaman geçirir. Bu durum Benjy’nin hiç hoşuna gitmez.
Caddy bekâretini kaybettikten sonra, Benjy sürekli yıkanıp temizlenmek istemeye başlar(kir).
Caddy bir yıl sonra evlenip evden ayrılır. Benjy çok üzgündür. Bir ay sonra üniversitede okuyan Quentin ölür. İki yıl sonra baba ölür. Benjy, annesiyle birlikte mezarlığa gider(anne sadece bu mezarlık sahnesinde evden dışarıya çıkmıştır), Jason onlarla birlikte değildir.

İkinci bölümde; 2 Haziran 1910′da Quantin’in intihar etmeden önceki yaşadıkları anlatılır. Olayları, Harward’da öğrenci olan Quentin’in zihniden takip ederiz.
Erkenden uyanıp saatin tik taklarını dinleyen Quentin, saatin camını kırar. Zaman üzerine düşünmeye başlar. Oda arkadaşı Shreve’e bir mektup yazar. Gün boyu zaman üzerine düşüncelerine devam edecektir. Kiliseye gitmemek için yavaş hareket eder. Tıraşını olur, hazırlanır ve dışarıya çıkar. Yol boyunca saatlere dikkat eder. Hepsinin bozuk olduğunu düşünür. Elektrikli eşyaların satıldığı bir dükkandan iki tane demirden ütü alır(ikisi yaklaşık 6 kilodur), bunları Cambridge kasabasında bir köprünün altına saklar. Fırına gidir simit alır. Yolda gördüğü küçük bir kıza dondurma ısmarlar. Kız peşini bırakmaz. Kızın ağabeyisi Quentin’i kardeşini taciz etmekle suçlar. Hakim önüne çıkartılır, kefaletle serbest bırakılır. Odasına dönen Quentin, giysilerindeki lekeleri çıkarmaya çalışır. Arkadaşı Shreve’e mektup/not yazar.
Geçmiş zaman.
Kızkardeşi Caddy’nin bir erkekle olan ilişkisi Quentin’in zihninde derin izler bırakmıştır.
Caddy’yi Dalton Ames ile birlikteyken görür. Caddy’nin yüzünü bir tutam otla temizler. Caddy, Quentin’i kızdırır(Caddy Quentin’i, bende seni kızlarla birlikte görmüştüm diyerek onu kızdırır), kavga ederler. Dalton’un Caddy’ye yaptıklarını hatırlar. Dalton’u öldürmek ister. Tabancasını Dalton’a doğrultur, ama bayılır, yere düşerken silah ateş alır, kimse yaralanmaz.
Quentin, Caddy’nin hamile kaldığını öğrenir, kızkardeşini korumak için bir şeyler yapmak ister. Babasıyla konuşur, ensest ilişkiye girdiklerinden söyleyerek Caddy’yi korumaya çalışır. Babası Quentin’e inanmaz, Caddy’nin ne yaptığının farkında olan aile, doğumdan önce Caddy’yi evlendirmek ister.
Olayları öğrenen Bayan Compson, kızını bir başka adamla, Herbert’le evlendirmeye karar verir. Herbert’in kötü şöhretinin farkında olan Quentin Caddy’ye engel olmaya çalışır. Ancak evliliği engelleyemez.
Bu bölüm en az ilki kadar dağınıktır. Burada da sağlıksız bir zihinle karşı karşıyayız. Quentin ağır bir depresyondadır. İçine düştüğü bunaltı onu ölüme götürecektir. Dolayısıyla anlattıkları ve anlatım biçiminde bu yoğun duygusallık keskin ifadelerle yer buluyor kendine.

Üçüncü bölümde; 6 Nisan 1928′de Jason’ın bakış açısıyla anlatılan olayları takip ederiz.
Evin reisi Jason, paradan başka şeye değer vermeyen sorumsuz biridir. Annesinden kalan dükkanın hisselerini satıp kendine bir otomobil alır. Çeşitli işlerde çalışır ancak hiçbirinde tutnamaz. Quentin’i(Quentin, Caddy’nin gayrı meşru kızıdır, annesi gibi erkeklere fazla düşkündür) takip eder sürekli olarak, amacı onu sevgilisiyle birlikte yakalamaktır.

Dördüncü bölümde, 8 Nisan 1928′de Paskalya günündeki olaylar anlatılır.
Aileyi bir arada tutmaya çalışan Dilsey, kiliseden dönerken evdeki karmaşayı fark eder. Quentin, annesinden kalan yüklüce bir miktar parayı alıp kaçmıştır. Caddy’nin gönderdiği bu paralara Jason el koymaktaydı. Quentin aslında zaten kendisine ait olan parayı alıp kaçmıştır. Quentin’i bulmak/yakalamak için karnaval meydanına gider. Karnval yerinde biriyle tartışır, kavga eder ve yaralanır.

Luster ve Benjy, faytonla gezerlerken, atları hızlandıran Luster, Benjy’yi korkutur. Yol boyunca ağaçların kokusu Benjy’ye Caddy’yi hatırlatır. Benjy huysuzluk yapar, ağlamaya başlar. Jason’la karşılaşırlar. Benjy’nin çok korktuğunu fark eden Jason, Luster’i tokatlar. Benjy mutlu bir şekilde başını öne eğer, elindeki nergise bakar.



Aile kroniği
Benjy 1895 yılında doğmuş olmalı.
1898 yılında, büyükanne öldü.
1900 yılında, Maury’nin ismi, Benjamin/Benjy olarak değişti.
Benjy ve Caddy, 1902 yılında Bayan Patterson ile Maury Amca’nın aşk mektuplarını taşırken yakalandılar.
Caddy, ilk defa 1905 yılında parfüm kullanıyor.
Caddy, 1909 yılında bekaretini kaybetti ve 1910 yılında evlendi. Quentin, Harvard'da öğrenciyken kısa bir süre sonra intihar etti.
1910 yılında bir kız Benjy’den korktu diye, eleman hadım edildi.
1912 yılında anne Compson çok fazla içerek öldü.

Karakterler
Jason Campson: Entelektüel baba, alkol bağımlısıdır.
Caroline Campson: Nevrotik anne. Benjy’nin hastalığını öğrendikten sonra ailesinin lanetlendiğini düşünmeye başlar(Benjy’nin ismini bu nedenle değiştirir). Çocuklareına karşı sevgisiz ve ilgisizdir (Jason’a bir nebze yakınlık gösterir).
Quentin Campson: Büyük oğul. İdealisttir. Caddy’nin yaşadıklarını kaldıramayacak kadar romantiktir.
Condace (Caddy) Campson: Benjy ve Quentin için çok değerli olan evin tek kız çocuğu. Evlilik dışı hamileliği nedeniyle zengin bir bankacıyla evlendirildi.
Jason Campson II: Kardeşler arasında sevimsiz ve cimri biridir.
Benjamin Campson (Benjy): Zihinsel hastalığı olan küçük çocuk. Caddy’ye bağımlıdır, onu annesi gibi algılamaktadır.
Quentin Campson II: Caddy’nin gayrı meşru kızı. Babası belli değil, Dalton Ames en kuvvetli ihtimaldir.
Dilsey: Evin kahyası, siyah derilidir. Manevi değerlerine bağlı, dejenere olmamayı başarabilen biridir.
Roskus: Dilsey’in kocası. Batıl inançları vardır, ailenin lanetlenmiş olduğuna inanır.
Luster Versh: Dilsey’in oğlu.
TP: Dilsey’in oğlu.
Frony: Dilsey’in kızı.

The Sound and The Fury
Çeviren: Rasih Güran
Yapı Kredi Yayınları

Wednesday, May 29, 2013

Romanı kuşatmak, romanla kuşatılmak...

Her roman, biz onu ne oranda kuşatıyorsak o da bizi bu oranda kuşatıyor' Etkiye tepki olayı da denebilir bunun için. Nitekim Hiçlik'ten Özgürlük Kampı'na geçtiğimizde, yani üçüncüsünü okurken, okuduğumuz ikinci romanda gezintimizi sürdürüyorsak biz hâlâ, o zaman kuşatıldığımız romanları, bizim de ağırdan kuşatmaya koyulduğumuzu, söylemdeki yoğunluğun, söyleme biçiminin önüne geçtiğini görmezden gelebiliriz miyiz?




İstanbul- Ferhan Şaylıman'ı Zaman Geriye Dönmez (Merkez, 2006) adlı ilk romanıyla tanımış, 'Kitaplar Adası'na konuk almıştım yapıtıyla. 'İlk roman'mış doğru, ama 'ilk kitap' değilmiş bu' Öncesinde iki öykü kitabı yayımlamış yazar, nereden bileceğim' Bunu dillendiren satırlara, ilk romanında değil ikincisinde rastladım çünkü. Sonuçta haberim bile olmamış iki kitabından: Sığınak (1992), N'olur Beni Eve Götür (?).

Üstelik iki kitap da öyküler toplamı' Buna göre son dönem öyküden romana geçenler arasında Ferhan Şaylıman adının da anılması gerekiyor. Oysa sözünü ettiğim öykü kitaplarını bırakın okumayı, görmüş de değilim kendi payıma'

İkinci romanı Hiçlik (Turkuvaz, 2009), bu bilgileri içerirken romanda kalıcılık için çabaladığını da gösteriyordu yazarın. Nitekim çok geçmeden üçüncü romanıyla okur karşısına çıktı Şaylıman: Özgürlük Kampı (Bence Kitap, 2012)'

Zaman Geriye Dönmez, karmaşık evren yapısı, karakterlerindeki oturmuşluk, sağlamlık kadar bunların olaylarla öteki kişilerle ilişkilenişi çerçevesinde dikkat çekiciydi. Böylece yapıttan yayılan gerçektenlik duygusu da düzeyini koruyor, süreğenlik sergiliyordu.

Şaylıman'ın bu romanıyla Melih Cevdet Anday'ın Raziye (Altın, 1975) adlı romanı arasında kimi çağrışımsal bağlar kurmaktan kendimi alamamıştım. Üstelik bunu, Melih Cevdet'in şair, denemeci, oyun yazarı olarak cebinden üç şair, yazar çıkardığını, ama romanlarının enikonu 'vasat' kaldığını öne sürdükten sonra söylüyorsam, bir çelişkiye yol açmıyor mu bu?

Raziye, kanımca en yukarıdaki romanı Melih Cevdet'in. Ötekiler daha anlatımcı boyutta kalırken, yüksek soyutlayımı, buna dayalı dönüştürümüyle önümüzde açtığı yoğun anlamlandırma adalarıyla hâlâ değerini koruyan bir roman bana göre. Melih Cevdet, bunda olgun birinin tutkularına bir genç aracılığıyla karşı açılı bakış getirirken kırsal, ama söylensel temelde kurduğu olağanüstü evreniyle, bu evrene yerleştirdiği karakterlerle müthiş dinamizm de kazandırıyor anlatısına.

Ne yalan söylemeli, İşte Ferhan Şaylıman da Zaman Geriye Dönmez'de, doksanlık ressam Mişon'la, karşı açı oluşturan genç anlatıcısıyla yüksek bir giriş yapıyor romancılığımıza'

Ferhan Şaylıman'ın roman evrenleri...

Şeylıman, evreni, karakterleriyle, göz okşayan yapısı, dikkat çekici kurgusu, bütüne dönük yaydığı albeni duygusuyla elbette övgüyü hak ediyor bu ilk romanında. Üzerinde durduğuma göre, bunu bırakıp öteki romanlarına geçelim biz yine de'

Yazar, ilk romanından tanıdığımız dil, anlatım ustalığıyla çıkıyor karşımıza Hiçlik'te. Karmaşık dizilişle, bakışımsız olarak roman evrenine yerleştirdiği Canan-Esat çiftini tanıtıyor bize. Özöyküsel aktarımla anlatmasa da öznel bir kameranın bakışıyla, sıcak kucaklamalarla sunuyor onları. Bir türlü örtüşememiş, ilişki yorgunu iki insandır Canan'la Esat. Geçirdiği büyük ameliyat sonrasında, düz bir yaşam sürdüren bilgisayar mühendisi Esat'la bir özel okulda, üstelik kayınpeder torpiliyle öğretmenlik yapan Canan'ı iki özürlü insan gibi aynı düzleme getirip eşitler yazar yoğun bakımda'

Her ikisi de bu bağlamda yaşam savaşımı verirken, geri plandaki toplumsal oluntuların simgesi sayabileceğimiz aileleri de taraf konumundadır. Canan, ünlü gazeteci Haluk'la kaçınılmaz bir aşk yaşamaya koyulmuştur. Ancak bu süreçte eşini aldatmanın getirdiği iç baskısıyla düşünsel gelgitler içindedir. Esat ise yaşadığı ölümcül ameliyat sonrasının ciddi sarsıntısını göğüslemeye çabalar. Ne ki yaşadığı 'hiçlik' duygusunu atamaz içinden. Karı koca masum kızları Ceren'i düşünür' Masumiyetin elde kalmış tek verisidir çünkü çocuk'

Çift, kendini anlatmaz, ancak biz sanki onlar kendilerini anlatıyormuşçasına tanımaya koyuluruz karakterleri, öte yandan tutumlarıyla, davranışlarıyla, artalanda kusan aile yapılarına bağlı sıkışıp kalmışlıklarıyla enikonu kabulleniriz onları. Bu nedenle yapıt, nahif bir izlenim bırakıyor insanda. Çünkü karakterlerin davranışlarına bakarken, sanki başka türlü herhangi davranışları, duyuşları, düşünüşleri, tutumları olamazmışçasına onları benimsiyoruz alımlama sürecinde.

Özgürlük Kampı'nı yapılandırırken de yazarın temel karakter bağlamında söz konusu aşk üçgenindeki bu kişilerden yararlandığı görülüyor. Hiçlik'te iki erkek (Esat, Haluk) karşısında kendi geçmişiyle hesaplaşarak ayağa kalkmış modern bir kadınla tanışıyoruz: Canan. Emma Bovary'nin, Anna Karenina'nın bir değişkesi bağlamındaki 'Canan çok çaresiz, kapana kısılmış hissed(er) kendini. Ne yapacağını bilm(ez)' (166) belki, ancak yolunu değiştirmez yine de.

Özgürlük Kampı'nda Canan'ın yerini, yaklaşık aynı konumda bir erkek alıyor: Tunç. Bu kez aldatan, televizyonda yönetmenlik yapan anlatıcı Tunç'tur. Önceki erkeklerin yerini, eşi Sedef'le sevgilisi Berna almıştır. Sedef, 'üç şeyi yapmayı çok istedi(ği) ama başaramadı(ğı)'(7) için Tunç'u bırakmıştır: içkiden, kadınlardan vazgeçememek, kalem kâğıdı alıp bir türlü yazıya başlayamamak. 'Bir çeşit hastalık' (208) olan Berna'yla ilişkileri de inişli çıkışlıdır zaten anlatıcının. Çalıştığı televizyon kuruluşunda gerçekleştirdiği günün tartışılır programı sonrasında kanalla ilişkisi kesilmiş, kapı önüne konulmuştur Tunç. Bu bakımdan yitirendir anlatıcı her yönüyle.

Roman, adını, birbirini yok etmeye yönlendirilmiş yedi katılımcısıyla, kıran kırana gerçekleştirilen parlatılmış bu 'yarışma programı'ndan almıştır zaten. Hepimiz bu 'özgürlük kampı'nın içinde birer oyuncu olarak yer alırız yazara göre.

Kuşatmaya çabaladığımız romanla kuşatılmak...

On yıl kadar önce, genç bir yazar olarak Eray Sezer'den, BBG / Bazı Bilinmesi Gerekenler başlıklı bir roman dosyası okumuştum. Söz konusu dosyada yazar, 'Eray Sezer' adlı roman kişisinin, bir televizyon programına katılmadan önceki yaşamıyla, sonrasında başına gelenleri anlatıyor, bu arada yine birer roman kahramanı olarak kendisi gibi birtakım insanları da bu evrene buyur ederek enikonu ilgi de çekiyordu. Diyeceğim, dosya, başlangıçta belki salt yaşamsal gerçekleri aktarmış görünüyordu ama ilerleyen sayfalarda yazınsal değerler kuşanmaya koyuluyordu. Görmesem de andığım dosyanın, sonradan kitaplaştığını sanıyorum.

Demek öndeki cilanın ardında kalanlara sızmak, olgular arasında bağlar kurarak, toplumsal ilişkiler yumağı odağında yaşamımızı yeniden değerlendirip farklı bir kavrayış mantığıyla bunu çözümlemeye girişmek, deşmek gerekiyor. İşte Şaylıman bunu yapıyor bir bakıma' Tanrılara sunulmak üzere arenaya çıkarılıp gladyatör olarak birbirlerine saldırtılan, katılımcı gibi görünse de yaşam karşısında kendilerine yalnızca yarışıp yenen olmak gerektiği öğretilmiş kapitalist ilişkiler kurbanı yedi kişi aracılığıyla, varsayalım ülkenin yedi rengine göndermede bulunan bir tuhaf ritüel'

Yazar, söz konusu ritüel aracılığıyla bize kendi toplumsal gerçekliğimizi gösterirken arkada ipler ellerinde bu kuklaları oynatan odakların büyülü camda gerçeklikle kurmaca arasında yanılsamaya dayalı ne oyunlar çevirdiğini, böylece neye yol açtığını da ortaya koyuyor bir bakıma. Çünkü 'güç, camgözlerin yarattığı bir dünya ile sınırlı' tutulmuştur. (179) Kaldı ki 'camgözler yeni bir dinin doğuşuna (.) öncülük et(mişlerdir)' (300), ötesinde onlar 'güçlüleri sever' zaten. (327) Seyrederken uyarlaştırılıp yönlendirilen toplumda herkesin giderek emir kulu yapıldığı bu işleyişte ilk kavranması gereken, yaşanan gerçeklik yanılsaması aslında. Ne ki başkalarınca kurgulanan gerçekliği kendi gerçekliğimiz bağlamında alırken bu odakların kurmaca kişileri ya da kuklaları olmaktan yakamızı kurtaramıyoruz bir türlü' 'Camgöz saltanatı'na son verip kurtlar sofrasını dağıtmanın ilk koşulu gerçeklik algısını hep göz önünde tutmak oysa'

Zaten Tunç da '[h]er şeyi yeniden öğreneceği(.) bir aşama(ya)' gelmiştir. 'Kırk yıllık yazlığın(ı)' yazıevine dönüştü(rerek)', sonunda 'önü(ne) yeni yazıldığı belli olan uzun bir metin' alabilmiştir görece. (129, 128, 118)

Yazar, gerek Hiçlik'te gerekse Özgürlük Kampı'nda okuru, bir biçimde önce kendi savunma adasına çekiyor, sonrasında hücum yetileri kazanmasını sağlayacak verilerle donatmaya girişiyor onu.

Yalnız son iki romanında değil ilk romanında da gerçeklik algısı ile bunu gölgeleyen yanılsama olgusu, yazar olarak Ferhan Şaylıman için ana sorunsalların başında geliyor' Bu çerçevede o, süreç içinde geçirilecek 'rasyonel' bir gerçeklik algısı değişimi dışında tüm toplumu yönlendirip buyruğuna almak amacıyla oynanan sahte gerçeklik algısına, kurgulanmış gerçeklik yanılsamasına karşı uyarıyor hepimizi' Hele Hiçlik'le Özgürlük Kampı'nda bunu iyiden iyiye geliştirip odağa oturtuyor da denebilir'

Evrenden kişiye romanlar arasında geçişler...

Hiçlik'in, tekinsiz, ancak daha bireysel görünen evreninin Özgürlük Kampı'nda daha toplumsal, daha kuşatıcı evrenle geliştirildiği düşünülebilir. Ancak Şaylıman'ın üçüncü romanını da yine bir aşk üçgeni tragedisinin açılımı üzerine oturtması, her ikisinde de bu sacayağını koruması, ister istemez iki evren arasında koşutluklar kurulmasına, buna dönük kimi özdeşleyimler ortaya çıkmasına yol açıyor.

Bunun yanında her iki romanın sürekli iç sorgulamalara yaslandırılması, çatının bu şekilde kurulması, kızağa böyle oturtularak bu omurgayla kaydırılıp taşınması farklı romanlara aynı ağırlıkta yayılınca enikonu tekdüzelik çıkıyor ortaya'

Kuşku yok ki iyi bir anlatıcı, işini iyi bilen bir dil işleyici Şaylıman. Ama temel güdüleri yönünde insanoğlunu yapılandırırken, karakterleri, evreni kurarken bir yazardan, üstelik her yapıtında farklı yönsemeler beklenmez mi biçemsel tutum bağlamında? Hayır, olay aktarıcılığını, anlatımcılığı öneriyor değilim elbette' Buna göre Tatar Davut'la Kevser ilişkisi elbette göz dolduran bir anlatı, ama bunun nefis bir öykü gereci olduğunu düşünebilseydi keşke yazar. Tersine örtükleştirmeyi dağıtmadan, ama bunu geliştirerek, tıpkı ilk romanda gözlendiğince yapıtı çoksesli hale getirmek olanaklı değil mi? Kaldı ki o, yinelemeye düşmeyen, anlatısına yan anlam örgülerini ustaca yerleştiren, zaman zaman dolgu, orta malı, kullanmalık öğelere göz kırpsa da işlevsel ayrıntının değerini iyi bilen biri zaten'

Her roman, biz onu ne oranda kuşatıyorsak o da bizi bu oranda kuşatıyor' Etkiye tepki olayı da denebilir bunun için. Nitekim Hiçlik'ten Özgürlük Kampı'na geçtiğimizde, yani üçüncüsünü okurken, okuduğumuz ikinci romanda gezintimizi sürdürüyorsak biz hâlâ, o zaman kuşatıldığımız romanları, bizim de ağırdan kuşatmaya koyulduğumuzu, söylemdeki yoğunluğun, söyleme biçiminin önüne geçtiğini görmezden gelebiliriz miyiz?

Bu nedenle Hiçlik de Özgürlük Kampı da elbette nitelikli romanlar, ne ki evrenleri, karakterleri bağlamında sergilediği örtüşme nedeniyle gereken 'değer'i yansıtamıyor. Oysa Ferhan Şaylıman, kanımca bunların çok daha üzerinde bir güçle okuru kuşatacak romanlar verimlemeye aday bir yazar! msaslankarahotmail.com sadikaslankaragmail.com
17 Ocak 2013

Tuesday, May 28, 2013

Asi Şehirler Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru



Özgün adı: Rebel Cities
From the Right to the City to the Urban Revolution
Çeviri: Ayşe Deniz Temiz
Yayına Hazırlayan: Özge Çelik
Kapak Fotoğrafı: Markus Schreiber
Kapak Tasarımı: Semih Sökmen
Kitabın Baskıları:
1. Basım: Mart 2013

ABD'de 2001'den beri spekülatif bir biçimde şişirilmekte olan gayrimenkul ve ona bağlı finans sektöründe 2008'de iktisadi bir kriz patlak verdi ve kısa sürede tüm Avrupa'yı girdabına aldı. Krizin nedenlerini çözmeye çalıştığımız sırada, spekülatif sermayenin sözcüleri kendi içine kapalı bir jargonu tedavüle sokuyor, meselenin bizlere izah edilemeyecek kadar karmaşık olduğunu göstermeye çalışıyorlardı. Bu nedenle sorunun ne olduğu açıklığa kavuşmasa da, maddiyatın çarpmasını doğrudan yaşamlarında hisseden kitlelerin, oturduğu eve haciz konan, işinden çıkarılan, kemer sıkma politikaları ve özelleştirmeler sonucunda kamu hizmetlerinden mahrum edilen kitlelerin sokağa inmesi uzun sürmedi.

İşte Asi Şehirler, neoliberal iktisat tarafından kurgulanan kriz anlatısı ile krizin kendi üzerlerinden telafi edildiği kitlelerin konumu arasındaki makasın giderek açıldığı bu zaman kesitini tahlil ediyor. Bir ayağı sokakta olan kitap, doğrudan eylem lehine uzun vadeli bir kavramsal analiz de sunuyor. Harvey, 1980'lerin ikinci yarısından bu yana olgunlaştırmakta olduğu kentsel iktisat anlayışını burada özlü bir biçimde ortaya koyarken, bir yandan da kavramsal soru ve çözümlemelerin kentsel toplumsal hareketler açısından ne gibi yeni doğrultulara işaret edebileceğini irdeliyor.

Sokaktaki antikapitalist eylemliliğe yaslanan Asi Şehirler, dil ve üslubuyla da akademi dışından okuru başköşeye buyur ediyor.
 
Önsöz, Henri Lefebvre'in Vizyonu, s. 29-39

1970’lerin ortalarında Paris'te, çevreye daha duyarlı bir şehir yaşantısını örgütlemek için uğraş veren Ekolojistler adındaki radikal bir mahalle hareketinin dolaşıma soktuğu bir afişe rast gelmiştim. Bu harikulade afiş, çiçek süslü balkonları, insanlar ve çocuklarla dolup taşan meydanları, dünyaya açılan küçük dükkân ve atölyeleri, sayısız kafeleri, fıskıyeli havuzları, nehir kıyısının tadını çıkaran insanları, aralara serpiştirilmiş mahalle bahçeleri (gerçi bu detayı kafamdan ekliyor da olabilirim) ve sohbet etmek yahut birer puro tüttürmek için (Ekolojistlerin iyice dumanaltı bir odada yapılan mahalle toplantısına gittiğimde ceremesini çekerek öğrendiğim üzere, o sıralar bu alışkanlık henüz lanetlenmemişti) bol vakti olan insanları ile eski Paris'in mahalle yaşantısını yeniden canlandırıyordu. O zamanlar çok sevdiğim bu poster yıllar içinde öyle yırtık pırtık hale geldi ki maalesef atmak zorunda kaldım. Geri almak keşke mümkün olsaydı! Birileri onu tekrar basmalı.

Ortaya çıkmakta olan ve eskiyi boğmakla tehdit eden yeni Paris ise bu manzarayla çarpıcı bir tezat arz ediyordu. Place d'Italie çevresindeki dev gibi yapılar eski şehri istila etmekle ve o korkunç Montparnasse Kulesi'ni dahi sollamakla tehdit ediyordu. Nehrin sol yakasında inşası önerilen ekspres yol, 13. Bölge'de ve banliyölerde inşa edilen ruhsuz çok katlı habitation à loyer modéré'ler (HLM), yani düşük kiralı sosyal konutlar, tekellerin buyruğuna girip ticarileşen sokaklar, bir zamanlar Marais'deki küçük atölyelerde zanaatkârlık etrafında gelişmiş olan canlı mahalle yaşantısının düpedüz tahrip edilişi, Belville'de harabeye dönüşmüş binalar, Place des Vosges'un harikulade mimarisinin bir harabeye dönüşmesi. Bulduğum bir başka karikatür ise (çizeri Batellier) Paris'in bütün eski mahallelerini öğüterek yutan bir biçerdöverin arkasında yalnızca çok katlı HLM'lerden oluşan dümdüz bir hat bırakarak ilerleyişini resmediyordu. Bu karikatürü Postmodernliğin Durumu kitabımda bulabilirsiniz.*

1960'ların başından itibaren Paris kendini düpedüz varoluşsal bir krizin ortasında bulmuştu. Eski olan daha fazla ayakta kalamazdı, fakat yeni olan da göze fazlasıyla berbat, ruhsuz ve bomboş görünüyordu. Jean-Luc Godard'ın 1967 yapımı filmi 2 ou 3 choses que je sais d'elle/Onun Hakkında Bildiğim İki-Üç Şey, bu ânın hissiyatını çok iyi yakalar. Parasal ihtiyaçlardan olduğu kadar sıkıntıdan fahişeliği gündelik iş edinmiş çocuklu ve evli kadınları tasvir eden filmin arka planında, Amerikan şirket sermayesi tarafından işgal edilmiş bir Paris şehri, Vietnam savaşı (ki başlangıçta Fransızların meselesi iken o sıralarda Amerikalılar tarafından devralınmıştır), karayolu ve çok katlı konut inşaatındaki patlama, ve şuursuz bir tüketiciliğin baskınına uğramış şehir sokakları ve dükkânları karşımıza çıkar. Gelgelelim Godard'ın felsefi yaklaşımı —bilmeceyi andıran, nostaljik, postmodernizmin Wittgensteincı bir öncülü— bana pek hitap etmemişti.

İşte Henri Lefebvre de "Şehir Hakkı" üzerine denemesini aynı yıl, yani 1967'de yazmıştı. Lefebvre bu hakkın hem bir haykırış, hem de bir talep olduğunu ileri sürüyordu. Haykırış, şehirde gündelik hayatın girdiği derin krizin yarattığı acıya verilen bir tepkiydi. Talep ise, bu krizle korkusuzca yüzleşip bu derece yabancılaşmış olmayan, daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği yaratma yetkisiydi aslında. Lefebvre için böyle bir seçenek aynı zamanda daima çatışma barındırır; oluş ve rastlantıların (ister korkutucu olsun isterse memnuniyet verici) diyalektiğine ve önceden tahmin edilemez yeniliklerin sürekli peşinden gitmeye açık olmalıdır.(1)

Biz akademisyenler fikirlerin şeceresini çıkarmak konusunda bir hayli uzman sayılırız. Lefebvre'in bu dönemdeki yazılarını biraz kazıyacak olursak şurada Heidegger'den, ötede Nietzsche'den, beride Fourier'den bir parça, Althusser ve Foucault'ya isim vermeden yapılan eleştiriler, ve tabii kaçınılmaz olarak Marx'tan ödünç alınan çerçeveyi ortaya çıkarabiliriz. Bu makalenin Kapital'in ilk cildinin yayımlanışının yüzüncü yılı kutlamaları için yazıldığını da belirtmek gerek, zira ileride göreceğimiz gibi siyasi bir önem taşıyor bu. Gelgelelim biz akademisyenlerin çoğu kez unuttuğumuz nokta, bizi çevreleyen sokaklardan yükselen hissiyatın oynadığı roldür: yıkımların kaçınılmaz olarak yol açtığı yitirme duygusu, Paris'in Les Halles kesimi gibi koca bir semtin baştan başa yeniden inşası yahut birdenbire peyda olan büyük bina kompleksleri karşısında duyulan şaşkınlık, diğer yandan şu veya bu amaçla düzenlenen mitinglerin yarattığı coşku veya öfke, göçmen grupların bir mahalleye yeniden yaşam getirmesiyle yeşeren umutlar (13. Bölge'de, HLM'lerin ortasında boy gösteren o şahane Vietnam lokantaları), marjinalleşmenin neden olduğu umutsuzluk, polis baskısı, ve gençlerin artan işsizlik ve ihmalden doğan bitimsiz bir sıkıntı içerisinde kaybolduğu ruhsuz banliyölerin gitgide ayaklanmalarla çalkalanan yerlere dönüşmesi.

Lefebvre bütün bunlara karşı eminim son derece duyarlıydı, üstelik bu duyarlılığının ardındaki tek sebep daha önceleri Sitüasyonistlere beslediği açık hayranlık, onların şehrin psiko-coğrafyası fikrine olan teorik bağlılığı, şehri boydan boya katetme, temaşayı soluma deneyimi vb. değildi. Rambuteau Sokağı'ndaki evinin kapısından dışarı şöyle bir adım atmak kuşkusuz bütün duyularında bir kıpırtı yaratmaya yetmiş olmalı. Bu nedenle The Right to the City'nin (Şehir Hakkı), '68 Mayısı'nın "infilak"ından (Lefebvre'in daha sonraki bir kitabına verdiği ad, l'irruption) önce yazılmasını hayli manidar buluyorum. Bir şeylerin infilak etmesinin yalnızca muhtemel değil, neredeyse kaçınılmaz olduğu bir durumu tasvir eder (ki Lefebvre de bunun gerçekleşmesi için üzerine düşen mütevazı rolü Nanterre'de yerine getirmiştir). Ancak '68 hareketinin şehirdeki kökleri, hadiseye dair daha sonraki anlatımlarda fazlasıyla ihmal edilen bir tema olarak kalmıştır. Kanaatimce, dönemin mevcut kentsel toplumsal hareketleri —sözgelimi Ekolojistler— o ayaklanmayla hemhal olmuş, ve onun siyasi ve kültürel taleplerini şekillendirmede alenen değilse de kritik roller oynamış olsa gerek. Bunun yanı sıra, elimde hiçbir kanıt olmamakla birlikte, olayların akabinde şehir yaşantısında meydana gelen, çıplak sermayenin kendisini meta fetişizmi içinde gizlemesi, piyasada niş alanları yaratılması ve kentin kültürel olarak tüketilmesi gibi kültürel dönüşümlerin, '68 sonrası edilginleştirme operasyonları içerisinde hiç de masum olmayan bir rol oynadığı kanaatindeyim (örneğin Jean-Paul Sartre ve diğerleri tarafından kurulan Libération gazetesi '70'lerin ortasından itibaren yavaş yavaş kültürel açıdan radikal ve bireyci bir hal aldı; siyasi açıdan ise, ciddi sol ve kolektivist siyasete yönelik düşmanca bir tutum içine girmediys de, ılımlı bir mecraya kaydı.

Bunlara değinmekteki kastım, eğer şehir hakkı fikri geçen on yıl zarfında yeniden bir canlanma sürecine girdiyse bunun açıklamasını Lefebvre'in entelektüel mirasında aramamak gerektiğidir (bu miras her ne kadar önemli de olsa). Sokakta kentsel toplumsal hareketler içinde cereyan etmekte olan şeyin önemi çok daha büyüktür. Büyük bir diyalektikçi ve gündelik şehir yaşantısının içkin bir eleştirmeni olan Lefebvre de bize bu noktada kuşkusuz hak verecektir.

Örneğin 1990'lar Brezilyası'nda neoliberalleşme ve demokratikleşmenin tuhaf çakışmasının 2001 Brezilya anayasasında şehir hakkını güvence altına alan maddelerle sonuçlanması, kentsel toplumsal hareketlerin, özellikle de konut hakkı etrafındakilerin, demokratikleşmeyi destekleyici gücü ve önemiyle açıklanabilir. Bu anayasal ânın (James Holten'ın deyimiyle) aktif bir "başkaldıran yurttaşlık"ın somutlaşmasına ve desteklenmesine yaptığı katkı, Lefebvre'in mirasıyla değil, gündelik şehir yaşantısının niteliğini kimin belirlediği ile yakından ilişkilidir.(2) Sıradan şehir sakinlerinin belediye bütçesinin demokratik bir karar verme süreci ile dağıtılmasında rol almasına olanak veren "katılımcı bütçe düzenlemesi" gibi bir uygulamanın bunca heves uyandırması, 1990'ların başından beri hoyrat bir neoliberalleşme süreci içerisinde gündelik yaşamın niteliği üzerindeki saldırısını gitgide yoğunlaştıran uluslararası kapitalizm karşısında pek çok kimsenin bir tepki arayışı içinde olmasıyla yakından ilişkilidir. Bu modelin Dünya Sosyal Forumu'nun merkezi olan Brezilya şehri Porto Allegre'de ortaya çıkmış olması da şaşırtıcı olmasa gerek.

2007'nin Haziran ayında ABD Sosyal Forumu'nda bir araya gelen her tür toplumsal hareket, kısmen Brezilya'daki kentsel hareketlerin elde ettiği başarılardan esinlenerek (New York ve Los Angeles gibi şehirlerde aktif birimlere sahip olacak) ulusal bir Şehir Hakkı İttifakı oluşturmaya karar verdiklerinde Lefebvre diye birinden büyük ölçüde bihaberdiler. Tek tek hepsi kendi davası için (evsizlik, mahallelerin "mutenalaştırılması" ve yerinden edilme, yoksulların ve farklı olanların suçlu gibi damgalanması gibi) yıllarca bir başına mücadele verdikten sonra, bir bütün olarak şehir konusunda verilen mücadelenin kendi mücadelesine çerçeve oluşturduğu sonucuna varmıştı. Birlikte bir şeyleri değiştirmenin daha kolay olabileceğini düşündüler.

Ve eğer benzer türden hareketler başka yerlerde de ortaya çıkıyorsa, bu durum Lefebvre'in fikirlerine bağlılıktan değil, kendi fikirleri gibi Lefebvre'in fikirleri de esasen hastalıklı şehirlerin sokaklarından ve mahallelerinden doğduğu içindir. Nitekim son dönemde yayımlanan bir derleme şehir hakkı hareketlerinin (farklı yönelimlere sahip olmakla birlikte) dünya çapında onlarca şehirde faal olduğunu bildiriyor.(3)

Öyleyse bir noktada anlaşalım: Şehir hakkı fikri birtakım entelektüel heves ve modalardan değil (her ne kadar etrafta bunlardan bol miktarda bulunsa da), aslolarak sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların naçar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlığından doğmaktadır. Peki akademisyen ve entelektüeller (Gramsci'nin tabiriyle ister geleneksel olsun isterse organik) bu çığlığa ve talebe nasıl yanıt veriyorlar? İşte burada Lefebvre'in verdiği karşılığa bakmakta fayda var. Bu yanıt bize doğrudan ipuçları sağlayamayacak olsa da (zira içinde bulunduğumuz durum 1960'lardakinden çok farklı, tıpkı Mumbai, Los Angeles, Sao Paolo ve Johannesburg sokaklarının Paris'inkilerden çok farklı olduğu gibi), Lefebvre'in içkin eleştiriye dayalı diyalektik yöntemi bu çığlık ve talebe karşılık verirken feyzalacağımız bir model önerebilir.

Lefebvre, özellikle 1965'te yayımlanan (kısmen Sitüasyonistlerin bu konudaki tezinden mülhem) The Paris Commune (Paris Komünü) çalışmasının ardından, devrimci hareketlerin çoğunlukla, hatta daima bir kentsel boyutu olduğunu pekâlâ anlamıştı. Bu konum onun, fabrika merkezli proletaryanın devrimci dönüşümün lokomotif gücü olduğuna inanan Fransız Komünist Partisi'yle ters düşmesine yol açtı. Marx'ın Kapital'inin yüzüncü yılını şehir hakkı üzerine bir risaleyle kutlayan Lefebvre, Paris Komünü'ne kendi tarihi içerisinde merkezi bir statü atfederek onu efsaneleştirmekle birlikte, devrimci strateji içerisinde şehre hiçbir zaman pek önem vermemiş olan alışılageldik Marksist düşünceye meydan okuma niyetindeydi kuşkusuz.

Metin boyunca "İşçi sınıfı"nı devrimci değişimin faili addeden Lefebvre, alttan alta devrimci işçi sınıfının salt fabrika işçilerinden değil kentsel işçilerden müteşekkil olduğunu ima ediyordu. Daha sonraları tespit ettiği üzere, bu çok farklı bir sınıfsal oluşumdur — parçalı ve bölünmüş, amaç ve ihtiyaçları bakımından çoklu, genelde seyyar, iyice kök salmış değil de düzensiz ve akışkan. Benim daima hemfikir olduğum (Lefebvre'i henüz okumadan önce bile) bu tezi, Lefebvre'in ardından gelen şehir sosyolojisi çalışmaları (en başta Lefebvre'in bir zamanlar öğrencisi olan fakat hiçbir zaman takipçisi olmayan Manuel Castells olmak üzere) daha yüksek sesle dile getirdi. Öte yandan geleneksel solun şehir menşeli toplumsal hareketlerin devrimci potansiyelini kavramakta hâlâ güçlük çektiği de bir gerçek. Bu hareketler çoğu defa, bazı kısmi (sistemik olmaktan uzak) meselelere yoğunlaşan reformist hareketlerden ibaret oldukları, dolayısıyla ne devrimci ne de sahici anlamda sınıf hareketi sıfatını hak etmedikleri gerekçesiyle gözardı ediliyorlar.

Öyleyse Lefebvre'in durumsal polemiği ile bugün şehir hakkını reformist değil devrimci bir perspektiften ele almak isteyenler arasında belli bir süreklilikten bahsedebiliriz. Lefebvre'in konumunun altında yatan mantık, içinde yaşadığımız dönemde olsa olsa pekişmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkelerin pek çoğunda fabrikalar ya büsbütün kaybolmuştur ya da o denli azalmıştır ki klasik sanayi işçi sınıfının ortadan kalktığına hükmedilebilir. Şehir yaşamının üretim ve idamesi gibi önemli ve kapsamı genişledikçe genişleyen bir iş giderek güvencesiz, çoğu yarı-zamanlı ve örgütsüz ucuz emeğin sırtına yüklenmektedir. Yarın ne halde olacağını bilmeden yaşayan, güvencesiz, geleceksiz çalışan "prekarya" geleneksel proletaryanın yerini almıştır. Eğer içinde yaşadığımız devirde herhangi bir devrimci hareketin (örneğin sanayileşen Çin'de değilse de) en azından dünyanın bizim yaşadığımız kısmında doğmasını bekliyorsak, sorunlu ve örgütsüz prekaryanın hesaba katılması gerekecektir. Bu tür dağınık grupların kendi kendisini örgütleyerek devrimci bir güce nasıl dönüşebileceği önemli bir siyasi sorun olarak karşımızda durmaktadır. Burada üzerimize düşen görevlerden biri, onların haykırış ve taleplerinin çıkış noktasını anlamaktır.

Ekolojistlerin afişinde tasvir edilen vizyon karşısında Lefebvre ne tepki verirdi, merak ediyorum. Herhalde benim gibi o da bu nostaljik bakışa gülümseyecekti; fakat The Right to the City'den La Révolution Urbaine'e (Şehir Devrimi, 1970) uzanan tezleri, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir kentleşmeye duyulan bu nostaljiyi muhtemelen eleştirirdi diye düşündürüyor. Zira eskiden bildiğimiz, hayal ettiğimiz şehrin yeniden inşası mümkün olmamacasına, hızla yok olmakta oluşu, Lefebvre'in vardığı temel sonuçlardan biriydi. Bu noktada ona katılıyor, hatta bunu daha açıklıkla ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum, çünkü Lefebvre sevdiği geçmişin şehirlerinden bazılarında (örneğin Toskana bölgesindeki Rönesans dönemi İtalyan şehirleri) yaşam koşullarının kitleler için ne denli bunaltıcı olduğunun tasvirine pek fazla girmiyor. Keza 1945'te çoğu Parislinin yıkıntıya dönmüş mahallelerde kanalizasyonu olmayan, kışın soğuktan donup yazın sıcaktan kavrulduğu viran haldeki evlerde yaşadığından ve bu durumu telafi etmek için bir şeyler yapılması gerektiğinden bahsetmiyor — ki 1960'larda bir şeyler yapılmaya başlanmıştı, ancak sorun, Fransız merkeziyetçi devlet anlayışı tarafından bürokratik olarak düzenlenip uygulamaya konan bu süreçte demokratik katılımdan, hayal gücünden eser olmayışı, sınıf imtiyazı ve tahakkümüne dayalı ilişkilerin şehir peyzajına taşınmasıydı.

Aynı zamanda kentsel ile kırsal, veya İngilizlerin sevdiği tabirle, kır ve kent arasındaki ilişkinin de kökten dönüşüm geçirmekte olduğunun farkındaydı Lefebvre. Geleneksel çiftçilik ortadan kalkıyor ve kır kentleşmeye başlıyordu, ki bu da doğayla olan ilişkiye, tüketime dönük yeni bir yaklaşım getirmekteydi (hafta sonları ve tatillerde gidilen kırsal kesimden, şehrin çeperinde giderek yayılan yeşili bol banliyölere). Şehir pazarlarına tarım ürünleri tedarik etmeye odaklanan kapitalist üretkenlik yaklaşımı, kendi kendine yeten küçük çiftçiliğin yerini alıyordu. Dahası, bu sürecin küresel bir boyut kazandığını ve bu koşullar altında şehir hakkı meselesinin yerini şehir yaşantısı hakkına ilişkin daha muğlak bir soruya bırakması gerektiğini ferasetle fark etmişti. Kendi düşüncesinde (1974 basımı aynı adlı kitapta ifadesini bulan) "mekânın üretimi"ne dair daha genel bir mesele biçimini alacaktı bu.

Şehir-kır ayrımının silikleşmesi dünya çapında farklı hızlarda ilerlemiş olsa da, sürecin Lefebvre'in tahmin ettiği doğrultuda seyrettiği şüphe götürmez. Son dönemde Çin'in geçirmekte olduğu alelacele şehirleşme süreci buna örnektir. Kırsal bölgelerde yaşayan nüfus 1990'da yüzde 74 iken, 2010'da yüzde 50'lere düşmüş, Chongqing bölgesinin nüfusu ise geçen yarım yüzyıl içinde 30 milyon artmıştır. Küresel ekonomi içerisinde bu sürecin tamamlanmaktan uzak olduğu pek çok mekân kalmışsa da insanlığın büyük kısmı şehir yaşamının çalkantısına ve çapraz akıntılarına kapılmış durumdadır.

Burada bir sorun çıkıyor karşımıza: Şehir üzerinde hak talep etmek, aslında artık varolmayan bir şey üzerinde hak iddia etmek anlamına gelir (ki daha önce varolduğu da şüphelidir). Kaldı ki şehir hakkı boş bir gösterendir. Ona kimin nasıl anlam yükleyeceğine bağlıdır her şey. Finansörler ve müteahhit firmalar şehri talep edebilirler, ki buna hakları vardır. Fakat evsizlerin ve orada yaşamasına izin verilmeyen kaçak statüsündeki mültecilerin de bir o kadar hakkı vardır şehir üzerinde. Marx'ın Kapital'de dile getirdiği, "eşit haklar arasında son kararı belirleyen güçtür" (Bkz. Kapital, 8. Bölüm, 1. Kısım: "İşgününün Sınırları") şiarını akılda tutarak, burada tanımlanan hakkın kime ait olduğu sorusuyla kaçınılmaz olarak yüzleşmemiz gerekir. Bu hakkın nasıl tanımlanacağı başlı başına bir mücadele konusudur ve söz konusu hakkı yaşama geçirme mücadelesi ile el ele ilerlemelidir.

Geleneksel şehri dizginsiz kapitalist gelişme öldürdü, sermayenin aşırı birikimini yatırıma dönüştürmek için duyduğu bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaç, toplum, çevre ve siyaset açısından doğacak sonuçları gözetmeksizin, şehri bitimsizce yayılan bir kentsel büyümeye kurban etti. Üzerimize düşen siyasi ödev, Lefebvre'e göre, çığrından çıkmış bir halde küreselleşen, kentleşen sermayenin tiksinti verici karmaşası içinden bambaşka bir şehri tahayyül ve inşa etmektir. Bunun gerçekleşmesi ise gündelik şehir yaşamına odaklanan güçlü bir antikapitalist hareketin yaratılmasına bağlıdır.

Lefebvre'in Paris Komünü'nün tarihinden gayet iyi bildiği gibi, sosyalizm, komünizm ve hatta anarşizmin tek bir şehirde gerçekleşmesi imkânsız bir önermedir. Burjuvazinin gerici güçleri açısından şehri kuşatmak, tedarik hatlarını keserek açlığa mahkûm etmek gayet kolaydır, hatta şehri istila edip karşı koyan herkesi katletmek dahi (Paris'te 1871'de olduğu gibi). Fakat devrimci fikir, ideal ve hareketlerin kuluçka mekânı olarak şehre sırtımızı dönmemiz gerektiği anlamına gelmez bu. Ancak siyaset, şehir yaşamının üretimi ve yeniden üretimini, devrimci dürtülere meydan veren kilit bir emek süreci olarak ele aldığı zaman, gündelik yaşamı derinden değiştirmeye muktedir antikapitalist mücadeleleri harekete geçirmek mümkün olacaktır. Ancak şehir yaşamını kuran ve idame ettirenlerin kendi ürettikleri şey üzerinde temel bir hakka sahip olduğu ve taleplerinden birinin şehri gönüllerince şekillendirme hakkı olduğu anlaşıldığı zaman şehir üzerine makul bir siyaset anlayışına ulaşacağız. "Şehir ölmüş olabilir," der gibidir Lefebvre, ama "yaşasın şehir!"

Öyleyse şehir hakkının peşine düşmek bir serabın ardından gitmek midir? Salt fiziksel mekân anlamında düşünürsek elbette öyledir. Fakat siyasi bir mücadele enerjisini somut hedefler kadar vizyonlardan da alır. Şehir Hakkı Koalisyonu'na üye gruplar arasında, kendi arzu ve ihtiyaçlarını karşılayacak bir kentsel gelişimin kavgasını veren, beyaz olmayan mahallelerdeki düşük gelirli kiracılar; barınma hakkı ve temel kamu hizmetleri için örgütlenen evsiz kimseler; ve güvenli kamusal mekânlara erişim hakkı için uğraş veren beyaz olmayan LGBTQ gençliği sayılabilir. New York için tasarlanan kolektif platformda koalisyon, bu kamunun daha açık ve daha geniş bir tanımını yaparak hem kamusal alan denen mekâna hakikaten ulaşabilecek hale hem de sosyalleşme ve siyasi eylem için yeni ortak alanlar yaratma konusunda yetkin hale gelmesini hedefledi. "Şehir" tabiri, siyasi anlam arayışlarında derin rol oynamış simgesel ve ikonik bir tarihçeye sahiptir. Tanrının şehri, tepedeki şehir, (İncil'de bahsi geçen şehir, bkz. Matta 5:14.) şehir ve yurttaşlık (city-citizenship) arasındaki ilişki; ütopik bir arzu nesnesi olarak şehir, hiç durmadan değişen bir mekân-zaman düzeni içinde belirgin bir aidiyetin mekânı — bütün bunlar şehre çok önemli bir siyasi tahayyülü harekete geçiren bir siyasi anlam yükler. Lefebvre' in geldiği nokta —Sitüasyonistlerden ödünç almadıysa bile kesinlikle katıldığı fikir— şehrin içinde zaten mevcut olan çoklu pratiklerin alternatif olanaklarla dolup taştığıdır.

Lefebvre'in heterotopya kavramı (ki Foucault'nunki ile derin farklılıklar içerir) ile tarif ettiği liminal toplumsal mekânlar, "farklı bir şey"i olanaklı kılmanın ötesinde, devrimci bir güzergâhın tanımlanmasında bu farklılığa temel önem atfeder. Bu "farklı şey"in bilinçli bir plandan doğmuş olması şart değildir; insanların salt yapıp ettikleri, hissettikleri, duyumsadıkları ve gündelik yaşamlarındaki anlam arayışının parçası olarak ifade ettikleri şeylerden doğar. Bu tür pratikler her yanda heterotopik mekânlar üretir. Bu tür mekânların ortaya çıkması için büyük devrime bel bağlamamız gerekmez. Lefebvre'in devrimci hareket teorisi bunun aksini söyler: bir an için bile olsa, dağınık heterotopik grupların kolektif eylemin kökten farklı bir şey yaratma potansiyelini görüp bir "infilak" ânında kendiliğinden bir araya toplanması.

Lefebvre bu bir araya gelişi merkeziyet arayışı olarak simgeleştirir. Şehrin geleneksel merkeziyeti tahrip edilmiş durumdadır. Fakat onu yeniden tesis etme yönünde bir itki ve arzu tekrar tekrar ortaya çıkar ve bunun siyasi sonuçları —yakın dönemde Kahire, Madrid, Atina, Barselona ve hatta Madison, Wisconsin'deki ana meydanlarda ve şimdi de New York şehrinde Zuccotti Park'ta gördüğümüz gibi— pek çok alanda hissedilir. Ortak haykırış ve taleplerimizi ifade edebilmek için başka nasıl ve nerede bir araya gelebiliriz?

Fakat işte bu noktada, çoğu kimsenin Lefebvre'e atfettiği ve ona duyulan hayranlığın nedeni olan kentsel devrimci romantizm yine bizzat Lefebvre'in kapitalist gerçeklere ve sermayenin gücüne dair anlayışına çarpıyor. Kendiliğinden gelişen alternatif vizyoner hareket gelip geçicidir; selin içindeyken yakalayamazsanız, hiç kuşkusuz yanınızdan geçip gidecektir (Lefebvre'in 1968'de Paris sokaklarında ilk elden tanık olduğu gibi). Aynı durum devrimci hareketin filizleneceği toprağı oluşturan heterotopik fark mekânları için de geçerlidir. The Urban Revolution (Kentsel Devrim) kitabında Lefebvre, heterotopya'yı (şehir pratiklerini) hem izotopya (kapitalizmin ve devletin gerçekleşmiş, akılcı mekânsal düzeni), hem de dışavurumcu bir arzu olan ütopya ile gerilim içerisinde ele alır (bunların alternatifleri olarak değil). "İzotopya ile heterotopyanın farkı"nın "ancak dinamik olarak anlaşılabileceğini" öne sürer. "Düzendışı gruplar heterotopik mekânlar inşa eder, bunlar da nihayetinde hâkim praksis tarafından ele geçirilir."

Lefebvre baskın pratiklerin kuvvetinin ve iktidarının farkındaydı, nihai amacın bu pratikleri çok daha geniş bir devrimci hareket ile ortadan kaldırmak olması gerektiğini görüyordu. Mütemadi birikime dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan sömürenler sınıfı ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Şehir hakkını talep etmek bu amaca giden yolda bir uğraktır. Her ne kadar gitgide tutulacak en elverişli yollardan biri gibi görünse de, asla başlı başına bir amaç olamaz.
Notlar

(1) Henri Lefebvre, La Proclamation de la Commune, Paris: Gallimard, 1965; Le Droit à la Ville, Paris: Anthropos, 1968; L'Irruption, de Nanterre au Sommet, Paris: Anthropos, 1968; La Révolution Urbaine, Paris: Gallimard, 1970; Espace et Politique (Le Droit à la Ville, II), Paris: Anthropos, 1973; La Production de l'Espace, Paris: Anthropos, 1974. Yukarı

(2) James Holston, Insurgent Citizenship, Princeton: Princeton Univ. P., 2008. Yukarı

(3) Ana Sugranyes ve Charlotte Mathivet (haz.), Cities for All: Proposals and Experiences Towards the Right to the City, Santiago, Şili: Uluslararası Habitat Koalisyonu, 2010; Neil Brenner, Peter Marcuse ve Margit Mayer (haz.), Cities for People, and Not for Profit: Critical Urban Theory and the Right to the City, New York: Routledge, 2011.

Monday, May 27, 2013

Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar



Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar 

Ezra Pound

Pound, 1945’te İtalya’da vatana ihanet suçlamasıyla tutuklanmasının ardından ABD’ye gönderilip Washington DC’deki cezai ehliyeti bulunmayanlara yönelik St. Elizabeth’s Hospital’a kapatılmıştı. Kendisine doğru veya yanlış şizofreni teşhisi konulmuş ve burada 13 yıl tutulmuştu. Hastaneyi bir şekilde benimseyen Pound, burada kaldığı süreyi Sofokles’in “Trachis Kadınları” ve “Elektra”sının çevirileriyle “Kantolar” (The Cantos) üzerine çalışarak ve birçok ziyaretçiyi eğlendirerek geçirdi. Hastanede nispeten mutlu olmasına karşın dostları salıverilmesi için uğraştı—Hemingway, Pound 1954’te Nobel edebiyat ödülünü kazandıktan sonra Time dergisine yaptığı açıklamada “Şairlerin salınması için uygun yıl bir olabilir,” dedi. Pound, artık hastanede tutulmaması gerektiğine hükmeden bir federal mahkeme kararıyla serbest bırakıldı.

Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar 

Friedrich Nietzsche

Nietzsche 1889’da akıl sağlığını yitirdiğinde dostlarına kısa, abuk sabuk mektuplar gönderdi; (iddialara göre) sahibi tarafından acımasızca kırbaçlanan bir ata doğru koşup kollarını boynuna dolamış sonra da olduğu yere yığılmıştı. Dostları tarafından bir yıl süreyle Jena’da bir kliniğe yatırılan Nietzsche burada doktorlar ve bir sanat tarihçisi tarafından tedavi edilmeye çalışıldı. Nietzsche’ye o dönemde üçüncül sifilis teşhisi konulmuş olsa da rahatsızlığına ilişkin daha yakın çalışmalar bipolar bozukluk, farklı demans türleri ya da CADASIL sendromu gibi hastalıkları akla getiriyor. Oysa romantik olan tabii ki bir dahinin apansız, teşhis edilemez deliliği.

 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

Sylvia Plath

Plath’in akıl hastalığı çokça tartışılmış ve belgelenmiştir; özellikle de ünlü yarı otobiyografik romanı “Sırça Fanus”ta (The Bell Jar) şairin kendisi tarafından. Hayatının büyük bölümünde kilinik depresif bir ruh haliyle yaşayan Plath için elektroşok tedavisi öngörülmüş ve tedaviler 1953 temmuz ayında başlamıştı. O yılın ağustos ayında intihara teşebbüs eden Plath çok geçmeden altı ay boyunca daha fazla elektrik ve insülin şoku tedavisi gördüğü Belmont’taki McLean Hospital’a yatırıldı. Kronik depresyonu sonunda hayatına mal olacaktı.
 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

Anne Sexton

Bir başka trajik kadın şair, bipolar bozukluktan mustarip ve intihara meyilli Sexton hayatının büyük bölümünde akıl hastanelerine (daha önce bahsi geçen ünlü MacLean’in de aralarında bulunduğu) girip çıkmıştı. Aslında Sexton şiir sanatını Glenside Hospital’daki terapisti Dr. Martin Orne’nin kendisine önerdiği bir tedavi aracı olarak keşfetmişti. Sexton’ın yapıtlarının daha çok delilik ve zihinsel acı üzerine olmasının nedeni de bu olmalı. Sonunda Sexton da Plath gibi kendi canına kıymayı seçti.
 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

Zelda Sayre Fitzgerald

Kısa süreli yaşamı boyunca İsviçre’deki Prangins Clinic’te geçirdiği 15 aylık süre de dahil birçok akıl hastanesinde kalan Fitzgerald’a da bipolar bozukluk, şizofren veya daha başka hastalık teşhisleri konuldu. Hep dengesiz, kalıcı olarak zihinsel acıya mahkum Fitzgerald’ın depresyonu sürekli kötüye gidiyordu. Fitzgerald, 1948’de Asheville’de insülin şoku tedavisi aldığı bir akıl hastanesinde çıkan yangında hayatını kaybetti.
 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

Paulo Coelho

Paul Coelho yeniyetmeliği sırasında ebeveynlerince bir akıl hastanesine gönderilmişti. Kaçtıktan sonra yeniden aynı hastaneye gönderildi. Sonunda 20 yaşında taburcu edilmeden önce hastaneden iki kez daha kaçtı. Yaşadıklarını şöyle kaleme aldı Coelho: “Tıbbi dosyalarımdaki nedenler bayağıydı. Okulda içine kapanık, hasmane ve mutsuz olduğum belirtiliyordu. Deli değildim oysa, sadece gerçekten yazar olmak isteyen 17 yaşında bir çocuktum. Bunu kimse anlamadığı için aylarca kilit altında tutuldum ve gırtlağıma kadar sakinleştiriciye boğuldum. Tedavim sırf elektroşoktan ibaretti. Bir gün bu yaşadıklarımı yazacağım ve böylece genç insanların hayatlarımızın en erken aşamalarından itibaren kendi rüyalarımız uğrunda savaşmak zorunda olduğumuzu anlamalarını sağlayacağım konusunda söz vermiştim kendime.”
 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

Robert Lowell

Bu listede alan diğer şairler gibi Lowell da hayatının büyük bölümünde bipolar bozukluktan mustaripti. Biri, annesinin 1954’teki ölümünden sonra yattığı şairlerin zorunlu uğrağı namlı MacLean’de olmak üzere, birkaç akıl hastanesi deneyimi yaşadı. Lowell, yaşadıklarını bazı en büyük şiirlerine, özellikle de “Life Studies”e yansıtmıştı. Sonunda hastalığını kontrol altına almak için lityum kullanmaya başladı. “Lowell’s Letters”ın (Lowell’ın Mektupları) editörüne göre, ilaçlar onu “ahlaken ve duygusal olarak kötüye gidiyor oluşundan sorumlu olduğu düşüncesine maruz kalmaktan kurtarsa da hastalığının tekrarlamasına bütünüyle çare olamıyordu... Ve hayatının sonuna doğru hastalığının kötüleşmesinin ailesi ve arkadaşları üzerindeki etkisi nedeniyle üzgün ve kaygılıydı.”
 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

Richard Brautigan

Richard Brautigan 1955’te delirdiğine karar verdi. Gerilimli bir gecede yerel polis karakoluna girip kendisini tutuklamalarını istedi. Polisler bu isteğini yerine getirmeyince, karakolun camlarını taşladı. Sonucunda aldığı 10 günlük hapis cezasının yedi gününü çektikten ve bir pratisyen hekim tarafından muayene edildikten sonra Salem’deki Oregon Eyalet Hastanesi’ne yatırıldı. Brautigan yaklaşık üç ay kaldığı hastanede elektroşok ve ilaç tedavisi gördü. Taburcu edildiğinde aceleyle verdiği karardan duyduğu pişmanlığı daha sonra kızına şöyle anlatacaktı: “Çok büyük bir hata yaptığımı fark ettim. Bu nedenle oradan olabildiğince kadar çıkmak için elimden geleni yaptım. Örnek bir hasta oldum.”
 Akıl hastanelerine düşen dokuz yazar

David Foster Wallace

McLean’de tedavi altına alınan bir başka namlı depresif edebiyat siması Wallace 1989’da dört haftasını bu hastanede geçirdi. Biyografi yazarı D. T. Max, bu süreci şöyle anlattı: “Hastanede geçirdiği günler onun hayatını değiştirdi. Wallace alkolik ve depresiflerin kaldığı ve on iki adım programı toplantıları için büyük bir odayı da içeren bir bölüme yerleştirilmişti. Tıbbi personel ona ağır bir alkol ve uyuşturucu kullanıcısı olduğunu ve her ikisini de kullanmaya son vermediği takdirde 30’unda hayatını kaybedeceğini anlattı. Wallace bu haberi ertesi gün ziyaretine gelen üniversiteden oda arkadaşı ve yakın dostu Mark Costello’ya aktardı. ‘Ben bir depresifim ve bir şey diyeyim mi?,” dedi, Wallace, “Alkol de bir yatıştırıcı!” Gözyaşları içinde güldüğünü hatırlıyor Costello ve ‘sanki beş yaşındaki bir çocuğa komik bir şaşırtmaca anlatıyormuş gibiydi,” diyor. Kuşkusuz Wallace’ın zaten bildiği bir şeydi bu. Alışkanlıkları hafifletmeyi hedefleyen on iki adım programı Wallace’ta başarılı olmuştu. Eski hayatından koparılıp tutku ve alışkanlıklarından uzak tutulması yaramıştı ona. Yine de nihayetinde en önemli sonuç muhtemelen alkollü Wallace’ın artık başarılı bir şekilde yazamıyor oluşuydu ki bu da ayık bir Wallace’ın yazabileceği umudunu açık tutuyordu.”