Friday, April 25, 2014

KANLI PAZAR

Hafızalara kazınmalı
 
HALUK KALAFAT

Kanlı Pazar, failleri “bulunamayan” katliamlardan. Tıpkı 16 Mart 1978’deki Beyazıt Katliamı ya da Madımak gibi. Hiçbiriyle yüzleşilmedi.
Kanlı Pazar organize bir saldırının sonucunda gerçekleşmişti ve öncesinde geliyorum diyen olaylar engellenmediği gibi, saldırı sırasında da müdahale edilmedi ve en vahimi sonrasında organize biçimde üzeri örtüldü. Mustafa Eren Kalkedon Yayınları’ndan çıkan Kanlı Pazar: 1960’lar Türkiyesi’nde Milliyetçiler, İslamcılar ve Sol başlıklı çalışmasında söz konusu organizasyonu adım adım açığa çıkarıyor. Bunu yaparken aslında 1960’ların siyasi atmosferinin de geniş bir özetini veriyor.
Eren’in çalışmasının temeli lisans bitirme tezine dayanıyor. Yazar seksen sayfalık bu tezi 2012’de kitap olarak yayımlanmaya karar verdiğinde elden geçirip ekler yaparak iki yüz sayfalık kapsamlı bir çalışmaya dönüştürüyor.
Kitabın merkezindeki katliam 16 Şubat 1969 Pazar günü yaşandı. “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü”ne saldıran sağcı militanlar o gün Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan’ı öldürdü ve yaklaşık iki yüz kişiyi yaraladı. Kitabın ilk sayfalarında sağ ve sol arasındaki gerilimin ana ekseni çiziliyor; iki kutuplu o günlerde sağcılar solcuları “Moskof” yani S.S.C.B. yanlısı; solcular da sağcıları “Amerikancı ve emperyalizmin elindeki güçler” olmakla suçluyordu.
1960’ların ortalarından itibaren bu gerilimin merkezinde ABD’nin 6. Filo’su bulunuyor ve filonun her gelişinde gerilim artıyordu. 17 Temmuz 1968’deki gösterileri takiben İTÜ Öğrenci Yurdu’nu basan polis, Vedat Demircioğlu’nu öldürdü. İki yıldır süren protestolarda ilk kan dökülmüştü. Şubat 1969’da 6. Filo’nun yeniden geleceği duyulduğunda sol-sosyalist gençlik örgütleri bir araya gelerek ortak eylem kararı aldı. 7 Şubat günü Vedat Demircioğlu’nun pencereden atıldığı İTÜ – Gümüşsuyu binası önünde basın toplantısı düzenlendi ve 16 Şubat Pazar günü Beyazıt’tan Taksim’e düzenlenecek “Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü” çağrısı yapıldı. Mustafa Eren kitabında solun antiemperyalist örgütlenmesini özetlerken, bir yandan da sağcı basının ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB), Komünizmle Mücadele Dernekleri (KMD) ve Mücadele Birliği (MD) gibi İslamcı yapılanmaları ve onların eylemlerini de adım adım anlatıyor. Hem solun hem de sağın aldığı pozisyonu detaylı biçimde aktarıyor.
Kitabın belki de en çarpıcı yanı Kanlı Pazar öncesi ve sonrası dönemin basınında çıkan haberlerin yer aldığı ve incelendiği üçüncü bölüm. Bu bölümle birlikte Mustafa Eren, Kanlı Pazar’la kristalleşen 1960’ların siyasi atmosferinin fotoğrafını iyice belirginleştiriyor.
Son bölümde olay hakkında yıllar sonra yapılan değerlendirmeleri de derleyerek fotoğrafı tamamlıyor. Bunca yıl sonra saldırganların bazılarının fikri yapısının çok değişmediğini görüyoruz. Örneğin saldırının başaktörlerinden Mehmet Şevket Eygi 11 Nisan 2006’da Yeni Şafak’a verdiği mülakatta şöyle diyor: “Aynı şartlar olsa yine aynı şeyi tereddütsüz yapardım.” Değiştiklerini söyleyenler de var. MTTB’nin Genel Başkan Yardımcısı Abdurrahim Boynukalın gibi; “Yaşananlar provokasyondu. O günlerden ders aldığımız için sokakta değiliz.” Ama bu değişimin siyasete nasıl yansıdığını Mustafa Eren şöyle ifade ediyor: “AKP’nin iktidara geldiği Kasım 2002 seçimlerinin ardından Meclis’in yüzde 50’sinden fazlasının MTTB geçmişi olduğu açıklanmıştı.”
Kitabın sonsözünde şöyle yazıyor Eren: “… Faillerin ortaya çıkarılmamış olması, son örneğini Hrant Dink davasında gördüğümüz bir sürece getirmiştir Türkiye’yi. Bu nedenle hafıza tazelemek ve unutmamak önemlidir. Kanlı Pazar da Türkiye’nin unutmaması gereken olaylardan bir tanesidir.”
 
KANLI PAZAR
1960’lar Türkiyesi’nde Milliyetçiler, İslamcılar ve Sol
Mustafa Eren
Kalkedon Yayınları
2012, 283 sayfa, 18 TL.

Monday, April 21, 2014

Bachmann'ın asık suratı suratı


 Bekçisi oldukları şu berbat bataklığa kendileri de fazla inanmıyor besbelli. Yoksa, başka bir dünyanın hissedilebileceği, insan olmanın bambaşka imkânlarının farkına varılabileceği günlerden böyle şiddetli korkarlar mıydı?
YILDIRIM TÜRKER
Ingeborg Bachmann 1963 yılında, barış içinde bir yaşamın "conditio sine qua non"u, yani olmazsa olmaz koşulunu belirtirken onların tanımını yapmıştı. O başbelalarının. 'Günce'de şöyle yazmıştı: "Bu öfkeli sondacılar, herkese yönelik öldürücü tehdidin altındaki bu asık suratlı ruhsuzlar, ısrarla katı tutumlarından vazgeçmemekteler ve ayrım güdülmeksizin, sonuna kadar herkesin korkusuzca yaşayabilmesini, çalışabilmesini, karnını doyurabilmesini ve uyuyabilmesini ve, onlar için bu da olmazsa olmaz bir koşul niteliğini taşıdığı için, barışın sürdürülmesinden kaynaklanan güçlüklere gelişigüzel kısmi çözümler, duygusal çözümler, uzun vadeli tehlikeli ve kısa vadeli çırpıştırma çözümler bulunmamasını isteyebilmeliler."
Bachmann'ın sözünü ettiği insanlar, o kendisinin de aralarında aynı suratsızlıkla dikildiği insanlar, bir türlü unutamayanlar. Onlar, savaşların zulümlerin sofrasından payını alan barışıklar tarafından hep sıkıcı bulunur. O "asık suratlı ruhsuz"ların barışık olmamasının, barışamamasının nedeni barışa olan sonsuz inançlarıdır. Barışın koşullarını hatırlatırlar durmadan. Savaş koşullarının sürdürülmesine karşı durmadan bağırır çağırır, gürültü ederler. Tutumlarının katılığı, ölümcül tehdidi her an hissetmelerinden kaynaklanır. "Bir gün gelecek"e inanan Bachmann gibi umutla ilişkileri son derece karmaşıktır. Tamamlayabildiği yegâne romanı 'Malina'da anlatır: "Bir gün gelecek, insanların altın kırmızısı gözleri ve şaşırtıcı sesleri olacak; o gün insanların elleri yeniden sevme yeteneğini kazanacak ve insanlığın şiiri yeniden yaratılmış olacak..." Bir söyleşide "Bir gün gelecek" diye adlandırdığı şeye inanmadığı gün yazmanın imkânsız olacağını belirtir.
...........................
Bachmann, "geceyi hatırlamaya" "cüret eden"dir. Adorno'nun "Auschwitz'den sonra" şiir yazmayı imkânsız ilan etmesi Bachmann'ın saf dil peşinde yana yana benzersiz bir şiir serüveni yaratmasına engel olmaz. Almancanın en olağanüstü şairlerinden Yahudi Paul Celan gibi Holokost sonrasının şiirine çalışır. Ölümün, insanlığın kıyısından beline kadar sarkmış insanın, o yankılı uçurumun şiirini yazar. Geceyi unutmak mümkün değildir. O hiçbir romana benzemeyen 'Malina'da aşkla tarttığı ölüm, dirimin kan kokan bütün konakları Bachmann'ın alameti farikasıdır. Onun yazısında insanı sarsan, bütün dünyanın sızısıyla koyu koyu kopkoyu dil, Heinrich Böll'ün de belirtmiş olduğu gibi bu olağanüstü şairin, 'cesareti ve politik angajmanı'ndan kopuk düşünülemez.
....................................
Öfkeli sondacıların sıklıkla taşlandığı, fütursuzca hain, bozguncu, mutsuzluk tüccarı ilan edildiği bir dönemde yaşıyoruz. Toplumun barış ve huzurla arasına giren, sert ve katı tutumlarında ayak direyen, bu sözde aydın, rate, her daim mağlup 'asık suratlı ruhsuzlar'dan yaka silkmek, kimilerinin bütün mesaisini alıyor. Etkisiz, halktan kopuk, kendi söyler içki masasındaki hempası dinler, meymenetsiz, başarıya aç ve kıskanç olduğu iddia edilen, bir avuç olduğu her fırsatta hatırlatılan bu insanların nasıl bu kadar büyük bir rahatsızlık verdiğini anlamak güç. Ama savaş ve zorbalık koşullarıyla barışık kimi uyanıklar bu tarife bir nokta daha ekler oldu nicedir. Sayıları, güçleri az ama etkileri çok'muş.
Bence o barış düşmanı barışıkların artık iyice anlamış ve hatta hazmetmiş oldukları bir gerçek var: Direncin en güçlüsü dil üretimidir.

Bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatan herkese ve her şeye saldırmak elbette boyunlarının borcudur. Bekçisi oldukları şu berbat bataklığa kendileri de fazla inanmıyor besbelli. Yoksa, başka bir dünyanın hissedilebileceği, insan olmanın bambaşka imkânlarının farkına varılabileceği günlerden böyle şiddetli korkarlar mıydı?
Bachmann, daha 60'ların başında yazıyordu. Bir arada insan olarak kalabilmenin koşullarını: "Yani bulunduğumuz yerde, burada, özel bir yerde değil (çünkü özel bir yer hiçbir yerde yok), kalmak ve düşünmek için, savunulmayı gereksinmeyen bir yerde, ayrıcalıklarını birilerine zorla benimsetmenin gerekli olmadığı bir yerde, ama yine de bizi besleyebilecek, sevebileceğimiz, iyi hatlarla, varolan iyi hatlara öykünerek, yeni hatlar oluşturarak, bir çehre kazandırabileceğimiz bir yerde. Bu, her yerde olabildiği takdirde, o zaman artık hiçbir yerin çehresi ötekine itici gelmeyecek ve ürkütmeyecek. Ve o zaman çehreler rahatça Fransızca, İtalyanca, Almanca ve bunun gibi adlar taşıyabilecekler. Ve yüz hatları olarak yazılan, o zaman adı neyse rahatça o adı taşıyabilecek, ve herkesin mutlulukla kendi dili sayabileceği bir dilde yazılmış olabilecek."

Yapı Kredi Sanat Galerisi'ndeki sergiyi kaçırdıysanız kitabı, 'Savaşa Karşı Yazmak-Ingeborg Bachmann 1926-1973' adıyla satışta. Kullanılan çeviriler, en zorlu yazarların çevirmen-arkeologu Ahmet Cemal'den

Auschwitz’ten önce Auschwitz’ten sonra…



Primo Levi’nin bir kimyager olarak maddeye, bir insan olarak da mânâya erişmek için çıktığı arayışın hikâyeleri var Periyodik Tablo’da.

Primo Levi, Periyodik Tablo’da kimyacılık eğitimi ve mesleki faaliyetleri ile ilgili anılarını yirmi bir hikâyede toplamış. Kendi aralarında -yazarın hayatı üzerinden- bir bütünlük sağlayan hikâyeler bir romanın bölümleri olarak da düşünülebilir… Levi’nin Türkçeye daha önce çevrilmiş kitaplarını -özellikle Bunlar da mı İnsan?- okuyanlar yazarın hayatında ve edebiyatında Auschwitz’in özel bir yeri olduğunu bilirler. Periyodik Tablo’da da bu utanç verici tarihe, cehennemden farksız toplama kampına değinmeler bulacaksınız. Ancak Auschwitz’e odaklanmamış Levi; hayatının Auschwitz öncesi ve sonrasını, “toplumsallık ile bireysellik, bilinç ve bilinçaltı, ideal ve gerçek arasında bölünen yabancılaştırılmış bir bireyin yaşadıklarını” kimyasal metaforlarla anlatıyor.

Maddeden mânâya 1919-1987 yılları arasında yaşayan Primo Levi, Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Torino’da dünyaya gelmişti. Torino Üniversitesi’nde kimya eğitimi aldı. 1943 Eylülü’nde İtalya’nın Almanlarca işgali üzerine anti faşist direniş hareketine katıldı, kısa bir süre sonra faşist milislerce yakalanarak tutuklandı. Auschwitz’e nakledildiğinde, kimya işlerinde çalıştırıldı. Kimya bilgisi hayatını kurtarmıştı. Kızıl Ordu kampı ele geçirdiğinde, 650 İtalyan Yahudiden geriye kalan yirmi kişi arasındaydı Levi. Periyodik Tablo’da kurtuluştan sonraki duygularını şu sözlerle ifade edecektir; “Auschwitz’le ve yalnızlıkla mücadele edip zafer kazandığım gibi, herkesle ve her şeyle başa çıkabileceğim duygusunun sarhoşluğu içindeydim.” Ancak sarhoşluk uzun sürmez. Bir yandan yaşamış oldukları içini yakmakta, kendisini canlılardan ziyade ölülere yakın hissetmektedir, öte yandan suçluluk duygularıyla boğuşmaktadır. İnsan olmanın suçluluğudur bu; çünkü Auschwitz’i insanlar kurmuştur, Levi’nin hayret ve dehşetle “Bunlar da mı insan?” diye sorduğu insanlar… Yaşananları anlatarak arınabileceği fikrine sarılacaktır Levi. Kısa ve kanlı şiirlerle, yazılı ya da sözlü olarak yaşadıklarını kendisinden geçercesine anlatmaya başlar. Onu İtalya’nın ve 20. yüzyılın en büyük yazarları arasına sokan kitapları işte böyle şekillenmiştir.

Periyodik Tablo, 1975 yılında yayımlanmış, 2006 yılında İngiltere’deki Kraliyet Bilim Enstitüsü tarafından -Richard Dawkins, James Watson, Tom Stoppard, Bertolt Brecht ve Charles Darwin gibi isimlerin kitapları arasından sıyrılarak- en iyi bilim kitabı kabul edilmişti. “Bir bilim kitabı kurmaca değildir ama bir kurmaca olmasına rağmen Periyodik Tablo tüm evreni ve tüm alt-atomik dünyayı, burada olup biten her şeyi barındırıyor” tarzında övgüler topladı. Gerçekten de bilim ve hayat, madde ve mânâ arasında -edebiyat yoluyla- eşsiz bir bileşim sunuyor Primo Levi. Fen bilimleri okumuş, bilimi ve mesleğini seven bir gencin faşist bir rejim altında yaşadıklarını, geçirdiği dönüşümleri, Auschwitz’deki tecrübelerini kaleme alırken kurmaca ile gerçeklik ya da kurmaca ile otobiyografi arasındaki ilişkiye de farklı bir açılım getirmiş. Levi’nin bir kimyager olarak maddeye, bir insan olarak da manaya erişmek için çıktığı arayışın hikâyeleri var Periyodik Tablo’da.

Periyodik Tablo’daki hikâyelerde pek çok kimya deneyimi, bir dolu yaşanmış olay yer almakla birlikte okuduklarımızın bilimle ilişkisi edebi bir metnin kaldıracağından daha derin değil. Otobiyografik öğeler de öyle. Evet, bu anı ve atom parçacıklarıyla dolu hikâyelerde Primo Levi kendisini, mahrem hayatını, daha doğrusu duygusal süreçleri titizlikle anlatı dışında bırakmış. Babasının hastalığından, ilk koluna girdiği kız arkadaşından, karısı ve küçük kızından söz ediyor ama sevgi ve özlem üzerine yazmıyor. Buna karşılık entelektüel ve siyasi duruşuna, toplama kamplarında çektikleri açlığa özel bir vurgu yapmış. Kuşkusuz bunlarda otobiyografik öğeler. Ama “her yazı, hatta insana ait her eser belli sınırlar ve simgeler çerçevesinde bir otobiyografi değil midir zaten?” Bu nedenle Levi’ye göre “her kitap, bir tarih kitabı sayılabilir.” Öyleyse Periyodik Tablo’da “meslek yaşamının sonuna yaklaşan ve sanatı artık yerinde saymaya başlayan herkesin anlatmak istediği türden, bir mesleğe ve yenilgilerine, zaferleriyle sefaletine dair bir mikrotarih kitabı sayılır (ya da olması düşünülmüştür)”.

Gerçekten de tarih anılar ve elementler kadar önemli bir yer tutuyor. Gündelik hayatın içinden akan, o hayatı kesen, dağıtan, kanatan uğursuz bir tarih var; Faşizmin Avrupa ve İtalya’daki yükselişinin tarihi… Levi içinde yaşarken o tarihi ve yol açtığı olayları başlangıçta yeterince kavramadığının, hatta görmezden geldiğinin farkında. İşte o nedenle faşizmi başlangıçta sadece soytarılık ve dikkatsiz bir yönetim biçimi olarak görmüş ve geçmiştir. Ancak çok geçmeden işin ciddiyetinin farkına varacak ve İtalya özelinden geçerliliğini bugün de koruyan evrensel bir faşizm tarifi yapacaktır; “Bu rejim İtalya’yı haksız ve hasta bir savaşa sürüklemekle kalmamış, aynı zamanda bunu yüceltmiş ve emeğin sömürüsüne, düşünen ve esir olmak istemeyenlerin sessizliğine dayalı, sistematik, hesaplı yalanların üzerine kurulmuş tiksindirici bir hukuk ve düzenin bekçisi olmuştu.”

Öncesi ve sonrasıyla savaştan, toplama kamplarından, yani acıdan, ölümden söz eden hikâyelerin hüzünlü olması kaçınılmazdır. Perodik Tablo’da bu hüznü duymamak mümkün değil. Ama hemen yanı başında neşeyi, acının bilgisinden yoğrulmuş hayatta kalma sevincini, olup bitenlere soğukkanlı bir bakışı bulmak da mümkün. Mizahi ve şiirsel anlatımıyla sanki edebiyat yoluyla bir terapi uyguluyor Primo Levi.

Hikâyelerin ne kadarı doğru, ne kadarı kurmaca bilemiyoruz. Zaten edebiyatın doğruluğu gerçeğe uygunluğu ile ölçülmez. Mesela hakikati aramaktır. Son sözü Primo Levi’ye bırakalım; “Sayısız öykü anlatabilirim, hepsi de doğru olacaktır: Geçişlerin doğası, düzeni ve Zamanı açısından temelinde doğru sayısız öykü. Atomların sayısı o kadar fazladır ki, kapris olsun diye uydurulan herhangi bir öyküye uyacak bir atom daima olacaktır. Çiçeklerde renk ya da koku olan karbon atomlarının, miniminnacık yosunlardan kabuklulara, bunlardan giderek daha iri balıklara geçen ve sonunda denizsuyuna karbonmonoksit olarak karışan atomların sayısız öyküsünü anlatabilirim. Tümü de, bir avcının bir başkası tarafından avlandığı, diğerlerinin arşivdeki belgelerin sararmış sayfalarında ya da ünlü bir ressamın tuvalinde süslü bir yarısonsuzluğa ulaştığı ya da bizi meraklandırmak için bir polen taneciği olarak kayaçlarda fosil izleri bırakan, hatta her birimizin doğma nedeni olan insan tohumu formunda düşerek zarif bir ayrılma, çoğalma ve birleşme sürecinden geçen gizemli habercilerin, ebedi ürkütücü bir atlıkarıncaya benzeyen yaşam ve ölüm döngüsünün bir parçası olurlar.”

A. ÖMER TÜRKEŞ

PERİYODİK TABLO, Hayatta Kalma Öyküleri, Primo Levi, Çeviren: Feza Özemre Kırmızı Kedi Yayınevi 2014, 224 sayfa

Sunday, April 20, 2014

Gabriel Garcia Marquez: “Anneme söyleyin, insan öleceği zaman değil ölebileceği zaman ölür.”



-“Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları birörnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım.
Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.”*
Yüzyıllık Yalnızlık
“İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.”
“Kadının duygularını irdelemeye başladı; Öylesine derine indi ki, ilgi ararken aşk buldu. Çünkü kendini kadına sevdirmeye çalışırken sonunda kendisi ona aşık oldu.”
“İnsan ölme zamanı geldiğinde değil, ölebildiği zaman ölür.”
“Ömrünü zehir eden inatçılığı yine herkesin sandığı gibi kötü yürekliliğinden değildi de, sınırsız bir sevgiyle aşılmaz bir korku arasındaki ölümcül çatışmanın sonucuydu.”
“Yalnızlık, anılarını ayıklamış, yaşamın yüreğinde biriktirdiği özlem dolu süprüntüleri yakmış, geriye en acı anıları bırakarak onları arıtmış büyütmüş, sonsuzlaştırmıştı.”
“O çileden çıkartıcı suskunluk ve ürkütücü yalnızlıktan hem kaçmak, hem de hep orada kalmak isteğine daha fazla dayanamıyordu.”
“Ne gamın ne tasanın yanına hiç uğramadığı bir taş gibiydi. Yalnızca o günlerde, arapsaçına dönmüş yüreğinin sonuna dek bocalamaya mahkum olduğunu biliyordu.”
“Bir dakikalık uzlaşma ömür boyu arkadaşlıktan daha iyidir.”
“Ölümü umursadığı yoktu, ama yaşam çok şey demekti. O yüzden de idam hükmü verildiği andaki duygusu korku değil, özlem oldu.”
“İnsanın en iyi dostu ölmüş olan dostudur.”
“Yaşamla hesabını kesin olarak kapatırken kendi insanlarını düşündükçe duygulanmıyor, en çok nefret ettiği kişileri aslında nasıl sevmiş olduğunu anlamaya başlıyordu.”
“Melquiades, “Bilim uzaklığı oradan kaldırdı” diye fetva verdi. “Çok yakında insanoğlu evinden dışarı adım atmadan dünyanın neresinde ne oluyorsa görebilecek.”
“Koca tekne, yalnızlık ve unutulmuşluğun yarattığı, zamanın yıpratıcı etkilerinden ve kuş pisliklerinden korunmuş kendine özgü bir oylum içindeydi sanki.”
“Neredeyse kızı olacak yaştaki Remedios’un, yani yargıcın kızının hayali, içine dinmeyen bir sızı düşürmüştü. Bu ayakkabısında taş varmış gibi, yürürken insanın canını acıtan somut bir sızıydı.”
“Canayakın ve içten görünmesine rağmen içe dönük bir kızdı, yüreğinden geçenleri kimseye açmazdı.”
“Onda yalnızca hüzünlü bir yalnızlık buluyordu.”
“Sanırdınız ki, gündüz akşama kadar dokuyor, dokuması bitmesin korkusuyla da gece sabaha kadar söküyordu. Bu işi yalnızlığını unutmak için değil tam tersine yalnızlığını yoğunlaştırmak için yapıyordu.”
“Geleceğin belirsizliği, yüreklerini geçmişe çevirmişti.”
“Kaybedecek bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için herşeyi yaparlar.”
Gabriel José de la Conciliación García Márquez 
1927’de Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğdu. Büyükannesiyle büyükbabasının evinde ve teyzelerinin yanında büyüdü. Başkent Bogota’daki Kolombiya Ulusal Üniversitesi’nde başladığı hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Öykü yazmaya 1940’ların sonlarında başladı.
Yayınlanan ilk önemli yapıtı Yaprak Fırtınası idi. 1961 de yayınlanan Albaya Mektup Yazan Kimse Yok adlı romanını, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni(1962) adlı öykü kitabı ve Kötü Saatte(1962) izledi. Yazar en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ı(1967) Meksika’ya ilk gidişinde yazdı. Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden etkilenerek yazdığı öykülerini İyi Kalpli Erendina(1972) adlı kitapta toplayan yazar daha sonra sırasıyla Mavi Bir Köpeğin Gözleri (1972), Başkan Babamızın Sonbaharı (1975), Kırmızı Pazartesi (1981), Kolera Günlerinde Aşk (1985), Labirentindeki General (1989) yayınladı.
Yazarın Türkiye’de yayınlanan diğer kitapları arasında Bir Kayıp Denizci, Sevgiden Öte Sürekli Ölüm, Aşk ve Öbür Cinler, Şili de Gizlice, On İki Gezici Öykü ve Bir Kaçırılma Öykü sayılabilir.
2005 itibarı ile Ciudad de Mexico’da yaşadı.
17 Nisan 2014 günü Meksika’daki evinde 87 yaşında hayatını kaybetti.
Türkçeye Çevrilmiş Eserleri
Roman, Novella ve Öykü
Yaprak Fırtınası ,1955 (La hojarasca)
Albaya Mektup Yazan Kimse Yok ,1961 (El coronel no tiene quien le escriba)
Hanım Ana’nın Cenaze Töreni ,1962 (Los funerales de la Mamá Grande)
Şer Saati ,1962 (La mala hora)
Yüzyıllık Yalnızlık ,1967 (Cien años de soledad)
Sevgiden Öte Sürekli Ölüm ,1970 (Muerte constante mas alla del amor )
Mavi Köpeğin Gözleri ,1973 (Ojos de perro azul)
Başkan Babamızın Sonbaharı ,1975 (El Otoño del patriarca)
İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü ,1978 (La increíble y triste historia de la cándida Eréndira y de su abuela desalmada)
Kırmızı Pazartesi ,1981 (Cronica De Una Muerte Anunciada)
Kolera Günlerinde Aşk ,1985 (El amor en los tiempos del cólera)
Labirentindeki General ,1989 (El general en su laberinto)
On İki Gezici Öykü ,1992 (Doce cuentos peregrinos)
Aşk ve Öbür Cinler ,1994 (Del amor y otros demonios)
Benim Hüzünlü Orospularım ,2004 (Memoria de mis putas tristes)
Edebiyat Dışı
Bir Kayıp Denizci ,1970 (Relato de un náufrago)
Latin Amerika’nın Yalnızlığı ,1982
Marquez’le Konuşmalar Plinio Apuleyo Mendoza ile birlikte,1982 (El olor de la guayaba. Conversaciones con Plinio Apuleyo Mendoza)
Şili’de Gizlice (Miguel Littin’in Serüveni) ,1986 (La aventura de Miguel Littín clandestino en Chile)
Bir Kaçırılma Öyküsü ,1996 (Noticia de un secuestro)
Anlatmak İçin Yaşamak ,2002 (Vivir para Contarla)
Diğer Eserleri
Un día después del sábado, 1955
Monólogo de Isabel viendo llover en Macondo, 1968.
Cuando era feliz e indocumentado, 1973.
Chile, el golpe y los gringos, 1974.
Ojos de perro azul, 1974.
El otoño del patriarca, 1975.
Todos los cuentos (1947-1972), 1976.
Textos costeños, 1981.
Viva Sandino, 1982.
El olor de la guayaba, 1982.
El secuestro, 1982.
El asalto: el operativo con el que el FSLN se lanzó al mundo, 1983.
Erendira, 1983.
Kızıl Oidipus, senaryo 1996
Erendira, senaryo
Ayrıca yazarın Aralık 1982 de Stokholm’de yaptığı Latin Amerika’nın Yalnızlığı başlıklı Nobel edebiyat ödülü töreni konuşması da dahil olmak üzere bazı yazılar Turhan Ilgaz tarafından çevirisi yapılan Marquez’le Konuşmalar (Metis Yayınları, Aralık 1983) içinde yer almıştır.
*Çevirisini Seçkin Selvi’nin yaptığı Can Yayınları 2005 tarihli 27. baskısının arka kapağı