Saturday, November 10, 2012

Camus ve Veba


Pieter Bruegel, The Triumph of Death (1562)


Her ne kadar bu kitap bir şehrin başına gelen ölümcül veba felaketini anlatsa da, aslında buradaki asıl konu, insan varoluşunun sınırlarını anlamak ve kabul etmektir. Bu bize absürd özgürlüğümüzü hatırlatır, işte bu özgürlük hayattaki kararlarımızın temelidir, özellikle de ölümle karşı karşıya kalındığında...
Veba” , boğucu bir atmosferde geçer; her insanın içinde yaşadığı “tehdit ve sürgün “ dolu bir atmosfer. Hikaye okuyucuya Dr. Rieaux'nun günlüğünden okunur; yaşamın ve ölümün hikayesi... Aslında burada Camus daha çok 2. Dünya Savaşı’yla ilgilenmektedir, bu boğucu tehdit dolu atmosfer savaş sırasında doruğa ulaşmıştır.
Veba”daki ana karakterler, vebanın saltanatına izin veremeyeceklerinin bilincindedirler. Bir gün Rieux’nun gözleri önünde ölen çocuk, acının ne kadar işe yaramaz olduğunu gözler önüne serer;
grimsi bir çamur maske kadar kaskatı, küçük yüzünde, dudakları aralandı ve onlardan uzun, aralıksız bir çığlık yükseldi, zorlukla soluğuyla değişen, semti acımasız ve içerlemiş bir protestoyla dolduran bir çığlık; çocukça bir çığlıktan çok orada acı çekenlerin tümünün kolektif haykırışı...”
Bu kitaptan bahsederken “Sisyphus Efsanesi”nden bahsetmeden olmaz. “Sisyphus Efsanesi”nde, Camus absürdün sonucu olarak özgürlük, başkaldırı ve tutkuyu gösterir. “Veba”da ise bu düşüncelerin yaşama uyarlanmış hali gelir karşımıza. Absürd hayatların içine anlamsızca düşen bir salgın hastalık, halkı kaderlerine başkaldırmaya zorlar. Ancak çoğunluk bu kavgada yere düşecektir. Sonuna kadar ayakta kalabilen, tutkuyla yaşama sarılan Dr.Rieux olacaktır.
Bunun yanında “Sisyphus Efsanesi”nde bahsi geçen ve “Veba”da karşımıza çıkan intihar kavramı vardır. İntiharın tersi, ölüme mahkumiyettir der Camus. “Veba”da da karantinaya alınan Oran şehrinde yaşayanlar, aslında ölüme mahkum edilmişlerdir.
Sisyphus Efsanesi”nde Camus özetle şöyle der; birey hergün anlamsızca aynı işleri tekrar eder. Her gün araba, iş, öğle paydosu, tekrar iş, tekrar araba, ev, yemek, uyku... Haftanın beş günü. İşin komiği, bu kimsenin garibine gitmez. Ama bir gün, birey kafasını kaldırır; “neden” der. “Veba”da , “neden” sorusu, fareler şehre ölüm dağıtmaya başladıktan sonra ortaya çıkar. Ve “herşey başlar”.
Camus der ki, birey bir diğerinin kaderinin absürdlüğünü kabullenmelidir. Absürd insan, absürd hayatı için harcadığı bireysel çabayla, bildiğini bilerek, günden güne yenilenen bilinç dolu isyanlarla, tek gerçeğini ispatlar; o da başkaldırıdır(“Sisyphus Efsanesi”). “Veba”da Dr.Rieux başkaldıran tek bireydir. Rieux, “Sisyphus Efsanesi”nde adı geçen “etin isyanı”nı yaşar her gün yenileri öldükçe. Ve bilir bu acının yeni bir şey olmadığını; bu acı sürüp gelen aynı acıdır.
Bütün bunlardan sonra, absürd ne demektir, biraz yakından incelemekte yarar vardır. Camus için absürd, yaşamın tek dayanak noktasıdır; rahatsız bir duygu, bunun da ötesinde yaşamı algılamanın başlangıcı olan bir çelişki hissi... Bütün bu absürd kavramı içinde Tanrı lafı hiç geçmez. Tanrı, ya da kutsal olan, beni ilgilendirmez der Camus, onsuz da bu absürd yaşamda yolumu bulabilirim. Kutsallık kavramı, evrensel bir mantık ve yönün bulunmayışıyla ilişkilendirilmiştir. Ona göre insan yeryüzüne fırlatılmış atılmıştır; sonuç ise ölümdür, yalın ve basit. Camus şöyle der: “Absürd, mantıksızlık hissiyle, insanın derinliklerinde yankılanan berraklığın bastıran arzusunun karşılaşmasıdır.” Absürd, amaçtan yoksun bir evrende peşinden koşulan anlamdır ve varoluşu sorgulamanın başlangıcıdır. İnsan hayatının ağırlığının ve garipliğinin sorumlusu işte bu absürd duygusudur.
Sartre M. hakkında şöyle der; “Onun kahramanı ne iyidi ne kötü, ne ahlaklıydı ne ahlaksız. O böyle kategorilere girmiyor. O, yazarın “absürd” kelimesini uygun bulduğu türün bir üyesi... Absürd aynı zamanda bazı insanların sahip olduğu açık bir biliçlilik hali...”
Umudun ve özgürlüğün Camus’nün düşüncelerindeki önemi büyüktür. Yaşamanın en büyük zevk ve ayrıcalık olduğunu söyler Camus. “En saf zevk, hissetmek ve bu dünyada hissetmektir” der. Ancak bunu söylerken yaşamın bir anlamının olmadığını iddia eder. Ama bunu söylerken hayatın yaşamaya değmeyeceğini ima etmez. Maddi dünyanın bir anlamı yoktur der, insanın kendisi dışındaki evrene belli bir düzen ve anlam yükleme isteği ve mantıksız nostaljisine karşın. Mantıksızla karşılaşma, özlem dolu birey ve kayıtsız evren, absürd kavramını ortaya çıkarır. “Absürd, insan ihtiyaçlarının dünyanın anlaşılamaz sükuneti ile karşılaşmasından doğar.” Camus’den başka bir alıntı da şöyle der; “Absürd ne insandadır ne de dünyada, ikisinin birden varlığındadır... onları birleştiren yegane bağdır." Absürd bireyin istemesi gereken de sadece bilinenle yaşamak ve kesin olmayan şeylerden uzak olmaktır. Bunun anlamı şudur; tek bildiğim varolduğum, dünyanın varolduğu ve benim ölümlü olduğumdur. Sisyphus’tan bir alıntı da bu düşünceyi güçlendirir: “içimdeki kalbi hissedebiliyorum, aynı zamanda varolduğunu biliyorum. Aynı şekilde dokunabildiğim bu dünyanın varolduğunu biliyorum. İşte burada benim tüm bildiklerim biter ve gerisi sadece kurgudur.”
Daha çok Sisyphus’ta geçen bu düşünceler, “Yabancı”’da da hissediliir ama okuyucunun kafasında oluşanlar absürd yaşam ve bireysel karar verme özgürlüğüdür, bireysel varoluş ikinci planda kalır.
 

Friday, November 9, 2012

Zehra’nın Cenneti: Mezarlıktan çizgi romana

Geçen hafta Şehir ve Korku temalı İTEF (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) kapsamında, İran Vakayinamesi adlı bir uluslararası buluşmayı yönettim. Biri İranlı diğeri Cezayirli olan Amir ve Khalil’le, yani Zehra’nın Cenneti adlı sansasyonel çizgi romanın yaratıcılarıyla birlikte… Onlarla konuşmamız sırasında Hollanda’da yaşayan İranlı edebiyatçı Kader Abdolah da vardı. Paulo coelho ile Orhan Pamuk’sa sohbete ucundan kıyısından karıştılar. Ama bu ayrı konu. Bizim konumuz Zehra’nın Cenneti. 
Çünkü yayınlandığı her ülkede fenomen olan Zehra’nın Cenneti şimdi nihayet Türkçe’de de yayınlandı. Kitap günümüz İran’ında yaşanan politik olayları anlatıyor ve cep telefonu gibi basit bir cihazın bile gerekirse baskıya karşı koymak için bir araç olabileceğini vurguluyor. Amir hikayeyi kaleme alan kişi. Hayatı İran’dan sonra ABD, Kanada, Avrupa’nın birçok farklı ülkesi ve Afganistan’da geçmiş. Aynı zamanda belgesel filmci. Khalil ise gazeteciliğinin yanı sıra çizer. İkisi de şu anda ABD’de yaşıyorlar. 

Amir ve Khalil’e niçin Amir ve Khalil dediğimi yani soyadlarından bahsetmediğimi anlatayım önce… İkisi de gerçek adlarını kullanmıyor. Ayrıca fotoğraf da çektirmiyorlar. Hem radikal İslamcı kesimlerin tepkisini çekmek istemedikleri için, hem de gerçek isimleriyle sürdürdükleri bambaşka birer meslekleri olduğundan… Mesela Khalil aslında Ortadoğu meseleleriyle ilgilenen ünlü bir gazeteciymiş. (Gerçek adı, adresi bende saklı.) Hatta ABD’de bağımsız bir radyo kanalında sürdürdüğü talk show’una bir keresinde Orhan Pamuk bile konuk olmuş. Khalil, Pamuk için, “Şahsıyla ilgili olumsuz addedilebilecek şeyleri açık açık konuşabilen daha doğrusu beklemediğiniz anlarda beklemediğiniz itiraflarda bulunabilen bir adam” dedi. Ama doğrusu şaşırmamış. Bunu, “İstanbul kitabını okuduğumda açık sözlülüğüne zaten hayran kalmıştım” diye açıkladı.
Tam adı “Zehra’nın Cenneti: Kayıp Bir Oğul. Kayıp Bir Seçim. İran Bu mu?” olan çizgi romana gelince… Amir ve Khalil’in, internetin daha doğrusu dijital kültürün siyaset ve edebiyatta ne kadar etkili olabileceğinin kanıtladıkları söylenebilir. Sonuçta ilkin dijital ortamda Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca, Hollandaca, İsveççe, Fince, Korece yayınladıkları ve kısa sürede Ortadoğu’nun yeraltı sahnesinde fenomen haline gelen çizgi romanları Zehra’nın Cenneti, hepimize yeni direniş biçimlerinin mümkün olduğunu gösterdi.

Aslında baştan anlatmak gerek… Tahran’ın güneyinde Behesht-e Zehra (Zehra’nın Cenneti) adlı bir mezarlık var. İran’da isyankarların, direnişçilerin sonunda gönderildiği yer burası. Bir tarafında hep kalabalık bir insan topluluğu oluyor. Kayıp evlatları için yas tutan anne ve babalar, şehrin en büyük mezarlığında sürekli sessiz bir eylem gerçekleştiriyor.
Emir ve Halil’in çizgi romanı adını işte bu mezarlıktan, orada bekleyen acılı anne babalardan alıyor. Bir de 2003’te İran’daki kayıp insanları araştırırken tutuklanan ve hapishanede dövülmek suretiyle katledilen gazeteci Zahra Kazemi’den.
Çizgi romanda olaylar, şaibeli 2009 seçimlerinin hemen sonrasında geçiyor. İran’daki en büyük sokak protestolarından birinden sonra Mehdi isimli bir genç kayboluyor. Annesi Zehra ve blog yazarı olan erkek kardeşi Hassan umutsuzca onu aramaya başlıyorlar. Arayışları onları zalim bir rejimin labirent gibi koridorlarında sürüklüyor. Hastanelerden morga kadar her yeri gezerken, yozlaşmış bürokratları aşarak taksi şoförleri, çarşı esnafı ve tabii ki Hassan’ın hacker arkadaşları aracılığıyla cezaevi bilgisayarlarına bile sızıyorlar. Onlara kah bir YouTube videosu, kah bir SMS mesajı yardım ediyor. Biz de böylece YouTube videolarının sadece komik kedi filmlerinden, blogların da sadece nail art fotoğraflarından ibaret olmadığını, internetin muazzam bir kitlesel güç haline gelebildiğini görüyoruz. Konuşmamız sırasında 2009 seçimlerinde yapılan yolsuzlukların ortaya çıkmasında cep telefonlarının çok önemli bir yeri olduğunu anlattı Amir: “Yüzlerce, binlarce insan cep telefonu fotoğrafları ve mesajlarda dünyanın dört bir yanına anında belge iletti. Bu yüzden bence İran’da cep telefonu olan herkes artık bir gazeteci.” kitabın kapağında bu yüzden cep telefonu tutan bir el var.
İnternet Amir ve Khalil için elbette ayrı bir önem taşıyor. Çünkü Zehra’nın Cenneti’ni 2010’da önce internette yayınladıkları çizgi romanları 2011′de kitap olarak basıldı. Şimdi Pegasus Yayınları’ndan Türkçe’de olarak çıktı.

Coelho’dan destek var
Ünlü İranlı yazar Reza Aslan Zehra’nın Cenneti’ni şu sözlerle anlatıyor: “Zehra’nın Cenneti, muhteşem ve etkileyici bir muhalif eser. Baskının boyunduruğundan kurtulmak için her türlü bedeli ödemeye hazır yürekli insanların kırılmaz iradesine bir çizgi roman kapsamında tanık olmak okurlara çok iyi gelecek.”
Bir de Paulo Coelho hadisesi var tabii. Devrimden sonra İran’ı ziyaret eden tek Müslüman olmayan yazar olmasına rağmen Paulo Coelho, İran’da olup bitenlere gösterdiği tepkiden dolayı zaten hükümet tarafından mimlenmişti. 2009 seçimlerinden sonraki protesto gösterileri sırasında polis tarafından öldürülen Nida Ağa Sultan’ın ardından blogunda yazdığı yazıdan sonra işler iyice kızıştı. Önce Zahir adlı romanı toplatıldı, ardından yayınevi Caravan mühürlendi, sonunda da yayıncısı Arash Hejazi tehditlerden ötürü İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Coelho Zehra’nın Cenneti’nin yaratıcıları olan Amir ve Khalil’e de en büyük desteği verdi. Kitapta hem bugüne dek İran’da nedensiz bir şekilde ortadan kaybolan aktivistlerin upuzun bir listesi, hem de Coelho’nun bir yazısı yer alıyor.
Gülenay Börekçi,

Thursday, November 8, 2012

Maalouf’un son romanından Radikal Kitap’a özel

Amin Maalouf’un yeni romanı “Doğu’dan Uzakta”, 9 Kasım’da YKY'den çıkıyor. Kitap, kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor. İşte Radikal Kitap okurlarına özel tadımlık bir bölüm…

 
Adam, perşembe günü uykuya dalarken, uzun yıllar kendi isteğiyle uzak durduktan sonra, ertesi gün köklerinin bulunduğu ülkeye uçacağı ve bunu, bir daha asla konuşmamaya ant içtiği bir adamın yanına gitmek için yapacağı aklından bile geçmiyordu. Ama Murad’ın eşi, önünde durulamayacak sözcükleri bulmayı bilmişti: “Arkadaşın ölecek. Seni görmek istiyor.”

Telefon saat sabahın beşinde çalmıştı. Adam el yordamıyla telefonu almış, ışıklı tuşlardan birine basmış ve “Hayır, emin ol uyumuyordum” diye cevap vermiş veya buna benzer başka bir yalan uydurmuştu.

Telefonun diğer ucundaki kadın daha sonra “Onu veriyorum” demişti. Ölüm döşeğindekini dinleyebilmek için soluğunu tutmak zorunda kalmıştı. O vaziyette bile karşısındakinin sözlerini işitmekten çok tahmin etmişti. Uzaklardan gelen ses bir kumaş hışırtısını andırıyordu. Adam iki üç kez “Tabii” ve “Anlıyorum” diye tekrarlamak zorunda kalmış, ama aslında ne bir şeyden “Tabii” diyecek kadar emin olabilmiş ne de bir şey anlayabilmişti. Karşısındaki sustuğunda, ağzından temkinli bir “Hoşça kal” çıkmış, daha sonra kadının telefonu tekrar almadığından emin olmak için birkaç saniye beklemiş ve telefonu kapatmıştı.
O zaman eşi Dolores’e dönmüştü; Dolores ışığı yakmış ve yatağın içinde sırtını duvara dayayıp oturmuştu. Olayın artısını eksisini tartıyor gibiydi, ama aslında bir kanıya varmıştı.
“Arkadaşın ölecek, sana telefon ediyor, tereddüt etmeye hakkın yok, gitmelisin.”
“Arkadaşım mı? Ne arkadaşı? Yirmi yıldır konuşmuyoruz!”
Gerçekten de yıllardır ne zaman Murad’ın adı geçse ve onu tanıyıp tanımadığı sorulsa, “Geçmiş bir arkadaş” diyordu. Karşısındakiler çoğunlukla “eski bir arkadaş” demek istediğini varsayıyorlardı. Ama Adam sözcüklerini rastgele seçmezdi. O ve Murad geçmişte arkadaştılar, sonra arkadaşlıkları bitmişti. Bu nedenle onun gözünde en uygun ifade “geçmiş bir arkadaş”tı.

Normalde Dolores’in yanında bu ifadeyi kullandığında, kadın merhametli bir gülümsemeyle yetinirdi. Ama o sabah hiç gülümsemedi.

“Yarın kız kardeşimle aram açılsa benim ‘geçmiş’ kız kardeşim mi olacak? Ağabeyim de ‘geçmiş’ ağabeyim mi olacak?”
"Aile girince olay değişir, insanın seçim şansı yoktur...”
“Burada da seçim şansın yok. Gençlik arkadaşı, kardeş yarısıdır. Onu kardeşliğe aldığın için pişman olabilirsin, ama reddedemezsin.”
Adam, kan bağlarının niçin farklı bir doğası olduğunu ona uzun uzun açıklayabilirdi. Ama kaygan bir zeminde maceraya atılmak istememişti. Sonuçta eşiyle kendisi arasında da kan bağı yoktu. Bu nedenle şimdi birbirlerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar, yarın öbür gün birer yabancı olma ihtimali var mıydı? İçlerinden biri ölüm döşeğindeyken diğerini çağırtsa, reddedilebilir miydi? Böyle bir olasılığı hatırlatmak bile alçaltıcı olacaktı. Susmayı tercih etti.

Zaten akıl yürütmek hiçbir işe yaramıyordu. Er veya geç teslim bayrağını çekecekti. Murad’a hınçlanıp arkadaşlığını kesecek, hatta eşi ne derse desin, onu “reddedecek” bin bir neden ileri sürebilirdi; ama ölüm yaklaşırken bu bin bir nedenin hiçbir değeri kalmıyordu. Geçmiş arkadaşının başucuna gitmeyi reddederse, ömrünün sonuna kadar pişmanlık duyacaktı.

Bu nedenle seyahat acentesine telefon edip, ilk aktarmasız uçuş için bir yer ayırtmıştı. Uçak o gün, saat on yedi otuzda kalkıp saat yirmi üçte iniyordu. Bundan daha hızlısı da elinden gelmezdi zaten.

DOĞU’DAN UZAKTA


Amin Maalouf


Çeviren: Ali Berktay


YKY


9 Kasım 2012, 460 sayfa, 22 TL

Max Stirner




Biricik ve Mülkiyeti


alıntılar


     “Sen kaçıksın be insan! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var! Şaka yaptığımı ya da mecazlı konuştuğumu sanma, yüksekliklere tutunanları, insanların büyük çoğunluğunu, neredeyse dünyadaki tüm insanları gerçek deliler olarak görüyorum, tımarhanelik deliler. ‘Saplantı’ diye neye derler? İnsanları egemenliğine almış bir düşünceye. (…) Örneğin, pek çok gazetemizde işlenen töre, yasa, Hıristiyanlık ve benzeri aptal ve boş laflar, saplantı ve kaçıkların zevzekliği değil mi? Ve içinde gezindikleri tımarhanenin çok büyük olmasındandır ki, özgürce dolaştıkları sanılmaktadır. Böyle bir kaçığın saplantısına dokunun da görün. Sizi arkadan vuracak kadar sinsi ve haindir.” (S. 46)

    «Cinler yaşıyor!» Dünyaya şöyle bir göz gezdir  ve  söyle, her  nesnenin içinden bir cin seni seyretmiyor mu. Şu ufacık ve sevimli çiçekten gelen ses, ona bu muhteşem güzellikteki şekli  veren Yaradanın sesidir;  yıldızlar,  kendilerini dizen tinin haberini müjdeliyor, dağların tepelerinden aşağıya doğru yücelik tini esiyor,  çağlayan sular özlemin tinini haber ediyor ve - insanların ağızından milyonlarca hayalet konuşuyor. İsterse bütün bu dağlar çöksün, çiçekler solsun, yıldızlar dünyası yıkılsın, insanlar ölsün - nedir görünürdeki  bu cisimlerin batması? Göze görünmeyen tin ebedi olandır! (S. 37)

    Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim. 

    Eğer Tanrı ve insanlık, sizlerin de doğruladığı gibi, bir bütünlük iseler, benim de onlardan eksik bir yanım yok ve "boş" olduğuma dair bir şikayetim de yok. Ben hiçim derken, boş olduğumu söylemiyorum, bizzat yaratıcı bir hiçim, bir yaratıcı olarak her şeyi yaratan bir hiç. 

    Tepeden tırnağa kadar benim olmayan her işe uğurlar olsun! Sizce benim işim en azından "iyi bir iş" olmalıdır? Nedir iyi iş, kötü iş! İşim demek zaten ben demek'im. Ve ben ne iyiyim, ne de kötü. İyinin de kötünün de benim için hiç bir anlamı yoktur. Tanrının işi, insanlığın işi, gerçeğin işi, iyinin işi, doğrunun işi, özgürlüğün işi ve daha niceleri. Bunların hiçbiri  benim işim değildir, benim işim sadece benim olandır  ve o genel  değil, biriciktir, benim gibi.

    Hiçbir şey benden üstün değildir! (S. 5)

    Biricik olduğumu bildiğim andan itibaren kendimin sahibiyim.  Kendine sahip kişi ancak biricikleştiğinde yaratıcı hiçliğine, doğduğu yere geri döner.  İster Tanrı olsun ister insan, benden yüksek her canlı biricik olma duygumu zayıflatır ve ancak bu bilincin güneşi karşısında söner.  Kendi meselemi biricikliğim üzerine kurarsam, o zaman meselem kendi yaşamını kendisi yaşayan geçici ve ölümlü bir yaratıcının meselesidir.  Dolayısıyla ben şunu söyleyebilirim: Meselemi hiçe bıraktım.  (S. 412)

    Ben, halklar ve insanlık ölünce doğarım. (...) Sen ey çilekeş Alman halkım – nedir acın, ıstırabın? Canlanamayan bir düşüncenin acısıdır seninkisi. Daha horoz ötmeden kaybolan hayaletin acısıdır. Yine de kurtuluşun ve mutluluğun hasretini çeker bu hayalet. (...) Kal selametle milyonların rüyası, çocuklarının binyıllık despotu, kal selametle! Yarın seni mezara taşıyacaklar; ve çok yakında kardeşlerin, diğer halklar, ardından gelecek. İşte o zaman insan alemi gömülmüş olacaktır. Ve ben, kendimin sahibi ben, onun gülen kalıtçısıyım! (S. 238, 239)

    Gerçeğin kriteri benim, ben ise bir düşünce değilim, düşüncenin üstündeyim yani söylenemez bir şeyim. (S. 400)

    Stirner’in söylediği bir sözcük, bir düşünce ve bir kavramdır; söylemek istediği ise, ne bir sözcük, ne bir düşünce ne de bir kavramdır. Stirner’in söylediği söylemek istediği değildir ve söylemek istediği söylenemez.  (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag,  s. 149)

    Biricik bir sözcüktür ve bir sözcüğün altında düşünülecek bir şey olmalıdır, bir sözcük düşünce içermelidir. Oysa biricik düşüncesiz bir sözcüktür, düşünce içermez. (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986, s. 152)

    Benim soyum benim, Ben normsuz, yasasız ve örneksizim. (S. 200)

    Benden aşağı her gerçeği beğenirim ; benden yüksek ve ona göre yaşamam gereken bir gerçekse tanımıyorum. Bence gerçek yoktur, çünkü hiçbir şey benden üstün değildir!  (S. 399)

    Özgür cesaretle yapmadığım bir şey hakkımın dışındadır, yani yapmasını haklı görmediğim şey hakkım değildir. Neyin haklı olduğuna Ben karar veririm. Benden öte bir hak yoktur. Bence haklı olan haklıdır. (...) Bu egoist haktır. (S. 208, 209)

    Farklı düşünenler’ birbirlerini tahammül ederler. Oysa bir nesne hakkında neden sadece farklı düşüneyim ki, farklı düşünmeyi neden son aşamasına kadar düşünmeyeyim; yani düşünülecek şeyi anlamsızlaştırana dek düşünmek: nesnenin hiçleşmesine ve yokedilmesine dek ? (S.. 379)

    En az düşünmek kadar Varlık’ı da aştım. Biri benim varlığım diğeri benim düşüncemdir.  Varolmak için her ikisine de ihtiyacım var, binlerce başka şeye ihtiyacım olduğu gibi, diyen Stirner,  cümlesini şöyle tamamlar:  ... Her şeyden önce ama benim Bana, şu belli olana, Biricik’e ihtiyacım var. (S. 382)

    Erk ve şiddet sadece bendedir yani güçlü ve şiddetli olandadır.  (S.  231)

    Hakikat, sevgili Pilatus, Tanrı’dır ve hakikati arayan herkes Tanrı’yı arar ve över. Tanrı nerede yaşar? Kafanda; başka nerede yaşayabilir ki? (S. 397)

    Haklı ya da haksız olduğumu yargılayan benim, benden başka bir yargıç yoktur.  Başkaları sadece benim hakkımı onaylayıp onaylamadıklarını ve bunun onlarca da haklı olup olmadığını yargılayabilirler. (S. 205) 

    Bilginin istem olarak doğabilmesi ve özgür kişi olarak kendisini hergün yenilemesi için ölmesi gerekiyor.  (Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986, s. 97)

Kaynak:  - Max Stirner: Der Einzige und sein Eigentum. Reclam - Stuttgart 1981

                 - Max Stirner: Parerga. Kritiken. Repliken. LSR-Verlag, 1986

                 Çeviri: H. Ibrahim Türkdogan

Wednesday, November 7, 2012

Bir hikayenin kesin olarak başladığı an nasıl saptanabilir?

  İtalo Calvino

e
Başlamak. bunu söyleyen sensin, ludmilla. ama bir hikâyenin kesin olarak başladığı an nasıl saptanabilir? her şey zaten daha önce başlamıştı, her romanın ilk sayfasının ilk satırı daha önceden kitabın dışında zaten olmuş bir şeyden söz eder. ya da gerçek hikâye on ya da yüz sayfa sonra başlayan hikâyedir, ondan önceki her şey yalnızca bir öndeyiştir. insan bireylerinin hayatları tek, kesintisiz bir öykü örgüsü oluşturur, bu örgü içindeki her şeyden bağımsız olarak bir anlamı bulunan bir yaşama parçasını –örneğin, iki insanın, her ikisinin de yazgılarını etkileyecek karşılaşmasını– yalıtma konusunda atılacak her adımda, her iki insanın da kendisiyle birlikte birtakım olaylar, çevreler, başka insanlarla dokunmuş bir örgü getirdiği ve bu karşılaşma sonucunda onların ortak hikâyesinden kopup ayrılacak başka hikâyeler çıkacağı unutulmamalı.

*

İkiniz, siz iki okur birlikte yataktasınız. böylece size ikinci çoğul şahıs olarak seslenmenin zamanı geldi, çok ciddi bir işlem çünkü bu, ikinizi tek bir özne saymakla eşit bir iş. buruşuk çarşafın altında oldukça tanınmaz bir düğüm oluşturmuş olan siz, ikinize sesleniyorum. belki de biraz sonra her ikiniz de kendi yolunuza gideceksiniz ve öykü gene erkek sen ile kadın sen arasında gidip gelmek için zahmete girip vites değiştirmek zorunda kalacak; ama şimdi gövdeleriniz, deri deriye, daha cömert daha duyarlı bir ilişki bulmaya, titreşimler, dalgalar alıp vermeye, boşlukları dolulukların arasına sokmaya çalıştığına göre, zihinsel etkinlik bakımından en yüksek düzeyli anlaşma üzerinde anlaştığınıza göre, ikinizi, iki başlı tek bir insan kabul eden açık bir söylem kullanılabilir. her şeyden önce ikinizin oluşturduğu bu çift varlığın eylem ya da varlık alanı saptanmalı. karşılıklı özdeşleşmeyle nereye kadar götüreceksiniz işi? sizin çeşitlemelerinizde yinelenen temel izlek hangisi olacak? kendi gizilgücünüzden hiçbir şey yitirmemek, tepkisellik durumunu uzatmak, kendi elektrik yükünü arttırmak için ötekinin istek birikimini kullanmaya dayanan bir gerilim mi? yoksa kendini bırakışın en yumuşakbaşlısı mı, okşanabilir, bunun karşılığında da okşayan uzamların sınırsız boyutlarını araştırış mı, yüzeyi sonsuz dokunsal bir gölde kendi varlığını eritiş mi? her iki durumda da kuşkusuz birbirinizle ilişkiniz dışında var olmuyorsunuz ama bu durumları olası kılabilmek için karşılıklı benlerinizin kendilerini silmek yerine zihinsel uzamın bütün boşluklarını hiç duraksamadan kaplaması, kendine en yüksek faizle para yatırması ya da son kuruşuna kadar kendini harcaması gerekiyor. kısacası yaptığınız iş çok güzel ama dilbilgisi açısından hiçbir şeyi değiştirmez. en çok birleşmiş bir siz, bir ikinci çoğul şahıs olarak göründüğünüz şu anda bile siz daha öncesine göre daha ayrı, daha kapalı birer sen’siniz.

Şu anda her biriniz yalnızca ötekinin işgali altındayken bu zaten doğru. alışkanlık sınavından geçen gövdelerinizin buluşmasına eşlik eden, birbirleriyle rastlaşmayan hayaletler biraz sonra kafanıza doluşunca ne olacağını düşünün siz.

*

Ludmilla şimdi sen okunuyorsun. gövden, dokunsal, görsel, kokusal, biraz da tatsal tomurların işe karışmasıyla edinilen bilgilerin açtığı kanallar aracılığıyla dizgeli bir okuma altında. işitmenin de rolü var, senin soluksuz kalışlarına, kuş gibi ötüşlerine karşı o da tetikte. senin içinde okuma nesnesi olan yalnızca gövde değil: gövde ancak, hepsi görünür, hepsi şu anda var olmayan ama görünür ve şu anki somut olaylarda ortaya çıkan karmaşık ögeler topluluğunun bir parçası olduğu sürece önemlidir: gözlerinin bulutlanışı, gülüşün, söylediğin sözcükler, saçlarını toplayış yayış biçimin, girişkenliklerin, suskunlukların; kullanım, alışkanlık, bellek, tarihöncesi ve moda ile arandaki sınırda duran bütün işaretler, bütün düzgüler, bir insanın belli anlarda bir başka insanı okumak için kullandığına inandığı bütün o zavallı abeceler toplamı.

Bu arada sen de, ey Okur, bir okuma nesnesisin: Öteki Okur şu anda fihriste göz atar gibi senin gövdeni gözden geçiriyor, kimi anlar sanki birden bir şey merak etmiş gibi gövdene başvuruyor, bir karara varamayıp sorguluyor, kendisine sessiz bir yanıt ulaşıncaya kadar bekliyor, sanki her sınırlı denetleme ancak çok daha geniş bir uzamı tanımak açısından kendisini ilgilendiriyormuş gibi. şimdi çok küçük ayrıntılar üzerinde duruyor, belki de küçücük biçemsel kusurlar üzerinde, örneğin gırtlak çıkıntısına ya da başını onun omuz boşluğuna gömüşüne, şimdi onları araya bir marj, bir uzaklık, eleştirel bir çekince ya da şakalı bir yakınlık koymak için kullanıyor; bazan, tam tersine, rastgele bulunuveren bir ayrıntı çok değerli oluyor –örneğin, çenenin biçimi ya da onun omuzunu kendine özgü bir biçimde ısırışın– o bundan hız alıp, a’sından z’sine, tek virgülünü bile atlamadan ardarda sayfalar deviriyor (ikiniz birlikte deviriyorsunuz). bu arada onun seni okuyuş tarzından, fiziksel nesnelliğinden yaptığı metinsel alıntılardan duyduğun doygunluğun içine bir kuşku sızmaya başlıyor: onun okuduğu şey, gerçekte olduğun gibi tek ve bütün olarak sen değilsin, o seni, senin bağlamından koparılmış parçalarını kullanarak, yarıbilincinin yarı karanlığından yalnızca kendisinin tanıdığı hayalet bir yatak arkadaşı yaratıyor kendisine, şifresini çözdüğü şey de bu uydurma konuk, sen değilsin.

Aşıkların birbirlerinin gövdelerini (birlikte yatağa girmek için kullandıkları o gövde ve ruh yoğunlaşmasını) okumaları, çizgisel olması açısından, yazılı sayfaların okunmasından ayrılır. herhangi bir yerden başlar, atlamalar yapar, kendi kendini yineler, geri döner, bir şeyin üzerinde durur, eşzamanlı ya da farklı iletilere ayrılır, dallar yeniden birleşir, huzursuzluk anları olur, sayfayı çevirir, yerini bulur, kaybeder. bu işte bir yönün bulunduğu söylenebilir, bir amaca, bir doruğa doğru gidiş ve bu sona ulaşmak için programlanan ritimli evreler, kesimlemeler, motif tekrarları. ama doruk gerçekten bir son mudur? yoksa bu sona doğru yapılan yarışa, ters yöne işleyen, anların akışına karşı yüzen, zamanı geri döndüren başka bir akım karşı mı durur?

İnsan hepsini bir çizelge ile betimlemek isteseydi, doruğuyla birlikte her öykücüğün üç boyutlu, belki de dört boyutlu bir model oluşturması gerekirdi, ya da hiç model istemez çünkü her deneyim yinelenmesi olanaksız bir şeydir. sevişmek ile okumanın birbirlerine en çok benzedikleri nokta ikisinde de, ölçülebilir zaman ve uzamdan farklı zamanların ve uzamların açılmasıdır.

*

İlk buluşmanın bu şaşkın doğaçlamasında olası bir ortak yaşamın geleceği şimdiden okunuyor. bugün her biriniz ötekinin okuma nesnesisiniz, her biriniz ötekinde yazılmamış olan öyküyü okuyor. yarın ikiniz, Okur ile Öteki Okur, birlikte olursanız, evli barklı bir çift gibi aynı yatağa girerseniz, her biriniz yatağın başucundaki lambayı yakıp kendi kitabınıza gömüleceksiniz; iki koşut okuma yaklaşan uykuya yol arkadaşlığı edecek; ilkin sen, sonra da sen ışığı söndüreceksin; birbirinden ayrılmış evrenlerden geri dönüp, farklı düşler birinizi bir yana birinizi öteki yana çekmeden önce, bütün ayrılıkların silindiği karanlıkta kısa bir an birbirinizi bulacaksınız. ama bu evlilik uyumu görüntüsüne gülme: bundan daha mutlu bir çift imgesi düşünebiliyor musun?(s.155-159-178-182)

*

"Sen insanın içine gireceği en iyi beklentinin, en kötüden sakınmak olduğunu biliyorsun. Genel, hatta bütün dünyaya ilişkin konularda olduğu gibi kişisel yaşantında da vardığın sonuç budur. Ya söz konusu kitaplar olunca? İşte, bütün alanlarda beklentisizliği seçtiğin halde, kitap gibi çerçevesi iyice belirlenmiş bir konuda bu gençlik hazzına hala ayrıcalık tanıyabileceğini düşünüyorsun; evet bu alanda şansın yaver gitmeyebilir, ama yaşayabileceğin hayal kırıklığı çok da büyük olmayacaktır." (s.20)

"Seni en çok çıldırtan şey, nesnelere ilişkin durumlarda ya da insan eylemlerinde rastlantısalın, yazgısalın, olasının insafına kalmış olmak, senin ya da başkalarının umursamazlığının, üstünkörülüğünün, özensizliğinin kurbanı olmak. Bu gibi durumlarda sana egemen olan tutku o dalgınlığın ya da umursamazlığın huzursuz edici etkilerini silmek; olayları olağan akışına döndürmek sabırsızlığıdır." (s.41)

"Okuduğum şeylerin öyle ayan beyan ortada olmasından hoşlanmam, kimbilir neyin işareti olan, şimdilik ne olduğu bilinmeyen şeylerin varlığının belli belirsiz hissedildiği konuları yeğlerim." (s.57)

"Hayalinin ve hayatının yarattığı büyün bu gölgelerin peşine düşmüş durumdasın." (s.62)

"Gün içinde karşıma çıkan olayların birbirlerini izleyişinde dünyanın benden yana niyetlerini çözmeye çalışıyorum ve nesnelerde gizlenen karanlık imaların ağırlığını sözcüklere dökecek bir sözlük olmadığını bilerek el yordamıyla ilerliyorum." (s.71)

"Yazar, kitapların geldiği görünmez noktaydı, hayaletlerin dolaştığı bir boşluk, çocukluğumun kümesiyle öteki dünyaları birbirine bağlayan yeraltı dehlizleriydi..." (s.107)

"Bunlar senin dış dünyayı kendinden uzak tutmak için kullandığın bir kalkan mı, uyuşturucu misali içibe battığın bir hayal mi, yoksa dışarıya, kitaplar aracılığıyla boyutlarını genişletmek ve çoğaltmak istediğin dış dünyaya uzattığın bir köprü mü?" (s.144)

"Her şey daima daha önceden başlamıştır, her romanın ilk sayfasının ilk satırı, kitabın dışında olmış bir şeye göndermedir." (s.153)

*

"okumak," diyor, "hep budur: elinin altında olan bir şey vardır, yazıdan oluşan somut, maddesel, değiştirilmesi olanaksız bir şey, bu şey aracılığıyla yalnızca düşünülebilip düşlenebildiği için ya da bir zamanlar var olup da şimdi olmadığı geçmişte kaldığı, yittiği, erişilmezleştiği, ölüler ülkesinin malı olduğu için varlığı, maddesi olmayan bir dünyaya özgü başka bir şeyle ilişki kurabiliriz..." (s. 80)

"bir çizgi var: çizginin bir yanında kitabı oluşturanlar, öteki yanında okuyanlar. ben okuyanlar tarafında kalmak istiyorum, bu yüzden de çizginin kendime ait olan yanında kalmaya özen gösteririm." (s. 101)

"kitabın sen, okur'u unuttuğunu sanma. öteki okura kaymış olan sen seslenişi herhangi bir cümlede gene sana dönebilir. sen her zaman olabilecek bir sensin. kim seni sen'i yitirmeye mahkum etmeyi göze alabilir, ben'in yitmesi kadar korkunç bir felakettir bu. ikinci şahıs için bir söylemin bir roman olabilmesi iki sen'in varlığını gerektirir, dişi ve erkek o'lar, onlar kalabalığının içinden sıyrılıp sivrilen, ayrı ayrı ve birlikte var olan iki sen." (s. 155)

"başlamak. bunu söyleyen sensin, ludmilla. ama bir hikayenin kesin olarak başladığı an nasıl saptanabilir? her şey zaten daha önce başlamıştı, her romanın ilk sayfasının ilk satırı daha önceden kitabın dışında zaten olmuş bir şeyden söz eder." (s. 161)

"bana kuramlarını açıklamayı sürdürdü, bu kuramlara göre her kitabın yazarı uydurma bir kişiymiş, var olan yazar onu düşsel yapıtlarının yazarı olarak uydururmuş." (s. 188)

"okurların kitaplarımda benim bilmediğim bir şey bulmalarını beklerim ama bunu ancak, daha önce bilmedikleri bir şey okuma beklentisi içinde olan okurlardan bekleyebilirim." (s. 193)

"... böyle diyerek sheila-alfonsina-gertrude kendisini senin üzerine attı, mahpusane pantolonunu çekip çıkardı; çıplak kol ve bacaklarınız elektronik bellek dolaplarının altında birbirine dolanıyor.

n'apıyorsun, okur? direnmeyecek misin? kurtulmaya çalışmayacak mısın? ah, katılıyorsun demek... sen de kendini atıyorsun içine... bu kitabın başkişisi kesinlikle sensin, iyi hoş da bu sana romandaki bütün kadınlarla cinsel ilişki kurma hakkını verir mi?"* (s. 227)

"her şeyi yadsımak insanların sandığından daha da az zor bir şey: bütün sorun bir kez başlamakta. gerekli olduğunu düşündüğünüz bir şeyden bir kez vazgeçtiniz mi, bir başka şeyden de, başka pek çok şeyden de vazgeçebileceğinizi anlarsınız. işte böylece burada, dünya denen bu boş yüzeyde yürüyorum." (s. 257)

Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu | Italo Calvino