Friday, December 14, 2012

Yabancı



Tutukluluğumun başlarında bana ağır gelen şey, özgür bir insan gibi düşünmemdi. Örneğin, içimden kumsalda olmak, denize doğru yürümek geliyordu. İlk dalgaların sesini tabanlarımın altında duymayı, bedenimin suya girişini ve bundaki ferahlığı hayal edince, hücre duvarlarının birbirine çok yakın olduğunu hissediyordum. Ancak bu birkaç ay sürdü. Sonraları, sadece hükümlüler gibi düşünür oldum. Artık avluda yaptığım günlük gezintiyi ya da avukatımın gelmesini beklemeye başladım. Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyordum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: Beni kuru bir ağaç kavuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.

(...) Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umut kesmek gerektiği düşüncesiyle nasıl kalır insan?.. Her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluruz. Dünyanın hiçbir anlamı yoktur demek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak olur. Ama, yaşamak ve örneğin, yiyip içmek kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer veriyoruz demektir. Umutsuz bir edebiyat ne demek olabilir? Umutsuzluk susar. Kaldı ki susmak bile, eğer gözler konuşuyorsa bir bir anlam taşır. Gerçek umutsuzluk can çekişme, mezar ya da uçurumdur. Umutsuzluk konuştu mu, hele yazdı mı, hemen bir kardeş el uzanır sana, ağaç anlam kazanır, sevgi doğar. Umutsuz edebiyat sözü birbirini tutmayan iki sözdür. Çünkü edebiyat olan her yerde umut vardır. (Vedat Günyol’un önsözde yer verdiği Camus’dan bir alıntı.)
(...) “Evet,” diye karşılık verdim. “Ama, doğrusunu isterseniz, bence bir,” diye ekledim. O zaman, “Hayatınızda bir değişiklik hoşunuza gitmez mi?” diye sordu. “İnsan hayatını hiç değiştiremez ki. Zaten herkesin hayatı birbirinin aynıdır. Buradaki hayatımı hiç beğenmiyorda değilim,” diye karşılık verdim.
Akşam, Marie beni görmeye geldi, kendisiyle evlenmek isteyip istemediğimi sordu. “Bence bir ama istersen evleniriz,” dedim. O zaman, kendisini sevip sevmediğimi öğrenmek istedi. Bir başka zaman da söylediğim gibi, “Bunun bir anlamı yok, ama herhalde sevmiyorumdur.” diye karşılık verdim. (...)
(...)Gözlerimizi kıpırdatmadan birbirimize bakıyorduk. Burada her şey, denizle kum ve güneşin, kamışla suyun çifte sessizliği arasında duraklıyordu. O anda içimden, insan ateş eder de edemez de, bence ikisi de bir diye geçirdim.
Yanımdan dargın bir halle ayrıldı. Onu alıkoymak, gözüne girmek – beni daha iyi savunsun diye değil, yalnızca gözüne girmek – istediğimi anlatmak isterdim. Hem onu güç duruma soktuğumu da görüyordum: Beni anlamıyor, biraz da içerliyordu bana. Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama, bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.

(...) Sonra, bana dikkatli dikkatli, biraz da üzgün bir tavırla baktı baktı da: “Böyle katı yürekli insan görmedim ömrümde! Karşıma çıkan suçlular, bu “acı simgesi” nin önünde daima gözyaşı dökmüşlerdi,” diye mırıladandı. Neredeyse, onlar katil de ondan diye karşılık verecektim. Ama düşündüm ki, ben de onlar gibiydim. Bu, kendimi bir türlü alıştıramadığım bir düşünceydi. O zaman yargıç, sorgunun bittiğini anlatmak ister gibi ayağa kalktı. Hep o aynı yorgun tavırla, yalnızca, yaptığım işten pişman olup olmadığımı sordu. Düşündüm, gerek anlamda pişmanlıktan çok bir çeşit sıkıntı duyduğumu söyledim. Dediklerimi anlamıyormuş gibiydi. Ama işler o günlük, bu kadarla kaldı.
Vaktimin geri kalan kısmını oldukça iyi idare ediyorum. O zaman sık sık düşünüyor ve içimden: beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim, diyordum.
(...) Bana kadınlardan söz açan o oldu önce. “Ötekilerin sızlandıkları ilk şey budur,” dedi. “Ben de onların durumundayım, bu işlemi haksızca buluyorum,” dedim. “Ama, dedi, zaten sizi de bunun için hapse tıkıyorlar ya!” “Nasıl? Bunun için mi?” “Elbette, özgürlük dediğin budur işte! Özgürlükten yoksun bırakıyorlar.” Bense bunu hiç düşünmemiştim. Ona hak verdim, “Doğru, yoksa ceza nerde kalırdı!” Dedim. (...)
(...) Kimi zaman odamı düşünmeye koyuluyor, düşümde, bir köşeden kalkıyor, yolum üzerindeki eşyaları bir bir aklımdan geçirip yine o noktaya dönüyorum.
(...) Bugünlerin yaşanması uzun sürüyordu, kuşkusuz, ama öylesine gevşemişlerdi ki sonunda birbirinin içine taşıyor ve orada adlarını yitiriyorlardı. Benim için anlamlı olan yalnız dün ve yarın sözcükleriydi.
(...) Jandarmalar, “Mahkeme kurulunu bekleyeceğiz,” dediler. Biri bana sigara sundu, ama almadım. Az sonra, “Heyecanlı mısın?” diye sordu. “Hayır,” diye karşılık verdim. “Bir bakıma seyretmek ilgimi bile çekiyor. Şimdiye kadar dava dinlemek fırsatı düşmemişti hiç,” diye ekledim. İkinci Jandarma, “Evet, ama bir süre sonunda usanç getirir,” dedi.
(...) Düşüncelerime gömülü olmama karşın, bazı bazı lafa karışacak oluyordum. O zaman avukatım, “Susun! Davanız için bu daha iyi!” diyordu. Benim davamı beni işe karıştırmadan çözümlüyor gibiydiler sanki. Her şey, benim araya girmeme kalmadan geçip gidiyordu.
(...) Anacığım sık sık, “İnsan hiçbir zaman bütün bütün mutsuz olamaz,” der dururdu. Gökyüzü elvan elvan renklerle boyanıp da, yeni bir gün ışığı hücreme sızı verince ona hak veriyordum.

O zaman, bilmiyorum niçin, içimde birşeyler deşiliverdi. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım, hakaret ettim, duasını istemediğimi, yok olmaktansa yanmanın daha iyi olduğunu söyledim. Cüppesinin yakasına yapışmıştım. İçimin, sevinç ve öfkeyle karışık bütün taşkınlıklarını üzerine boşaltıyordum. Ne kadar da dediklerinden güvenli görünüyor değil mi? Oysa onun güvendiği şeylerden hiçbiri bir kadın saçının bir tek teline bile değmezdi. Yaşadığından bile emin değildi, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim bomboş bir adam olarak görünüyordum, ama kendimden emindim, her şeyden emindim, hem ondan daha çok emindim. Yaşadığımdan emindim ve gelmekte olan ölümden emindim. Evet, bundan başka birşeyim yoktu benim, Ama, hiç değilse bu gerçeğe, onun bana sahip olduğu kadar sahiptim.
(...) Ne zamandır ilk kez olarak, anacığımı düşündüm. Hayatının sonlarında niçin bir “Nişanlı” edinmişti, niçin hayata yeniden başlıyormuş gibi oyunlara girişmişti, anlar gibi oluyordum. Orada, orada da birtakım ömürlerin sona erdiği bu İhtiyarlar Yurdunun çevresinde de akşamlar, hüzünlü bir savaş aralığı gibiydi. Anacığım, ölümün eşiğinde, kendini orada serbest ve her şeyi yeni baştan yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Kimsenin, kimseciklerin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu. Ben de herşeyi yeni baştan yaşamaya kendimi hazır hissettim. Sanki bu büyük öfke beni kötülüklerden arındırmış, umuttan kurtarmıştı. İşaretler ve yıldızlarla yüklü olan bu gecede, kendimi ilk kez olarak, dünyanın tatlı kayıtsızlığına açıyordum. Dünyayı kendime bu kadar eş, bu kadar kardeş bulunca, anladım ki, eskiden mutluluğa ermişim. Hatta hâlâ da mutluydum.
Albert Camus

Tuesday, December 11, 2012

Mutluluk her zaman eksik bir şeyler meselesidir





Marek van der Jagt




"Arnon Grunberg’in, Amerikan romanlarına çok yakın bir tarzı var. Türkçeye İngilizceden aktarılmasının da bu hissi güçlendirdiğini düşünebiliriz."


Birazdan okuyacağınız paragraflardaki hayat felsefesinin kafanıza yatması durumunda, bilmenizde fayda olduğunu düşündüğüm bir durum var. Bu düşünceler; onbeş yaşında, anne-sorunlu, cüce penisli, zaman zaman kıçının üstünde yürüyen, vücuduyla yaşlı kadınları rahatlatan, sürrealizm hayranı, şair olamamış vasat bir felsefe öğrencisine ait. Adı Marek Van Der Jagt. Kelliğimin Hikâyesi adlı kitabın yazarı ve başkahramanı.
 

Hayatı kim icat ettiyse, kusurlu bir iş yapmış. Yanlışlıkla gidilen bir adres gibi, bir aidiyet bile içermiyor. Sanki evler insanı kovalayabilirmiş gibi, yanlış adresten koşarak çıkılır. Ama hayatı bir tesadüfe indirgemek, fazla tesadüfi. Özellikle, artık güncelliğini yitirmiş bir gayret olsa da, hayatın anlamını arayanlar için. Kimdir bunlar? Filozoflar, edebiyatçılar, şairler, rüya yorumcuları mı? Sigortacılar değil elbet. Sedef kabzalı tabancayla avizeye ateş eden kadınlar mı? Sanatçıları himayelerine alacak kadar zenginlerse, evet. Hayat bir bavulun içinden çıkabilir mi? Birkaç isitisna dışında, bavullarda giysiler olur. Kuşkusuz hayatın anlamını bulmak ile, bulduğunu anlatmak, hele hele bu konuda bir kitap yazmak farklı şeyler. Yorum özneldir, bize daha çok yorumcuyu anlatır ki burada kitabın kahramanı ve yazarının aynı kişi olduğu bir durumla karşı karşıyayız. Misal, hüsrana uğramışların yorumu sinik olacaktır. Saflıklarını bir erdem gibi görenlerle, sabırlı olmayı ümit edenler, hayatın küçüklüğünü alçakgönüllülükle kabul edecektir. Kendi yokluğuyla yaşamayı öğrenebilir insan. Mutluluk her zaman eksik bir şeyler meselesidir. Ama bu bayatlamış bir haber. Mutluluk şimdi ile uyumsuzdur. Hep iki hafa sonra mutlu olacağına inanarak yaşanabilir.

 
Hayat kendi başına bir beceridir ve bu beceriye bazıları sahiptir, bazıları değil. Hayat bir iş ise, istifa etme hakkı da olmalı. İnsanların kullanılmaya ihtiyaçları vardır, aksi takdirde boşa yaşamış olurlar. Yaşadığını hissetmek isteyen biri için birazcık tedirginlik duygusu gerek. Ergenken insan yenidir ve yeniliği hiç sona ermeyecekmiş gibi görünür. Büyüyünce hayattan vazgeçiliyor zaten. Dikkat etmezse ergen, yeni olarak ölür. Ölüler, tıpkı şapkalar gibi, doğaları gereği sessizdir. Sessizlik, iletişimin en üst düzey biçimidir ve sessizliğin anlaşılacak bir şeyi yoktur. Az konuşan ergenler, olduklarından büyük gösterir. Ama gizli cüce de olabilirler. Özellikle penisleri parmak kadarsa.

Herkesin, gösteriş yapmak için kullandığı vücudunun belli bir bölümü vardır. Görünmez olmak için bir kişi ne kadar önüne eğilebilir ki. Yalnızca görüntü ile ilgili bir yenilgiyi nasıl tanımlarsiniz? Başkasının bakışı, sizin yenilginizdir. Başarısızlığın pek çok şekli vardır, ama sizi dünyaya getiren kişinin gözünde başarısız olmak çok acı.
 
Bazı insanların çarpıtılmamış gerçekliklere tahammülü yoktur. Teoriler sadece eski yaraları iyileştirmeye yarar.Takıntı dünyayı ve gerçekliği idare eder. Önemsiz bir ayrıntı zihni ele geçirir ve dünyanın yerini alana dek zihni doldurur. Unutmak, hayata sıkıntıya düşmeden devam edebilmenin önkoşulu. Birçok şeyi değiştirebilirsiniz, ama kendinizi kendi anılarınızdan nasıl çıkarabilirsiniz?

Fazla iyi bir bellek, yoldan çıkmış bir hatırlama süreci, kendi eksiklikleriniz hakkında tüm bildiklerinizdir hayat. Hayatınızla ilgili bir kitap sadece böyle yazılır. Hayatınızın kitabının büyük bir eser olduğuna inanarak yaşamanın daha iyi olduğunu varsayalım. Eğer, hayat inkâr edilebilir bir şey ise yazmak kesinlikle bir inkârdır. Hayatın en sinsi ve kurnaz inkârıdır. Özgünlük, yeni bir ambalaj içindeki tahmin edilebilirliktir. Size ait bir yalan, dünyanın geri kalanı için gerçeğe böyle dönüşür.
 

 Yalan, kurmaca ve daha ötesi
 
Buradaki ‘yalan’ Hollandalı çağdaş yazar Arnon Grunberg’e ait.  Türkçede Tirza ve İliğine Kadar kitaplarıyla tanıyoruz onu. Grunberg, kendine hayali bir edebi rakip yaratır. Marek Van Der Jagt adında bir Viyanalı filozof. Marek Van Der Jagt, sözde kendi anılarına dayanarak yazdığı cinsel uyanış ve büyüme sancılarına dair romanı Kelliğimin Hikâyesi ile onun gerçek bir yazar olduğuna inanan edebiyat çevrelerinde büyük bir ilgi ile karşılanır. Grunberg ‘yalanını’, Van Der Jagt ile edebi makaleler üzerinden atışarak sürdürür. Ancak bu yeni yazarı henüz gören olmamıştır. Hollanda Kitap Haftası Edebiyat Balosu’nda konuşma yapması istense de, ortalarda görünmez. Dedikodular başlar. Marek Van Der Jagt, Anton Watcher İlk Roman ödülünü kazandığında, aynı ödülü kendi adıyla yazdığı Mavi Pazartesiler romanıyla daha önce kazanmış olan Arnon Grunberg’in foyası meydana çıkar. Arnon ve Marek aynı kişidir. Aynı yazar, ilk roman ödülünü iki kez kazanarak bir edebi skandala yol açmıştır. Dahice bir post modern üst kurmaca numarası olarak alkışlanmalıydı belki de. Bütün kurmaca edebiyat, yalan değil ise, hiçbir şeydir.
 
Arnon Grunberg’in, Amerikan romanlarına çok yakın bir tarzı var. Türkçeye İngilizceden aktarılmasının da bu hissi güçlendirdiğini düşünebiliriz. Marek’in büyüme sancıları içindeki gülünç saflığı, vasat öfkesi, grotesk ama beceriksiz cinselliği, kendine acırken kendiyle dalga geçen farkındalığı onu son derece sahici kılıyor. Marek bu haliyle, J.D. Salinger’ın Çavdar Tarlasında Çocuklar’ının hırçın ama iyimser kahramanı Holden, ve Philip Roth’un Portnoy’un Feryadı romanının iflah olmaz kahramanı Alexander Portnoy’u anımsatıyor.  Marek, David Foster Wallace’ın ‘iğrenç adamlar’ dediklerinden aynı zamanda. Arnon Grunberg, Marek’in monologlarında, Salinger ve Roth’un kalemşörlüğüne eş değer bir performans sergiliyor.

 Grunberg, sahiplendiği iki meseleyi, amour fou (deli aşk) kavramıyla birbirine bağlamada çok başarılı: Psikanaliz, elit burjuva yaklaşımlı sürrealizm ile buluşuyor. Amour fou, hem sanatsal egoist bir varoluş tavrı olarak tenselliği ve arzuyu betimliyor, hem de anne oğul arasındaki iğdiş kompleksi tehdidindeki sevgi ilişkisini. Kimse masum değil, nesneleştirilmiş kurbanlar bile. Marek’in amour fou hedefine orta yaşlı kadınları koyması ise anneden defalarca alınan can ve intikam. Yozlaşmış, iştahı bastırılamayan bir duygu girdabı bu. Böylesi bir hayat, var olmak için hiçbir nedene ihtiyacı olmadığından, asla yardım edilemeyecek bir çeşit keder. Bu nedenle okurken güldürüyor.

Sunday, December 9, 2012

Kış Bahçesi

Ateşböceği Yolu kitabının yazarından, bir anne ile kızları arasındaki karmaşık bağlara ve geçmiş ile gelecek arasındaki yıkılmaz bağa dair sürükleyici, yürek sızlatacak kadar etkileyici ve güzel bir roman. Bazen annenin geçmişine bir kapı araladığında, kendi geleceğini bulursun! Meredith ve Nina Whitson birbirine taban tabana zıt karakterlerdeki kız kardeşlerdir. Biri evde kalıp çocuklarına bakmış ve aile işinin başına geçmiş, diğeriyse hayallerinin peşinden gidip dünyayı gezmiş ve ünlü bir foto muhabir olmuştur. Ancak sevgili babaları hastalandığında bu birbirine yabancı iki kadın, kendilerini yine bir arada, şimdi bile kızlarına herhangi bir avuntu vermeyen, aşırı mesafeli anneleri Anyanın yanında bulacaktır. Anneleriyle aralarındaki tek bağ, onun, çocukluklarında bazı geceler kızlara anlattığı bir Rus masalıdır. Ölüm döşeğindeki babalarınınsa, hayatındaki kadınlardan son bir arzusu vardır. Anya kızlarına bir masal anlatacaktır; yıllar önce başladığı ama hiç bitirmediği o masalı. Hem de bu kez sonuna kadar. Bu masal daha önce duydukları hiçbir şeye benzememektedir; altmış yıldan uzun bir zamanı kapsayan, savaş mağduru Leningradda başlayıp günümüz Alaskasına kadar uzanan, sürükleyici, gizemli bir aşk hikâyesi. Ninanın gerçeği açığa çıkarma konusundaki saplantısı, onları annelerinin geçmişlerinde, ailelerini tümüyle sarsacak ve tamamen değiştirecek bir sır öğrenecekleri, beklenmedik bir yolculuğa sürükler. İlk sayfasından son sayfasına kadar büyüleyen Kış Bahçesi, hem epik bir aşk hikâyesi hem de yaşamları kesişen kadınların detaylı bir portresi olması bakımından nadir bulunur bir eser. İlham verici şiirsel yazımıyla, son sayfa okunduktan uzun süre sonra bile okuyucunun aklından çıkmayacak. Okuyucular, anne ve kızlar yakınlaştıkça hem gülmekten hem de ağlamaktan kendilerini alamayacaklar.
Kristin Hannah