Wednesday, November 25, 2015

Kitap: “Karanlık Vardiya”

Meydan Gazetesi- Kitap Karanlık Vardiya Mine Yılmazoğlu

Köyler boşaltılıyor, elleri arkadan kelepçeli insanlar yüzükoyun yerlerde yatırılıyor, askeri araçların içerisinden çocukların üzerine kurşunlar yağdırılıyor, uçaklar köyleri bombalıyor, evler basılıyor, yargısız infazlar yapılıyor, ormanlar yakılıyor…
Televizyonda “Bizimkiler” dizisi yok, tetris oyununun modası çoktan geçti, o yılların fenomen yarışması “Hugo’nun yerinde yeller esiyor, Eurovision şarkı yarışmaları artık eskisi kadar popüler değil, çünkü 90’lardan bahsetmiyoruz. 2015’teyiz.
Ali Yılmaz, hazırladığı “Karanlık Vardiya” kitabında, sanki 90’ları değil de günümüzü anlatıyor. Kitap temel olarak, Antonio Gramsci’nin devletin zora başvurmadan ‘nasıl yönetebildiğini’ açıklamak için kullandığı “hegemonya” kavramını ele alıyor. Devletin, baskı aracılığıyla politik iktidar egemenliğini sağlamasının yanı sıra, kültürel iktidarı aracılığıyla da ideolojik bir hegemonya kurduğundan söz ederken; insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlayan bu gücü sorguluyor.
Kitapta hegemonya, rızanın örgütlendiği yani şiddet ya da zora başvurmadan inşa edilen süreçler olarak tanımlanıyor. Devletin kendi varoluşunu sürekli ve vazgeçilmez kılabilmek için, bazen baskıya bazen de rıza üretmeye başvurmasının örnekleri sıralanıyor bir bir. Toplumun genelinin nasıl olup da kendilerine doğrudan hiç de faydası olmayan, hatta zarar veren ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri -kimi zaman toplumsal huzur adına, kimi zaman eskiye dönme korkusuyla, kimi zaman da din ya da laiklik elden gidiyor paranoyasıyla- can-ı gönülden destekleyebildiklerini açıklamaya yarıyor.
Karanlık Vardiya, Brezilya’da 1964 seçiminden sonra yapılan darbenin ardından “ölüm filoları”nın binlerce kişiyi öldürmesinden, Vietnam’da tarım arazileri ve ormanların kimyasal silahlarla bombalanmasına kadar birçok rıza üretme örneğinden söz ediyor. 1980 darbesinin de rıza üretme amacıyla yapıldığına değinirken, o yıllar boyunca, spor salonlarının, depolar ve kışlaların, nasıl sorgu ve işkence merkezlerine çevrildiğini anlatıyor.
Devletin tüm bu zorbalık ve dayatmalarına karşı, 90’lı yıllarda cezaevlerinden başlayarak, üniversitelerde, fabrikalarda ve özellikle Kürt coğrafyasında karşı koyuşlar ve direnişler engellenemedi ve etkisi günümüze kadar devam eden isyanlara dönüştü. Tüm yasaklamalara karşın 1 Mayıs’ta sokağa çıkılmaktan vazgeçilmedi. Grev yasağına rağmen 1986’da Netaş’ta iş bırakan işçiler bu süreç boyunca hem patrona hem de devlete meydan okudu. Sonraki yıllarda “işçi baharı” olarak ivme kazanan işçi eylemleri 1990’lı yılların özelikle ilk yarısında kamu işçilerinin de katılımıyla büyümeye başladı. Cezaevlerindeki tek tip kıyafet dayatması ise, açlık grevleri ve ölüm oruçları ile yanıt buldu ve devlete geri adım attırdı. Üniversitelerde de örgütlenmeyi engellemek için dayatılmak istenen, üniversite yönetimlerinin kontrolündeki “tek tip” öğrenci dernekleri sistemine karşı direnişe geçilerek işgaller gerçekleştirildi.
Tüm bu ve benzeri direniş ve karşı koyuşlar, devletin 80 darbesiyle birlikte sarsılmaz gibi gösterdiği hegemonyasını kırmaya başlayınca; devlet, bu kez de resmi kolluk ve istihbarat güçlerinin yanı sıra koruculuk sistemi gibi para-militer güçlerle ve JİTEM gibi, varlığını hep inkar ettiği kontrgerilla örgütlenmeleriyle tüm toplum kesimleri üzerindeki baskısını daha da arttırmaya koyuldu. Bir yandan da faşist baskı uygulamalarının gün yüzüne çıkmasını engellemek amacıyla diyaneti, hukuk ve eğitim sistemlerini seferber etti; özellikle medyayı bu psikolojik savaşın özel bir silahı olarak kullanmayı ihmal etmedi.
Polisin sokak eylemlerine yaptığı saldırılarda katlettiği insanlar, infazlar, ev baskınları, soruşturmalar, polis sayısının artırılması, gözaltında tecavüz ve ölüm, okullara çevik kuvvetin girişi, basına uygulanan sansür, gazetelerin kapatılması, birçok gazetecinin silahlı ya da bombalı saldırıda ya da işkencede öldürülmesi, JİTEM tarafından öldürülenlerin cesetlerinin ayaklarından iple tanka bağlanarak sürüklenmesi ve çırılçıplak teşhir edilmeleri, köy baskınları, köylülere dışkı yedirme, korucuların tehditleri, ceset kuyuları, Kürt siyasetçilerin öldürülmesi, partilerin kapatılması, yeni hapishanelerin inşaası, yeni karakolların yapımı, arazilerin mayınlanması, yaylaların yasaklanması, olağanüstü hal, köy boşaltmalar, ilçelere giriş çıkışın yasaklanması yalnızca Karanlık Vardiya kitabında sıralanan olaylar ya da 90´lardaki bir televizyon kanalındaki haberlerden aklımızda kalanlar değil, günümüzde de aktörleri değişmiş olsa da, benzer biçimde sürdürülen, devletin hegemonya politikası.
 Mine Yılmazoğlu
mine@meydangazetesi.org

Monday, November 23, 2015

Geç kapitalizme bir direnme biçimi: Uyku | Emek Erez

emek-erez

Kapitalizmin yaşamımızın her noktasında yer aldığı, neredeyse bedenimizin tüm noktalarına temas ettiği bir çağ durumunu yaşıyoruz. Bu sistem geliştirdiği yeni teknolojilerle, yaptığı deneylerle insan bedeninin doğasına aykırı pek çok uygulamayı da devreye sokmuş durumda. Geçtiğimiz haftalarda Metis tarafından basılan, Jonathan Crary’nin “7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” adlı kitabı, geç kapitalist dönemde sistemin 7/24 nasıl yaşamımızın ortasında olduğuna odaklanırken, uykumuza bile nasıl müdahale edilmeye çalışıldığını gözler önüne seriyor. Çeşitli bilgi ve enformasyon ağları, tüketim kültürü ve daha pek çok sebeple insan kendi varlığından ve doğasından uzaklaşıyor. Yazar belki de sisteme direnen tek yanımızın uyku olabileceğini düşünüyor ve uykuyu tarih içerisindeki anlamlarıyla birlikte ele alarak, uyumanın sisteme karşı nasıl direniş durumu yarattığını tartışmaya çalışıyor.
Crary, anlatısına Kuzey Amerika’nın batı kıyısında yaşayan beyaz taçlı serçelerden bahsederek başlıyor. Bu serçelerin özelliği: Pek çok kuştan farklı olarak, göç sırasında yedi güne kadar varan, olağan dışı uyanık kalabilme kapasiteleri. Bu mevsimsel davranış, hiç dinlenmeksizin, geceleri yollarına devam ederken gündüzleri de yiyecek peşinde koşmalarına imkȃn sağlıyor. Bu serçelerin konumuzla ilgisi ABD Savunma Bakanlığı’nın büyük paralar harcayarak bu kuş türü üzerinde çeşitli çalışmalar yürütmesi. Amaç ise: insanların da bu kuşlar gibi uyumadan kalabilmesi, üretken ve verimli olabilmesi yani esasen insan, sistem tarafından 7/24 insan nasıl sömürülebilir? sorusuna yanıt aranması anlamına geliyor. Bu durum aslında en başta da belirttiğimiz gibi sistemin bedenimize direkt olarak müdahale etmesi anlamına geliyor. Hiç uyumadan, gece gündüz demeden çalışan insanlar ya da aslında insanın robotlar olarak tekrar üretilmesi. Boş alanın tamamıyla sistemin kontrolüne geçmesi, Paul Lafargue’un o ünlü denemesinde bahsettiği “tembellik hakkı” denilen ve bir türlü alınamayan hakkın tamamen yok olması. 7/24 tahakküm, 7/24 sömürü…
Crary 7/24 uygulamasının tüketimle olan ilişkisini de gözler önüne seriyor. Son yıllarda bir şekilde gördüğümüz mağaza, kafe, restoran tabelalarını hatırlayalım; “7/24 açığız”, “7/24 hizmetinizdeyiz” ilk bakışta tamamen insan hizmetine sunulmuş, masum bir durummuş gibi görünen bu uygulama aslında uyumadan, gece gündüz demeden tüketin demek olmuyor mu? Yazara göre: “7/24 pazarlar ile kesintisiz çalışmaya ve tüketime yönelik bir küresel alt yapı yerleşik hale geldi, şimdide bunlara iyi uyan bir insan özne yapım aşamasında.” Bu durumu yukarıda bahsettiğimiz çalışmalarla ilişkilendirdiğimizde aslında ortaya çok açık bir sonuç çıkıyor; sistem insanın doğası dışında, yeni “özneler” üretmeye çabalıyor. Ve bunu gerçekleştirmek için insan doğasına her türlü müdahaleyi “normal” görüyor. İnsanı insanlıktan çıkarıp, yedi gün yirmi dört saat kendisine hem çalışarak hem de tükettirerek hizmet edecek köleler yaratmayı hayal ediyor.
7-24-jonathan-craryTüm bu bahsettiklerimiz çok kara bir anlatı gibi dursa da aslında çok uzağında değiliz gibi geliyor bana. Ve elbette tüm bu uygulamalar sadece insan türüne zarar vermiyor. Crary’nin de dikkat çektiği gibi tüm bunlar: “7/24 daimi harcama ve kendisini ayakta tutan sonsuz müsriflik beyanıyla, ekolojik bütünlüğün dayalı olduğu döngüleri ve mevsimleri öldüresiye bozmasıyla, çevre felaketlerinden ayrı tutulamaz.” Bu durum Neolitik Dönem itibariyle insanın denetimine geçen ve ötekileştirilen çevrenin sonunun başlangıcı olarak da değerlendirilebilir. İnsan tarafından çoğu zaman sadece faydalanabileceği nesnelermiş gibi algılanan doğa varlıkları, hayvanlar, ağaçlar, toprak sistemin amaçlarını tam anlamıyla gerçekleştirdiği düşünüldüğünde, çok daha ağır darbe alabilir ve hȃttȃ tamamıyla yok olabilir.
Görüldüğü üzere kapitalist sistemin tam anlamıyla kontrolü ele geçirdiği bir dünya insan doğa ve hayvanların her açıdan yok olması anlamına geliyor; ama her şey bitti mi diye sorarsak, Crary’nin kitabının en önemli noktası da bence burada ortaya çıkıyor. Yazar uykunun hȃlȃ kapitalizmin önünde önemli bir bariyer olduğunu düşünüyor. Çünkü sistem ne kadar çabalarsa çabalasın, doğaya tam anlamıyla hüküm edebilir konumda değil. Bu nedenle de ona göre uyku: “Kapitalizmin zamanımızı çalmasının ödünsüz kesintiye uğratılmasıdır.” Sadece uykuyla sistem mi değişir gibi bir düşünce oluşabilir kafamızda ama tarih içerisinde, çeşitli dönemlerde uyku hakkındaki görüşlerin genelde olumsuz olması, ona yüklenen anlamın sistemle ilişkisi kurulduğunda esasen hiç de yabana atılamayacak bir konu olduğuna işaret ediyor. Örneğin Crary’nin aktarımıyla 17. yüzyılın ortalarında, Lock’a göre uyku: “Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz olsa da kesintiye uğraşıydı.” Hume’a göre: delilik ve humma ile eş değer olarak görülüyordu. 19. Yüzyılın ortalarında daha düşük ve “ilkel” bir hale gerileme olarak anlaşılıyordu. Bu dönemde sadece Schopenhauer uykuya olumlu anlam yükleyerek: insan varoluşunun “hakiki özünü” sadece uykuda bulabildiğini öne sürüyor. Bu görüş ve düşüncelerde görüldüğü gibi uyku genellikle insan varlığının önünde bir engelmiş, “hastalıklı” bir durummuş gibi algılanıyor. Modern dönem bu birikimlerin ışığında uykuyu “akıl dışı” bir yere koyuyor ve kapitalizmle birleşince belki de uyku insanı her türlü sömürmenin önünde bariyermiş gibi algılanıyor.
İnsan bedenini 7/24 tahakküm altına alınması basit bir şey değil. Uykusuzluk yazarın bahsettiği gibi: “Bir duyu yitimi, bir hafıza yitimi alanıdır; deneyim imkȃnını bertaraf eden bir şeyin alanıdır.” Crary, Blanchot’nun bir cümlesini değiştirerek bu durumu bir de şöyle ifade ediyor; “7/24 bir bakıma felaket ȃnı veya felaketin sonrası gibidir; ayırt edici özelliği bomboş bir gökyüzüdür, ne bir yıldız vardır ne de başka bir işaret, yönünüzü şaşırır ve bir türlü bulamazsınız.” Sistemin amacı da böyle bir şey gibi geliyor bana, tüm zamanımızı çaldığında, biz artık hiçbir şeyi ayırt edemez noktaya geldiğimizde, sadece tüketmeye ve çalışmaya odaklandığımızda, hafızamızdan geçmişin izi silindiğinde, kendi varlığımızı tamamen kaybetmiş olacağız. Sistemin zincirleri boynumuza tam anlamıyla takılı hale gelecek ve nereye çekerse oraya gideceğiz.
Şöyle bir soru gelebilir aklımıza. Böyle bir dünyada nasıl uyuyacağız onca yaşanan olumsuz durum uykularımızı kaçırıyor. Bu doğru bir durum ve bana göre de uykusuzluk bir “hastalık” değil, gayet normal bir durum. Crary: “Zamanın bu noktasında, daha az baskıcı biçimde örgütlenmiş bir dünya olsaydı bile, uykusuzluk “hastalığını” ortadan kaldırmak mümkün olmazdı.” Diyor. Amerika’dan verdiği uyku hapı satış istatistikleri de zaten bu durumu ortaya koyarken, aslında bir şeye daha işaret ediyor: Sistem insanın uykusuzluğunu da ilaçlarla kȃr edilecek bir duruma çoktan taşımış.
Yazı boyunca genel olarak olumsuz bir perspektif çizmiş olsak da bu kitabın iki olumlu sonucu var bana göre. Birincisi yaşadığımız kapitalist dönem tüm çabalarına rağmen insan doğasını tam anlamıyla tahakküm altına alabilmiş değil. İkincisi ise yaşadığımız ortamda verimli bir uyku çok mümkün olmasa da, insan bedeni hȃlȃ bir şekilde uyumak için direnerek kapitalizmin 7/24 sömürme amacını sekteye uğratıyor. Aslında tüm metin boyunca anlattıklarımızdan şöyle bir slogan da çıkarabiliriz: “Kapitalizmin tüm dayatmalarına rağmen; tembellik hak, uyku direniş.”
Emek Erez – edebiyathaber.net (13 Kasım 2015)