Sunday, July 26, 2015

SABIRSIZ YÜREK - STEFAN ZWEIG

BİYOGRAFİ


Kitap: Sabırsız Yürek
Yazar: Stefan Zweig
Yer: Trattoria İl Faro
Sunucu: Aysun
Katılımcılar: Ayşe, Ayşen, Aycan, Bilgen, Belkis, Billur, Gülda, Gülden, Peyman, Yonca





''.... siz hiçbir tutkuya, aşka mantıkla yanaşıldığını duydunuz mu? ''

Sabırsız Yürek, özellikle düşsel ve tarihsel karakterler üstüne yazdığı yaşamöyküleriyle tanıdığımız Stefan Zweigın tek romanıdır. Freudun öğretisine derin bir ilgi duyan Zweigın bu psikolojik romanı, acıma duygusunun nelere yol açabileceğini, insanı nasıl çatışmadan çatışmaya sürükleyebileceğini anlatan bir başyapıttır



Zweig kitapta Hofmiller ve Doktor Condor'un kişiliğinde acıma duygusunu tüm yönleriyle ele almaya çalışır; merhamet aslında iki tarafı da keskin bir kılıçtır ona göre ve hem göstereni, hem de gösterileni büyük bir açmaza sokar. Bu duygu her iki taraf için de tehlikelidir; merhamet, bu duyguyu gösteren için kölelik anlamına gelirken, gösterileni acımasız yapar; çünkü merhamet gösterilen kişi giderek daha fazlasını istemeye, kendi isteklerini acımasızca dayatmaya başlar. Ve bunun sonucunda merhamet eden ve edilen bir tür kısır döngü içine saplanıp kalırlar. Nitekim Zweig'ın kitabının ana ekseni de budur. Kitapta acıma duygusunun tarafları nasıl bir yıkıma sürüklediğine şahit oluruz.
Zweig kitabında okuru merhametin asıl doğasını sorgulamaya yöneltir. Bu yönüyle Sabırsız Yürek bir roman olmasının yanı sıra merhamet üzerine yazılmış uzun bir denemedir aynı zamanda.


Öykü 1913 yılında Macaristan sınırındaki küçük bir kasabada başlar.Öykünün anlatanı 25 yıl sonra bizzat Anton Hofmiller’dir.

Avusturya-Macaristan ordusunun bir süvari alayında Teğmen olan Anton Hofmiller, bu kasabadaki garnizonda görevlidir. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirirken zengin Kekesfalva’nın yeğenini görür. Bir arkadaşının aracılığıyla Herr Layos Von Kekesfalvaların evine yemeğe davet edilir. Yemekte Kekesfalva’nın kızı Edith ve yeğeni Ilona ile tanışır. İçki ve alışık olmadığı ortamın yarattığı hayranlık duygusu Anton un başını döndürür. Gece boyunca dans eder. Artık gideceği sırada,ev sahibinin on yedi-on sekiz yaşlarında Edith diye bir kızı olduğunu ve onu da dansa davet etmesi gerektiğini anımsar ve ardından Edith’i de dansa davet eder. Ama o anda Edith birdenbire hıçkırıklara boğulunca büyük bir gaf yaptığını anlar, çünkü felçlidir ve tekerlikli sandalyeye mahkûmdur. Hofmiller kızın sakat olduğunu görmemiştir,çünkü kız masa başında oturmaktadır,yüreği utançtan alev alev evden kaçarcasına ayrılır.

Yaptığı gafın üzüntüsüyle ertesi gün özür dilemek için Edith’e çiçek gönderir. Zamanla her gün Edith ile Ilona’yı ziyaret etmeye başlar ve her geçen gün Edith’e duyduğu acıma hissi daha da artar. Edith de her gün özlemle Hofmiller’i beklemektedir. Kekesfalva ve Ilona, Edith’in hastalığından kaynaklanan tüm kaprislerine katlanmakta ve onun durumuna çok üzülmektedir. Bir gün Kekesfalva, Hofmiller’den Edith’in doktoru Condor’a, Edith’in iyileşme umudunun olup olmadığını gizlice sormasını ister, çünkü Condor bu konuda hiçbir zaman kesin bir şey söylememektedir. Hofmiller, Condor’dan Edith’in iyileşemeyeceğini öğrenir. Ama içindeki acıma duygusunun etkisiyle, Kekesfalva ailesini üzmemek için zararsız görünen yalanlar söylemeye ve onları bu konuda umutlandırmaya başlar. Hatta bu duygular Hofmiller’in aslında Edith’i iyileştirmeyeceğini bildiği halde onlara yeni bir tedavi yöntemini müjdelemesine, sonra da artık kendisine âşık olan Edith’e onun da ilanı aşk etmesine kadar sürükler onu. Duyduğu acıma duygusu giderek Hofmiller’i ele geçirmekte ve tüm hayatını geri döndürülemez bir biçimde şekillendirmektedir. Aşkını açıkça ilan eden Edith e karşı acıma duygusu dışında bir şey hissetmeyen Anton, bir yandan çaresizlikle kıvranırken bir yandan kendini parmağında nişan yüzüğüyle baş başa bulur. Bu noktadan sonra ilişki o yazgısal, o korkunç sona doğru hızla ilerler. İçinde bulunduğu durumun açmazıyla mücadele edemeyen Anton işi intihara kadar götürecek bir ruh halindeyken o gece birliğinden Albay’ına açılır. Albay Svetozar Bubencic’in çözüm önerisi Czaslau’daki yedek birliğe gitmesi ve sabah erkenden kimselere görünmeden oradan ayrılmasıdır. Albay bir şekilde arkada kalan durumu idare edecek ve nişan konusunun da sessizce kapanmasını sağlayacaktır. Hofmiller sabah çok erkenden ilk treni yakalamak üzere ayrılır. Fakat yine vicdanı peşini bırakmaz, yaptığından duyduğu derin suçluluk duygusuyla yol üzerinde ilk istasyonda trenden inip açıklama yapabilmek için Condor’a uğrar ancak Condor evde olmadığı için karısına, Condor’a iletilmek üzere bir mektup bırakır. Mektupta olanları en kısa ve doğru şekilde özetler. Sözünü tutamadığını, arkadaşları karşısında utanarak nişanı inkar ettiğini, intihar etmek istediğini ancak albayın bunu engellediğini; kendisiyle birlikte başka bir suçsuz insanı daha felakete sürükleyemeyeceğini anladığını ve bu nedenle Condor’un acilen Kekesfalvaların malikanesine giderek, olanları tüm açıklığıyla anlatmasını ve bütün bunlardan sonra Edith yine de onu affederse nişanlı kalacağını ve sonsuza kadar onunla kalacağını yazar. Bununla da yetinmeyerek Condor’un mektubu ulaştıramama ihtimaline karşı ikinci bir istayondan telgraf çeker. Ancak ne yazık ki ne telgraf Edith’in eline geçer ne de Condor gidebilir. Bütün kasaba bu olayın dedikodusuyla çalkalanırken Anton ortalarda yoktur. Edith bu utançla intihar eder. Herr von Kekesfalva’da kızının acısına ancak birkaç gün dayanabilir. Edith’in intihar ettiği 29 Temmuz aynı zamanda savaşın başladığı gündür. Anton bu vicdan azabıyla savaşa katılır, kaybedecek hiçbir şeyi olmadığına inancından ölmek için giriştiği her muharebeden kahramanlık hikayeleriyle döner. Kendisine verilen bu onuru hak etmediğini düşündüğünden savaş bitiminde askerlikten istifa eder.


Kitaptaki Ana Karakterler :
Anton Hofmiller :
- Başlangıçta 25 yaşında, tüm gençlik yıllarını askeri akademide geçirdiği için çok toy, Mızraklı Süvari teğmeni.
- Hikaye sonunda 50 yaşında levazım tuğgenerali, askerlikten ayrılıp sivil hayata geçmiş.
- 28 yaşında savaşta Maria Teresa nişanı almış asker.
- Sıradan bir devlet memurunun 2 kız 4 erkek oğlundan biri.
- Uzun boylu, yakışıklı.


Herr Von Kekesfalva :
- Asıl adı Leopold Kanitz olan bir doğu Yahudisi, fakir bir meyhanecinin oğlu, sonraları bu isim bir bakanın isteğiyle değiştirilip asalet ünvanıyla süslenmiş büyük servet sahibi soylusu.
- Daima siyah ceketli, beyaz gömlekli, altın çerçeveli gözlüklü ve keçi sakallı, ince ve zarif yüzlü bir bilim insanını anımsatır havada.
- Yorgun bakışlı, hafiften eğik omuzlu, fazlaca öksürmenin etkisiyle sesi boğuk.
- Yaşlı Prenses Orosvar’ın büyük servetinin mirasçısı –oda hizmetçisi Fraeulein Annette Beate Dietzenhof’un kocası , Edith in babası.
- Zamanında senet kırma hikayeleriyle Uli Neuendorff’un intiharına neden olmuş eski bir tefeci.


Edith Kekesfalva :- 1913 yılında, son 5 yıldır geçirdiği hastalık nedeniyle bacakları felçli, Herr Von Kekesfalva’nın 17-18 yaşlarındaki kızı
- Kızıl kahverengi saçlı, ince yapılı, gri gözlü, kırılgan görünüşlü, yarı çocuk-yarı genç kız.
- Geçirdiği hastalık öncesinde dans etmeyi tutkuyla seven, mutlu, sevgiyle şımartılmış ama felç sonrası, bir dediği iki edilmeyen, mutsuz, hayata öfkeli, hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda nöbetler geçiren, pek çok tedavi ve doktor sonrası en son Dr.Condor’un Hastası.

Dr. Condor :
- Önceleri Herr Von Kekesfalva nın eşinin, daha sonra ise Edith’in doktoru.
- Tedavi edemediği körleşen hastasının sonraları eşi.
- Kısa boylu, şişman kel kafalı, gözleri miyop, kravatı bile kötü bağlanmış, kırışık elbiseleri kül lekeleri içinde olan adam.
- Sivilce izleri ve çukurluklarla kaplı yusyuvarlak kaba bir yüz, patatesi andıran bir burun, derin çizgiler arasında kaybolmuş bir alın, tıraşsız pembe yanaklar, kısa kalın bir boyun, yağlı ense –Viyanalı’ların argoda bira fıçısı dedikleri türden yumuşak yüzlü, tombul ve keyfine düşkün biri.


Kitaptan Alıntılar

… ve birden böylesine sağlıklı bir biçimde kısıtlanmadan, zevkle ata binmekten , sağlıklı bir vücuda sahip olmanın ayrıcalığından utandım (Sf.72)

… böyle ani ve absürd bir tekliften böylesine mutlu bir evlilik çıkması çok nadir bir durumdur. Genellikle zıt kutuplar birbirini çeker, tabii doğru yerleştirilirlerse kusursuz bir uyum ortaya çıkar.
Bize en şaşırtıcı görünen şeyler çoğunlukla en doğal olanlarıdır (Sf.187)

… siz hiçbir tutkuya, aşka mantıkla yanaşıldığını duydunuz mu? ( Sf. 339)

… bir şeyi saklamak ya da saklamak zorunda kalan kişinin gözlerinin doğal, özgür ve samimi bakması olanaksızdır (Sf.380)

… yalnızca yardımcı olmak, bambaşka birine faydam dokunması fikri bile içimde bambaşka bir sevinç uyandırıyordu.
Kişi ancak başkaları için de bir değeri olduğunu anladığında varlığının anlamını ve önemini kavrayabiliyordu (Sf.82)

… kararlarımız, kabul etmek istemesek de büyük ölçüde sosyal konumumuzla sağladığımız uyuma ve çevreye bağlıdır. Düşüncelerimizin büyük kısmı genellikle önceden edinilmiş izlenimlerin ve etkileşimlerin doğal sonucudur (sf.430)

…insan bir şeyin farkına vardığında gizemli bir biçimde bunu başka farkındalıklar da izliyordu (Sf.86)

… ayrıca tuhaflıkları kuşkuyla karşılamayı bilemeyecek kadar gençsiniz. Yaşlı bir insan olarak bana inanın yaşamda zaman zaman aldanmış olmaktan utanmamalısınız, hatta diyebilirim ki insanlara ve olaylara başlangıçta iyimserlikle yanaşmayı engelleyen eleştirici, kuşkulu bakışların, henüz kişiliğinizin bir parçası olmaması büyük bir şans…(Sf.192)

… kaderin yaraladığı bir insan ne olursa olsun hep yaralı kalıyor (Sf.350)

… hayır hayır hastalara acımamak gerek, her hasta kendini her şeyin üstünde görür, düzeni bozar, onu yeniden toparlamak düzeni yeniden sağlamak için, her başkaldırıda olduğu gibi, kararlılıkla üzerine gidilmelidir. Ele geçen her fırsattan faydalanmak gerekir, çünkü yalnızca iyi niyet ve doğruluk, bugüne kadar ne insanlığın ne de bir tek insanın iyileşmesine yardımcı olabilmiştir (Sf.201)

… bedensel başarı genellikle ruhsal rahatlamaya da temel olur (Sf.372)

… zaten kişi her zaman en ağır küfürlere bile, komşusunun başına da aynı şey geliyorsa daha rahat katlanmaya hazır değil midir? Adalet, gizemli bir biçimde gücü ve şiddeti telafi eder (Sf .421)

… bireyin bir organizasyona karşı gelmesi, kendini bırakıp onunla sürüklenip gitmesinden çok daha fazla cesaret gerektirir (Sf.28)

… ancak iç dengeler bir kez bozulmaya görsün bütün bu kendi kendine konuşmalar, kendini toplama çabaları hiç fayda etmiyordu ( Sf.97)

… dünyada bir şeyi yarım söylemek ya da yarım bırakmak kadar kötü bir şey yoktur. Her kötülük bu yarım işlerden çıkar (Sf .139)

… iki tür acıma duygusu vardır, birincisi duygusal ve zayıf olanı, başka birinin yaşadığı felaketlerden kaynaklanan acı ve hüzünden olabildiğince çabuk kurtulmak için çırpınan yüreğin sabırsızlığıdır. Bu acıma duygusu, aynı acıyı hissetmekten çok başkasının acısına karşı kendi ruhumuzun içgüdüsel bir savunmasıdır. Diğer tek ve gerçek acıma duygusu ise, duygusal olmayan ama yaratıcı olan, ne istediğini bilen, sabırla gücü yettiğince, hatta gücünün bile ötesinde katlanmaya ve dayanmaya karalı olunan acıma duygusudur. İnsan yalnızca sonuna kadar dayanabildiği en acı ve en zor sona kadar sabredebildiği zaman karşısındakine yardımcı olabilir. Yalnızca kendini feda ettiği zaman, ancak o zaman! (Sf.239)

… her nedense özel kişilerin görünümlerinin de, ilk bakışta hayran olunacak kadar farklı olacağı gibi bir yanılgımız vardır (Sf.124)

… bu hep böyledir, eğer siz mutluysanız, çevrenizdeki insanların da mutlu olduklarını düşünmek istersiniz (sf.211)

… ancak şimdi yazar ve şairlerin çoğunlukla dile getirmekten kaçındıkları gerçeği, çirkinlerin sakatların, toplum dışına itilmişlerin, evde kalmışların, ihtiyarlayıp çökmüşlerin, sokağa atılmışların mutlu ve sağlıklı insanlardan çok daha tutkulu, çok daha tehlikeli bir ihtirasla bağlanacaklarını ve arzu duyabileceklerini anlıyordum. Onların sevdası takıntılı, karanlık ve karaydı, yeryüzünde hiçbir tutku, yalnızca sevmek ve sevilmekle yeryüzündeki varlıklarına bir anlam kazandırmaya çalışan tanrının bu mutsuz çaresiz üvey evlatlarının ki kadar ihtiraslı ve umutsuz olamazdı ( Sf.275)

… nasıl ki bitkiler seranın sıcak ve tropik ortamında hızla gelişirse, kuruntular da karanlıkta aynı gelişimi gösterirler. Endişeyle kıvranırken en karmaşık olmayacak kuruntular hızla kabuslara dehşet verici resimlere dönüşür, sarmaşık gibi her yanı kaplar ve kişinin soluk bile alamayacağı şekilde adeta boğazını sıkar (Sf.53)

… bir organizma ne kadar normal ve güçlü çalışmaya başlarsa o kadar büyük bir şiddetle hastalıklardan kurtulmak isteyecektir (Sf.131)

… kişi her şeyden kaçabilir, yalnızca kendinden asla ! (Sf.351)

…yaşamda sevgiye gerek duyanlar, sağlıklılar, kendine güvenenler, gururlular, neşeliler, yaşamın zevkini çıkaranlar değildi. Onların buna ihtiyacı yoktu. Onlar sevgiyi yalnızca kendilerine sunulması gerekli bir şey olarak niteliyor, kayıtsız, kendini beğenmiş bir tavır takınıyorlardı. Sevgi onlar için yalnızca bir olgu, saçtaki bir toka, koldaki bir bilezik gibi başkaları tarafından sunulan bir armağandı, asla yaşamın anlamı ve ulaşılabilecek en yüce mutluluk değil!
Kaderin sillesini yemişlere, sakatlara, engellilere, toplumun dışladıklarına, çirkinlere, yokluk çekenlere, umudu kırılmışlara gerçekten de sevgiyle ulaşılıp yardımcı olunabilirdi. Onlara yaşamını adayan, yaşamın onlardan esirgediğini onlara bağışlamış oluyordu. Yalnızca onlar olması gerektiği gibi sevmeyi ve sevilmeyi biliyorlardı, alçakgönüllülükle ve minnettarlıkla! (Sf.436)

… kimsenin beni anımsamaması benim de işlediğim suçu unutmamı sağladı. Unutmak kaçınılmaz olunca , insan yüreği de ona pekala uyuyor ve unutmayı istiyor (Sf.450)

… belki güleceksiniz ama kişinin acının pençesinde nasıl kıvrandığını yaptığı saçmalıklar sanırım en güzel şekilde belirtir (Sf.190)

… acımak iki yanı keskin bir bıçak gibidir, kullanmayı bilmeyen elini ve özellikle de kalbini ondan uzak tutmalıdır. Tıpkı morfin gibi acıma duygusu da hasta için sadece başlangıçta bir nimet, bir ilaç, bir devadır, ama dozunu ayarlamasını ve azaltmasını bilmediğiniz zaman öldürücü bir zehir olabilir. (Sf.238)

… yaşamımda ilk kez her türlü bağlılığın ruhun asıl güçlerini engellediğini, insanın gerçek kişiliğinin ancak








Stefan Zweig, (d. 28 Kasım 1881, Viyana, Avusturya - ö. 23 Şubat 1942, Petrópolis, Brezilya) Avusturyalı romancı, oyun yazarı, gazeteci ve biyografi yazarı.

Babası varlıklı bir sanayici olan Stefan Zweig, küçük yaşlardan itibaren kültür ve edebiyat alanında eğitim görmeye başladı; İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrendi. Viyana ve Berlin üniversitelerinde felsefe öğrenimi gördü. İlk şiirlerini lisedeyken, Hugo von Hofmannsthal'ın ve Rainer Maria Rilke'nin eserlerinin etkisiyle yazdı.
1901'den sonra Fransızca yazan Paul Verlaine ve Baudelaire'in şiirlerini Almancaya çevirdi. İsrail'in kurucusu Theodor Herzl ile tanıştı ve dost oldu. Gazetelerde muhabirlik yaptı.
1907-1909 yılları arasında Seylan, Gwaliar, Kalküta, Benores, Rangun ve Kuzey Hindistan'ı gezdi, bunu,
1911'deki New York, Kanada, Panama, Küba ve Porto Riko'yu kapsayan Amerika yolculuğu izledi.
1914 yılında Belçika'ya Émile Verhaeren'in yanına gitti.



Birinci Dünya Savaşı'nda (1914-1917) gönüllü olarak Viyana'da savaş karargâhında "Savaş Arşivi"nde memur olarak çalıştı. Savaştan sonra Avusturya'ya dönerek Salzburg'a yerleşti.
1920 yılında, Frederike Von Winternit ile evlendi. Stefan Zweig Salzburg'da yaklaşık 20 yıl yaşadı. Kapuzinerberg'in yamacındaki villasında geçirdiği yıllar, Zweig'ın en verimli yıllarıdır. Kapuziner yokuşu, 5 numaradaki villayı, Friderike ile evli olduğu yıllarda satın aldı. Salzburg'da geçirdiği yıllardır Zweig'ı edebiyatta doruğa tırmandırdı, en güzel eserlerini, kente ve Salzach'a yukardan bakan iki katlı, ağaçlar arasına gizlenmiş villada yazdı. Kısa sürede ünlü insanlarla dostluk kurdu, onları sık sık Salzburg'da konuk etti. Romain Rolland, Thomas Mann, H.G. Wells, Hugo von Hoffmannstahl, James Joyce, Franz Werfel, Paul Valery, Arthur Schnitzler, Ravel, Toscanini ve Richard Strauss, Zweig'in konuğu oldu.

Salzburg'da geçen yıllarında Zweig, Avrupa'nın düşünsel birliği için ağırlığını koydu; makaleleriyle ve konferanslarıyla aşırılıklara karşı uyarılarda bulundu; diplomatik çevrelere, akıl ve sabır çağrısı yaptı.
1927'de Almanya'nın Münih şehrinde "Duygu Karmaşası", "Yıldızın Parladığı Anlar" ve "Tarihsel Baş Minyatür" adlı kitapları yayımlandı, yine 1927'nin 20 Şubat tarihinde "Rilke'ye Veda" başlıklı konuşmasını yaptı.


1928'de Leo Tolstoy'un 100. Doğum Yıldönümü Kutlamaları'na katılmak üzere, Sovyetler Birliği'ne gitti.

1933'de, Nazilerin yakmaya başladıkları kitaplar arasında Yahudi kökenli Zweig'ın eserleri de yer alıyordu. 1934'te Gestapo'nun villasını basıp, silah araması üzerine Zweig ülkesini terk etmek zorunda kaldı ve İngiltere'ye, Londra'ya yerleşti. Ancak, kendini burada da rahat hissetmedi.

Zweig, 1937'de ilk karısı Frederike'den ayrıldı ve bir yıl sonra Portekiz'e yanında Lotte Altman adında bir kadınla gitti. O sıralarda Avusturya, Alman Reich'ına katılmıştı ve Zweig da İngiliz vatandaşlığına geçmek için müracaat etti. 1939'da "Sabırsız yürek (Kalbin Sabırsızlığı)" adlı romanı yayımlandı ve Zweig da, Portekiz seyahatine birlikte çıktığı Lotte Altman ile evlendi.
1940'ta İngiliz tabiiyetine girdi, İkinci Dünya Savaşı sırasında New York'a, Arjantin'e, Paraguay'a ve Brezilya'ya gitti. Zweig konferanslar için gittiği Brezilya'ya yerleşmeye karar verdi. Orada ünlü "Bir Satranç Öyküsü"nü kaleme aldı.
Stefan Zweig, 1941'de Montaigne üzerine çalışmaya başladı ve "Dünün Dünyası - Avrupa Anıları" adlı otobiyografisini kaleme aldı. "Dünün Dünyası" kitabı, 1900’lerin başında gençliğini yaşamış bir yazarın yaşadığı dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını farkettiğinde eski günlere düzdüğü bir övgüdür.

Avrupa’nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle
22 Şubat 1942'de Rio de Janeiro'da, karısı Lotte ile birlikte intihar etti. Buna Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha varolmayacağı düşüncesi neden oldu.


1881- 28th November Stefan Zweig born
1897 - First publication (poetry) in journals
1900 - 1904 - Student of Philosophy and History of Literature
1901 - First book publication Silberne Saiten Gedichte
1902 - First contribution to arts pages of Neue Freie Presse in Vienna
1902-1903 - Winter semester as student at University of Berlin
1904 - Dissertation The Philosophy of Hippolyte Taine ends his studies
1904 - First volume of novellas published Die Liebe der Erika Ewald. Extensive period in Paris
in London
1906 - Second volume of poems published Die fruhen Kranze. Trips to Italy, Spain and London
1907 - Moves into own flat. Verse drama Tersites is published (premier on 26-11-08 in Dresden
and Kassel
1908-1909 - Five months trip to India, Ceylon, Burma and Indo-China
1910 - Monograph on Emile Verhaeren and two volume edition of his works translated by
Stefan Zweig
1911 - Trip to USA, Canada, Cuba and Puerto Rico. Erstes Erlebnis:
Vier Novellen aus Kinderland published
1912 - Premiere of the tragedy Das Haus am Meer at Vienna Burgtheater on 26th October. Zweig
meets Frederika Maria von Winternitz
1913 - The novella Brennendes Gehimnis is published Zweig first meets Romain Rolland
1914 - On November 12th Zweig volunteers for war service. Two weeks later he is assigned to the
War Archives. Contributes to illustrated journal Donauland
1916-1917 - Moves with Frederika to Kalksburg near Vienna. Buys house in Salzburg
1917 - Two months' leave for the premiere of the play Jeremias turns into 18 month Swiss stay.

Close contact with Romain Rolland and his pacifist circle
1919 - Returns to Austria, moves to Salzburg
1920 - Marriage to Frederika. Story Der Zwang and volume of essays Drei Meister on Balzac,
Dickens and Dostoevsky
1921 - Biography of Romain Rolland, der Mann und das Werk published
1922 - Amok, Novellen einer Leidenschaft and Die Augen des ewigen Bruders published. Stefan
Zweig's edition of Paul Verlaine's collected works also appears
1924 - Stefan Zweig's Collected Poems published
1925 - Der Kampf mit dem Damon (essays on Holderlin, Kleist and Nietzsche) published
1926 - The play Volpone, adapted from Ben Jonson, published. Premiere at Vienna
Burgtheater 6-10-27. His father dies.
1927 - Stories Verwirrung der Gefuhle and Sternstunden der Menschheit published. Ten volume
edition of Stefan Zweig's works appears in Soviet Union.
1928 - Erwin Rieger's biography of Zweig published in Berlin. Third volume of essays Drei Dichter
ihres Lebens (Casanova, Stendhal, Tolstoy) published. Visits Soviet Union.
1929 - Joseph Fouche: Bildnis eines politischen Menschen published. Play Das Lamm der Armen
published (premiere 15-3-30 in Berlin) Volume of novellas Kleine Chronik published.
1930 - Visit to Italy.
1931 - Volume of essays Die Heilung durch den Geist (Freud, Anton Mesmer, Mary Baker-Eddy)
published. Journey to France, meets Joseph Roth.
1932 - Marie Antoinette: Bildnis eines mittleren Charakters
1933 - From October, first extend trip to London.
1934 - Police search for weapons in his house leads Stefan Zweig to leave Salzburg, until 1940 he
lives in exile in Great Britain (London and Bath). Biographical essay Triumph und Tragik des

Erasmus von Rotterdam published in Vienna. Lotte Altmann becomes his secretary. Journey to
Switzerland and Salzburg.
1935 - Premiere on 24th June at Dresden of the opera Die schweigsame Frau with libretto by Stefan
Zweig and music by Richard Strauss. Banned after three performances. Visits Switzerland, France and USA. Biography of Maria Stuart published in Vienna.
1936 - Castellio gegen Calvin: ein Gewissen gegen Gewalt published. Visits Brazil and Argentina
1937 - Publication of first collection of essays and memoirs Begegnungen mit Menschen, Buchern, Stadten. Sells Salzburg house.
1938 - Visits Portugal, writes and publishes Magellan: Der Mann und seine Tat.
1939 - The novel Ungeduld des Herzens published in London and Stokholm. Stefan Zweig moved to Bath and marries Lotte Altmann.
1940 - March-becomes British subject. Lectures in Paris on Das Wien von Gestern. July-Lecture tour through South America, visits USA.
1941 - Brasilien-ein Land der Zukunft published in Portuguese in Rio de Janeiro. Summer in New York State when Zweig finished his autobiography Die Welt von Gestern: Erinnerungen eines Europaers. August-departs for Brazil rents house in Rio, writes Schachnovelle and essay on
Montaigne.
1942 - Suicide of Stefan and Lotte Zweig on the 22nd February. State funeral at Petropolis cemetary


Zweig ve Eserlerine Dair..
Yahudi ve haliyle zengin bir aileden gelen Zweig, felsefe ve edebiyat tarihi eğitimi almıştı. Yahudi olması hiçbir zaman eğitimi üzerinde merkezî bir rol oynamadı. Bir söyleşisinde, “Annem ve babam şans eseri Yahudi olarak doğmuşlar” dese de ve her ne kadar Yahudi inancını inkâr etse de sürekli olarak Yahudi temaları içeren eserler yazdığı da inkâr edilemezdi elbette. İlk eserlerini hayranı olduğu ve yıllar sonra da dostu olacak olan Rainer Maria Rilke etkisiyle yazdı. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinin devam ettiği yıllarda yazdığı, korkunç ve hayatı paramparça eden savaş sonrası yoksulluğunu anlattığı birçok hikâyesi de ölümünden sonra bulundu. Zweig, 1944’te yayımlanan otobiyografik eseri Dünün Dünyası’nda hayranlıkla bahsettiği gibi istikrar ve ilerleme içerisindeki bir sosyal çevre içerisinde büyümüştü. Viyana’nın kültürel hayatına sıkı sıkıya bağlı olmakla beraber aynı zamanda kendini Avrupalı olarak tanımlıyordu ve Fransız edebiyat çevresiyle bağlarını besliyordu. 19. yüzyıla göre Viyana’da hayat yoğun, eğlenceli ve kışkırtıcıydı ama dünyanın gidişatı onu “Vatansız Adam” olmaya itti, hem de hiç acımadan.


Evet, Zweig ekonomik ve sosyal koşulları bakımından diğerlerinden daha da imtiyazlı ve çevresindeki herhangi birinin onunla aynı koşullar içerisinde olmadığının farkındaydı. Stefan Zweig’ın Avrupa medeniyetinin sorununu, yaşamının sonuna dek inandığı insanlığın başarısızlığını gösterdiği makale ve hikâyeleri aynı zamanda karanlık, kasvetli bir iç dünyayı yansıtan, kaygı, şüphe, depresyon ve şiddetle parçalanmayı işaret ediyordu. O hiç şüphesiz her şeyden önce belki de bu dünyaya gelmiş en hümanist yazardı. Psikoanalizin en karmaşık kavramlarını ele alıp, etkili bir şekilde hayatın içine katan Zweig, 1934’te Hitler’in seçimleri kazanmasını takiben arkasına bakmadan Avusturya’ya kaçtı. Bu kaçış sonun başlangıcıydı. Evet, Stefan Zweig her şeyden önce hümanistti, savaş karşıtlığı için savaşçıydı, hikâyelerindeki müthiş kurgular elbette yaşamından ve dünyadan besleniyordu. Dünya bu kadar gaddarken belki o biraz da kendiyle savaşıyordu. Kendiyle Savaşanlar adlı eserinde Kleist, Nietzsche ve Holderlin’i yazmıştı. Ona göre bu adamların bir türlü değiştiremediği şey “kader”, hayatları “savaş”tı. Hepsinin sonlarıysa trajikti. Stefan Zweig’ın trajik ama onu bir o kadar da güçlü kılan sonu gibi…
Vatanı Avusturya’nın ve “entelektüel evi” Avrupa’nın kaybı Stefan Zweig’ı müthiş bir bulanıma ve depresyona itti. Artık yıkıntı, yenilgi ve çekilen acıları izleyerek yaşamak istemiyordu. O artık bir vatansızdı. Ne ülke, ne kent ne de bu tuhaf dünyaya ait değildi. “İşte bitti, Avrupa kendi kendini cezalandırdı, dünyamız yok edildi. Daha fazla var olmak istemiyorum, karşımda yıkıntılar olmayacak, onları daha fazla istemiyorum” dedi. Sonrası ise yoktu. Artık var olmak istemeyen bir adamın geride bıraktığı binlerce sayfa, yüzlerce hikâye, roman, şiir, makale kaldı.

Zweig’ın biyografilerindeki ana izlek şudur: Bir; metni çözümleyerek, yorumlayarak anlamak: İki; O metni bağlamı içine oturtarak açıklamak. Metnin içinden bakmak, çözümlemek, hangi bütün olursa olsun o bütünü tutarlı olarak yorumlamak. Sonrasında metnin içinden çıkıp hangi toplumsal ve kültürel bağlamda üretilmiş ona bakıp, metni onun içine oturtmak. Zweig’ın biyografileri bu yolu açan son derece titiz, katmanlı, o zamana ait ince ve önemli ayrıntılar barındıran kitaplardır. Dünya yazınının büyük yazarlarının üretim koşullarını, nedenlerini ve bağlamlarını açıklıkla ortaya koyar. İncelediği yazarın yaşadığı dönemi toplumsal, tarihsel, ekonomik ilişkiler içinde sunar. Psikanaliz ile ilişkisi bu yönden katkıyı ve zenginliği getirir. Psikanalitik teoriyle ve Freud düşüncesi ile sıkı bağları ve derinlikli tarih, edebiyat bilgisi ile yazdığı konunun bütün tarihsel ve toplumsal bağlarını son derece iyi ortaya koyar. Öykülerinde, romanlarında gördüğümüz sözgelimi “tutku”yu benzersiz bir bütünlük içerisinde incelemesi gibi biyografileri de yalnızca anlattığı kişiyi, dönemi değil bütünüyle insanı ve hayatı kavrayan bir özellik taşımaktadır. Dilimizde yayınlanmış 13 biyografi kitabının hemen hepsi iyi çevrileriyle ve bu özellikleriyle incelenen yazarlara daha geniş bir bakış açısı temellendirme olanağı sağlamaktadır. Sanki o dönemde yaşıyormuşçasına içine girip bir roman sürükleyiciliğinde sürüp gider. Zweig, yalnızca öykücü-romancı olmakla kalmaz, belki de en önemli biyografi yazarlarının içine yerleşir bu yapıtlarıyla. Biyografi alanındaki kitaplarının çok geniş bir yelpazede olduğu görülmektedir. Çağının büyük edebiyatçılarından, kaşiflerine, politikacılarına kadar göz kamaştırıcı bir yelpazedir bu. Kurmaca metinlerinde ana izlekler; merhamet, sevgi, sorumluluk ve tutkudur. Bunların derinlemesine tasvir edildiği kahramanların resmi geçitidir adeta. Biyografilerinde ise merak, kapsamlı araştırma ve tarihsel arka planı içerisinde konunun düşünce tarihinin içine yerleştirilmesi temel olarak belirir.
Fouche, Maria Antionetta gibi politikacılar, Amerigo, Macellan gibi kaşifler üzerine dönemin panoramasını da çizen ve olay akışını iç gerilimin hiç düşmediği bir kurguyla sunan biyografiler kaleme almıştır. “Rotterdamlı Erasmus” ve “Calvin’e karşı Castellio” onun hümanist, aydınlanmacı bakışının tutarlı ve derinlikli yansımalarıdır. Rotterdamlı Erasmus metninde aktardığı şu olay yaşamı ve düşüncesiyle bağ kurulabilecek bir olaydır: “Yeni Papa ona, bu dünyadaki bütün makamları özgür kalabilmek uğruna yaşamı boyunca aşağı görerek geri çevirmiş Erasmus’a düşünülebilecek en zengin gelirle bir kardinallik önermektedir. Erasmus bu nerede ise yaralayıcı öneriyi kararlı bir tutumla geri çevirerek şunları söyler: Artık son günlerini yaşamakta olan ben, yaşamım boyunca geri çevirdiğim yükleri şimdi mi omuzuma alacağım? Hayır, yapılması gereken, nasıl özgür yaşanmışsa öylece özgür ölmektir! Özgür ve sıradan giysiler içerisinde, hiçbir işaret takmaksızın ve bu dünyanın sunacağı tüm onurlandırmalardan uzak, bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgür insanlar gibi yalnız ölmek.”

Yarının tarihi kitabında Tolstoy’u incelerken de benzer bir konuya vurgu yapar. “Gerek kilise, gerek devlet, böyle kararlı ve tek başına hareket eden bireylerden nasıl bir tehlike geleceğinin bilincindedir.” Bağımsız bir aydın tavrı geliştirmenin nasıl zorlu, engellerle dolu bir yol olduğunu bilerek çabalayan aydınların yanında yer alır ve incelemelerinde bu özellikleri ön plana çıkarır. Aynı kitapta Montaigne’den alıntısı da bunları destekler niteliktedir: “Gençliğin değerini ancak geçip gittikten, sağlığın değerini onu yitirdikten ve ruhumuzun en değerli özü olan özgürlüğün değerini de ancak bu özgürlük elimizden alınacağı ya da alındığında anlarız. İç özgürlük gibi kişisel bir konumu koruma ve başka insanlara yayma isteğiyle birlikte olsun ya da olmasın, Goethe’nin iç kale dediği insanoğlunun benliğinin en derininde yatan ve kimsenin girmesine izin vermeyeceği siperin önemi vurgulanır. Yeryüzünde özgürlüğü yayabilenler ve ayakta tutabilenler, yalnızca herkes ve her şey konusunda özgürlüğünü koruyabilenlerdir.” Montaigne bölümünü kapatırken onun şu sözü çok önemlidir Zweig için “Bütünüyle kendisini odak noktası alan, kendini istediği gibi yönetmeye alışık özgür bir ruhum var. Şunu ya da bunu sevebiliriz fakat kendimizin dışında hiçbir şeye evlilik bağlarıyla bağlanma hakkımız yoktur. Yarının tarihinde toplanan denemelerinde Avrupa düşüncesinin nelerden oluşması gerektiğinin yanı sıra nelerden oluşmaması gerektiğini de sergiler. “Tarihsel gelişim içerisinde Avrupa düşüncesi”, “Din ve toplum açısından bir düşünür olarak Tolstoy”, yazdığı son denemelerden ve belki onun üzerine yazılmışların en yetkini olan “Montaigne” son derece önemli ve Zweig’ın değerini açıkça gösteren yazılardır.
Calvin’e karşı Castellio kitabında adı azize çıkmış Calvin’in uygulamalarından yola çıkarak zorbalığı, terörü ve köleciliği yargılar. Castellio’nun kişiliğinde özgür düşünceyi ve vicdanı insanlığın büyük değerleri olarak selamlar. Castellio, insanları uyarır, yaklaşan tehlikeden söz ederken, kurumlaşmış bir iktidarla bütünleşmiş Calvin’in Protestanlık yorumunu en az Katoliklik kadar zararlı, nefret tohumları eken inanç özgürlüğünün karşısında olan bir durum olarak sergiler. Bu bir anlamda yaklaşan faşizme karşı Avrupa'ya uyarıdır. Tarihsel olaylar yine bir roman akıcılığında, olayların akışına sıkça çarpıcı göndermelerle zenginleşmiş hümanist yorumun eşsiz bir biçimiyle anlatımıdır. Avrupa'daki hümanist düşüncenin en entelektüel gözüpek ve üretken yazarı denilmeyi hak eder, Castellio ve Erasmus metinleriyle Zweig.

Dünya fikir mimarları üç kitaptan oluşan ve sırasıyla birincisi Kleist, Nietzsche, Höldeilein; İkincisi Dostoyevski, Balzac, Dickens; Üçüncüsü Casanova, Stendhal, Tolstoy’u inceleyen bin sayfalık eşsiz biyografilerdir. Dostoyevski’yi okuyup onun romanlarıyla çarpılmış insanların Zweig’ın Dostoyevski’yi kavrayışı, kişiliği, romanları, dönemiyle kurduğu bağlarla ondaki tutkuyu ve hesaplaşmayı inceleyişini mutlaka bilmeleri gerekir. Acı çekenlere duyduğu merhamet en zalim kader karşısında bile, söz gelimi hapishanede yattıktan sonra çıkışında uğradığı felaketlerin kızgın potasında kendini bulmuş bir maden parçası gibidir der Dostoyevski için. Bundan sonra romanlarını, roman kahramanlarını yaşamıyla iç içe zengin alıntı ve ilginç anektodlarla incelemeye devam eder. Ölçüsüzlüğün temel güzelliklerine burjuva adetleri uğruna set çekmenin yanlışlığını sergiler. İnsanın gel-gitleri, kararsızlıkları, pişmanlıkları, kusurları, gururu ve en temelde ruhunun sert dalgalarla aldığı biçim eşsiz güzellikte anlatılmıştır. “Hayatı sevmeyi ancak acı çekerek öğrenebiliriz.”. “Hayatın anlamından çok hayatın kendisini sevmek gerekir.” diyen Dostoyevski bütün çıplaklığı ve katmanlarıyla okur önüne çıkar bu denemede. Ona göre onarılmayacak tek felaket ölmektir ve hayat her şeye rağmen güzeldir. Bu kitaptaki Balzac bölümü, Balzac hakkında yazacağı oylumlu kitabın bir eskizidir. İnsan Balzac’ı yazdıklarının içinde ve onlarla değişerek yaşayan Balzac’ı okuyunca bütün romanlarına bir başka gözle bakılabilir artık. Tarihsel anlamda öne çıkan Maria Antionetta ve Fouche’yi de nesnel bir anlatım, günün koşulları içinde, trajedilerin, başarı sayılan oysa bir çöküntünün görüntüsü olan yaşamlarıyla ele alır. Bu iki kitap tarih yazımının nasıl renkli ve kurgunun içe sokulduğu biçimiyle sıkıcılıktan uzak bir şekilde yapılabildiğinin somut görüntüleridir.
Zweig, “Amerigo”da tarihsel bir yanlışlığın hikayesini, “Macellan”da ise dünyanın çevresini dolaşan Macellan’ın özelinde insanı hayrete düşüren ayrıntılarla insanlığın serüveninin bir başka boyutunu ele alır. Amerigo Vespucci’nin Kristof Kolomb’un keşfettiği toprakların yeni dünya olması kanısına varan ünlü denizcinin şöhret peşinde koşan bir sahtekar mı, yoksa adını tarihe yazdırmaya hak eden bir bilge mi olduğunu anlatan bir yanlışlıklar komedyasının, inanılması güç rastlantıların iç içe geçtiği bir yaşam öyküsünün başarılı kurgusudur. En popüler olmuş kitaplarından birisi de “Yıldızın Parladığı Anlar”dır. Bu kitapta çarpıcı, sürükleyici, iç gerilimi iyi oluşturulmuş tarihsel anları yazar. Bizans’ın fethinden Dostoyevski’nin bir yiğitlik anına, Tolstoy’un Tanrı’ya sığınışına, Lenin’in mühürlü trenine, Napolyon’un Waterloo’da dünya çapında saniyesine tarihteki önemli insanların yaşamını değiştiren anlar, olaylar ve rastlantılara yer verilir.
“Dünün Dünyası” ve “Günlükler”i bunca değerli yapıtı üretmiş yazarın iç dünyasını daha iyi tanıma fırsatı veren kitaplarıdır. Yaşadığı dönemi, ailesini, yolculuklarını, Avrupa düşünü ve bu düşün karabasanları dünya savaşları ile ülkesinde boy gösteren faşizm karşısında duyduğu acıyı anlatır. Dünün dünyası şu cümleyle sona erer. “Fakat her gölge eninde sonunda yine de ışığın çocuğudur ve aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi hayatı gerçekten yaşamış sayılır”. Günlükler 1912 yılından eşi ile birlikte yaşamına son verdiği 1942 yılına kadarki süreyi içerir. Burada da iç dünyasının izlerini, estetik bir anlatımın merceğinde görürüz. Anılan iki kitap kuşkusuz biyografi kitaplarından farklı olarak bir otobiyografik çalışmanın eskizlerini içeren ve diğer yapıtları anlamlandırmada katkısı olabilecek yapıtlardır.
Freud’u incelediği Freud ve Öğretisi yine başarılı biyografi olmasının yanında ve ötesinde Zweig’ın öykü ve romanlarındaki kişilerin ruh hallerini, tutku, acı ve pişmanlıklarını çözümlemede ulaştığı ustalığın teorik birikimlerinden birine işaret eder. Freud düşüncesine giriş içinde çok basit, yalın ve sıcak bir metin olduğu söylenebilir.
Tarih, edebiyat, psikanaliz ve insan düşüncesinin gelişimi ile ilgili büyük bir entellektüel birikimin yetkin bir biçem ve estetikle harmanlandığı biyografiler türünün en değerlileri arasında sayılmaktadır. Her yapıtında bakışımızı ve evrensel insancıl değerleri geliştirecek ipuçları bulma olanağımız büyüktür.
Türkçe'de Zweig
* Yürek Çöküntüsü
* Dünün Dünyası
* Bir Kadının Yirmi Dört Saati
* Yarının Tarihi
* Kendileri ile Savaşanlar (1. Cilt)
* Üç Büyük Usta: Balzac, Dickens, Dostoyevski (2. Cilt)
* Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar: Casanova, Stendhal, Tolstoy (3. Cilt
* Lyon'da Düğün
* Yıldızın Parladığı Anlar
* Karışık Duygular
* Satranç
* Günlükler
* Değişim Rüzgârı
* Calvin'e Karşı Castellio’ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce
* Fouche, Bir Politikacının Portresi
* Sabırsız Yürek
* Amok Koşucusu
* Balzac, Bir Yaşam Öyküsü
* Magellan
* Tehlikeli Merhamet
* Freud ve Öğretisi
* Yakıcı Sır
* Ruh Yoluyla Tedavi
* Dostlarla Mektuplaşmalar
* Amerigo – Tarihsel Bir Yanlışlığın Hikayesi
* lyon’da Düğün
* Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar
* Marie Antoinette
* Rotterdamlı Erasmus - Zaferi ve Trajedisi 

 AYŞE'NİN KİTAP KULÜBÜ