Saturday, August 18, 2012

Ve biz onlara diyeceğiz ki:


Hesaplaşma günü geldi. Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler ,zavallılar, yarım yamalaklar , bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz. Ve çıkarınıza baktınız. Hatta gene sizlerden, sizin gibilerden büyük düşünürler çıktı ve bu kitapların bizleri uyuşturmak için yazıldıklarını ileri sürdüler. Biz zavallılar ,ya bu düşüncelerden ...

habersiz kaldık ya da bunları yazanları bizden sanarak alkışladık. Yani uyuttular alkışladık, uyandırıldık alkışladık. Her ne kadar bugün siz suçlu , biz yargıç sandalyesinde oturuyorsak ta gene acınacak durumda olan bizleriz. Esasında , sizleri yargılamaya hiç niyetimiz yoktu; sizin dünyanızda , o dünyayı bizlerin sanıp yaşarken hepinize hayrandık. Sizler olmadan yaşayabileceğimizi bilmiyorduk. Ayrıca ,dünyada gereğinden çok acıma olduğuna ve bizim gibilerin ortadan kaldırılmamasının sizlerin insancıl duygularına bağlandığına inanmıştık. Bu çok masraflı dünyada bir de bizlere bakmanız katlanılması zor bir fedakarlıktı. Arada bir bize benzeyen biri çıkıyor ve artık yeter diyordu. Onunla birlikte bağırıyorduk: artık yeter! Bazen kazanıyorduk, bazen kaybediyorduk ve sonunda her zaman kaybediyorduk. Onlar da sizler gibi onlardı.Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan. Kimse bizim tanımımızı yapmıyordu ki biz kimiz bilelim. Gerçi bazı adamlar çıktı bizi anlamak üzere ; ama bizi size anlattılar , bizi bize değil. Tabii sizler de boş durmadınız. Bir takım hayır kurumları yoluyla hem kendinizi tatmin ettiniz, hem de görünüşü kurtarmaya çalıştınız. Sizlere ne kadar minnettardık. Buna karşılık biz de elimizen geleni yapmaya çalıştık: kıtlık yıllarında , sizler bu dünyanın gelişmesi ve daha iyi yarınlara gitmesi için vazgeçilmez olduğunuzdan, durumu kurtarmak için açlıktan öldük; yeni bir düzen kurulduğu zaman, bu düzenin yerleşmesi için ,eski düzene bağlı kütleler olarak biz tasfiye edildik ( sizler yeni düzenin kurulması için gerekliydiniz, bizse birşey bilmiyorduk); savaşlarda bizim öldüğümüze dair o kadar çok şey söylendi ki bu konuyu daha fazla istismar etmek istemiyoruz; bir işe , bir okula müracaat edildiği zaman fazla yer yoksa , onlar kazansın adam olsun diye biz açıkta kaldık; yani özetle ,herkes birşeyler yapabilsin diye biz, biz bir şey yapmamak suretiyle , hep sizler için birşeyler yapmaya çalıştık. Bütün bunlar olurken birtakım adamlar da anlayamadığımız sebeplerle anlayamadığımız davalar uğruna yalnız başlarına ölüp gittiler. Böylece bugüne kadar iyi (siz) kötü (biz) geldik . Bize , sizleri ,yargılamak gibi zor ve beklenmeyen bir görev ilk defa verildi; heyecanımızı mazur görün.

(s.225-226) O. ATAY
Tutunamayanlar

Siyasete soyunan askerler

İttihat ve Terakki tarihi darbeci zihniyetin tarihi mi? İktidarı paylaşma hırsı olan entelektüeller ile askerlerin, saltanat muhalefeti mi? Halka yol göstermeye çalışan aydınların, demokrasi çabası mı?

Siyasete soyunan askerler
Manastırda Meşrutiyet kutlamaları.




Özellikle 18. ve 19. yüzyılda kıta Avrupası’nı, Batı dünyasını ve dolaylı olarak Orient’i ve Uzak Doğu’yu etkileyen gelişmeler yaşandı. Dünya devletlerini elinde tutan saltanat sahiplerine, monarşilere karşı hareketler baş gösterdi. Halk uyanıyor, sıradan insan kaderini kabul etmiyordu. Köylülükten, feodal düzenin onu toprağa bağladığı zincirlerden çıkıp, fabrikalarda işçi sınıfına dönüşenler bir yandan; sermaye sayesinde burjuvalaşıp mavi kan ile gelen asalete kafa tutan yeni yetme zenginler diğer yandan.
Sonuçta monarşiden, parlamenter monarşi dediğimiz Meşrutiyete, ardından Cumhuriyete geçildi malumunuz. Bu süreçte bizler, serüvenimizi İttihatçılara borçluyuz. Resmi tarihin elinin değdiği kitaplarında her ne kadar İttihatçılar vatan haini, I. Dünya Savaşı’nın müsebbibi diye geçseler de, İttihat ve Terakki’yi anlamak demokrasi tarihimizi anlamak demektir. Bugün ordusundan, parlamentosuna tüm kurumlarıyla Türkiye Cumhuriyeti ’nin gösterdiği reflekslerin temeli İttihatçı zamanlarda atılan tohumlarda yatmaktadır kanaatimce.

Darbeler, fedailer, gizli örgütler...
İttihat ve Terakki, Mutlakıyet ile Cumhuriyet arasında geçen tarihimize damgasını vuran bir oluşumdu. Fransız ihtilalinden etkilenmişlerdi. Birlik ve yükseliş anlamına gelen isimleri “İttihat ve Terakki” yi Fransız parti “Union et Progrès”den, mottoları olan “ hürriyet , müsavat, uhuvvet”i, yine Fransız devrim ekolünün “liberte, egalite, fraternite” söyleminden aldılar. Anayasa için giriştikleri fikri mücadele sonuç vermeyince silaha sarıldılar. Muhaliflerini susturma ve cezalandırma yöntemlerini usule bağladıkları da oldu. Darbeleri, fedaileri, gizli örgütleri de. Onlar Osmanlı’nın son döneminde siyasete soyunan askerlerdi.
Osmanlı’nın en eğitimli askeri kadrosu, imparatorluğun Batı’ya açılan kapısı Selanik’teki 3. Ordu’ya yerleştirilmişti. Anayasal sistemi getirmek isteyen İttihatçı hareket de burada doğdu. Öğrencilerin kurduğu gizli bir fikri cemiyetten ihtilal yapan askeri bir fraksiyona, oradan da siyasal partiye dönüştüler. Bir çoğu devlet eliyle yurtdışında eğitim almış bu aydınların handikabı, üzerlerinde asker üniforması taşıyor olmalarıydı. II. Abdülhamid kendi sisteminin cilvesine uğramış, zihinlerine yatırım yaptığı aydın -asker kadroların yenilikçi süngüleri sonunda kendine doğrultulmuştu. 1907’de düzenlenen İkinci Jön Türk Kongresi’nde yayınlar yolu ile II. Abdülhamid yönetimine karşı yapılan fikri muhalefetin terk edilerek silahlı mücadeleye başlanması esas kabul edildi. Bu karar çerçevesinde, cemiyet yeni esaslara dayanan nizamname değişikliklerini kabul etti. Hatta yeni bir kuruluş olarak fedailik bile oluşturuldu. Bu yöntem değişikliği beraberinde suikastleri de getirdi. Anayasayı tekrar yürürlüğe koyup ardından da devleti usulünce yönetmek genç askerler için kolay olmadı.
İttihat ve Terakki tarihi darbeci zihniyetin tarihi mi? İktidarı paylaşma hırsı olan entelektüeller ile askerlerin, saltanat muhalefeti mi? Yoksa ‘kurtuluş’ peşinde halka yol göstermeye çalışan aydınların, demokrasi çabası mı? Ve anayasal düzeni amaç edinmeleri kullandıkları araçları meşru kılar mı ? İttihatçılarla ilgili pek çok araştırma, belge okudum. Benim bile kafam karışık, kendime bu soruları sorarım. Tüm bunları düşünürken ki, cevaplar siyaset felsefesinin alanına giriyor fakındayım, elime İttihat ve Terakki’yi anlatan başka bir kitap daha geçti. Kitabın yazarı üretkenliği ve kapsamlı araştırmalarıyla tanınan değerli bir araştırmacı Murat Çulcu. E Yayınları’ndan çıkan çalışmasının adı ise ‘İttihat ve Terakki: I. Meşrutiyet’ten II. Meşrutiyet’e. Yorumuna katılın katılmayın bilirim ki Çulcu bir konuyu ele alırken mutlak suretle dönemin kaynaklarına, örneğin mahkeme tutanaklarına, resmi belgelere, o devrin neşriyatına bakar. Bu çalışmasında da aynı sağlamcı yöntemi kullanmış. Ele aldığı 1876-1913’lü yıllara yaydığı anlatısını, söz konusu dönemde yayınlanan risalelere yani kitapçıklara dayandırarak yapmış. Çulcu, devrin hesaplaşmalarını risaleler üzerinden takip etmiş. Abdullah Cevdet’in ‘Uyanınız!’ risalesi de kitapta değinilen metinlerden. Kuşkusuz bunlar arasında en dikkat çekicisi, kitabında tam metin tercümesine de yer verdiği ‘Hayya ale-l felah’.

‘Hayya ale-l Felah’
Müslüman ülkede yaşayan herkesin aşina olduğu bir tümce bu. Her ezan okunduğunda duyarsınız. Bire bir tercümesi, felah üzerine dirilin. Yani ‘haydi kurtuluşa’ anlamına geliyor. ‘Hayya ale-l felah’ İttihatçılar’ın Selanik’te dağıttıkları kurtuluş reçetelerinden, kullanma kılavuzlarından, propaganda metinlerinden biri . Bununla kendilerini halka anlatıp taraftar toplamaya çalıştılar. Halkın yüzde 80’ninin okuryazar olmadığı bir dönemde bilinç yaratmak için uğraştılar. İnsanlar o dönemde, bilgiyi şifahi kültür dediğimiz ezber yöntemiyle alıyordu. İttihatçılar böyle bir zeminde, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal rejimini dönüştürme çabasındaydı. Anayasa , seçim, meclis, vekil, parti gibi kavramların öğretilmesi benimsetilmesi gerekiyordu. Muhalifleri, İttihat ve Terakki’yi İslam ve Osmanlı düşmanı olarak lanse ediyorlardı. Bütün bu hengamede, kitapçığın isminin halkla din yoluyla bir yakınlık sağlamak için seçildiği muhakkak. Ezanla kurtuluş için namaza davet edilmesi gibi, İttihatçılar da halkı kurtuluş için kendi taraflarına çağırıyordu. 20 sayfalık risalede, soru-cevap şeklinde Osmanlı kimliğinin, meşrutiyetin anlamının, rejim meselesinin üzerinde durulur, cemiyetin amacı anlatılıyor. ‘Hayya ale-l felah’ İttihatçılar iktidara geçtiğinde antiemperyalist bir slogana dönüşecektir.

Darbe geleneğinin kökleri
İttihat ve Terakki’nin tarih sahnesinde olduğu döneme projeksiyon tutan Murat Çulcu, anayasal hareketin öncülerinden Mithat Paşa’nın yargılanmasıyla başlattığı akışa, meşrutiyetin ilanı çabaları sırasında, buna engel olarak görülen Sultan Abdülaziz’in tahtan indirilmesini ve şüpheli ölümünü, İttihat ve Terakki’nin gizli bir örgüt olarak gösterdiği faaliyetleri, ihtilali, muhalefeti, 31 Mart Vakası’nı, Babıali Baskını’nı, İttihatçı olmasına rağmen subayların siyasete girmesine direnmesi sebebiyle ortadan kaldırılan Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’yı da katıyor. Tüm olup bitenler, iç hesaplaşmalar ve fikir ayrılıkları gibi görünse de Çulcu meselelerin arkasında merkez devletler olan İngiliz ve Alman İmparatorluklarının çıkarları doğrultusunda yaptıkları yönlendirmelere satır aralarında işaret ediyor. Örneğin Mahmut Şevket Paşa’nın sadece İttihatçıları değil, düvel-i muazzama dediğimiz büyük devletleri de rahatsız ettiğini vurguluyor. İttihatçılar, Çulcu’nun da anlatımında geçtiği gibi anayasal düzene illegal örgütlenme, ihtilal, ayaklanma ve darbe yoluyla ulaşmaya çalıştılar. Zaten anayasal sürecin başlangıcı da bir askeri darbeyle gerçekleşti. Cumhuriyette de kendini gösteren darbe geleneğinin köklerini, askerin siyasete soyunma eğilimlerini İttihatçı damarlara kadar getirebiliyoruz.

İTTİHAT VE TERAKKİ
I. Meşrutiyet’ten II. Meşrutiyet’e
Murat Çulcu, E Yayınları, 2011, 368 Sayfa, 23 TL

Wednesday, August 15, 2012

Stratejik İttifak Türkiye-israil İlişkilerinin Öyküsü


 
Anka Yayınları
Alptekin Dursunoğlu

Ortadoğu - Arap Dünyası

İsrail açısından Türkiye ile olan stratejik ittifak, Orta Doğu Barış sürecinde bölgesel yalnızlığını giderecek ve konumunu güçlendirecek ciddi bir kazanç olarak görülüyordu. İsrail, Türkiye ile geliştirdiği savunma sanayii işbirliği sayesinde yüksek kazançlı bir pazar bulmuş oluyordu. Öte yandan Türkiye ile imzalanan Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması ile İsrail, bölge ülkelerinden yana kendisi için tehdidi olarak gördüğü balistik füzelere karşı, stratejik derinlik kazanıyordu. Türkiye ise İsrail'le kurduğu strateiik ittifakla, Soğuk Savaş sonrasında kendini yalnız hissetmesine yol açan stratejik boşluktan kurtularak, Amerikan destek ve himayesine yeniden kavuşmuş oluyordu. Türkiye'nin, İsrail'le geliştirdiği stratejik işbirliğinin sadece askerî alanda değil, Amerika'daki güçlü Yahudi lobilerinin etkisiyle siyasal alanda da güçlendiği belirtiliyordu. Fakat Türkiye, İsrail'le geliştirdiği stratejik ilişki yüzünden karmaşık ilişki ve çatışmaların hüküm sürdüğü Orta Doğu'da kendisini jeo-politik çevresine yabancılaştıran bir süreci de başlatıyordu. Sürekli olağanüstü güvenlik koşulları nedeniyle Amerikan desteğini arkasında görmeye alışmış olan İsrail'in, bu sürecin tamamlanması ve bölgesel bir normalleşme sürecine girilmesiyle birlikte kendi başının çaresine bakmayı öğrenme durumunda kalmasının, gereğinden fazla risk almış olan Türkiye'yi de benzer bir durumda bırakacağı ortadadır. Zira Türkiye'nin İsrail paralelinde ortaya koyduğu tehdid algısı, bölgeyle ilgili stratejiik seçeneklerini azaltırken; orta ve uzun vadede normalleşmesi umulan bölgede bizatihî kendisi bir tehdid olarak görülebilir. Avrupa Birliği, Rusya, Çin gibi muhtemel stratejik eksenlerin orta ve uzun vadede mutlaka müdahil olacakları Orta Doğu'da, Türkiye'nin Atlantik ötesi müdahalelerle oluşturulmaya çalışılan bir projenin aktif tarafı olması yeni riskler yaratacaktır. Türkiye-İsrail ilişkileri, ulusal çıkarlara uygun bir fırsatlar ve tehdidler analizi yapılmadan Soğuk Savaş dönemi kolaycılığıyla Amerika'yla paralel olmak adına alelacele ortaya konmuş bir tercih olarak gözükmektedir. Önsöz Filistin Kurtuluş Örgütü'yle İsrail arasında 1993'de başlayan, Oslo Süreci olarak bilinen barış görüşmelerinin hemen sonrasında Türkiye ile İsrail arasında hızlı bir yakınlaşma başladı. Bu hızlı yakınlaşma, 1996'da askerî eğitim ve işbirliği anlaşmasının imzalanmasıyla en üst düzeye çıktı. Talihin bir cilvesi olarak, bu anlaşmanın imzalandığı dönemde anti siyonizm şampiyonluğuyla ün yapmış Refah Partisi, hükümetin büyük ortağıydı. O zamandan beri iki ülke arasında tüm ilişkiler aynı tempoyla gelişmeye devam ediyor. Yeni bir jeostratejik eksen anlamına gelen ve bölgedeki dengeleri altüst edecek öneme sahip böylesi bir ittifaktan (veya anlaşmadan), Türkiye kamuoyunun haberi olmadı. Gazete ve televizyonlar anlaşmayı yok saymayı yeğlediler. Her şeyi bilen, her konuda görüş beyan eden anlı şanlı köşe yazarları da üç maymunları oynadılar... Elbette bu konudaki suskunluklarını sadece cehâletlerine yormak olmazdı... Herhalde raison d'etat'ın bir gereği olarak o konuya girmemeleri gerekiyordu ve girmediler. Söz konusu yeni jeostratejik eksenle ilgili görüş beyan etmeyen sadece medya değildi elbette. Aydınlar ve sol siyasal partiler de durumdan haberdar olmamış gibiydiler... Benzer bir durum akademik çevreler için de geçerliydi. Kapısında üniversite yazan kurumlardan da hiç ses çıkmadı. Orta Doğu'daki dengeleri altüst etme potansiyeline sahip böyle bir ittifak hakkında çok unvanlı akademi taifesinin söyleyecek bir şeyi yok muydu? Şu anlı şanlı profesörler böylesi durumlarda konuşmadıktan sonra ne zaman konuşacaklardı? Elbette bu tablo bizim için şaşırtıcı değildi. Zira bir binanın ön cephesine burası üniversitedir yazmakla orası üniversite olmuyor. Zaten Türkiye'de üniversite kavramına uygun kurumlar hiç bir zaman mevcut olmadı. Türkiye gibi bağnaz bir resmî ideolojinin geçerli olduğu ülkelerde özerk kurumlara ve özerk düşünen bireylere yer yoktur. Oysa özerk olmayan bir üniversite mümkün değildir. Fakat hepsi bu kadar da değildi. Türkiye-İsrail ittifakından haberdar olmayanlar, dolayısıyla söylenecek sözü de olmayanlar sadece medya, aydınlar ve genel olarak kamuoyu değildi. Söz konusu anlaşmadan parlamentonun da haberi olmadı... Hükümetin de sonradan haberi olduğu anlaşılıyor. Bu durum bile bir başına Türkiye'deki rejimin ne menem bir şey olduğunu göstermeye yeter. Nasıl bir binanın ön cephesine burası üniversitedir diye yazmakla orası üniversite olmuyorsa, görkemli bir yapının ön cephesine burası parlamentodur diye yazmakla da orası parlamento olmuyor. Burası millet meclisidir demekle milletin meclisi olmuyor. Türkiye'de meclis hep bir biçim sorunuydu, bir görüntüydü. İçi boş kabuk olmaktan bir türlü kurtulamadı. Ülkeyi her zaman asıl devlet partisi yönetti. Hepsi de muvazaa partisi olan siyasî partiler ve onların meclisten çıkan hükümetleri, asıl devlet partisinin taşeronluğunu yapmak içindi... Son seksen-doksan yılda olup bitenleri unutanlar, 28 Şubat ve sonrasına bakarak, parlamentonun ne olmadığı ve neye yaradığı hakkında fikir sahibi olabilirler... Elbette Türkiye'nin bilimsel, entelektüel ve siyasal bilinç planındaki azgelişmişliğinin gerisindeki asıl neden sadece bağnaz bir resmî ideolojinin varlığı ve beyinleri iğdişleştirmiş olması da değildir. Onun da gerisinde köklü bir Avrupa merkezli yabancılaşma var. Bu Avrupa merkezli yabancılaşma bu toplumun insanını, kendisine, toplumuna ve içinde yer aldığı bölgeye yabancılaştırıyor. Bilimsel-entelektüel yaratıcılığı, eleştirel düşünceyi dumura uğratıyor. İdeolojik-entelektüel plandaki yabancılaşma, son derecede olumsuz siyasal sonuçlar da ortaya çıkarıyor. Ve belirli bir eşikten sonra insanlar, kendi gerçekliklerine başkalarının (Batılı efendilerin) gözüyle bakmaya başlıyorlar. Elbette bir şey görmeleri artık mümkün değildir. İşte Türkiye'deki resmî ideolojinin gerisinde sömürgeciliği ve emperyalizmi meşrûlaştırıp yayan bu Batı kökenli ideolojik safsatalar var. Ama sömürgeciliğin ve emperyalizmin hizmetindeki bu ideolojik safsatalar bize (ve benzer durumdaki ülkelere) evrensel bilim olarak ihraç ediliyor. İthal edenler de bu ideolojik tezleri hiç bir eleştiriye tabi tutmadan benimsediklerinde, Batılı efendilerin ve akıl hocalarının ideolojik köleleri haline geliyorlar... Ama evrensel bilim retoriği hiçbir zaman dillerden düşmüyor... İşte sosyal teori söz konusu olduğunda okullarda, üniversitelerde hikmetinden sual olmaz evrensel bilim olarak okutulan, öğretilen budur. Elinizdeki kitabın yazarı Alptekin Dursunoğlu söz konusu tahribatın farkında. Zaten kitap da böylesi bir duyarlılığın ürünü. Oysa Avrupa merkezli ideolojiyle hesaplaşmadan önümüzü görmemiz, yolumuzu bulmamız, yaşanabilir bir toplumsal düzen kurmamız, velhasıl haysiyetli insanlar olarak yaşamamız mümkün değildir. Siyonist İsrail devleti demek, Orta Doğu'nun kalbine yerleştirilmiş Batı'dır, emperyalizmdir, sömürgeciliktir. Tabir mazur görülürse, bir çeşit yabancı doku transplantasyonu demektir. İngilizler, ideolojik-siyasal bir akım olarak siyonizmin ortaya çıkmasından kırk yıl kadar önce (1840'da) ve İsrail devletinin kuruluşundan 92 yıl önce Orta Doğu'da bir Avrupa devleti kurma düşüncesini çoktan ortaya atmış bulunuyorlardı. Kurulacak bu Avrupa devletinin nüfusu da bölgeye göç ettirilecek Yahudilerden oluşturulacaktı...(ALINTI)

İSLAMSIZ BİR DÜNYA



John Lennon’ın meşhur “Imagine” şarkısındaki sözlerini bilirsiniz, “Hayal edin, öldürecek ve uğruna ölecek bir şey yok, din de yok…” der Lennon. CIA’in eski Ulusal İstihbarat Kurulu Başkan Yardımcısı Graham E.Fuller aşağıdaki makalesinde işte bu hayali İslam için kuruyor. Fakat çıkan sonuç hiç de Lennon’ı memnun edecek türden değil. Fuller’e göre İslam hiç olmasaydı bile bugün bulunduğumuz sorunlarla yine başbaşa olacaktık.
Özellikle din’in siyasetteki işlevini ve sosyo-politik ve coğrafi olguların toplum ve siyaset için ne derece önemli olgular olduğunu kavramak açısından okunması gereken bir yazı.
İSLAMSIZ BİR DÜNYA
Yapabilirseniz, İslam’ın olmadığı bir dünya düşünün… Kabul etmek gerekir ki “ben merkezci” dünya görüşü gündem başlıklarına sirayet ediyor. Çünkü uluslararası karışıklıkların altında hep İslam var gibi görünüyor: İntihar saldırıları, işgaller, direniş mücadeleleri, isyanlar, fetvalar, cihad, gerilla mücadelesi, tehdit videoları ve tabi ki 11 Eylül. Bütün bunlar neden oluyor? Bu soruya “İslam yüzünden oluyor” diye cevap vermek bizlere net, hiç de karışık olmayan ama eksik bir analitik ölçüt sunuyor. Dünyanın kıvranışlarına mana vermek bu şekilde daha kolay oluyor. Hatta bazı neo-muhafazakarlara göre “İslamofaşizm” yaklaşan 3.dünya savaşında karşı saftaki onulmaz düşmanımız konumunda bulunuyor.
Ama biraz da bana kulak verin. İslam diye bir şey ya hiç var olmasaydı? Muhammed adında bir Peygamber bulunmasaydı, İslâm Orta Doğu, Asya ve Afrika’nın geniş bölgesinde hiç yayılmamış olsaydı?…
Dikkatimizi günümüzün en duygusal konuları olan terörizm, savaş ve yaygın anti-Amerikancılığa odakladığımız için, bu krizlerin doğru kaynaklarını anlamamız epey zorlaşıyor. Problemin kaynağı İslâm’ın kendisi mi, yoksa daha kapalı ve daha derin başka bir takım faktörler mi var?
Argümanın gereği doğrultusunda tarihi hayal gücümüzü kullanıp kafamızda İslamsız bir Orta Doğu resmi canlandıralım. Böyle bir durumda mevcut sorunlarımızın birçoğundan kurtulur muyduk hakikaten? Orta Doğu daha barış içinde bir yer mi olurdu? Doğu-Batı ilişkilerinin karakteri ne kadar farklı olurdu? İslam olmadan, uluslararası düzen bugün olduğundan çok daha farklı bir tablo sunar mıydı?
İSLAM DEĞİLSE, O ZAMAN NE?
Orta Doğu’nun en eski zamanlarında, İslam, kültürel normları ve halkların politik tercihlerini şekillendirmiştir. O halde İslam’ı Orta Doğu’dan nasıl soyutlayabiliriz? Hayal etmek o kadar güç değil aslında.
Etnik köken ile başlayalım. İslam olmadan da, bölgenin yapısı oldukça karmaşık ve çatışmaya müsait. Orta Doğu’nun baskın etnik grupları arasında Araplar, Persler, Türkler, Kürtler, Yahudiler, Berberiler ve Peştuniler var. Bunlar İslam olmasaydı da baskın gruplar olacaklardı. Persleri ele alın: İslam’dan çok önce, büyük Pers imparatorlukları Atina’nın kapılarına dayanmış ve Anadolu’da hükmeden medeniyetlerle sürekli rakip olmuşlar. Semitik halklarla da sürekli mücadele etmişler, Bereketli Hilal üzerinde ve Irak içinde savaşmışlar.
Arapların kabile ve tüccarları Orta Asya’nın Semitik bölgelerine İslam’dan çok daha önce de göç ederek genişleme eğiliminde olmuşlardır. Moğollar, 13.yüzyılda Orta Asya ve Orta Doğu’nun büyük bölümündeki medeniyetleri, İslam olmasaydı da yıkacaklardı. Türkler Anadolu’yu, Viyana’ya kadar Balkanları ve Orta Doğu’nun büyük bölümünü yine zapt edeceklerdi. Bu çatışmalar, güç, sınırlar, bölgesel etki ve ticaret üzerinden gerçekleşiyordu ve İslam ortaya çıkmadan çok önce de mevcuttu.
Yine de denklemden dini tamamen çıkarmak doğru olmaz. Eğer İslam hiç ortaya çıkmasaydı, Orta Doğu’nun büyük çoğunluğu (aynı şimdi İslam varlığında olduğu gibi farklı mezheplerdeki) Hristiyan olarak kalacaktı. Çünkü o zaman az sayıda Zerdüşt ve Yahudiler dışında, bölgede başka büyük bir din bulunmuyordu.
Peki ya Orta Doğu Hristiyan kalsaydı? Batı ile bir uyumun ortaya çıkmasını bekleyebilir miyiz? Bunu söylemek için genişlemeci orta çağ Avrupa dünyasının güç ve hegemonyasını komşusu şark’a ekonomik ve jeopolitik sebeplerle dayatmayacağını varsaymak durumundayız ki bu pek mümkün görünmüyor.
Mesela Haçlı seferlerinin sebebi politik, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlardı. Hristiyanlık bayrağının sembolü altında, Avrupalıların dünyevî istekleri ve beklentileri yatıyordu. Batı’nın dünyadaki emperyal tahakkümünde yerli halkın dininin çok önemli olduğunu söyleyemeyiz. Avrupa tutkulu bir şekilde “Hristiyan değerlerinin yerlilere aktarılmasından” bahsetmiş olsa da, asıl hedef sömürge karakolları oluşturarak büyük kentlere zenginlik aktarmak ve Batının güç projeksiyonuna zemin sağlamaktı.
Hristiyan Orta Doğu’da halkın, Avrupa filolarını ve silahlı tüccarlarını sevinçle karşılamayacakları muhakkaktır. Emperyalizm için de bölgenin karmaşık etnik mozaiği oldukça iştah kabartıcıdır - çünkü “böl ve yönet” adlı eski oyunun hammaddesi çeşitliliktir. İslamsız bir Orta Doğu’da Avrupalılar’ın yine kendi itaatkar yerel yöneticilerini, kendi ihtiyaçlarını sağlamak için yerleştireceklerini düşünmek yanlış olmaz.

MODERN SAVAŞLAR
Zamanı şimdi ileri sarın ve petrol çağının Orta Doğu’suna gelin. Orta Doğulu devletler, Hristiyanlar da dahil, kendi bölgelerindeki Avrupa sömürgeciliğini hoş mu karşılayacaklardı? Hiç sanmıyorum. Batı, yine Süveyş Kanalı gibi, aynı kördüğüm noktalarını oluşturup kontrolü elinden bırakmayacaktı. Orta Doğu’lu devletlerin sömürge projelerine direnişinin kaynağı İslam değil, sınırlarının Avrupa jeopolitik tercihlerine uygun olarak yeniden çizilmesine karşı olmalarıydı.
Orta Doğulu Hristiyanlar da emperyal Batının petrol şirketlerinin sırtını Batıcı naiplerine, diplomatlara, ajanlara ve ordulara dayamasını hoş karşılamadılar, Müslümanlardan daha şiddetli tepki gösterdiler. Bunu görmek için Latin Amerika’nın, ABD’nin kendi petrolleri, ekonomisi ve politikası üzerindeki dominyonuna gösterdiği reaksiyonun uzun tarihine bakmanız yeterlidir. Orta Doğu’nun da kendi topraklarında, pazarlarında, egemenliğindeki yabancı arzulara karşı milliyetçi anti-sömürgeci hareketler kurup karşı durması, kontrolü eline almaya çalışması tabiidir-tıpkı Hindu Hindistan’ın, Konfüçyüsçü Çin’in, Budist Vietnam’ın ve Hristiyan/Animist Afrika’nın yaptığı gibi.
Cezayir Hristiyan olsaydı da Fransızlar tarım bölgelerini gasp edecek ve yine sömürge kurmaktan geri durmayacaktı. Etyopya’nın Hristiyanlığı onları İtalyanlar tarafından zalimce yönetilen bir sömürge olmaktan onları kurtaramadı. Orta Doğuluların Avrupa sömürge sistemine tepkisinin İslam’lı veya İslâm’sız bir coğrafyada farklı olacağını düşünmek için hiç bir sebep yok.
YA DEMOKRASİ?
Peki Orta Doğu İslam’sız daha demokratik bir yapıda olabilir miydi? Avrupa’daki diktatörlük tarihi bu konuda da bir güven vermiyor. İspanya ve Portekiz’de zalim diktatörlükler daha 1970′lerin ortasına kadar sürüyordu. Yunanistan kiliseye bağlı diktatörlüğünden daha birkaç on yıl önce kurtulabildi. Hristiyan Rusya hâlâ kendini tam olarak kurtarabilmiş değil. Çok yakın zamana kadar, Latin Amerika ABD’nin “kutsadığı” ve Katolik Kilisesinin de ortak olduğu diktatörlerce sömürüldü. Birçok Hristiyan Afrika ülkesi hala belini doğrultmuş değil. Hristiyan Orta Doğu’nun bundan farklı olacağını beklemek için bir sebep var mı?
Filistin ve Yahudi düşmanlığı
Ve Filistin… Yahudileri bin yıl boyunca utanmazca cezalandıran ve bu rezilliği Holokostla taçlandıranlar Hristiyanlar değil mi? Bu korkunç anti-Semitizm örnekleri Batı Hristiyan topraklarında ve kültüründe köklenmedi mi? Yahudiler bu yüzden kendilerine Avrupa dışında bir bölge aramadılar mı?
Yani İslam olmasaydı da Siyonist hareket yine Filistin’de ortaya çıkıp taban bulacaktı. Ve yeni Yahudi devleti yine aynı 750,000 Arap yerliyi Filistin’deki yaşadığı yerden Hristiyan da olsalar çıkaracaklardı- nitekim bir kısmı Hristiyandı.
Filistinliler kendi topraklarını geri almak için yine savaşacaklardı. İsrail-Filistin problemi yine ulusal, etnik ve sınırsal çatışmaların kalbi olacaktı, zaten ancak son zamanlarda dinsel sloganlarla desteklendi. Ayrıca Orta Doğu’da Arap ulusal hareketinin ortaya çıkmasında Arap Hristiyanlarının rolünü unutmayalım; örneğin ilk pan-Arap Baas partisinin ideolojik kurucusu Sorbon eğitimli Suriyeli bir Hristiyan olan Michel Aflaq’dı.
Elbette Orta Doğudaki Hristiyanların Batıya dinsel bir eğilimleri olduğu inkâr edilemez. Peki, bu eğilim dinsel çekişmeyi engelleyemez miydi? Hayır. Bizzat Hristiyan dünyası, Hristiyan gücünün ilk çağlarından beri çatışan mezheplere bölünmüştü; bu mezhepler Roma ve Bizans güçlerine karşı politik karşıtlığın araçlarıydı. Din altında birleşmek bir yana, altında derin etnik, stratejik, politik, ekonomik ve kültürel hâkimiyet mücadelelerinin olduğu savaşlar yaşandı.
İslamsız bir Orta Doğu halkının dini, İslam’ın ortaya çıktığı sırada bölgede hakim olan Doğu Ortodoks Hristiyanlığı olacaktı. Unutmayalım ki tarihin en uzun, keskin ve acı dolu dinsel ayrılığı Roma’daki Katolik Kilisesi ile İstanbul’daki Doğu Ortodoks Hristiyanlığı arasındadır-bu ayrılık günümüzde de sürmektedir.
Hristiyan düşmanı Hıristiyan
Doğu Ortodoks Hristiyanları, “Hristiyan İstanbul’un” 1204 yılında Haçlılar tarafından yağmalanmasını hiçbir zaman unutmadılar ve affetmediler. Yaklaşık 800 yıl sonra, 1999′da Papa John Paul II, bu gediği kapatmak için birkaç adım atmak ihtiyacını duydu ve bin yıl içinde Ortodoks dünyayı ziyaret eden ilk Katolik papası oldu. Bu başlangıcın daha yeni ortaya çıktığını düşünürsek, Hristiyan Orta Doğu’da bu sürtüşmenin bugün olduğu gibi o zamanda da var olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Mesela Yunanistan’ı ele alırsak, bu ülkede Ortodoksluğun, milliyetçilik ve anti-Batıcı duyguların güçlü bir aracı olduğunu söyleyebiliriz. Yunan politikasındaki anti-Batıcı karakter, daha birkaç on yıl önce, bugün birçok İslamcı liderden duyduğumuz suçlamaları ve keskin görüşleri aynen seslendiriyordu.
Ortodoks Kilisesinin kültürü sekülarizm, kapitalizm ve bireyin üstünlüğünü vurgulayan Batı aydınlanma sonrası söyleminden keskin bir şekilde ayrılır. Kilisenin Batı’yla ilgili korkularının kalıntıları-Batı misyonerliğinin kendi dinine çevirme isteği, dinin, kendi toplum ve kültür kodlarının korunması için bir anahtar olarak algılama eğilimi, Batı’nın bozulmuşluğu ve emperyal karakteri- halen sürmekte ve mevcut Müslüman korkularıyla paralellik arz etmekte. Ortodoks Hristiyan Orta Doğuda da, Doğu Ortodoksisinin en büyük merkezi konumundaki Moskova’nın özel bir etkisinin olacağı şüphesiz. Hristiyan Orta Doğu’nun Soğuk savaş döneminde, Doğu-Batı çekişmesinde jeopolitik arenada yine önemli bir rolü olacaktı. Bu yüzden Samuel Huntington, Batı ile çatışacak medeniyetlerin arasında Ortodoks Hristiyanlığını da zikretmiştir.
Günümüze gelirsek, Irak’ın ABD tarafından işgalinin, Hristiyan olsalardı da olumlu karşılanmayacağını herhalde bekleyebilir. ABD, ultra-milliyetçi ve seküler bir lider olan Saddam Hüseyin’i Müslüman olduğu için devirmedi. Diğer Arapların da işgal travmasında yine Irak Araplarını destekleyeceklerini bekleriz. Hiçbir yerde insanlar yabancı işgalini ve kendi vatandaşlarının yabancı askerlerce öldürülmesini hoş karşılamazlar çünkü. Ve dış güçler tarafından tehdit edilen gruplar, kendilerine tutunacak uygun ideolojiler bularak, direniş mücadelelerini bayraklaştırır ve yüceltirler. Din de bu şekilde kullanılan bir ideolojidir.
İşte İslam’sız bir dünyanın portresi. Doğu Ortodoks Hristiyanlığının etkisindeki Orta Doğu’nun, tarihsel ve psikolojik sebeplerle Batıya mesafeli hatta düşman kilisenin, günümüzde bile hala ana etnik ve mezhepsel çekişmeyi, tarihten gelen bir tepkiyi sürdüren kilisenin, Batı emperyalist orduları tarafından birçok defa istila edilen; kaynaklarına el konulan; sınırları Batılılar tarafından kendi isteklerine göre çizilen ve rejimleri Batılıların dayatmalarına uygun olarak kurulan Ortodoks dünyasının resmi.
Bu tabloda Filistin yine yanacaktı. Yine Filistinlilerin Yahudilere, Çeçenlerin Ruslara, İranlıların İngiliz ve Amerikalılara, Keşmirlilerin Hindistanlılara, Tamillerin Sri Lanka’daki Sinhallere, Uygur ve Tibetlilerin Çinlilere direndiğini görecektik. Orta Doğu yine görkemli bir tarihi model olacaktı- 2000 yıllık büyük Bizans İmparatorluğu’nun kendine kültürel ve dinsel sembol olarak tanımladığı bir model. Bu da birçok yönden Doğu-Batı ayrımını sürdürecekti. Bu resmin, barış ve huzur dolu bir resim olmadığı açık.
PEYGAMBERİN BAYRAĞI ALTINDA
Elbette İslam’ın Orta Doğu’ya veya Doğu-Batı ilişkilerine hiçbir etkisinin olmadığını ileri sürmek saçma olur. İslam, geniş bir coğrafyada yüksek derecede birleştirici bir güç olmuştur. Global, evrensel bir inanç olarak İslam, ortak bir felsefe, ortak bir sanat anlayışı ve ortak toplumsal prensiplerin paylaşıldığı geniş bir medeniyet yaratmıştır. Ahlaklı bir yaşam vizyonu; adalet duygusu, hukuk ve iyi yönetim anlayışı- bütün bunlar bu köklü yüksek kültürün ortak öğeleri olmuştur. Kültürel ve ahlaki bir güç olarak İslam, birbirinden çok farklı Müslüman topluluklar arasında bu etnik farklılıkları ortadan kaldıran bir köprü işlevi görmüş, her topluluğunun kendisini geniş Müslüman medeniyet projesinin bir parçası olarak hissetmelerini sağlamıştır. Tek başına bu bile nasıl güçlendiğini açıklamaktadır. İslam, politik coğrafyayı da etkilemiştir: İslam olmasaydı, Güney Asya ve Güneydoğu Asya’daki günümüz devletleri-özellikle Pakistan, Bangladeş, Malezya ve Endonezya, Hindu dünyasında şekillenecekti.
İslam medeniyeti ortak bir ideal sağlayarak tüm Müslümanların Batının saldırganlığına karşı bir direnç oluşturmalarını sağlamıştır. Bu direnç, Batı emperyal saldırganlığını durdurmaya yetmediyse de, paylaşılan ve yok olmayan kültürel bir hafıza oluşmasını sağlamıştır. Avrupalılar; birçok Afrikalı, Asyalı ve Latin Amerikalı insanları birbirine düşürüp bu şekilde kolayca işgal edebilmişlerdir. Bunun sebebi bu ülkelerde, milletler arası direnişi güçlendirecek ortak etnik veya kültürel direniş sembollerinin olmamasıdır.
İslamsız bir dünyada, Batı emperyalizminin Orta Doğu ve Asya’yı bölüp, istila etmesi ve egemenliği altına alması çok daha kolay olacaktı. Geniş bir coğrafyada kaybetme ve aşağılanmanın getirdiği ortak kültürel hafıza bulunmayacaktı. Bugün ABD’nin Müslüman dünyasında kendisini güçsüz hissetmesinin ana sebebi budur. Günümüzde, global iletişim ve uydu fotoğrafları Müslümanlar arasında güçlü bir bilinç ve ortak İslam kültürüne düşman geniş bir Batı kuşatması hissinin hakim olmasını sağlamıştır. Bunun modernite ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu, Müslüman dünyanın stratejik coğrafyası, kaynakları ve hatta kültürü üzerindeki Batı egemenliği ile ilgili bir şeydir. Ne yazık ki ABD, budalaca bunun altında İslam’ın yattığını düşünüyor.
Peki, günümüzde İslam’la özdeşleştirilen en önemli konu olan terörizm? En basit şekliyle, İslam olmasaydı 11 Eylül olur muydu acaba? Eğer Orta Doğu’nun yakınmaları, ABD politikaları ve eylemlerine karşı yıllarca köklenmiş politik ve duygusal öfke, farklı bir bayrak altında ortaya konsaydı, işler daha farklı mı olurdu? Din’in, birçok farklı öfke kaynağı dururken nasıl şamar oğlan haline getirildiğini hatırlayın. 11 Eylül 2001, tarihin başlangıcı değildi. el-Kaide korsanları için İslam’ın fonksiyonu güneş altındaki büyüteçlikti, bu şekilde yaygın ortak öfkeyi topluyor ve bunu yoğun bir ışın şeklinde odaklıyor, yabancı işgalciye karşı bir tepki olarak sunuyordu.
Batı’nın İslam adına terörizme odaklanırken, balık hafızasıyla hareket ediyor:
Yahudi gerillaların Filistin’deki İngilizlere karşı terörizmi kullandıklarını;
Sri Lankalı Hindu Tamil “Kaplanları”nın intihar yeleğini on yıldan daha fazla bir süre önce icat ederek intihar bombacılığını dünyaya armağan ettiklerini- ki Hindistan Başbakanı Rajiv Gandi bu şekilde öldürülmüştü-;
Yunan teröristlerinin Atina’daki ABD yetkililerine gerçekleştirdiği suikastı;
Indira Gandi’nin ölümüne sebep olan, Hindistan’ı karıştıran, Kanada’da üslenen ve Air India’yı Atlantik üzerinde indiren Organize Sih terörizmini;
1.Dünya savaşının arifesinde tüm balkanları dehşet içinde bırakan Makedonyalı teröristleri unutuyorlar.
19.yüzyıl sonları ve 20.yüzyıl başlarında düzinelerce suikastlerin Avrupalı ve Amerika’lı anarşistler tarafından yapıldığını, kolektif korkunun tohumlarının atıldığını unuttukları gibi. İrlanda Cumhuriyet Ordusunun Britanya’ya karşı yıllarca gerçekleştirdiği etkili terörizmi; Amerikalılara karşı Vietnam’daki komünist gerillaların ve teröristlerin yaptıklarını, komünist Malayların 1950lerde İngiliz askerlerine, Kenya’da Mau Mau teröristlerinin İngiliz yetkililerine yaptıklarını.-liste uzayıp gidiyor. Görüldüğü gibi terörist olmak için Müslüman olmak gerekmiyor.
Hatta yakın geçmişteki terörist aktiviteleri de bunlardan farklı değil. Europol’e göre 2006 yılında Avrupa Birliğinde 498 terörist eylem gerçekleşti. Bunlardan 424′ü ayrılıkçı gruplar tarafından işlendi, 55′i sol-kanat aşırılar ve 18′i çeşitli diğer teröristler tarafından. Yalnızca 1 tanesi İslamcılar tarafından gerçekleşti. Bu rakamlar dünyada ne kadar geniş potansiyel ideolojik terörist faaliyet olduğunu gözler önüne seriyor.
O zaman Arapların (ister Hristiyan olsun isterse Müslüman) İsrail’e; emperyalist güçlerin işgallerine, hükümetleri devirmesine ve müdahalelerine kızgın oldukları için benzer terörist eylemlere ve gerilla savaşına başvurduklarını söyleyebilir miyiz? Aslında soruyu, neden yakın zamana kadar böyle bir şey olmadı şeklinde sormalıyız. Radikal gruplar bu dünya çapında çağda öfkelerini açıkça ifade ettikleri halde, neden onların mücadeleleri böyle değil?
İslam moderniteden nefret ediyorsa, neden saldırısını gerçekleştirmek için 11 Eylül’ü bekledi? Ve neden İslami düşünürlerin çoğu, 20.yy.’ın başında İslami kültürü koruyarak modernitenin desteklenmesinden söz edip duruyorlardı? Usame bin Ladin’in başlangıçtaki davası modernite ile ilgili değildi, Filistin’den bahsediyordu; Suudi Arabistan topraklarındaki Amerikan botlarından, ABD kontrolündeki Suudi yöneticilerden, ve modern “Haçlılardan” bahsediyordu. 2001 yılına kadar Müslümanların, tarihten gelen ve son olaylarla kökleşen bir ABD nefreti ortada yoktu. 11 Eylül olmasaydı, buna benzer bir olayın gerçekleşmesi kaçınılmazdı.
Direniş aracı İslam olmasaydı Marksizm olacaktı. Marksizm ideolojisi sayısız terörist, gerilla hareketi ve ulusal bağımsızlık hareketleri üretmiştir. Bask bölgesinde ETA, Kolombiya’da FARC, Peru’da Sendero Luminoso, Avrupa’da Ayrılıkçı Kızıl Ordu bunlardan sadece birkaçı. Filistin’in bağımsızlığı için kurulan Popular Front’un kurucusu George Habash da, Yunanlı Ortodoks bir Hristiyandı ve Beyrut Amerikan Üniversitesinde öğrenim görmüş bir Marksistti. Kızgın Arap milliyetçiliğinin Marksizm ile flörtü sırasında, birçok Hristiyan Filistinli Habas’a destek verdi.
Yabancı güçlere direnen insanlar propaganda ve mücadelelerini yüceltmek için bayraklar ararlar. Uluslararası düzeyde adalet mücadelesi bu bakımdan iyi bir toplanma noktasıdır. Milliyetçilik bundan da iyidir. Fakat en iyisi dindir; çünkü davasını en kutsal değerlere dayandırır. Ve din, her yerde milliyetçiliği ve etnisiteyi-onu aşsa da- destekler, özellikle düşman farklı dine mensupsa. Bu durumlarda, din her ne kadar çatışma ve karşı karşıya gelmeyi önlese de mücadele için bir araç olarak kullanılır.
Terörizmin, zayıflar tarafından seçilen bir araç olarak kullanıldığı bir çağdayız. ABD ordularının kuvvetinin Irakta, Afganistan’da ve diğerlerinde önünü kesen bir kuvvet. Ve bu yüzden birçok Müslüman olmayan toplumda Bin Ladin, “yeni Che Guevara” olarak adlandırılıyor. Çünkü onlar bu saldırıyı utanmaz Amerikan gücüne karşı başarılı bir direnç, bir intikam olarak değerlendiriyorlar.
BARIŞ DOLU BİR DÜNYA
Sorular bitmiyor: İslam olmasaydı, dünya daha barış içinde mi olurdu? Doğu-Batı çekişmesinin içine duygusal davranarak İslam’ı katmak ve ana sebepler ortadayken çözümü iyice kompleks hale getirmek bizi çözümden daha da uzaklaştırıyor. Problemlerin sebebi İslam değildir. Kur’an’ın ayetlerini kurcalayıp “bizden neden nefret ediyorlar” sorusunu oralarda aramak daha sofistike görünebilir. Fakat bu bize sorunun kaynağına kör kalmaktan başka bir fayda sağlamıyor. Ama öyle ya, problemin kaynağını dünyanın tek süper gücünün büyük ayak izinde aramak yerine İslam’ın kendisinde aramak çok daha kolay.
İslamsız bir dünya yine uzun süreli ve jeopolitik alanı baskı altına alan kanlı rekabetleri görecekti. Din olmasaydı, bu grupların tamamı bir başka bayrak bulacak ve nasyonalizm ve bağımsızlık arayışlarını bu şekilde ifade edeceklerdi. Şüphesiz, tarihin tekerrürlüğü tamamen aynı şekilde gerçekleşmez. Fakat sonuçta, aynı şekilde gerçekleşen birçok şey vardır: Doğu-Batı çekişmesi yine etnisite, milliyetçilik, hırs, öfke, kaynaklar, yerel liderler, bölge, finansal kazanç, güç, müdahaleler, ve yabancıya-işgalcilere ve emperyalistlere karşı nefret olguları çevresinde tezahür edecekti. Böyle bir çatışmada dinin rolü ise sadece sığınılacak bir bayrak haline getirilmek oldu.
Hatırlanması gereken bir başka önemli konu da şudur ki: 20inci yüzyılın en dehşet saçan örnekleri, çok sıkı seküler rejimler çerçevesinde oluşmuştur: Belçika’da Leopold II, Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot gibi. Onların “dünya savaşlarının” konuklarının çoğunluğu Avrupalılardı- ve bu iki global büyük savaşın İslam tarihiyle hiçbir paralelliği yoktu.
Bugün bazıları bu problemlerin hiç ortaya çıkmadığı İslamsız bir dünya diliyor olabilirler. Fakat gerçekte İslamsız bir dünya projeksiyonunun çatışmaları, rekabetleri ve krizleri de bugün yaşadıklarımızdan farklı değil.

Monday, August 13, 2012

Epik Tiyatro’nun Öncüsü: Bertolt Brecht ve Cesaret Ana



 Özlem Özmen
 
“Savaş besler adamını
Yalnız
Barut ya da kurşun ister
Koşun kışlalara silah tutanlar
Dökün kanınızı sağ kalanlar
Yoksa
Bu kavga biter” (Cesaret Ana 63)

Avrupa savaş sonrası tiyatrosunun en önemli isimlerinden biri olan Brecht, yenilikçi drama tekniği “epik tiyatro” ve evrensel öneme sahip konulara olan eğilimi ile eşsiz bir tiyatro yazarı olarak bilinir. Cesaret Ana isimli oyununda, yine evrensel bir konu olan savaşı ele alır ve oyununu Otuz Yıl Savaşları dönemine uyarlayarak bu konuyu evrenselleştirir. Oyunun dönemi Otuz Yıl Savaşları olmasına rağmen ilk performansının İkinci Dünya Savaşı’na denk gelmesi, Brecht’in tüm Avrupa’da hüküm süren faşist Hitler diktatörlüğü eleştirisini yapmasına olanak sağlamıştır. Bu oyunda bir diğer göze çarpan özellik de Brecht’in epik tiyatronun öne çıkan özelliklerini kullanmasıdır.
Epik tiyatro temel olarak Brecht ile ilişkilendirilir ve bu sebeple onun tanıttığı usuller, epik türünün genel özellikleri olarak kabul edilir. Epik tiyatro, sunduğu tematik fikirler bağlamında, Blau’a göre “bilimsel ve planlanmış tiyatrodur; hedefi ise toplumsal eleştiridir” (4). Epik tiyatro, seyircisinde olumlu değişiklikler yaratmak umuduyla toplumu eleştirmeyi amaçlar. Brecht’in hedefi, tiyatro yoluyla seyircisinde adalet ve özgürlük dürtüsü gibi duyguları uyandırmaktır. Bu sebeple, Brecht’in epik tiyatroyu kullanırkenki amacının seyirciyi eleştiri yapabilme üzerine yoğunlaştırmak istemesi olduğu ileri sürülebilir.
Epik tiyatronun en önemli özelliklerinden biri yabancılaştırma etkisidir. Bu teknik sayesinde seyirci oyun süresince gerçeklik etkisi aramaz, bir oyun izlediğinin farkındadır, ve bu durum seyircinin kendisini sahnedeki karakterlerle özdeşleştirmesine engel olur. Steer, Brecht’in yabancılaştırma tekniği üzerine şöyle bir yorum getirir: “Brecht yabancılaştırma tekniğini, özellikle dramatik ortamda bulunan öznelliği en aza indirmek (ki bu seyircilerin karakterlerle özdeşleştirmelerine sebep olur) ve epiğin nesnelliğine mümkün olduğu kadar yakınlaştırmak amacıyla kullanır” (640). Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere epik tiyatro öncelikle nesnelliği ve ardından karakterle aktörün duygusal anlamda birbirinden ayrılmasını hedefleyen bir drama türüdür. Epik tiyatroda, seyirci karakterlerden herhangi birine yakınlık hissetmemelidir.
Yabancılaştırma etkisi, seyircilerin, aktör ve karakter arasındaki ayrımı yapabilmelerini de sağlar. Bu tekniğin gerçekleşmesi için oyunlarda kullanılan en önemli öğeler koro, çeşitli şarkılar ve danslardır. Cesaret Ana oyununda, hemen her sahnede kullanılan şarkılar, seyircinin gerçek bir savaş sahnesi değil, onun bir temsilini izlediğinin farkına varmasını sağlar. Yabancılaştırma etkisinin yanı sıra, Busacca’nın belirttiği gibi:
Brecht, seyirciye bir oyuna geldiğini ve sahne ile izleyici arasındaki görünmez perdeden ayrı bir olaya baktığını hatırlatmak için çeşitli araçlar kullanır. Afişler, üsluplaştırma araçları, hatta sahneden yapılan, izlenilen şeyin gerçek değil yalnızca bir oyun olduğunu belirten açıklamalar seyirci ile oyun arasına bir mesafe koyar. (193)
Epik tiyatronun, yabancılaştırma tekniği ile hedeflediği şey, seyirciyi oyunun hangi mesajı vermeye çalıştığını sorgulamaya yöneltmek, kendilerine verileni olduğu gibi kabul etmemelerini sağlamaktır. Blau’nun dediği gibi “[epik tiyatroda] nerede olduğunuzun size söylenmesi gerekiyor. En çok da izlediğiniz şeye kendinizi en çok kaptırdığınız zaman tiyatroda olduğunuzun size hatırlatılması gerekir” (5). Bu çeşit tiyatro, seyirci ve oyun arasındaki iletişimi engeller. Epik tiyatroda hiçbir şekilde duygu uyandırılmamalıdır çünkü epik tiyatro “bize zaten bildiğimiz şeyi söylemez, birçoğumuzun duymak istemediğimiz şeyleri söyler. Epik tiyatronun söylemeye çalıştığını duymak istemeyenler için, onun söyledikleri rahatsızlık vericidir, çünkü hiçbir şekilde duygusal eğilime izin vermez” (Blau 8).
Cesaret Ana’yı epik tiyatro yapan bir dizi örnek vardır. Rejide de belirtildiği gibi, bir aktörün birden fazla karakter oynadığı görülür. Buna ek olarak, oyun epizodiktir, yani sahneler birbirini takip etmez, aralarında mutlaka bir bağlantı olmasına gerek yoktur. Bu oyunda da görüleceği gibi bütün sahneler öncekilerden birkaç yıl aradan sonra gerçekleşir. Örneğin, ikinci sahne birinci sahneden iki yıl sonra gerçekleşirken üçüncü sahnedeki olay üç yıl aradan sonra geçer. Olay örgüsünde bu gibi birçok zaman aralığı vardır, ancak bu durum olayın seyircilere net bir şekilde aktarılmasına engel değildir. Sahneler birbirlerinden ayrı incelendiğinde, her birinin ayrı bir bütün oluşturduğu görülür. Bu çeşit epizodik yapı, epik tiyatronun önemli özelliklerinden biridir. Buna ek olarak, eleştirmen Curran’ın da belirttiği gibi “oyundaki olay 1940lar Almanya’sından oldukça uzak bir zamanda geçmektedir” (172). Bu da Brecht’in olay yeri olarak Almanya’yı kullanmak istemediğini gösterir, çünkü öyle olsa seyirci kendisini oyundaki karakterlerle özdeşleştirmeye daha yakın olacaktır. Brecht bundan kaçınır. Oyunun zaman ve mekanı seyirciye yabancı olduğundan, nesnelliği sağlamak için, oyunu seyirci için yabancılaştırma yönünde bir çaba olduğundan söz edilebilir.

Bu özelliklerin dışında epik tiyatroda teknik farklılıklar da vardır. Örneğin, oyunda da belirtildiği gibi, büyük harflerle yazılmış sahne başlıkları ön perdeye yansıtılır. Yansıtıcı gibi teknik kullanımlar epik tiyatronun yabancılaştırma tekniğinin amacına ulaşması için önemli özelliklerden biridir. Benzer bir şekilde, sürekli kullanılan şarkılar da Brecht’in arzuladığı yabancılaştırma tekniğini sağladığından epik özellik olarak gösterilebilir. Hemen bütün karakterler oyun boyunca şarkı söylerken görülür. Eilif’in Balıkçının Karısı ve Asker şarkısı, Cesaret Ana’nın Büyük Yenilginin Türküsü, Yvette’nin Kaynaştırma Türküsü ve Rahip’in Hz. İsa’nın Istırap Destanı bunlara örnek olarak verilebilir. Şarkılar, bulundukları sahnelerde geçen konularla alakalı olarak seçilmiştir ve bunlar da seyircilerin karakterlerle özdeşleşmelerine engel olan unsurlardan biridir. Wulbern, şarkıların kullanımı için Cesaret Ana’nın şarkısı hakkında şöyle der: “Bu tarz şarkılar, izleyicinin dengesini değiştirerek, onları yabancılaştırarak eleştirecek olmalarını sağlayarak dramatik sürekliliğe engel olur” (148). Bu engel de Brecht’in yabancılaştırma amacına hizmet eder.
Buna benzer bir diğer örnek de oyunun sonundaki, savaşın hayatta sürekli olacağını, bu sebeple sürekli kaybedecek insanların olacağını ve bunların her zaman fakir kesim olacağını belirten askerlerin söylediği şarkıdır. “Gelir savaş/Sonra gider yavaş yavaş/Belki otuz/Belki de yüz yılda/Vatandaşın yediği pislik/Giydiği paçavradır/Bulabildiği/Koca bir palavradır” (Cesaret Ana 77). Bu satırlar savaşın işe yaramadığını, bazılarına maddi anlamda çıkar sağlasa dahi kimseye mutluluk getirmediğini gösterir. Askerler devam eder: “Bir mucize doğacak/Bu yıl zafer yoldadır” (Cesaret Ana 77). Oyunun alışılmışın dışında seyreden bitişi ile birlikte bu satırlar da, Cesaret Ana’nın bakış açısından incelendiğinde olumsuz bir bitiş sunar. Savaş devam ettiği ve onu durduracak bir mucize gerçekleşmediği sürece Dünya daha iyi bir yer olmayacaktır. Bu mesaj ve eleştiri, karakterlerin diyalogundan ziyade şarkıların kullanımı ile verildiğinden, oyunun sonunda da yabancılaştırma tekniğinin kullanıldığından söz edilebilir.
Oyun, seyirciyi sorgulamaya teşvik eder, amaç onların herhangi bir duyguyu hissetmelerini sağlamak değil, eleştirmelerini ve ciddi anlamda düşünmelerini sağlamaktır. Blau da bu konuda “Cesaret Ana düşündüğünüz şeyi hissetmenize ancak siz ne hissettiğinizi yargılayana kadar izin verir” (8) der. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere, epik tiyatroda oyunu yargılamak, duyguların uyandırılmasından daha önemlidir. Bu yargılamayı, duygu olmadan başarabilmek için kullanılan en önemli teknik ise yabancılaştırma tekniğidir.

Oyundaki karakter kullanımı ile ilgili Gray şöyle der: “Sahnedeki karakterleri günlük hayattan ya da tarihten kişiler olarak görmek mümkün değildir: onlar, konuşmalarıyla sürekli gerçekliğe eğilim gösterirken aynı zamanda da bu gerçeklikten sürekli kaçarlar” (126). Bu duruma örnek olarak, ilk sahnede, Cesaret Ana’nın kendini ve mesleğini tanıttığı şarkısı verilebilir. Cesaret Ana’nın şarkısı yabancılaştırma efektini yaratır çünkü bu teknik sayesinde şarkıyı söyleyen aktörün Cesaret Ana rolünde olan karakterden farklı olduğu seyirciye aktarılmış olur. Brecht’in kullandığı teknikler ve aktörlerin oynadıkları rol hakkında şarkılar yoluyla yaptıkları yorumlar sayesinde, aktörler, oynadıkları karakterlerden farklı olduklarını seyirciye hissettirirler.
Cesaret Ana oyunu genel anlamda, anne figürü Anna Fierling’in Otuz Yıl Savaşları (1624-1636) döneminde hayatta kalma çabası ile ilgilidir. Anna Fierling, hayatını savaşta kullanılmak üzere yiyecek satarak kazanmaktadır. Brecht oyun için Otuz Yıl Savaşlarını seçmiştir çünkü bu savaşın “kapitalizmin Avrupa üzerine getirdiği en büyük savaşlardan biri olduğuna” (akt. Dickson 129) inanmaktadır. Oyunu için, oynandığı yüzyıldan üç yüzyıl gibi eski bir zaman dilimi seçmesinin sebebi, Brecht’in seyircisinin savaş ve savaş sırasında toplumda yaşanan aksaklıkların evrensel olduğunu düşünmelerini sağlamaktır. Seyircinin o günlerde yaşadıkları olaylar yıllar önce de bir başka savaş sırasında yaşanmaktadır. Ayrıca, böyle eski bir zaman kullanması da epik tiyatronun bir başka özelliği olarak gösterilebilir çünkü Brecht, seyirciler oyunu izlerken gerçek yaşamı tecrübe ediyorlarmış gibi hissetmelerini istememiştir. Oyunda geçen mekan farklığı da İsveç’den Polonya’ya kadar çeşitlenir, bu da savaşın coğrafik bölge ya da herhangi bir ülke farkı gözetmeksizin herkesi etkilediği fikrini seyircide uyandırmada etkilidir. Bu konuyla bağlantılı olarak Dickson şöyle der “Brecht, coğrafya sınırları olmayan, belirli bir başı ve sonu olmayan bir savaş tanıtmayı başarmıştır” (132).
Oyundaki en temel fikirlerden biri de kapitalizm eleştirisidir. Cesaret Ana’nın aklı, savaşta bile kar yapmakla meşguldür. Para kazanmanın önemi Cesaret Ana’nın çocuklarının ölümü ile çelişkilidir. Paraya aşırı önem verir ve onun için para kazanmak yalnızca savaş zamanı mümkündür çünkü barışta iş yapamaz ve çocukları ile kendisi için pek para kazanma şansı yoktur. Ancak, aklı yaptığı ticaretle o kadar meşguldür ki bu durumun çocuklarının ölmesine sebep olduğunun farkına varamaz.
Annelik teması kar elde etme çabası ile çelişkilidir. Oyunun başında, Cesaret Ana, savaşı över çünkü bu onun tek para kazanma kaynağıdır. Ancak, Çığırtkan ve Çavuş, Cesaret Ana’nın oğullarını savaş için almaya geldiğinde onları savaşa göndermek istemez ve diğer oğlu Eilif’i almaya çalışırlarken İsviçre Peyniri’ne şöyle der: “Koş. Kardeşimi çalıyorlar diye bağır” (Cesaret Ana 13) ve komutanları bir bıçakla tehdit eder. Buna benzer bir şekilde, oyun boyunca Cesaret Ana savaşa müteşekkir olsa da daha fazla dayanamaz ve onun için “tarihi [bir] an” (Cesaret Ana 51) olan, kızı Kattrin’in yaralanması sırasında savaşı lanetler. Güçlü kişiliğine rağmen, Cesaret Ana, kızının dilsiz olmasından da şikayetçidir çünkü onun bu durumda olmasının sebebi bir askerin Kattrin daha çok küçükken onun ağzına bir şeyler sokmaya çalışmasıdır, aynı şekilde Kattrin’in, yüzündeki yarası yüzünden hiç evlenemeyeceğinden de şikayetçidir ve sonunda savaşı lanetler: “Lanet olsun savaşa!” (Cesaret Ana 51). Böyle zamanlarda, Cesaret Ana’nın şefkatli yönü seyirciye aktarılmış olur. Oğulları Eilif ve İsviçre Peyniri savaşa alındığında Cesaret Ana bir anne gibi davranırken oyundaki diğer tüm zamanlarda eleştirilmesi gereken bir iş kadınıdır.
Cesaret Ana’nın hırsı oyunun merkezindeki konudur. Para kazanma hırsı ile takıntılı olduğundan çocuklarının ölümüne şahit olur. Örnek olarak, vagonunun fiyatı üzerine pazarlık yapmaya çalışırken oğlu İsviçre Peyniri’ni öldürürler. Buna benzer bir şekilde, askerler oğlu Eilif’i savaş için alırlarken kendisi hala bir kemerin fiyatı için pazarlık edebilmektedir, hatta askerler para ödeyemediklerinden onlara yaralarını sarmak için keten bez vermeyi bile reddedecek kadar ileri gider. Aynı şekilde İsviçre Peyniri öldüğünde, tek geçim kaynağı olan vagonunu kaybetmemek adına oğlunu tanımıyormuş gibi yapmayı bile başarabilir. Brecht’in, Cesaret Ana’nın zor zamanlarda bile para ile bu kadar takıntılı olmasıyla vermeye çalıştığı mesaj Hayman’ın da dediği gibi “aslında ticaret ölümcüldür” (228) dür. Brecht, çocuklarının ölümünden Cesaret Ana’yı sorumlu tutar. Onun gerçek amacı toplumdaki aksaklığın savaş olduğunu göstermek ve bundan sorumlu olan kişinin de hırsı yüzünden savaşın gerektirdiklerini yerine getiren Cesaret Ana olduğunu ileri sürmektir.
Annesinin tersine, Kattrin duyguları daha rahat anlaşılabilen bir karakterdir. Onun, dilsizliği, yaralanması ve oyunun sonunda gerçekleşen kendini kurban edercesine ölümü yüzünden savaştan en çok mağdur olan kişi olduğu iddia edilebilir. Kattrin’le ilgili önemli bir sahne, Aşçı’nın Cesaret Ana’ya kendisiyle Utrecht’e gitmesi için evlenme teklifi ederken Kattrin’i yanlarında götürmek istemediği sahnedir. Bu sahne, Cesaret Ana’nın daha iyi yaşam koşulları için kızını terk etmesi gerektiğinde nasıl davrandığını göstermesi açısından önemlidir. Cesaret Ana burada Kattrin’i yalnız bırakmaz ve kendisini vefalı bir anne olarak gösterir. Son sahneyle birlikte, seyirci Kattrin’in, kendini Halle’de yaşayan insanlar adına feda ettiğinden oyunun en önemli karakteri olduğunun farkına varır. Kattrin, davulunu çalarken öldürülme tehlikesiyle karşı karşıya kalsa bile, Gray’e göre, Kattrin’in “ani ölümle tehdit edildiğinde teslim olmayı reddetmesi hakiki kahramanlığın bir göstergesidir” (134). Kattrin’den başka oyunda kahramanca hareket eden bir karakter bulunmaz, buna ilişkin Brecht, Kattrin’in yani “oyunun en çaresiz karakterinin yardım etmeye en çok hazır olduğu”ndan (akt. Thomson 55) bahseder. Bu bağlamda Kattrin’in, oyundaki diğer tüm karakterlere zıt olarak vicdanı ile hareket ettiği söylenebilir.
Oyunda eleştirilen bir diğer konu da savaştan en çok etkilenenlerin toplumun en fakir kesimleri olmasıdır. Oyunda da görüldüğü gibi, general ve kumandanlar, savaş sırasında para kazanma derdindeyken, hayatta kalmak için çabalayanlar hep alt sınıflardır. Steel, Brecht’in başyapıtlarında “politikanın tek gayesinin ve kurbanının sıradan insanlar” (649) olduğunu söyler. Savaş, hastalık, açlık ve dilenme yalnızca bu insanların hayatında etkiliymiş gibi görünür. Toplumdaki daha güçsüz gruplara yapılan bu haksızlık Cesaret Ana tarafından da eleştirilir. Onu tutukladıklarında askerlerle konuşurken şöyle der: “Haksızlığa karşı ne kadar dayanılmaz? Bir saat mi, iki saat mi? Asıl mesele bu, ama siz kendinize bu soruyu bile sormuyorsunuz” (Cesaret Ana 40). İnsanların haklarını korumalarının ve bu zayıf grupları bastırmaya çalışanlara karşı savunmalarının önemini vurgular. Böyle zamanlarda tutunacak hiçbir şeyleri olmadığından, fakir insanlar hayatlarını devam ettirebilmek için cesarete ihtiyaç duyarlar ve bu sebeple Cesaret Ana, insanlara cesaretlerini kaybetmemeleri için “Yoksulların cesarete ihtiyaçları vardır” (Cesaret Ana 48) der.
Oyundaki çoğu karakter yokluk çekiyor ve yaşamak için cesarete ihtiyaç duyuyor olsa da, savaşı övmekten geri durmazlar çünkü onlar için para kazanmanın tek yolu savaş sırasında yapabildikleri ticarettir. Biraz para kazanabilmek için “hatırlanmayan kitleler” (Dickson 134) olan tüm bu fakir insanlar, savaşın gerektirdiklerini yapmak için zorunlu hissederler. Bunların hiçbiri savaş sırasında toplumda hüküm süren aksaklıklara ses çıkarmazlar, Cesaret Ana’nın Büyük Silah Bırakma şarkısı da savaş sırasında gerekenin yapılmasının, yani savaşa alet olmalarının önemini vurgular.
Bu insanlar savaşa o kadar çok alışmışlardır ki savaşın kesildiğini duyduklarında mutlu olamazlar bile çünkü barış zamanında para kazanmaları için bir yol yoktur. Örnek olarak Cesaret Ana savaşın süreceğini düşünerek bir sürü mal almıştır ancak kısa süren barış zamanında mutlu olmaktan çok uzaktır çünkü aldığı malları satamayacağından ve borca gireceğinden korkmaktadır. Cesaret Ana yalnızca yaptığı işi düşünmektedir. Buna örnek olarak, Rahip ona evlenme teklifi ettiğinde ve ona “[a]ma siz de bir insansınız ve sizin de insan sıcaklığına ihtiyacınız var” (Cesaret Ana 49) dediğinde, Cesaret Ana bu teklifi ciddiye bile almaz ve “Yeterince odunumuz olunca çadırımız iyi ısınır” (Cesaret Ana 49) şeklinde karşılık verir. Cesaret Ana’nın cevabı onun işine olan güçlü bağının ve parayı aşka tercih ettiğinin net bir göstergesidir.
Fakir insanların acınacak durumu, savaşın galip tarafı gibi görünen general ve kumandanların durumuyla tam olarak zıttır. Üçüncü sahnede, Cesaret Ana “Kodamanların lafına bakılırsa, Tanrı içinmiş bu savaş; iyi ve güzel olan her şey içinmiş. Ama dikkatli bakınca onların bu kadar aptal olmadıklarını, savaştan çıkar beklediklerini görüyorsun” (Cesaret Ana 27) diyerek seyircinin gözlerini savaşın gerçeklerine açar. Cesaret Ana’nın bilge sözleri seyircinin, savaşın yalnızca ideoloji farkından doğmadığını aynı zamanda maddi çıkarlar sebebi ile de ortaya çıktığının farkına varmasını sağlar. Tüm bu karakterler gibi Cesaret Ana da savaş sayesinde para kazanmaktadır ve bu sebeple Sartre onun hakkında “savaştan nefret eden ama onun sayesinde yaşayan bir kadın. Savaş ona her şekilde zarar verir ancak o savaş olmadan yaşayamaz” (55) der. Başkahraman olan Cesaret Ana ve diğer sahne arkasında kalan gücü elinde tutan karakterler yoluyla Brecht, savaşın güçlendirdiği kapitalizmi eleştirmektedir.
Oyunda, tüm insanlar tarafından kabul edilen erdemler sorgulanmaktadır çünkü savaş sırasında dürüstlük, merhametlilik ve iyilik erdem olarak kabul edilmekten çıkar. Buna bir örnek vermek gerekirse, Cesaret Ana, tüm çocuklarını erdemlerini diğer insanlara belli etmemeleri için uyarır. Oyunda “her bir çocuğun, sahip oldukları erdem yüzünden öldürüldükleri” (Gray 132) gözlemlenir. Eilif cesareti yüzünden, İsviçre Peyniri dürüstlüğü yüzünden, Kattrin ise iyi kalpliliğinden dolayı ölürler. Ancak burada Brecht’in iyi karakterlerini cezalandırmak istediği gibi bir yanılgıya kapılmamak gerekir, daha çok “erdemleri kötüleyenlerin doğasını gözler önüne sererek, asıl erdemli karakterleri övmeyi amaçladığı” (Gray 132) görülür.
İnsani değerlerin önemsizleştirilmesi adına en önemli sahne Aşçı’nın Büyük Ruhların Şarkısı’nı söylediği sahnedir. Bu şarkı, en önemli tarihi karakterlerin bile erdemleri sayesinde mutlu olamadıklarını gösterir ve bu sebeple Aşçı, sıradan insanların bu erdemlere sahip olmak gibi bir çabaları olmaması gerektiğini savunur. Şarkıda, Süleyman’ın bilgeliği, Sezar’ın cesareti ve Sokrat’ın dürüstlüğü, Aziz Martin’in cömertliği, bu karakterlerin kötü kaderlerinin sebebi olarak gösterilmiştir. Bu erdemlere değinerek, Aşçı, kendilerinin içinde bulundukları durum ve bu tarihi karakterlerin durumu arasında bir paralellik çizer. Aşçı’ya göre, cömertliğin ona savaş sırasında hiç faydası dokunmamıştır ve şöyle der: “Cömert olalım. Ağzımızdan lokmayı alsalar eyvallah diyelim” (Cesaret Ana 67). Aşçı bütün erdemleri lanetler ve bulundukları durum için onları suçlayarak “[…] hırsız ve katil olsaydık belki de doyardık. Ahlaksızlık karın doyurur, erdem değil” (Cesaret Ana 64) der. Bu sahnede, Aşçı’nın şarkıları ve söylediklerinden anlaşılması gereken, savaştan etkilenen bütün karakterlerin umutsuzluğu ve hayal kırıklığıdır. Bu insanlar, erdemli insanlar olsalar bile, hatalı olmalarına rağmen kazanmaya da devam eden, savaşı yöneten güçlü amir ve generaller yaşamaya devam ettiği sürece para kazanamayacaklarının farkındadırlar. Bu sahnede, Brecht, seyircinin, savaşın yalnızca kötüler için bir çıkar sağladığının farkına varmalarını istemiştir, ve erdemler savaşın sonunda kazançlı çıkanlar tarafından teker teker öldürülmektedir.
Din de Cesaret Ana’da diğer bir eleştiri hedefi olarak rol oynar. Rahip, dini çevrenin sembolü halindedir ve bir karakter olarak, savaşın din açısından ne kadar kahramanca bir önemi olduğundan bahseder. Üçüncü sahnede, Rahip, Aşçı’ya “Ne mutlu savaşta ölene. Neden? Tanrı yolunda savaşıyoruz. Bu öyle sıradan bir savaş değil. İmansızlar için yapılan bir savaş. Bizden razıdır Tanrı” (Cesaret Ana 24) der. Oyununda böyle bir karakteri kullanarak, Brecht din adamlarını da eleştirmektedir. Otuz Yıl Savaşları, Katolik ve Protestanlar arasında olduğundan Brecht yine savaş yoluyla din adamlarının savaşta ölmeyi diğer erkekler için kutsal bir durum gibi gösterirken yaptıkları kazancı vurgular. Brecht, oyununu ve eleştirisini 17. Yüzyıla oturtmuş olsa da, bu savaşta olan olayların aynı etkileri kendi gününde de görüldüğünden, dini ideolojiler özellikle Nazi istilası sırasında da rol oynadığından, bütün bu eleştirileri aynı zamanda kendi gününe de yansıtmış olduğu öne sürülebilir.
Oyunda, savaş ve barış arasında sürekli bir karşılaştırma vardır. Barışın zıttı olarak savaş birçok karakter tarafından olumlu bir gelişme olarak gösterilir. Örneğin Cesaret Ana savaş hakkında yorum yaparken “Al sana savaş! Kazanç mı kazanç” (Cesaret Ana 52) der. Buna benzer bir şekilde, oyunun başında Çavuş, savaş propagandası yapmaktadır: “Barış demek, düzensizlik, başıboşluk demektir. […] Sözün kısası, bir yerde savaş yoksa, düzen de yok demektir” (Cesaret Ana 7). Bu sözler, tüm karakterlerin ihtiyacı olan şeyin disiplin olduğunu savunur ve tıpkı para kazanmanın ancak savaşta mümkün olması gibi, disiplin de ancak savaş sırasında mümkündür, çünkü insanlar yalnızca savaşta disiplin ile kontrol altına alınabilirler. Güçlü karakterler için “savaş düzen demektir […]. Barış kaostur” (Barthes ve Bernays 46).
Barış, komutanlara göre, sahip oldukları gücü kullanmalarına engel olduğundan olumlu bir gelişme değildir. Buna benzer şekilde, fakirlerin barış zamanı ticaret yapması mümkün olmadığından, toplumun alt kesimi de barışın gelmesini sevinçle karşılamamaktadır. Bir sahnede, Cesaret Ana’nın savaş ve barış arasındaki fark hakkında yorum yaptığı görülür, bunun sonucunda savaşın kendisi için daha iyi bir yol olduğuna karar verir çünkü barış ona hiçbir şey vaat etmezken savaş onun kazanç yapabildiği tek zamandır. Savaş durduğu zaman Cesaret Ana: “Dil uzattırmam savaşa. Neymiş? Zayıfları silip süpürürmüş. [...] onların hali barışta da harap değil mi? Erbabı için nimettir savaş nimet” (Cesaret Ana 53) şeklinde şikayet eder. Barış onun için de iyi değildir çünkü barış onun işinin sona ermesi anlamına gelir ve şöyle der: “Barışın sırası mıydı? Malları yeni düzdük” (Cesaret Ana 54).
Savaşı destekleyen ve öven bir diğer karakter de Rahip’tir. Savaşı destekleyecek şekilde “[…] sevişmek bile daha rahat olur böyle zamanlarda. Ne kanun vardır ne nizam” (Cesaret Ana 49) der. Eğlenmenin, uyuyakalmanın ve savaşta çoğalmanın mümkün olduğunu öne sürer, buna karşılık barış zamanında, herkesin çalışması gerekeceği için eğlenmenin mümkün olmadığını ifade eder. Oyundaki diğer karakterler gibi Rahip’e göre de savaş bir hayat kaynağı iken barış, hiç de verimli olmayan durağan bir süreçtir. Rahip’e göre, aynı Cesaret Ana’ya olduğu gibi, barışın güzel bir zaman olması için savaş lazımdır çünkü barışta kullanacakları parayı ancak savaşta kazanabilirler.
Oyundaki en önemli sahne, teknik ve tematik açıdan tartışma konusu olduğundan son sahnedir. Teknik olarak, oyunun uygun bir sona sahip olup olmadığı tartışılmıştır. Seyircilerin birçoğunun, Kattrin’in ölümü ve Cesaret Ana’nın kızının ölümünün ardındaki soğukkanlılığı karşısındaki duygu yoğunluğu oyunun gerçekçi bir sonu olup olmadığı konusunda sorular yaratmıştır. Seyircinin, oyunun sonunda Cesaret Ana’nın yaptıklarının ardından bir anagnorisis, yani hatasının farkına varmasını beklediği söylenmiştir. Oyunun sonunda Cesaret Ana’nın pişman olmamasının ve hayatına aynı şekilde devam etmesinin, bazı sahnelemelerde seyirciyi şaşırttığı bilinmektedir. Ancak, Brecht’in açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, oyununun gerçekçi bir sona sahip olması gibi bir çabası zaten yoktur ve bu sebeple, Cesaret Ana, hayattan dersini almış birisi gibi davranmaz. Bu konuda Brecht’in kendi cümlelerini kullanmak gerekirse: “Cesaret Ana trajik tecrübesinden, bir kobay faresinin, alet olduğu bir deneyden öğrendiğinden daha fazla bir şey öğrenmez” (akt. Dickson 136).
Son sahneyle alakalı olarak, Brecht’in oyununun başkahramanını alışılmadık bir şekilde sahneye koymuş olmasının seyircisini şaşırttığı söylenebilir. Bu açıklama, Willet’e göre, epik bir oyunun sonunda “bunu daha önce hiç düşünmemiştim- böyle olmamalı- bu sıra dışı ve inanılmaz […] Bu yüksek sanat; içinde hiçbir şey açık değil- onlar ağlarken ben gülüyorum, onlar gülerken ben ağlıyorum” diyebilen epik tiyatro izleyicisinin hedeflendiğini göstermektedir (akt. Curran 170).
Klasik trajedide, Cesaret Ana’nın yaptığı hatanın farkına varması gerekir, fakat Brecht’in epik tiyatrosunda amaç karakteri, kendisini canlandıran aktörden ve de seyirciyi oyundan uzaklaştırmaktır. Cesaret Ana’nın ilk önce ağlaması sonradan ticaretine devam etmek için oradan geçmekte olan asker alayına katılmış olması, Brecht’in, seyircisini sorgulamaya yöneltmek istediğinin bir göstergesidir. Brecht, burada, seyircisinin, savaşın kapitalist etkileri ve bu etkilerin bir annenin duygularını nasıl etkilediği ve onu nasıl soğukkanlı yaptığı üzerine sorgulatmak istemektedir. Calabro’nun da bahsettiği gibi Brecht “Cesaret Ana’yı, savaş şekline bürünen açıklanamaz bir kader sonucu kaybolan çocuklarının arkasından yas tutan mitik bir Niobe figürüne çevirmek istemez” (82) çünkü o, tiyatrosundan empati duygusunu uzak tutmayı amaçlamıştır. Brecht’in empati (eşduyum) duygusuna karşı çıkmasının sebebi “tiyatroda karakterlerle empati kurma çabasının, daha çok eleştirel yansımaya yol açmaktansa duygusal bir kapanmaya yol açmasıdır” (Curran 174). Eşduyum gerçekleştiği zaman, seyirci kendi kararlarını veremez, dahası kendisiyle özdeşleştirdiği karakterin fikirlerini benimsemeye başlar.
Brecht, Cesaret Ana’nın çocuklarının ölümü ardından yas tutan ve pişman olan bir kadın olarak göstermeyi hedeflemez, onun amacı “Cesaret Ana’yı gözlemleyerek bir şeyler öğrenebilecek” (akt. Willett 229) olan seyirciye ulaşmaktır. Brecht’in cümlesi, Subitto’nun “Brecht, seyirciyi etkilenmesi ve değiştirilmesi gereken biri olarak gördüğü” (33) ifadesini anımsatır. Brecht, sahnedeki olaydan çok kolay etkilenen seyirciye ve “uzun süredir egemen olan duygusallık alışkanlığının kölesi olan seyircinin aptallığına” (Esslin 230) karşıdır. Brecht, Cesaret Ana’yı sonunda cezalandırmak ister çünkü Esslin’in de değindiği gibi “savaş sayesinde yaşayanlar bunun bedelini ödemelidirler” (229).
Cesaret Ana’da, seyircinin fikirlerini etkilemek ve değiştirmek, ve onların hayatlarına bir farkındalık kazandırmak amacı oldukça açıktır. Brecht’in de epik tiyatronun tanımını yaparken belirttiği gibi “epik tiyatro […] insan davranışlarının değiştirilebilir olduğunu, insanın kendisinin belli politik ve ekonomik faktörlere bağlı ve aynı zamanda onları değiştirme gücüne sahip olduğunu gösterir” (akt. Curran 172). Brecht’in tiyatrosunda, toplumdaki yanlışlıklar bireyin kendisinden daha önemli durumdadır, eşduyum ihtiyacı ortadan kaldırılmalıdır, ve onun tiyatrosu herkese bir şeyler öğretme amacı gütmelidir, yani tiyatro, seyircisinin eleştirel duruşunu özgürleştirmelidir.
Brecht, bu oyununda, savaşın gereksizliğini ve Cesaret Ana’nın savaş sayesinde para kazanabileceğine olan inancının ne tarz sonuçlar doğurabildiğini sergilemeye çalışır. Kapitalizmden nefret eder ve savaşı, özellikle toplumun alt kesimindekileri daha kötü duruma sürüklerken diğer grupların daha fazla kazanmasını sağlayarak toplumda oluşturduğu eşitsizlikten dolayı kapitalist ideolojinin en güçlü silahı olarak görür. Oyununda bu fikirleri farklı tiyatral teknikleri kullanarak sunarken, Brecht, kendi epik tiyatrosu tarafından beslenen ve geliştirilmeye çalışılan “eleştirel tutum”a ulaşmaya çalışır (akt. Willett 227).
Özlem Özmen
Not: Alıntılardaki çeviriler bana aittir.
 Kaynakça
Ana Metin:
Brecht, Bertolt. Mother Courage and Her Children. Eds. John Willett and Ralph Manheim.
London: Methuen, 1980.
Brecht, Bertolt. Cesaret Ana ve Çocukları. Çev. İsmet Sait Damgacı ve Muammer Sencer.
Sıralar, 1967.
Brecht, Bertolt. Cesaret Ana ve Çocukları. Çev. Ayşe Selen.
İkincil Metin:
Barthes, Roland and Hella Freud Bernays. “Seven Photo Models of ‘Mother Courage’”. TDR
12. 1 (Autumn, 1967): pp. 44-55. JSTOR. Web. 05.05.2012.
Blau, Herbert. “Brecht’s ‘Mother Courage’: The Rite of War and the Rhythm of Epic.”
Educational Theatre Journal 9. 1 (Mar., 1957): pp. 1-10. JSTOR. Web. 04.05.2012.
Busacca, Basil. “Brecht and Deconstruction of Theater.” Medieval Epic to the Epic Theater of
Brecht. Eds. Rosario P. Armato and John M. Spalek. Los Angeles: Southern California U.P., 1968. 185-203.
Calabro, Tony. Bertolt Brecht’s Art of Dissemblance. Wakefield: Longwood Academic, 1990.
Curran, Angela. “Brecht’s Criticisms of Aristotle’s Aesthetics of Tragedy.” The Journal of
Aesthetics and Art Criticism 59. 2 (Spring, 2001): pp. 167-184. JSTOR. Web. 04.05.2012.
Dickson, Keith A. “Mother Courage and Her Children.” Critical Essays on Bertolt Brecht.
Ed. Sigfried Mews. Boston: G.K. Hall, 1989. 128-138.
Esslin, Martin. Brecht: The Man and His Work. New York: Anchor Books, 1961.
Gray, Ronald. Brecht: The Dramatist. London: Cambridge, 1976.
Hayman, Ronald. Brecht: A Biography. New York: Oxford U.P., 1983.
Sartre, Jean-Paul. “Beyond Bourgeois Theatre.” Brecht Sourcebook. Eds. Carol Martin and
Henry Bial. London: Routledge, 2000.
Steer, W. A. J. “Brecht’s Epic Theatre: Theory and Practice.” The Modern Language Review
63. 3 (Jul., 1968): pp. 636-649. JSTOR. Web. 06.05.2012.
Subiotto, A. “Epic theatre: a theatre for the scientific age.” Brecht in Perspective. Eds.
Graham Bartram and Anthony Waine. London: Longman, 1982.
Thomson, Peter, ed. “Introduction.” Mother Courage and Her Children. Cambridge:
Cambridge U.P., 1997.
Willett, John. Brecht on Theatre: The Development of an Aesthetic. London: Methuen, 1964.
Wulbern, Julian H. Brecht and Ionesco: Commitment in Context. Chicago: Ilinois U.P, 1971.