Monday, December 14, 2015

Ali Artun'un İletişim Yayınları'ndan çıkan "Sanatın İktidarı" kitabi

Ali Artun'un İletişim Yayınları'ndan çıkan "Sanatın İktidarı - 1917 Devrimi, Avangard Sanat ve müzecilik" adlı kitabı, "tarihte sanatın sanatı yönettiği yegane dönem". Artun, bu dönemde sanatın aldığı yeni biçimi anlatıyor ve diyor ki: "Sanatın kısacık iktidar dönemindeki deneyimleri, avangardın bir kehaneti sayılmalıdır.
Bu ilgi çekici çalışmanın Sunuş bölümünü, tadımlık olarak yayınlıyoruz.

***
Rus avangardı, yakıp yıkmaktan bahsettiği müzeleri 1917 Devrimi’nden sonra ele geçirince ne yapmıştı?
Ermitaj gibi muhteşem imparatorluk müzelerini nasıl yönetmişti?
“Fransız Burjuva Devrimi”, saraylardan, kiliselerden el koyduğu koleksiyonlarla Louvre’u kurmuştu. Peki, “Rus Proleter Devrimi” müzeyle nasıl baş etmişti?
Bu kitapla ilgili çalışmalar, daha ziyade müzeciliği ilgilendiren böyle meraklarla başladı. Bunlar müzeciliği belirleyen diğer konulara taştı: Devrim döneminde sanatın örgütlenmesi, siyaseti, felsefesi, üretimi...
Sonunda bir makale çerçevesinde başlayan araştırmalar uzadıkça uzadı ve “sanatın iktidarı”na ilişkin böyle bir kitapçığa dönüştü. Yani, Sanatın İktidarı, Rus avangardıyla 1917 Devrimi’nin ilişkileri üzerine bir inceleme değil, Rus avangardının siyasal evreni üzerine bir çalışma da değil. Bir müzecilik profili. Ama bu profili tanımlayan öteki konulara da bulaşıyor.

1917 Rus Devrimi’yle iktidarını kuran Sovyet hükümeti, başta müzeler olmak üzere, bütün sanat kurumlarının yönetimini avangard sanatçılara teslim eder. Bundan sonraki dört-beş yıl boyunca yaşananlar, gerek müzecilik tarihinin gerek bütün sanat tarihinin en istisnai deneyimini oluşturur. Tarihte ilk kez sanatın iktidarı sanatçıların elindedir. Ne var ki onlar bu iktidar sayesinde devraldıkları mirası parçalamak üzere örgütlenmişlerdir. Yani sanat kuramlarını kurmayı değil, yıkmayı amaçladıkları için “avangard”dırlar.
Müzeleriyle, akademisiyle, koleksiyonlarıyla, sergileriyle, tarihi ve teorisiyle reddettikleri, ama Devrim’le birlikte sorumluluğu üstlerine kalan sanat, aslında iki yüz yıllık şaşaalı Rus modernleşmesinin ta kendisidir.

O nedenle, Devrim arifesindeki sanat atmosferini incelemeye, 18. yüzyılda St. Petersburg’un* kurulmasıyla başlayan Rusya’nın modernleşme/müzeleşme atılımına değinerek başlıyorum. Bu atılımın bir ayağı Petrograd’ın imparatorluk müzeleri, diğer ayağı genellikle aristokrat malikânelerinde gelişen Moskova’nın “entelektüel müzeleri”. Ondan sonra, Rus avangardının Devrim öncesindeki ve ertesindeki düşünsel, estetik formasyonu üzerinde duruyorum. Devrim dönemi sanatı ve müzeciliği, bunun ardından geliyor. En sonra da, sanatın bu birkaç yıllık iktidarının sarsılmasına ve yıkılmasına değiniyorum. “Epilog” ise, süprematizm ve konstrüktivizmin dramıyla ilgili: Tam bir enternasyonali başardıkları sırada, İkinci Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş konjonktüründe nasıl ezildiklerini kaydediyor. (AA/HK)
* 1703-1914 St. Petersburg, 1914-1924 Petrograd, 1924-1991 Leningrad, 1991 St. Petersburg.

Ali Artun hakkında
1972'de Ortadoğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümü'nden mezun oldu. Mimarlar Odası'nda bilim ve teknoloji konuları ile mimar ve mühendislerin toplumsal konumları üzerine araştırmalar yürüttü, çeşitli makalelerin yanı sıra "Fordizmin ve Mühendisin Dönüşümü" adlı kitabı yazdı. 1980'den sonra Ankara Çağdaş Sahne Kültür Merkezi’ni yönetti ve burada 500 Yıllık Bilmece programı çerçevesinde sanat tarihi, edebiyat ve müzikle ilgili etkinlikler düzenledi. 1984'te Galeri Nev'in kuruluşuna katıldı. Bu zamandan başlayarak Galeri'nin Ankara'daki sergilerini düzenledi ve aralarında "Resme Bakan Yazılar", "Arslan-Defterler" ve "Tiraje-Zamanların Hafızası"nın da bulunduğu yüzü aşkın Galeri Nev yayınının editörlüğünü yaptı. Galeri sergilerinden başka, Ankara'da "Cobra ve 1950-2000", "Kopenhag'da Ben Bir Başkası", "İstanbul'da Mübin Orhon-Sainsbury Koleksiyonu" sergilerini hazırladı. Sanart'ın kuruluşunda ve yönetiminde görev aldı. Halen, kültürel eleştiri alanında eserlerin derlendiği "Sanathayat" dizisini yönetiyor ve İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Programı'nda "Sanat ve İktidar" dersini veriyor. Ekim 2011 tarihinde internette yayına başlayan e-skop sanat ve eleştiri dergisinin kurucusu ve editörü. Son yayınlanan kitapları: "Modernliğin Sınırında Sanat-Eleştiri, Özerklik, Siyaset" (2006), "Müze ve Modernlik" (2006), "Çağdaş Sanatın Örgütlenmesi: Estetik Modernizmin Tasfiyesi" (2011).
Kaynak: İletişim Yayınları

Thursday, December 10, 2015

Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine: Svetlana Aleksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması


08 ARALIK 2015
Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi Belaruslu yazar Svetlana Aleksiyeviç, 7 Aralık’ta ödül kabul konuşmasını yaptı. Azerbaycanlı yazar Nermin Kemal‘in Rusça’dan Azerbaycan diline harika çevirisinden ilham alarak ben de konuşmayı Türkçe’ye çevirdim.
 KAYNAK: http://www.5harfliler.com/


Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine

Sevgili dostlar,

Bu kürsüde tek başıma durmuyorum. Etrafımda sesler var, yüzlerce ses… Sesler her zaman benimle, çocukluğumdan beri.

Çocukken köyde yaşıyordum. Biz çocuklar sokakta oynamayı seviyorduk, ama akşamları, yorgun argın ninelerin -bizim orada nasıl derler- konuşlandığı banklar, mıknatıslıymış gibi bizi kendilerine çekiyordu. Hiçbirinin kocası, babası, erkek kardeşi yoktu. Savaştan sonra köyümüzde erkek olduğunu hatırlamıyorum. Savaş sırasında her dört Belarusludan biri, cephede veya partizanların yanında savaşırken öldü.

Savaştan sonraki çocuk dünyamız, kadınların dünyasıydı. Her şeyden çok aklımda kalan, kadınların ölümden değil, sevgiden bahsettiği. O en son gün sevdikleriyle nasıl vedalaştıklarını anlatırlardı, onları bir zamanlar nasıl beklediklerini, nasıl hala da bekliyor olduklarını… Yıllar geçmişti artık, onlar hala bekliyorlardı. ‘Bırak, kolsuz, bacaksız dönsün. Ben onu kollarımda taşırım, kolsuz da, bacaksız da…’ Ben galiba sevginin ne demek olduğunu çocukluğumdan beri biliyordum.

İşte kulağımdaki bu kederli korodan birkaç ses:

Birinci Ses:

Bilip de ne yapacaksın bu kadar hüzünlü bir hikayeyi? Ben kocamla savaşta tanıştım. Tank subayıydım, Berlin’e kadar gittim. Hatırlıyorum, duruyorduk, daha o zaman kocam değildi… Reichstag’ın orada duruyoruz, bana diyor ki, ‘Gel evlenelim. Seni seviyorum.’ Benimse bu sözler bir ağrıma gitti ki! Tüm savaş boyunca kirin, tozun, kanın içindeydik, etrafımızda her şey mat. Şöyle dedim ona: ‘Sen önce benden bir kadın yap, bana çiçekler ver, şefkatli sözler söyle. Cepheden geri yollanınca kendime bir elbise dikerim ben de.’ O kadar dokunmuştu ki sözleri, ona hatta vurmak istemiştim. O da hissetti hepsini. Bir yanağında yanık yarası vardı, dikişlerle kaplı, o dikişlerin üzerinde göz yaşlarını gördüm. ‘Peki, evlenirim seninle’ dedim ve ne dediğime kendim de inanamadım. Etrafımız kırık, dökük, tek kelimeyle, etrafımız savaş.

İkinci Ses:

Çernobil Nükleer Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkan vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘Ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum.’ Beni ikna etmeye çalıştılar; ‘O artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje. Anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, seviyorum, seviyorum.

Geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

O öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Bense öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…

Üçüncü Ses:

İlk kez bir Alman öldürdüğümde 10 yaşındaydım. Partizanlar beni yanlarına almıştı artık, eğitime. Bu Alman yerde yaralı yatıyordu, silahını almamı söylediler. Ona doğru davrandım, tam o sırada silahına uzandı, iki eliyle birden tutup suratıma doğrulttu. Ama ilk eli atmaya yetişemedi, ben yetiştim. Birini öldürdüm diye korkmadım, savaş boyunca da bir daha aklıma gelmedi. Etraf ölüyle doluydu. Ölüler arasında yaşıyorduk.

Yıllar sonra bu Alman rüyama girdiğinde şaşırdım. Beklemiyordum. Aynı rüyayı defalarca gördüm. Kah ben uçmaya çalışıyorum, o beni bırakmıyor; yükseliyorsun, uçuyorsun uçuyorsun, o arkadan yetişiyor, birlikte yere çakılıyoruz, çukurun birine yuvarlanıyoruz. Ya yerimden kalkmak istiyorum, izin vermiyor, onun yüzünden uçamıyorum. Aynı rüya, onlarca sene boyunca peşimi bırakmadı. Oğluma bu rüyadan bahsedemedim. Küçüktü, bahsedemedim, ona masallar okudum. Büyüdü, yine de bahsedemiyorum.


 Flaubert, kendisi için ‘kalem-insan’ demiş. Ben de kendim için ‘kulak-insan’ diyebilirim. Sokakta yürüdüğüm zaman, kulağıma bir takım kelimeler, sözler, nidalar çalındığında, hep şunu düşünüyorum: Zamanla ne kadar çok roman, iz bile bırakmadan kayboluyor. Karanlığa karışıyor.

İnsan hayatının, edebiyata kazandıramadığımız sözlü bir kısmı var. Henüz değer biçmediğimiz, bizi şaşırtmayan, kendine hayran bıraktırmayan bir yan bu. Beni ise büyüleyen ve kendine esir eden şey. İnsanın konuşmasını seviyorum. Tek başına bir insan sesini seviyorum. En büyük aşkım, en büyük tutkum bu.

Bu kürsüye uzanan yolum, neredeyse 40 yıllık uzun bir yol; insandan insana, sesten sese. Bu yolda devam edecek güce her zaman sahiptim diyemem; çok kereler insandan ürktüğüm, sarsıldığım, insana karşı hayret ve tiksinti duyduğum oldu. Çok kereler duyduğumu unutmak, karanlıkta olduğum zamana dönmek istediğim oldu. Güzel bir insan görmekten duyduğum sevinçle ağladığım da az olmadı ama.

Yaşadığım ülkede, bize çocukluktan ölmeyi öğrettiler. Ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda etmek, yanmak, kurban gitmek için vardır dediler. Silahlı insanı sevmeyi öğrettiler. Başka bir ülkede büyümüş olsaydım, bu yoldan geçemezdim.

Kötülük amansızdır, aşısını olmak gerekir. Ama biz cellatlar ve kurbanlar arasında büyüdük. Korku içinde yaşayan ailelerimiz, bize bir şey anlatmazdı, ama hayatlarımızın havasında bile hissedilirdi bu zehir. Kötülüğün gözü sürekli üzerimizdeydi.

Ben beş kitap yazdım, ama bana hepsi tek bir kitapmış gibi geliyor, bir ütopyanın tarihi hakkında…

Varlam Şalamov, şöyle yazmış: ‘İnsanlığı hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen dev bir savaşın iştirakçısı oldum.’ Ben işte bu savaşın tarihini yeniden yazıyorum; zaferlerini, yenilgilerini yeniden yazıyorum… Nasıl yeryüzünde bir krallık kurmak istediklerini… Bir cennet! Bir Güneş Şehri! Sonu, milyonlarca insanın hayatından arta kalan bir kan golü oldu.

Ama 20. yüzyılın hiçbir siyasi ideolojisinin komünizmle -ve onun sembolü olan Ekim Devrimi ile- kıyaslanamadığı bir dönem vardı. Başka hiçbir ideoloji, Batı’daki aydınları ve dünyanın tüm insanlarını daha büyük bir kuvvetle, daha parlak bir ışıkla kendine çekemedi.

Raymond Aron, Rus Devrimi için ‘aydınların afyonu’ demişti. Komünizm fikrinin, en az iki bin senelik tarihi var. Ona Platon’da rastlayabiliriz – ideal ve doğru yönetim öğretilerinde. Aristo’da, her şeyin ortak olacağı bir zamanın hayalinde. Thomas More ve Tommaso Campanella’da… Daha sonra Saint Simon’da, Fourier’de, Owen’de… Rus Ruhu’na has bir şey var ki, bu rüyaları gerçeğe dönüştürmeye yeltendi.

Yirmi sene evvel, ‘Kızıl İmparatorluğu’ lanetler ve göz yaşlarıyla yolcu ettik. Bugün artık yakın tarihe daha sakince, tarihsel bir tecrübeye bakar gibi bakabiliriz. Bunu yapmak önemli, çünkü sosyalizm tartışması şimdiye değin bitmiş değil. Ellerinde başka bir dünya haritasıyla yeni bir nesil büyüdü, ama yine Marx ve Lenin okuyan gençlerin sayısı az değil. Rus şehirlerinde Stalin müzeleri açılıyor, Stalin heykelleri dikiliyor.

‘Kızıl İmparatorluk’ artık yok, ama kızıl insan hala var. O devam ediyor.

Babam, bu yakınlarda öldü. Ömrünün sonuna kadar inançlı bir komünistti. Parti biletini hep sakladı. Ben faraş anlamındaki ‘Sovok’ kelimesini, ‘Sovyetler Birliği’ yerine kullanılan o alaycı kelimeyi hiç kullanamam. O zaman kendi babama, yakınlarıma, dostlarıma da böyle demiş olurum. Onların hepsi oradan, sosyalizmden geliyor. Aralarında birçok idealist var, romantik var. Bugün onlara başka şekilde hitap ediliyor; kulluk romantikleri, ütopyanın kulları. Bence her biri başka bir hayat yaşayabilirdi, ama Sovyet hayatı yaşadılar. Neden? Bu sorunun cevabını çok uzun süre aradım – yakın zamana kadar adına SSCB denen devasa ülkeyi baştan başa gezdim, binlerce bant doldurdum. Sosyalizm denen şey bir yandan sadece bizim hayatımızdı. Ufak ufak, tane tane, ‘ev’ sosyalizminin, ‘içerideki’ sosyalizmin tarihini biriktirdim. Sosyalizmin insan ruhunda nasıl yaşadığını topladım. Beni bu küçücük alan ilgilendiriyor – insan… Tek bir insan. Aslında her şey, işte orada olup bitiyor.

Savaştan hemen sonra, Theodor Adorno şok içinde, ‘Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’ demişti. Bugün ismini şükranla anmak istediğim öğretmenim Ales Adamoviç de, 20. yy’ın kabusları hakkında kurgu yazmanın günahkarlık olduğunu düşünüyordu. Burada yaratıcılığa yer yok. Gerçeği olduğu gibi aktarma, ‘edebiyatüstü’ olma zorunluluğu var. Şahit, anlatmakla yükümlü. Nietzsche’nin sözleri geliyor akla: hiçbir ressam, gerçeğe yaklaşamaz. Onu yerden kaldıramaz.

Hakikatin tek bir kalbe, tek bir akla sığmaması bana hep eziyet vermiştir. Hakikat ayrık ayrıktır, çoktur. Hakikat farklıdır, dünyaya sepelenmiştir. ‘İnsanlık, kendisi hakkında, edebiyatla sabitleme fırsatı bulduğundan çok, çok daha fazlasını biliyor’ diyor Dostoyevski.

Ben ne yapıyorum? Gündelik hisleri, fikirleri, sözleri topluyorum. Kendi zamanımın hayatını topluyorum. Beni ruhun tarihi ilgilendiriyor. Ruhun gündelik varlığı ilgilendiriyor. Büyük Tarih’in genelde kibirle görmezden geldiği. Kaçırılmış tarih benim uğraşı alanım. Daha önce defalarca duyduğum gibi, şimdilerde de yaptığımın edebiyat değil, belgeleme olduğu söyleniyor.

Peki bugün edebiyat ne demek? Kim bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı yaşıyoruz. İçerik, biçimi yırtıp geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey sınırlarından taşıyor – müzik de, resim de, metindeki kelimeler bile metnin çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine akıyor. Şahit olanların da hisleri var. Anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor. Anlatan insan, hem oyuncu, hem yaratıcı.

Beni ilgilendiren, küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor. O, kitaplarımda kendi küçük hikayesini, ve kendi tarihini anlatırken büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hala da gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, Şatov sohbetlerinin başında Stavrogin’e şöyle diyor: Biz, iki varlık, sonsuzlukta bir araya geldik … dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!

Benim kahramanlarımla olan konuşmalarım da aşağı yukarı işte böyle başlıyor. İnsan, tabi ki, kendi tarihini anlatır, boşluktan konuşamaz. Ancak çağımızın hurafeleriyle, ihtirasları ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla kirlenmiş olan insan ruhuna ulaşmak zor.

Zamanın nasıl hareket ettiğini, Fikir’in nasıl öldüğünü, onun izinden yine de nasıl gittiğimi gösterebilmek için günlüklerimden birkaç sayfa okumak isterim…

1980-1985

Savaş hakkında bir kitap yazıyorum. Neden savaş hakkında? Çünkü biz savaşçı insanlarız; sürekli ya savaşıyoruz, ya savaşa hazırlanıyoruz. Dikkatli bakarsak, her konuyu savaş mantığıyla düşündüğümüzü görürüz. Evde, sokakta. Bu yüzden bizde insan hayatı bu kadar ucuzdur. Her şey, savaştaymış gibi…

Şüpheyle başladım. Savaş hakkında bir kitap daha. Niye ki?

Gazeteci olarak gittiğim gezilerden birinde bir kadınla tanıştım; savaşta sağlık görevlisiymiş. Bana şunu anlattı: Kış vakti, Ladoga Golü’nü geçiyorlar. Düşman tarafından birisi, hareketliliği farkedince ateş etmeye başlıyor. Atlar, insanlar buzun altına düşüyor. Gece vakti oluyor bu. Kadın da, yaralı birine tutunup onu kıyıya sürüklemeye çalışıyor. ‘Taşıyorum ama ıslak, çıplak, diyorum ki herhalde kıyafetleri yırtıldı. Kıyıya varınca farkettim ki, devasa, yaralı bir mersin balığıymış taşıdığım. Katmerli bir küfür bastım! İnsanlar acı çekiyor, peki ya hayvanlar, kuşlar, balıklar? Onlar ne yapmış?

Bir başka gezide, savaşta süvari bölüğünde görev yapan bir sağlık görevlisi kadın anlatıyordu: Çatışma sırasında yaralanan bir Alman askerini top mermisi çukuruna sürüklüyor, ama adamın Alman olduğunu çukura inince farkediyor. Adamın bacağı kırık, kanaması var. Adam düşman! Ne yapmalı? Yukarıda kendi halkından çocuklar ölüyor. Ama kadın adamın bacağını sarıp, sürünerek geri çıkıyor. Bir süre sonra bu sefer bilincini kaybetmiş yaralı bir Rus askeriyle geri geliyor çukura. Rusla Alman, bilinçleri açılınca birbirlerini öldürmeye yelteniyorlar. ‘Bir onun suratına yapıştırıyorum elimin tersiyle, bir öbürünün,’ diye anımsıyor kadın. ‘Bacaklarımız kan içinde, herkesin kanı birbirine karışmış.’

Bu, benim bilmediğim bir savaştı. Kadın savaşı. Kahramanlar hakkında bir savaş değil. Kahraman bir halkın, başka bir halkı nasıl öldürdüğü hakkında değil. Bir kadının ağıdını hatırlıyorum: ‘Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve hepsi orada yatıyor… Hepsi de genç, ve o kadar güzel ki… Yerde yatıyorlar ve gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da yazık, öbürlerine de.’

İşte bu, ‘onlara da, öbürlerine de,’ bana kitabımın neyle ilgili olacağına dair bir ipucu verdi. Savaşın, cinayet demek olduğuyla ilgili olacaktı. Kadınların hafızasında savaş böyle kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu – ve o insan artık yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden. İnsanın da, insanlığın vaktinin de.

Doğru, cepheye gitmeyi kendileri istemişti. 17-18 yaşlarında. İstedikleri öldürmek değildi, ama ölmeye hazırlardı. Vatan için ölmeye. Tarihten sözleri çıkarıp atamazsın – Stalin için ölmeye de.

Kitap iki sene boyunca basılmadı. Perestroyka’ya, Gorbaçov’a kadar basmadılar. Sansürcüler, ‘Sizin kitabınızdan sonra, kimse savaşa gitmeyecek’ diye bana akıl verdi, ‘sizin anlattığınız savaş korkunç. Neden kahramanlarınız yok?’ Ben kahraman aramıyordum. Tarihi, ona şahit olup ve onda iştirak edip de görünmez kalanların hikayeleriyle yazıyordum. Bu insanlara kimse hiçbir zaman sormadı. İnsanlar, sıradan insanlar, büyük fikirler hakkında ne düşünüyor, bilmiyoruz.

Savaştan hemen sonra insan bir hikaye anlatır, 10 sene sonra başka bir hikaye. Bir şeyler tabi ki değişir, çünkü insan, hatıralarında hayatının tüm parçalarını üst üste dizmektedir. Tüm benliğinin. O senelerde nasıl yaşadığı, ne okuduğu, kimi gördüğü, neye inandığı, en sonunda mutlu olup olmadığı… Bunlar, biz değiştikçe değişen canlı belgeler.

Ama ben şundan kesinlikle eminim; böyle genç kadınlar, 1941’deki asker kadınlar gibi kadınlar, bir daha hiç var olmayacak. Bunlar, ‘Kızıl Ülkü’nün zirvede olduğu yıllardı, devrim zamanından ve Lenin döneminden bile daha yükseklerde. Onların zaferi, bugün bile Gulag kamplarını gölgede bırakmaya devam ediyor. Ben, bu kızları sınırsızca seviyorum. Ama onlarla Stalin’i konuşmak, ya da savaştan hemen sonra, trenler dolusu zafer kazanmış cesur askerin Sibirya’ya gönderildiği gerçeğini konuşmak mümkün değildi. Geride kalanlar eve döndü, sesini çıkarmadı.

Bir keresinde şöyle bir söz duydum: ‘Biz, yalnızca savaşta özgürdük. Cephenin önlerinde.’ Bizim en büyük sermayemiz, ızdırap. Petrol değil, doğalgaz değil – ızdırap. Aralıksız üretebildiğimiz tek şey bu. Sürekli şu soruya cevap arıyorum: bizim çektiğimiz acılar neden özgürlüğe dönüşmüyor? Beyhude mi gerçekten bu kadar acı? Çaadayev doğru söylemiş: Rusya, hafızasız ülke, topyekun hafıza kaybı ülkesi, eleştiri ve tefekküre hep hazır, bakir bir bilinç alanı.

Ayaklarımızın altında büyük kitaplar sürünüyor…

1989

Kabil’deyim. Artık savaşla ilgili yazmak istemiyordum. Gel gör ki gerçek bir savaştayım işte. Pravda gazetesinden alıntı: ‘Kardeş Afgan halkına sosyalizmi inşa etmeleri için yardımcı oluyoruz.’ Savaşın insanları, savaşın objeleri her yerde. Savaş zamanındayız.

Dün beni cepheye götürmediler. ‘Otelde kalın hanımefendi. Sonra sizin için hesap vermek zorunda kalacağız.’ Otelde oturuyor ve düşünüyorum; başkalarının cesaretini, aldıkları riskleri kenardan izlemenin ahlaksız bir yanı var. İki haftadır buradayım ve savaşın erkek doğasının ürünü olduğu hissinden kurtulamıyorum; benim için bu anlaşılmaz bir şey.

Ama savaşın gündelik hali müthiş ihtişamlı. Silahların meğer güzel olduğunu keşfettim – tüfekler, mayınlar, tanklar. İnsan, başka insanları en iyi nasıl öldürebileceği üzerine çok kafa yormuş. Hakikat ve güzellik arasındaki ebedi münakaşa… Bana yeni bir İtalyan mayını gösterdiler. Benim ‘kadın’ tepkim: ‘Güzelmiş. Niye böyle güzel peki?’ Askeri bir dille hepsini açıkladılar; bu mayının üzerinden geçen veya şu köşesinden ya da bu kenarından basan insandan geriye yarım kova et kalır. Burada anormal olandan normalmiş gibi bahsediliyor, her şeyin kendi mantığı var. Savaştayız ya sonuçta… Bu görüntüler kimseye aklını kaçırtmıyor. Yerde bir insan yatıyor mesela, onu öldüren ne bir doğa olayı, ne alın yazısı; onu öldüren bir başka insan.

‘Kara lale’lerden birine yükleme yapılışını izledim; Afganistan’da ölen askerlerin cenazelerini, açılamayacak çinkodan tabutlar içinde evlerine götüren uçaklar. Ölülere 40’lı yıllardan kalma eski üniformalarla poturlar giydiriyorlar, ama bazen onlar bile yetmiyor. Askerler kendi aralarında konuşuyor: ‘Yeni ölüleri buzdolabında getirmişler. Sanki bozulmuş yaban domuzu eti gibi kokuyor.’ Yazacağım bunları. Memleketimde bana inanmayacaklar diye korkuyorum. Gazetelerimiz, Sovyet askerinin burada ektiği dostluk çiçeklerini yazıyor.

Gençlerle konuşuyorum. Çoğu kendi iradesiyle gelmiş, kendileri istemiş buraya gönderilmeyi. Çoğunun aydın ailelerden geldiğini farkediyorum; öğretmenlerin, doktorların, kütüphanecilerin olduğu ailelerden, kısaca okur-yazar ailelerden. Samimiyetle, Afgan halkına sosyalizm inşasında yardım etme hayaliyle gelmişler. Şimdi kendilerine gülüyorlar. Bana havaalanında bir yer gösterdiler, yüzlerce çinko tabut, güneşin altında gizemle parlayarak bekliyor. Yanımdaki subay dayanamadı: ‘Belki benim de mezarım bunların arasında. Sokacaklar beni de bir tanesine. Niçin buradayım, ne için savaşıyorum?’ Kendi sözlerinden hemen o an ürktü; ‘Yazmayın bunları.’

Gece rüyamda ölüler görüyorum. Hepsinin yüzünde şaşkın bir ifade: ‘Nasıl yani, öldüm mü? Gerçekten mi öldüm?’

Bir grup hemşireyle birlikte, Afgan sivillerin yattığı bir hastaneye gittim. Çocuklara hediye götürdük. Oyuncaklar, şekerler, bisküviler. Benim elimde beş tane oyuncak ayı vardı. Hastaneye vardık; uzunca bir kışla. Nevresim niyetine herkeste birer battaniye var. Kucağında bir bebek, genç bir Afgan kadın yaklaştı. Bir şey söylemek ister gibiydi; savaşın sürdüğü 10 sene boyunca herkes birazcık Rusça konuşmayı öğrenmişti. Elimdeki oyuncaklardan birini bebeğe verdim, dişleriyle aldı. ‘Neden dişleriyle alıyor’ diye şaşırdım. Afgan kadın bebeğin üzerindeki battaniyeyi çekti, kolları yoktu bebeğin. ‘Senin Rusların bombaladı’ dedi kadın. Birileri beni yakaladı yere yığılırken.

‘Grad’ roketlerimizin, köyleri nasıl dümdüz tarlalara çevirdiğini gördüm. Bir Afgan mezarlığına gittim, upuzun. Mezarlığın ortalarında yaşlı bir Afgan kadın, bağırıyordu. Minsk’in güneyindeki bir köyde eve getirilen çinko tabutu hatırladım, bir annenin çığlıklarını. Bu ne insanca bir haykırıştı, ne hayvanca… Kabil’deki mezarlıkta duyduğuma benziyordu sadece.

İtiraf ediyorum, hemen özgürleşmedim. Hikayelerimdeki kahramanlara karşı samimiydim, onlar da bana güveniyordu. Her birimizin özgürlüğe giden yolu ayrıydı. Afganistan’a kadar, güleryüzlü sosyalizme inanıyordum. Oradan döndüğümde ise tüm hülyalardan arınmıştım. ‘Affet beni baba’ dedim onu gördüğümde. ‘Sen beni komünist ideallere inançla terbiye ettin, ama annemle birlikte eğittiğiniz -ebeveynlerim köy öğretmeniydi- dünün Sovyet talebelerinin, yabancı bir ülkede, tanımadıkları insanları öldürüşünü bir kere olsun görmek, tüm sözlerinin küle dönmesi için yeterli. Bizler katiliz baba, anlıyor musun?’ Babam, ağladı.

Afganistan’dan böyle çok insan özgürleşmiş döndü. Ama başka bir örneğim de var. Orada, Afganistan’da, genç bir erkek bana şöyle bağırmıştı: ‘Sen, bir kadın, ne anlarsın savaştan? İnsanlar savaşta öyle kitaplarda, filmlerde öldükleri gibi mi ölüyorlar ki? Orada ölen güzel ölüyor. Benimse dün arkadaşımı vurdular. Kurşun kafasına girdi, daha bir 10 metre koştu sonra, beynini havada yakalamaya çalışıyordu.’ Yedi yıl aradan sonra bu genç, Afganistan hikayeleri anlatmayı seven başarılı bir iş adamı oldu. Bir gün beni aradı: ‘Ne işe yarıyor senin kitapların? Fazla korkunçlar.’ O artık başka bir insandı. Ölümün ortasında tanıştığım, 20 yaşında ölmek istemeyen kişi değildi…

Kendime, savaş hakkında nasıl bir kitap yazmak istediğimi soruyordum. Ateş etmeyen insan hakkında yazmak isterdim. Başka bir insanı vuramayan insan hakkında. Savaş düşüncesinin bile acı verdiği insan hakkında. Nerede o insan? Ben onunla tanışamadım.

1990-1997

Sadece Rus edebiyatı, dev bir ülkenin bir zamanlar içinden geçtiği o eşsiz deneyimi anlatabilir; bu yüzden ilginçtir. Bana sürekli, ‘neden hep felaketler hakkında yazıyorsunuz’ diye soruyorlar. Çünkü hayatımız bu. Artık farklı ülkelerde de yaşasak, Kızıl İnsan her yerde. Aynı hayattan çıkan, aynı hatıralarla yaşayan insanlar.

Uzun süre Çernobil hakkında yazmak istemedim. Bu konuda nasıl yazacağımı bilmiyordum; hangi araçlarla, nereden başlayarak yazacağımı. Hakkında dünyanın daha önce neredeyse hiçbir şey duymadığı, Avrupa’nın bir köşesine sıkışmış o küçük ülkemin ismi, şimdi tüm dillerdeydi. Biz Belaruslular ise, Çernobil halkı olmuştuk. Bilinmeze ilk dokunanlar biz olduk. Anladık ki komünist, etnik ve dini tufanlardan da öte, gelecekte bizi daha vahşi, topyekun belalar bekliyor, henüz göze görünmeyen belalar. Çernobil’le birlikte, yeni bir safha açıldı.

Aklımda kalan mesela, eskiden tank subayı olan yaşlı bir adamın, camına çarpan güvercinlerden şikayet etmesi: ‘Günde iki-üç kuş düşüyor böyle. Gazeteler ise durum kontrol altında diyor.’

Şehir parklarından yaprakları toplayıp, şehir dışına çıkarıyorlardı. Yaprakları gömüyorlardı orada. Zehirlenmiş toprak parçalarını götürüp gömüyorlardı. Toprağı toprağa defnediyorlardı. Çalı çırpıyı, çimeni gömüyorlardı. O günlerde herkesin yüzünde, hafifçe çıldırmış bir ifade vardı.

Yaşlı bir bahçıvan anlattı: ‘Sabah dışarı çıktım, bir şey eksik. Tanıdık bir ses eksik. Tek bir arı yok, tek bir arının sesi gelmiyor, bir tanesinin bile. Bu nasıl bir şey? İkinci gün de uçmadı arılar, üçüncü gün de. Sonra bize nükleer santralde kaza oldu diye haber geldi. Santral yanı başımızda. Ama uzun süre hiçbir şey bilmiyorduk. Arılar biliyordu, biz bilmiyorduk.’

Çernobil haberleri gazetelerde askeri dille veriliyordu: patlamalar, kahramanlar, askerler, tahliye… İstasyonda KGB iş başındaydı; casus ve sabotajcı arıyorlardı. Söylentiler dolaşıyordu; kaza, sosyalist kampı yıkmak isteyen Batılı özel güçlerin planlı işiymiş. Askeri mühimmat Çernobil’e doğru yoldaydı, askerler geliyordu. Sistem her zaman olduğu gibi işliyordu; askeri şekilde. Ama elinde yeni tüfeğiyle askerin, bu yeni dünyada felaketten başka alacağı yoktu. Elinden gelen tek şey, yüksek dozda radyasyona maruz kalıp, evine dönüp ölmekti.

Gözlerimin önünde, Çernobil öncesinin insanları, Çernobil insanlarına dönüştüler.

Rasyasyonu göremiyordun, ona dokunamıyordun, kokusunu duyamıyordun. Bizi artık bu bildik ve bilinmedik dünya çevreliyordu. Nükleer bölgeye gittiğimde hemen anlattılar: Çiçek koparmak yasak, çimene oturmak yasak, kuyudan su içmek yasak… Ölüm her yanda gizleniyordu, ama bu başka türlü bir ölümdü. Yeni bir maske takmış, yabancı bir kıyafet giymiş. Savaşı görmüş yaşlılar, bir kez daha evlerinden ‘tahliye’ edilirken gök yüzüne bakıyordu: ‘Güneş parlıyor, ne duman var, ne gaz, ateş eden yok. Bu savaş mı ki, yine göçmen edildik?’ Sabah ilk iş gazetelere koşuyor, sonra hayalkırıklığıyla bir kenara atıyorlardı onları; casusları daha bulamamışlar. Halk düşmanları hakkında bir şey yazmıyor. Casusların, halk düşmanlarının olmadığı bir dünya da yabancıydı.

Yeni bir şeyin başlangıcıydı bu. Çernobil ve Afganistan, bizi özgürleştirdi.

Benim için dünya yerinden kıpırdadı. Nükleer bölgede kendimi ne Belaruslu, ne Rus, ne Ukraynalı hissettim; yok edilebilecek biyolojik bir türdüm.

İki felaket üst üste geldi. Sosyal felaket -sosyalist Atlantis sulara gömülüyordu- ve kozmik felaket -Çernobil. İmparatorluğun düşüşü herkesi endişelendiriyordu. İnsanlar günü dert ediyor, var olma mücadelesi veriyordu; yaşamak için gerekenleri hangi parayla, nereden almalı? Nasıl yaşamalı? Neye inanmalı? Hangi flamaların altında durmalı bu sefer? Ya da Büyük Fikirler olmadan yaşamayı mı öğrenmeli? Bu sonucusunun nasıl yapılacağını kimse bilmiyordu, o güne kadar hiç böyle yaşamamışlardı. Kızıl İnsan’ın önünde yüzlerce soru vardı. Hepsine yalnız başına göğüs gerdi. Hiçbir zaman, özgürlüğünün ilk günlerindeki kadar yalnız olmamıştı. Etrafımda, hayatları sarsılan insanlar vardı ve ben onlara kulak verdim.

Günlüğümü kapatıyorum…

İmparatorluk yıkıldığında bize ne oldu? Dünya daha evvel cellatlar ve kurbanlar diye ayrılırdı; Gulag’daki gibi. Erkek ve kız kardeşler; Savaş’taki gibi. Seçmenler; teknoloji, çağdaş dünya. Dünya daha evvel bir de hapse atanlar ve atılanlar diye ayrılırdı. Bugün Batıcılar ve Slavcılar, satılmışlar ve vatanseverler diye ayrılıyor. Bir de alabilenler ve alamayanlar diye… Bu sonuncusu, bana göre sosyalizm sonrasının en acı tecrübesi, zira daha bu yakınlarda hepimiz birdik. Kızıl İnsan, mutfakta oturup hayalini kurduğumuz o Özgürlük Krallığı’na bir türlü ulaşamadı. Rusya’yı o olmadan böldüler, o ise elinde bir hiçle kalakaldı. Aşağılanmış ve soyulmuş. Saldırgan ve tehlikeli.


Yeniden Rusya’yı dolaşmaya başladım. Şunları duydum:

-Bu ülkede modernleşme, ancak toplama kampları ve kurşuna dizmelerle mümkün.

-Rus insanı sanki zengin olmak istemiyor bile, hatta bundan korkuyor. Tek istediği, başkalarının zengin olmaması. Kimsenin ondan daha zengin olmaması.

-Burada dürüst insan bulamazsın, ama bolca dindar vardır.

-Boşuna güdülmeyi reddeden yeni bir nesil bekleme. Rus insanı özgürlükten anlamaz, anca Kazaklardan ve onların kamçılarından anlar.

-İki temel Rusça kelime: savaş ve hapis. Çaldın, gezdin, yakalandın. Çıktın, yine yakalandın, yine içeri girdin.

-Rusların hayatı çekilmez olmalı, bedbaht olmalı; ruh ancak o zaman yükselir, bu dünyaya ait olmadığını o zaman idrak eder. Her şey ne kadar pislik ve kan içindeyse, ruh kendine o kadar çok yer bulur.

-Yeni bir devrime yetecek ne güç, ne delilik yok kimsede. Ruh da yok. Ruslara, tüylerini diken diken edecek büyük fikirler lazım.

-Hayatlarımız işte böyle geçer bizim, pislikle savaş arasında gider gelir. Komünizm ölmedi, cesedi yaşıyor.

Cesaretimi toplayıp söyleyeceğim: 90’lı yıllarda elimize geçen şansı kaçırdık. Ülkemiz nasıl olmalı, güçlü mü, yoksa insanlarına layık mı sorusu önümüze geldiğinde, birinci şıkkı seçtik: Güçlü olmalı. Şimdi yine güç zamanı. Ruslar Ukraynalılarla, kardeşleriyle savaşıyor – benim babam Belaruslu, annem Ukraynalı, bir sürü başka insanın da böyle… Rus uçakları Suriye’yi bombalıyor…

Umut devri yerini, korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz.

Kızıl İnsan’ın tarihini yazıp bitirdim mi şimdi, emin değilim.


Benim üç evim var. Belarus, toprağım, babamın vatanı, bütün ömrümü geçirdiğim yer. Ukrayna, annemin vatanı, doğduğum yer. Ve büyük Rus medeniyeti, kendimi onsuz hayal edemediğim… Benim için hepsi değerli. Sevgiden söz etmek ise, bizim çağımızda zor.

Wednesday, November 25, 2015

Kitap: “Karanlık Vardiya”

Meydan Gazetesi- Kitap Karanlık Vardiya Mine Yılmazoğlu

Köyler boşaltılıyor, elleri arkadan kelepçeli insanlar yüzükoyun yerlerde yatırılıyor, askeri araçların içerisinden çocukların üzerine kurşunlar yağdırılıyor, uçaklar köyleri bombalıyor, evler basılıyor, yargısız infazlar yapılıyor, ormanlar yakılıyor…
Televizyonda “Bizimkiler” dizisi yok, tetris oyununun modası çoktan geçti, o yılların fenomen yarışması “Hugo’nun yerinde yeller esiyor, Eurovision şarkı yarışmaları artık eskisi kadar popüler değil, çünkü 90’lardan bahsetmiyoruz. 2015’teyiz.
Ali Yılmaz, hazırladığı “Karanlık Vardiya” kitabında, sanki 90’ları değil de günümüzü anlatıyor. Kitap temel olarak, Antonio Gramsci’nin devletin zora başvurmadan ‘nasıl yönetebildiğini’ açıklamak için kullandığı “hegemonya” kavramını ele alıyor. Devletin, baskı aracılığıyla politik iktidar egemenliğini sağlamasının yanı sıra, kültürel iktidarı aracılığıyla da ideolojik bir hegemonya kurduğundan söz ederken; insanların kendini ve çevresini yanılsama içinde algılamasını sağlayan bu gücü sorguluyor.
Kitapta hegemonya, rızanın örgütlendiği yani şiddet ya da zora başvurmadan inşa edilen süreçler olarak tanımlanıyor. Devletin kendi varoluşunu sürekli ve vazgeçilmez kılabilmek için, bazen baskıya bazen de rıza üretmeye başvurmasının örnekleri sıralanıyor bir bir. Toplumun genelinin nasıl olup da kendilerine doğrudan hiç de faydası olmayan, hatta zarar veren ekonomik, politik, sosyal ve kültürel söylemleri -kimi zaman toplumsal huzur adına, kimi zaman eskiye dönme korkusuyla, kimi zaman da din ya da laiklik elden gidiyor paranoyasıyla- can-ı gönülden destekleyebildiklerini açıklamaya yarıyor.
Karanlık Vardiya, Brezilya’da 1964 seçiminden sonra yapılan darbenin ardından “ölüm filoları”nın binlerce kişiyi öldürmesinden, Vietnam’da tarım arazileri ve ormanların kimyasal silahlarla bombalanmasına kadar birçok rıza üretme örneğinden söz ediyor. 1980 darbesinin de rıza üretme amacıyla yapıldığına değinirken, o yıllar boyunca, spor salonlarının, depolar ve kışlaların, nasıl sorgu ve işkence merkezlerine çevrildiğini anlatıyor.
Devletin tüm bu zorbalık ve dayatmalarına karşı, 90’lı yıllarda cezaevlerinden başlayarak, üniversitelerde, fabrikalarda ve özellikle Kürt coğrafyasında karşı koyuşlar ve direnişler engellenemedi ve etkisi günümüze kadar devam eden isyanlara dönüştü. Tüm yasaklamalara karşın 1 Mayıs’ta sokağa çıkılmaktan vazgeçilmedi. Grev yasağına rağmen 1986’da Netaş’ta iş bırakan işçiler bu süreç boyunca hem patrona hem de devlete meydan okudu. Sonraki yıllarda “işçi baharı” olarak ivme kazanan işçi eylemleri 1990’lı yılların özelikle ilk yarısında kamu işçilerinin de katılımıyla büyümeye başladı. Cezaevlerindeki tek tip kıyafet dayatması ise, açlık grevleri ve ölüm oruçları ile yanıt buldu ve devlete geri adım attırdı. Üniversitelerde de örgütlenmeyi engellemek için dayatılmak istenen, üniversite yönetimlerinin kontrolündeki “tek tip” öğrenci dernekleri sistemine karşı direnişe geçilerek işgaller gerçekleştirildi.
Tüm bu ve benzeri direniş ve karşı koyuşlar, devletin 80 darbesiyle birlikte sarsılmaz gibi gösterdiği hegemonyasını kırmaya başlayınca; devlet, bu kez de resmi kolluk ve istihbarat güçlerinin yanı sıra koruculuk sistemi gibi para-militer güçlerle ve JİTEM gibi, varlığını hep inkar ettiği kontrgerilla örgütlenmeleriyle tüm toplum kesimleri üzerindeki baskısını daha da arttırmaya koyuldu. Bir yandan da faşist baskı uygulamalarının gün yüzüne çıkmasını engellemek amacıyla diyaneti, hukuk ve eğitim sistemlerini seferber etti; özellikle medyayı bu psikolojik savaşın özel bir silahı olarak kullanmayı ihmal etmedi.
Polisin sokak eylemlerine yaptığı saldırılarda katlettiği insanlar, infazlar, ev baskınları, soruşturmalar, polis sayısının artırılması, gözaltında tecavüz ve ölüm, okullara çevik kuvvetin girişi, basına uygulanan sansür, gazetelerin kapatılması, birçok gazetecinin silahlı ya da bombalı saldırıda ya da işkencede öldürülmesi, JİTEM tarafından öldürülenlerin cesetlerinin ayaklarından iple tanka bağlanarak sürüklenmesi ve çırılçıplak teşhir edilmeleri, köy baskınları, köylülere dışkı yedirme, korucuların tehditleri, ceset kuyuları, Kürt siyasetçilerin öldürülmesi, partilerin kapatılması, yeni hapishanelerin inşaası, yeni karakolların yapımı, arazilerin mayınlanması, yaylaların yasaklanması, olağanüstü hal, köy boşaltmalar, ilçelere giriş çıkışın yasaklanması yalnızca Karanlık Vardiya kitabında sıralanan olaylar ya da 90´lardaki bir televizyon kanalındaki haberlerden aklımızda kalanlar değil, günümüzde de aktörleri değişmiş olsa da, benzer biçimde sürdürülen, devletin hegemonya politikası.
 Mine Yılmazoğlu
mine@meydangazetesi.org

Monday, November 23, 2015

Geç kapitalizme bir direnme biçimi: Uyku | Emek Erez

emek-erez

Kapitalizmin yaşamımızın her noktasında yer aldığı, neredeyse bedenimizin tüm noktalarına temas ettiği bir çağ durumunu yaşıyoruz. Bu sistem geliştirdiği yeni teknolojilerle, yaptığı deneylerle insan bedeninin doğasına aykırı pek çok uygulamayı da devreye sokmuş durumda. Geçtiğimiz haftalarda Metis tarafından basılan, Jonathan Crary’nin “7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu” adlı kitabı, geç kapitalist dönemde sistemin 7/24 nasıl yaşamımızın ortasında olduğuna odaklanırken, uykumuza bile nasıl müdahale edilmeye çalışıldığını gözler önüne seriyor. Çeşitli bilgi ve enformasyon ağları, tüketim kültürü ve daha pek çok sebeple insan kendi varlığından ve doğasından uzaklaşıyor. Yazar belki de sisteme direnen tek yanımızın uyku olabileceğini düşünüyor ve uykuyu tarih içerisindeki anlamlarıyla birlikte ele alarak, uyumanın sisteme karşı nasıl direniş durumu yarattığını tartışmaya çalışıyor.
Crary, anlatısına Kuzey Amerika’nın batı kıyısında yaşayan beyaz taçlı serçelerden bahsederek başlıyor. Bu serçelerin özelliği: Pek çok kuştan farklı olarak, göç sırasında yedi güne kadar varan, olağan dışı uyanık kalabilme kapasiteleri. Bu mevsimsel davranış, hiç dinlenmeksizin, geceleri yollarına devam ederken gündüzleri de yiyecek peşinde koşmalarına imkȃn sağlıyor. Bu serçelerin konumuzla ilgisi ABD Savunma Bakanlığı’nın büyük paralar harcayarak bu kuş türü üzerinde çeşitli çalışmalar yürütmesi. Amaç ise: insanların da bu kuşlar gibi uyumadan kalabilmesi, üretken ve verimli olabilmesi yani esasen insan, sistem tarafından 7/24 insan nasıl sömürülebilir? sorusuna yanıt aranması anlamına geliyor. Bu durum aslında en başta da belirttiğimiz gibi sistemin bedenimize direkt olarak müdahale etmesi anlamına geliyor. Hiç uyumadan, gece gündüz demeden çalışan insanlar ya da aslında insanın robotlar olarak tekrar üretilmesi. Boş alanın tamamıyla sistemin kontrolüne geçmesi, Paul Lafargue’un o ünlü denemesinde bahsettiği “tembellik hakkı” denilen ve bir türlü alınamayan hakkın tamamen yok olması. 7/24 tahakküm, 7/24 sömürü…
Crary 7/24 uygulamasının tüketimle olan ilişkisini de gözler önüne seriyor. Son yıllarda bir şekilde gördüğümüz mağaza, kafe, restoran tabelalarını hatırlayalım; “7/24 açığız”, “7/24 hizmetinizdeyiz” ilk bakışta tamamen insan hizmetine sunulmuş, masum bir durummuş gibi görünen bu uygulama aslında uyumadan, gece gündüz demeden tüketin demek olmuyor mu? Yazara göre: “7/24 pazarlar ile kesintisiz çalışmaya ve tüketime yönelik bir küresel alt yapı yerleşik hale geldi, şimdide bunlara iyi uyan bir insan özne yapım aşamasında.” Bu durumu yukarıda bahsettiğimiz çalışmalarla ilişkilendirdiğimizde aslında ortaya çok açık bir sonuç çıkıyor; sistem insanın doğası dışında, yeni “özneler” üretmeye çabalıyor. Ve bunu gerçekleştirmek için insan doğasına her türlü müdahaleyi “normal” görüyor. İnsanı insanlıktan çıkarıp, yedi gün yirmi dört saat kendisine hem çalışarak hem de tükettirerek hizmet edecek köleler yaratmayı hayal ediyor.
7-24-jonathan-craryTüm bu bahsettiklerimiz çok kara bir anlatı gibi dursa da aslında çok uzağında değiliz gibi geliyor bana. Ve elbette tüm bu uygulamalar sadece insan türüne zarar vermiyor. Crary’nin de dikkat çektiği gibi tüm bunlar: “7/24 daimi harcama ve kendisini ayakta tutan sonsuz müsriflik beyanıyla, ekolojik bütünlüğün dayalı olduğu döngüleri ve mevsimleri öldüresiye bozmasıyla, çevre felaketlerinden ayrı tutulamaz.” Bu durum Neolitik Dönem itibariyle insanın denetimine geçen ve ötekileştirilen çevrenin sonunun başlangıcı olarak da değerlendirilebilir. İnsan tarafından çoğu zaman sadece faydalanabileceği nesnelermiş gibi algılanan doğa varlıkları, hayvanlar, ağaçlar, toprak sistemin amaçlarını tam anlamıyla gerçekleştirdiği düşünüldüğünde, çok daha ağır darbe alabilir ve hȃttȃ tamamıyla yok olabilir.
Görüldüğü üzere kapitalist sistemin tam anlamıyla kontrolü ele geçirdiği bir dünya insan doğa ve hayvanların her açıdan yok olması anlamına geliyor; ama her şey bitti mi diye sorarsak, Crary’nin kitabının en önemli noktası da bence burada ortaya çıkıyor. Yazar uykunun hȃlȃ kapitalizmin önünde önemli bir bariyer olduğunu düşünüyor. Çünkü sistem ne kadar çabalarsa çabalasın, doğaya tam anlamıyla hüküm edebilir konumda değil. Bu nedenle de ona göre uyku: “Kapitalizmin zamanımızı çalmasının ödünsüz kesintiye uğratılmasıdır.” Sadece uykuyla sistem mi değişir gibi bir düşünce oluşabilir kafamızda ama tarih içerisinde, çeşitli dönemlerde uyku hakkındaki görüşlerin genelde olumsuz olması, ona yüklenen anlamın sistemle ilişkisi kurulduğunda esasen hiç de yabana atılamayacak bir konu olduğuna işaret ediyor. Örneğin Crary’nin aktarımıyla 17. yüzyılın ortalarında, Lock’a göre uyku: “Tanrının insanlar için amaçladığı öncelikler olan çalışkanlık ve rasyonelliğin kaçınılmaz olsa da kesintiye uğraşıydı.” Hume’a göre: delilik ve humma ile eş değer olarak görülüyordu. 19. Yüzyılın ortalarında daha düşük ve “ilkel” bir hale gerileme olarak anlaşılıyordu. Bu dönemde sadece Schopenhauer uykuya olumlu anlam yükleyerek: insan varoluşunun “hakiki özünü” sadece uykuda bulabildiğini öne sürüyor. Bu görüş ve düşüncelerde görüldüğü gibi uyku genellikle insan varlığının önünde bir engelmiş, “hastalıklı” bir durummuş gibi algılanıyor. Modern dönem bu birikimlerin ışığında uykuyu “akıl dışı” bir yere koyuyor ve kapitalizmle birleşince belki de uyku insanı her türlü sömürmenin önünde bariyermiş gibi algılanıyor.
İnsan bedenini 7/24 tahakküm altına alınması basit bir şey değil. Uykusuzluk yazarın bahsettiği gibi: “Bir duyu yitimi, bir hafıza yitimi alanıdır; deneyim imkȃnını bertaraf eden bir şeyin alanıdır.” Crary, Blanchot’nun bir cümlesini değiştirerek bu durumu bir de şöyle ifade ediyor; “7/24 bir bakıma felaket ȃnı veya felaketin sonrası gibidir; ayırt edici özelliği bomboş bir gökyüzüdür, ne bir yıldız vardır ne de başka bir işaret, yönünüzü şaşırır ve bir türlü bulamazsınız.” Sistemin amacı da böyle bir şey gibi geliyor bana, tüm zamanımızı çaldığında, biz artık hiçbir şeyi ayırt edemez noktaya geldiğimizde, sadece tüketmeye ve çalışmaya odaklandığımızda, hafızamızdan geçmişin izi silindiğinde, kendi varlığımızı tamamen kaybetmiş olacağız. Sistemin zincirleri boynumuza tam anlamıyla takılı hale gelecek ve nereye çekerse oraya gideceğiz.
Şöyle bir soru gelebilir aklımıza. Böyle bir dünyada nasıl uyuyacağız onca yaşanan olumsuz durum uykularımızı kaçırıyor. Bu doğru bir durum ve bana göre de uykusuzluk bir “hastalık” değil, gayet normal bir durum. Crary: “Zamanın bu noktasında, daha az baskıcı biçimde örgütlenmiş bir dünya olsaydı bile, uykusuzluk “hastalığını” ortadan kaldırmak mümkün olmazdı.” Diyor. Amerika’dan verdiği uyku hapı satış istatistikleri de zaten bu durumu ortaya koyarken, aslında bir şeye daha işaret ediyor: Sistem insanın uykusuzluğunu da ilaçlarla kȃr edilecek bir duruma çoktan taşımış.
Yazı boyunca genel olarak olumsuz bir perspektif çizmiş olsak da bu kitabın iki olumlu sonucu var bana göre. Birincisi yaşadığımız kapitalist dönem tüm çabalarına rağmen insan doğasını tam anlamıyla tahakküm altına alabilmiş değil. İkincisi ise yaşadığımız ortamda verimli bir uyku çok mümkün olmasa da, insan bedeni hȃlȃ bir şekilde uyumak için direnerek kapitalizmin 7/24 sömürme amacını sekteye uğratıyor. Aslında tüm metin boyunca anlattıklarımızdan şöyle bir slogan da çıkarabiliriz: “Kapitalizmin tüm dayatmalarına rağmen; tembellik hak, uyku direniş.”
Emek Erez – edebiyathaber.net (13 Kasım 2015)

Thursday, November 12, 2015

Fehim Taştekin“İçim rahat, gördüklerime ve duyduklarıma ihanet etmedim”


Fehim Taştekin: Gazetecilik hiçbir dönemde bu kadar militanca yapılmamıştı. Bütün taraflara mikrofon uzatma cesaretini gösterebildiğimiz kadar gazeteciyiz. Bizim için aslolan gerçektir...
DUYGU UZUNOĞLU

@e-posta
Söyleşi, 12 Kasım  12:00
Fehim Taştekin Türkiye’de dış politika, özellikle de Ortadoğu’daki çatışma bölgeleri söz konusu olduğunda akla ilk gelen gazetecilerden. Taştekin geçtiğimiz günlerde bölgedeki gazetecilik deneyimlerini Suriye’deki 2011 sonrası iyice belirginleşen çatışma ortamına tarihsel bir şekilde yaklaştığı ve güncel aktörler üstünden durumu değerlendirdiği Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal isimli kitabıyla okurla paylaştı. Yazdıklarıyla Türkiye’deki, Suriye’ye ilişkin birçok ezberi bozan Taştekin’le hem İletişim Yayınları tarafından basılan kitabını hem de Suriye’yi konuştuk.
Hafız El Esad dönemine dair anlattıklarınızla Beşşar Esad hakkında anlattıklarınız arasında büyük bir fark var. Beşşar Esad’ın Suriye’si 2000’lerin başı itibariyle dünyaya eklemlenmeye çalışan, kapitalizmi daha içten bir şekilde benimseyen, açık bir ülke gibi görünüyor. Esad’ın tüm bu eklemlenme çabalarına rağmen yalnızca sınırlı sayıdaki ülkenin desteğini kazanabilmesinin sebebi ne olabilir?
Suriye’de Beşşar Esad’la rejimin değişme çabasının uluslararası alanda fazla destek görmemesinin bence iki temel nedeni var: Birinci neden stratejiktir. Şam yönetimi Hafız Esad’dan sonra da dış politikasındaki genel çizgisini sürdürdü. Batılıların beklentisi Suriye’nin oturduğu eksenin değişmesiydi. Bu eksende temel parametreler Golan işgali yüzünden İsrail’le teknik olarak savaş halinde olma, ABD’nin Ortadoğu’yu oturttuğu Camp David düzenine aykırılık, Filistinli gruplara himaye, Hizbullah’a destek, Rusya ve İran’la müttefiklik ilişkisidir. Beşşar Esad döneminde de bu eksende kayma olmadığından Suriye düşman kategorisinde kalmaya devam etti. Aslında Batılıların bu süreçte gerçek anlamda Suriye’nin demokratikleşmesi gibi bir dertleri olmadı. Suriye “direniş ekseni” diye anılan stratejik bağlamdan çıksaydı bugün Körfez ve Batı kampının finanse edip silahla beslediği vekâlet savaşına da tanık olmayabilirdik. İkinci neden konjonktüreldir. Beşşar Esad bazı reform ve diyalog girişimlerinde bulunurken Bush yönetimi Büyük Ortadoğu Projesi ile bölgede rejim değiştirme çabalarına girişince Suriye’deki hâkim yapı da koruyucu bir refleks geliştirdi. Bu, değişime karşı çıkan eski kadroların eline koz verdi. Irak işgalinin ardından Suriye’nin de iç dinamiklerinin tetikleneceği korkusu hâkim oldu. O yüzden Muhaberat başlangıçta Amerikan güçlerine karşı direnen Sünni yapıları el altından destekledi. Bu bağlamda dış etken olarak değişim kampını korumacı kampa savuran bir diğer gelişme Lübnan’da 2005’de Refik Hariri’ye yapılan suikast ve 2006’da Hizbullah ile İsrail arasında patlak veren savaştır. Hariri suikastı Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığını bitirdi, Suriye’nin bu ülkedeki gücünün kırılması için çok ciddi bir baskı organize edildi. Hizbullah ve Suriye’ye karşı devlet dışı birtakım unsurlar, Selefi gruplar örgütlendi ve silahlandırıldı. Ki bu yapılar 2011’de kriz patlak verdiğinde hızlıca Suriye sahnesinde silahlı süreçlere dahil oldu. Suriye, Irak ve Lübnan üzerinden yönlendirilen bütün baskılara rağmen sözünü ettiğim eksenden kopmadı. 
Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal, Fehim Taştekin, İletişim Yayınları
Suriye: Yıkıl Git, Diren Kal, Fehim Taştekin, İletişim Yayınları
Kitapta Beşşar Esad’ın babası gibi sert yöntemlere başvurmadığı dönemlerde yönetim kademelerinden bazı eleştiriler aldığını duyuyoruz. İki dönemi karşılaştırdığınızda Beşşar Esad’ın son dönemde babasını yakaladığını söyleyebilir miyiz?
Hayır. Hafız Esad silahlı isyanları askeri olarak şiddetle bastırırken müzakere gibi zayıflık göstergesi sayılan taktiklere prim vermedi. Oğul Esad ise eski kadroların taviz olarak gördüğü bazı açılımlarda bulundu. Mesela defalarca af kararnamesi çıkarttı, muhalifleri memnun etmese de anayasayı değiştirdi, devletin ve milletin öncüsü olarak anayasada yer alan Baas Partisi’nin tekeline kağıt üzerinde de olsa son verdi, dahili muhalefet dedikleri muhaliflerle diyalog kurmaya çalıştı, Kürtlere el uzattı, 2012’de milli mutabakat hükümeti kurarak bazı muhalifleri iktidara ortak etti, seçimlere gitti, Arap Birliği ve BM gözlemcilerine kapıları açtı, Cenevre görüşmelerine katıldı vs. Suriye’de müesses nizam bunları verilmemesi gereken tavizler olarak gördü. Eski kadrolara göre bu tavizler verilmeseydi ve işin başından mesele sıkıya alınsaydı iş iç savaş noktasına gelmeden bitirilebilirdi. Tabii diyeceksiniz ki ağır silahlar kullanılıyor, tanklar, uçaklar ölüm kusuyor. Evet bu açıdan babasının ayak izlerini takip etmekte. Ama ben rejim içindeki algıdan bahsediyorum. Onlarca ülkeden cihatçı grupların yer aldığı bir savaş hali sürüyor ve savaş karşılıklı olarak ağır silahlarla yapılıyor. Artık farklı bir eşikten bahsediyoruz. Burada baba ile oğul arasındaki kıyaslamanın zemini kayboluyor.
Suriye ile ilgili en çok öne sürülen argümanlardan biri de Baas’ın bir Alevi azınlık iktidarı olduğu ve bunun demokrasiye tamamen aykırı olduğu. Ama baba oğul Esadların açık bir şekilde Sünni geleneklerle barıştığı, devletin yönetim kademelerinde Sünnilerin ve Sünni geleneğin de aktif olduğunu söylüyorsunuz. Sahiden Alevilere ilişkin Suudi Kralı Faysal tarafından dahi dolaşıma sokulan azınlık diktası söylemi gerçekçi mi?
“Alevi azınlık rejimi” tanımlamasını bir savaş argümanı olarak görüyorum. Bu yeni değil. Kitapta uzun uzadıya bu konuyu anlattım. Evet bir dikta rejimi var ve bu rejim bütün rengini Alevilerden değil Baas’tan alıyor. Bir Baas diktası. Bu yapı, siyasal bağlamlarını Baas’ın köy, kırsal ve memur sınıfının merkez alındığı farklı bir sosyolojik yapı üzerine oturttu. Hâkimiyetini kaybeten eski sosyal tabaka bir noktada İhvan-ı Müslim’in muhalefet kapasitesini yeni rejime karşı kullandı. İslamcılar üzerinden gelişen itirazı bölgede dönemin rakip hükümetleri de el altından destekledi. Bu muhalefet mezhepçi bir dil kullanarak yol almaya çalıştı. Hafız Esad’ın mezhebi aidiyetine atfen Alevi azınlık rejimi argümanı o günlerden itibaren siyasal muhalefet aracı olarak kullanıldı. Bu itirazlar karşısında Esad’ın kendini Müslüman olarak kabul ettirmek gibi bir sorunu oldu. Bu uzun bir mesele. Ancak sosyolojik zeminde kayma olsa da rejimin ana sütunları arasında Sünni ortak kesimler olageldi. Başbakanlar, savunma bakanları, genelkurmay başkanları genelde Sünnilerden seçildi. Hıristiyanlara da Ortadoğu’da başka bir ülkede olmadığı kadar yüksek kademelerde yer aldı. Alevilerin subaylar arasında nüfusa oranla kalabalık olmasının nedeni de ekonomik ve sosyolojik realitelere dayanıyor. Baas’tan önce başlamış bir süreçtir. Kilit noktalarda Sünniler de oldu Aleviler de, Hıristiyanlar da oldu Çerkesler ve Dürziler de… Mesela İçişleri’ne Sünni İdlibliler hâkimdir, Dışişleri’ne de yine Sünni Deralılar. Aslında bu çeşitliliği Suriye’de devrim yapmaya kalkışan bölge ülkelerinden hiçbirinde göremezsiniz. Burada baskıcı bir rejim sorunu var, “Alevi rejimi” sorunu değil.
ÖSO ve Arap Birliği ilişkisi, Suriye konusundaki en tartışmalı meselelerden biri; Arap Birliği’nin bir yandan 2012’de çözüm için masadayken bir yandan da ÖSO’ya silah sağlaması. Sizce Suriye’de artıkven içerisinde” bir karşılıklı konuşma durumu mümkün mü? Gerçek anlamda bir çözüm mutabakatı ya da tartışması gerçekleşebilir mi yerel aktörler arasında?
Bu iş sahadaki savaşın gruplara ya da bunların destekçisi Suudi Arabistan gibi ülkelere kalırsa çözüm sürecini ilerletmek mümkün olmaz. Genel anlamda şunu söylemek mümkün: Sahada iki tarafın da birbirini yenemediği bir durum, savaşa süreklilik kazandırıyor. İşte bu dehşet dengesini bozmak için geçen marttan sonra Suudi-Türk ortaklığı ile bir hamle yapıldı, oluşturulan yeni koalisyona (Fetih Ordusu) silah sevkiyatı yapılarak İdlib düşürüldü. Ardından karşı hamle rejim lehine ağustostan sonra Rusya’dan geldi. Şimdi koşullar rejim lehine gelişiyor. Rusya’nın amacı muhalifleri müzakereye mecbur edecek koşulları oluşturmak.
Ayrıca masa kurulsa bile asla ve asla rejimle müzakereye yanaşmayan ve Suriye’de teokratik bir düzen kurmak isteyen Kaide ya da Selefi grupların arz ettiği tehdit devam edecek. Onlar Cenevre ya da Viyana süreci ilerlese de savaştan yana pozisyonlarını sürdürecek. Eğer ABD ve Rusya’nın ana organizatör olduğu bu süreçte bazı muhalifler Şam’da yeni iktidara ve reform sürecine ortak olursa o zaman sahadaki yeni düzen biraz daha basitleşecek. Yani bir taraftan makul muhalifler yönetime ortak edilirken diğer taraftan çözümü reddedenlere karşı “terörle mücadele” adı altında ortak bir cephe şekillenecek. Bu, Rusya’nın oyun planı. Tabii bu oyun planına özellikle Suudi Arabistan ve Türkiye ayak diriyor.
IŞİD’in suyla cezalandırma taktiği özellikle Ortadoğu’daki devlet dışı aktörlerin zor kullanma biçimleri içerisinde çok kritik bir kategori teşkil ediyor. Sizce bu strateji IŞİD’in  demografinin ötesinde bir etken olarak direnişi hızlı kılmasında ne kadar etkili?
IŞİD’in temel stratejisi korkutma, yıldırma ve feci şekilde cezalandırma taktiklerine dayalı. IŞİD klasik bir savaş yürütmüyor. En fazla başvurduğu yöntem intihar saldırısı ya da bombalı araç saldırısı. Kuşatma ya da direniş hatlarını bu şekilde yarıyor. İkincisi kafa kesme taktikleri o denli korku salıyor ki köy ya da kasabalar direnmeden teslim oluyor ya da insanlar kitleler halinde direnmeden kaçıyor. Su meselesini hem ödüllendirme hem cezalandırma aracı olarak kullandı. Kendisine itaat eden bölgelere daha fazla su ve hizmet götürürken düşman saydığı halkların (Şiiler ya da Aleviler gibi) suyunu keserek ya da baraj kapılarını açıp kasıtlı olarak baskınlar oluşturarak cezalandırdı.
İnsanların kafasını en çok karıştıran konulardan birisi de El Kaide ve IŞİD ilişkisi. Bu iki aktörün Suriye’de ve dünyanın geri kalanındaki ilişkisi nasıl? Nerelerde ayrışıyor, nerelerde birleşiyorlar?
IŞİD ideolojik olarak en sert tartışmayı paradoksal olarak kendisine en yakın olan cihatçı Selefiler ve Kaide ile yaşıyor. IŞİD kendi halifesine biat etmeyenleri küfürle itham ediyor. IŞİD kendinden başka hiçbir örgütü meşru görmüyor. Kaide-IŞİD kavgasının pratik nedeni ikisinin aynı havuzdan besleniyor olmasıdır. IŞİD, Kaide saflarında yarılmalara neden oldu. Mısır, Tunus ve Libya’dan Yemen, Irak, Suriye ve Pakistan’a kadar birçok yerde Kaide’den kopanlar IŞİD liderine biat etti. Haliyle ikisi arasındaki kavga çok sertleşti. Suriye’de de en büyük savaş IŞİD ile Kaide’ye bağlı Nusra ya da Ahrar el Şam gibi İslamcı gruplar arasında yaşandı. İki taraftan binlerce kişi öldü. Temelde IŞİD ile Kaide’nin referansları ve beslendikleri kaynaklar ortak. IŞİD, IŞİD’e dönüşmeden önce Irak sahnesinde Kaide’nin bir kolu olarak varlığını sürdürürken de Kaide’nin küresel liderliği ile belli konularda ayrışmıştı. Irak Kaidesi (daha sonra Irak İslam Devleti adını almıştı) Baasçıların da yönlendirmesiyle aşırı derecede mezhep düşmanlığı yapıp her bir Şii’nin kanını helal olarak görmeye başladı. Sivilleri hedef alan aşırı şiddet eylemleri de Kaide’nin küresel liderliği ile anlaşamadıkları bir konuydu. Kaide bile Irak İslam Devleti’ni aşırı bağnaz ve şiddet düşkünü olarak görüyordu. Örgütsel ayrışma 2013’te Suriye’de zirve yaptı. Irak İslam Devleti adını Irak-Şam İslam Devleti olarak değiştirip Suriye sahnesinde faaliyet gösteren Nusra’yı feshettiğini duyurunca Nusra buna itiraz etti ve doğrudan Kaide liderliğine biat ettiğini duyurdu. Kaide lideri Eyman Zevahiri, Irak İslam Devleti’nin Irak’ta, Nusra’nın Suriye’de faaliyet göstermesini emretti. IŞİD bu emre itaat etmeyince Zevahiri IŞİD’i Kaide’den attı. Aralarındaki kanlı çatışmalar bundan sonra başladı. Daha sora malum IŞİD adını İslam Devleti olarak değiştirdi ve hilafet ilan etti. Hilafet ilanı cihadi Selefi dünyayı cezbetti ve Kaide’den kopuşlar yaşandı. IŞİD basitçe Kaide’nin küresel ağı üzerinden hızlıca onlarca yerde şube açmış oldu.
Sizce eğit-donat tipi stratejilerin Suriye’de başarılı olma imkânı var mıydıŞu ana kadarki deneyimlerinçoğunlukla hezimetle sonuçlandığına yönelik haberler var, bu ne kadar doğru?
Eğit-donat programının başarılı olma şansı hiçbir zaman olmadı. Bu program Türkiye ile yapılan anlaşma yüzünden sanki kısa süre önce başlamış gibi algılandı ama 2012’den beri aslında muhalifler Ürdün ve Türkiye’de eğitilip donatıldı. Bunun adını sonradan koydular. Sözde ılımlı diye anılan bu gruplar zamanla radikalleşti ya da mafyalaştı ve savaş ağalarına dönüştü. Bir kısmı Nusra, IŞİD ve Ahrar gibi örgütlere katıldı. Ya da bu örgütler, ılımlıları yani Özgür Suriye Ordusu’nu yuttu. Eğit-Donat Programı ile bilinen program çerçevesinde eğitilip donatılan birlikler ise geçen yaz Suriye’ye adım atar atmaz Nusra’nın saldırısına uğrayıp yok oldular ya da kendiliklerinden Nusra’ya katıldılar. Program ABD tarafından sonlandırıldı. Zaten bu aşamadan sonra ABD daha fazla Kürtlerle çalışacağını duyurdu.
Kitabınızdaki en ilginç bölümlerden biri de “Musul Neden Direnmedi” alt başlıklı bölüm. Türkiye dış politikası bakımından da oldukça kilit bir başlık bu. Sünniler ve Türkmen nüfus açısından baktığınızda IŞİD’e direnmeyen Musul’un kodları nelerdir?
Musul etnik, dinsel ve mezhepsel açıdan halkların iç içe geçtiği kentlerden biri. Tarihsel olarak da bir medeniyet havzası. Bu kentin zamanla Kaide’nin taban bulabileceği şekilde dönüşmesi son derece trajik bir durum. IŞİD daha sahneye çıkmadan önce Kaide olarak bölgede vergi toplayacak kadar hücresel yapılanmasını ilerletmişti. Sünni Araplar ve Sünni Türkmenler arasında epeyce adam devşirmeyi başardılar. Düşünün Tel Afer gibi bir yerde bir taraf Sünni Türkmen diğer taraf Şii Türkmen. Sünniler arasında yer edinen Kaide, Şii tarafa savaş açabiliyor. Musul’un direnmemesi ile ilgili birkaç önemli husus var: Birincisi bu sözünü ettiğim hücresel yapılanmanın 2003’ten sonra artan oranda yaygınlaşmış olması. İkincisi ABD, Irak ordusunu dağıttıktan sonra yeni ordu, toplama bir orduydu. İlk ciddi sınavda savaşmadan dağıldı. Sünniler orduyu Şii Başbakan Maliki’nin ordusu gibi görmeyi tercih etti. Ordu profesyonel değildi, halkla diyaloğu başarısızdı, kötü muameleler söz konusu oldu. Bir noktadan sonra askerler Musul’da istenmeyen kişiler haline geldi. Ve bu ordu istenmediği bir kent için canını vermeyip kaçtı. Çok rezil bir durumda. 30 bin asker 2-3 bin kişilik IŞİD ordusuna direnmedi. Bazı Sünni aşiretler ya da örgütler de IŞİD’i Şii iktidara karşı bir Sünni isyan dalgasına dönüştürmek istedi, bu yüzden kentin düşmesine çanak tuttular. Etkili kişiler Sünni subaylara direnmemelerini söyledi.
Özellikle Kürtlerin Barzani ve Öcalan’a yakın iki ayrı damarını temsil eden medyada sık sık Kürt silahlı güçleri ve bölgedeki siyasal örgütlenmeler arasındaki gerilimlere dair haberler okuyoruz. Suriye’de aktif bir siyasal aktör olarak PYD’nin ve silahlı aktör olarak ise YPG’nin daha hâkim olduğuna dair öngörü doğru mu? Barzani özellikle de Suriye konusunda ne kadar belirleyici?
PYD, 2004’ten itibaren Suriye’nin kuzeyinde Kürt siyasal muhalefetinin lokomotif gücü haline geldi. PKK’deki kadro deneyimleriyle çok iyi örgütlendiler ve 1960’lardan beri siyasi arenada yer alan örgütlerden katbekat daha etkili hale geldiler. PYD dışında birçok örgütün tabela partisi olduğuna dair tespitler çok da haksız sayılmaz. PYD’nin bu başarısını tamamen silahlı gücüne bağlamak isabetli değil. Kuşkusuz YPG’nin varlığı PYD’nin bölgelerin denetimini almasına imkân verdi. Fakat YPG, PYD’nin silahlı kolu olarak değil Rojava’nın savunma gücü olarak konuşlandırıldı. YPG, PYD ile birlikte başka partilerin birleşmesiyle oluşturulan Kürt Yüksek Konseyi’ne bağlı. KDP çizgisindeki partiler ise bu yapılanmanın ve özerklik hareketinin karşısında yer aldı. Silahlı çatışmalar askeri kanatta YPG, siyasi kanatta PYD ve ortaklarının gücünü pekiştirirken Barzanici partiler zemin kaybetmeye devam etti. Barzani’nin yardımıyla alternatif Peşmerge gücü oluşturuldu ama bununla bir denge sağlanması o kadar kolay değil. Zaten kanton yönetimleri ikili askeri yapılanmaya izin vermek istemiyor. KDP ve PKK çizgisindeki yapılar farklı dünya görüşleri ve farklı model önermeleri üzerinden şekillendi. İki hareketin sosyolojik realitesi de farklı. PKK çizgisi Rojava’da artan oranda belirleyici hale gelirken Güney Kürdistan’da da IŞİD’e karşı savaşta öne çıkarak Barzani’nin temsil ettiği yapıda rahatsızlığa yol açtı. Ayrıca Barzani’nin Rojava’da PYD’yi dengeleme hamleleri Türkiye ile paralellik de arz ediyor. Ankara’nın tepkilerini Erbil’in hassasiyetiyle birlikte düşünmek lazım.
Dış politika üzerine, özellikle de çatışma bölgesinden yazan biri olarak, Ortadoğu ülkelerinde hareket ederken zorluk yaşıyor musunuz? Kolluk kuvvetlerinden en basit asayiş testine kadar bir gazeteci olarak tehdit altında hissettiğiniz oldu mu?
Elbette çatışma bölgelerinde riskin her türlüsüyle karşılaşmak mümkün, ben de kimi yerlerde sıkıntılar yaşadım. Gözaltına alınmak, istihbarat ya da güvenlik birimleri tarafından sorgulanmak, tehdit edilmek, ateş altında kalmak dahil. Bu yüzden sahadaki durumu iyi analiz edip tedbirli hareket etmek gerekiyor.
Kitapta anlattığınız Suriye özellikle 2011 sonrası Türkiye medyasında yansıtılmak istenenden farklı bir Suriye. Davutoğlu’nun sürekli olarak referans verdiği İhvan politikalarını, Türkiye’deki sağ tandanslı gazetelerin Suriye algısını düşününce ortaya çıkan bilgideki büyük farklılıklar tesadüf mü?
Davutoğlu’nun referanslarına aşina biriyim. İhvan’ın yer aldığı düşünce akımlarını daha gazeteciliğe başlamadan çok önce okuma ve tanıma fırsatım oldu. Suriye krizi patlak verdiğinde herkes bir tarafa savruldu. Maalesef “gerçek nedir” sorusu sakıncalı hale geldi. Öteki tarafın ne yaptığını ya da ne düşündüğünü araştırmak ve yazmak ihanete eşdeğer tutuldu. Her türlü yafta ile karşılaştım. Hükümet medyasının ne yazdığıyla ya da ne tür bir tablo çıkardığıyla ilgilenmiyorum. Gazetecilik hiçbir dönemde bu kadar militanca yapılmamıştı. Bütün taraflara mikrofon uzatma cesaretini gösterebildiğimiz kadar gazeteciyiz. Bizim için aslolan gerçektir. Ben dört Batılı gazeteci ile birlikte Dera’ya gittiğimde sokakları dolaştım, insanlarla konuştum. Batılı gazeteciler geziden memnun kalmadı, bütün aradıkları Esad karşıtı bir grup göstericiydi. Hiçbir şey bulamadık diye kameralarını bile çalıştırmadılar. Ben bakın şurada bu adam, şurada şu kadın şunları anlattı, bence bölge sakinlerinin hissiyatı açısından önemli dedim, ilgilenmediler. Bu kadar koşullanmış gazeteciler üzerinden Suriye’yi okuduğumuzda günün sonunda çuvallıyoruz. Suriye’de 9. köyden kovulma pahasına yazdım. İçim rahat, gördüklerime ve duyduklarıma ihanet etmedim.