Wednesday, September 16, 2015

Roberto Bolano'nun 2666

Roberto Bolano'nun 2666 adlı eseri yirmi birinci yüzyılın ilk başyapıtı olarak kabul ediliyor. Geçen yüzyılın Borges, Marquez. Fuentes, Allende gibi Güney Amerika yazarları masalımsı öğeler taşıyan gerçeküstü motiflerle bezenmiş "büyülü gerçekçilik" olarak tanımlanan eserler vermişlerdir. Buna karşın, dünyadaki acımasız kapitalizm, bunalımlar, darbeler, kitlesel ayaklanmalarla yetişen yeni nesil Latin yazarları, eserlerinde, bu gaddar dünyanın cehennemî acılarını gözler önüne seren romanlar yazmışlardır.  Bolano, 2666 adlı kitabında, Meksika sınırında öldürülen yüzlerce kadının hikayesinden yola çıkarak, yeryüzünün farklı coğrafyalarında  hiç te "büyülü" olmayan bu gerçeklikleri gözler önüne sererken aslında bizlere hayatı anlatıyor. 


Ömer Türkeş

Meksika’nın Santa Teresa kentinde işlenen kadınlara yönelik cinayetlerin ve Archimboldi adlı gizemli bir yazarın birleştirdiği beş bölümlük hikayede Roberto Bolano’nun kariyeri boyunca savunduğu fikirler, kullandığı motifler, simgeler, ikonalar ve şahıslar bir araya toplanmış.
Çağdaş Latin Amerika edebiyatının en önemli temsilcileri arasında sayılan Roberto Bolano’nun –her anlamda- dev eseri 2666 şubat ayında Türkçeye çevrilmişti. Her anlamda dev eseri derken hem içeriğini hem de 1000 sayfalık fiziksel hacmini kast ediyorum. Zaten bu hacim nedeniyle roman hakkında yazmayı biraz geciktirdim. Ancak sayfa sayısı gözünüzü korkutmasın; birbirine çok seyrek ilmeklerle teyellenmiş beş bölümden oluşan 2666; akıcı, sürükleyici ve barındırdığı katmanlara rağmen kolay okunan bir kitap.

Edebiyat kariyerine şiirle başlayan, ilk romanlarını 40'lı yaşlarında yayımlayan ve 2003 yılında hayata –çok erken- veda eden Roberto Bolano’yu, Türkçede Metis Yayınları tarafından hazırlanan Vahşi Hafiyeler (2007), Uzak Yıldız (2008) romanları ve Katil Orospular (2010) adlı hikaye kitabıyla tanımıştık. Şili'nin Santiago kentinde doğmuştu. Çocukluğu ülkeden ülkeye, şehirden şehre seyahatle geçen Bolano, on üç yaşında ailesiyle birlikte Meksika'ya yerleşti. Yoksulluk ve şiddetle erken yaşlarda tanışmasından olmalı, sosyalist düşünceleri ve –okulu bırakmasına rağmen- okumayı tutkuyla benimsemişti. 1973 yılında Salvador Allende'nin sosyalist reform sürecine katılmak için neredeyse bütün Latin Amerika'yı kat ederek Şili'ye gitti. Pinochet'nin darbesinden sonra direnişe katılmaya karar verdi, ancak kısa sürede tutuklandı. Sekiz gün tutuklu kaldı, okuldan tanıdığı bir polisin yardımıyla serbest bırakıldı. Meksika'ya döndü.

Bohem yaşantısı, siyasi görüşleri ve keskin çıkışları nedeniyle yayımcıların uzak durduğu, editörünün deyişiyle 'profesyonel bir provakatördü Bolano. Mario Santiago Papasquiaro ile 'Infrarealist şiir hareketini başlattı. Şiiri çok sevmesine rağmen, 1977 yılında İspanya’ya -Katalanya'ya- annesinin yanına yerleşmesinden sonra -ailesinin geçimini temin etmek için- düzyazıya yöneldi. Edebi üretimi henüz geçim teminine yetmediğinde –tarım işçiliği, gece bekçiliği, bulaşıkçılık, satıcılık gibi- çeşitli işlerde çalıştı. Nihayet 1990'lı yıllarda şansı döndü. Vahşi Hafiyeler romanıyla Herralde Ödülü'nü (1998) ve Latin Amerika'nın Nobel'i olarak görülen Venezüella, Romulo Gallegos Ödülü'nü (1999) kazandı. 2003 yılında, ölümünden altı hafta önce katıldığı uluslararası bir konfransta Latin Amerikalı yazarlar onu kendi kuşağının en önemli figürü olarak selamladılar. Ama sağlığı bozulmuş, karaciğerindeki hastalık ilerlemiş, hayata veda etme zamanı gelmişti…

Kadın cinayetleri
Ölmeden önce üzerinde çalıştığı son romanı 2666 editörler tarafından -Bolano’nun yayıncıya verdiği son taslak üzerinden- yayına hazırlandı ve 2004 yılında yayımlandı. Aynı yıl İspanyolca yazılmış en iyi romana verilen Salambó Ödülü'ne layık görüldü. 2008 Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü de 2666 ile –sembolik anlamıyla- Bolano’nun oldu.

Bolano yaşasaydı metin üzerinde değişikler yapar mıydı, bilemiyoruz ama romanı okurken eksiklik duygusu hissetmediğimi söyleyebilirim. Meksika’nın Santa Teresa kentinde işlenen kadınlara yönelik cinayetlerin ve Archimboldi adlı gizemli bir yazarın birleştirdiği beş bölümlük hikayede Roberto Bolano’nun kariyeri boyunca savunduğu fikirler, kullandığı motifler, simgeler, ikonalar ve şahıslar bir araya toplanmış. 20. yüzyılın sanatta, edebiyatta, siyasette ve bireylerde yaptığı yıkıcı etkileri sergileyen 2666 tam bir Bolano manifestosu…

İlk bölümün başlığı 'Eleştirmenler Hakkında Bölüm'. Bu bölümde Archimboldi adlı Alman bir yazar hakkında araştırma yapan üçü erkek biri kadın dört akademisyenin akademik ve kişisel hayatlarında dolaştırıyor okuyucuyu. Hayatlarını nerdeyse Archimboldi’yi anlamaya ve eserlerini aydınlatmaya adamış eleştirmenlerin birbirleriyle ilişkileri, Santa Teresa’ya yaptıkları yolculuk ve düş kırıklıklıkları…

'Amalfitano ilgili Bölüm'de, ilk bölümün sonlarında hikayeye katılan Oscar Amalfitano adlı felsefe profesörü sahne alıyor. Santa Teresa Üniversitesi'nde çalışan profesör, ayrıldğı karısı ve kızı etrafında gelişen bu bölümün hikayesi ile kentin şiddet dolu atmosferine adım atıyoruz.

'Kader hakkında Bölüm'de bir boks maçındayız. Boks hakkında çok az şey bilmesine rağmen, maçı haber haline getirmesi için ABD’den Santa Teresa gönderilen Afro-Amerkan bir gazeteci sayesinde hikayenin yönü kadınları hedef alan cinayetlere kayıyor. Ne var ki ne gazetenin ne yerel polisin cinayetlere el atmak gibi bir niyeti var.

1993 ve 1997 yılları arasında Santa Teresa’da öldürülen 300’e yakın kadını doğrudan 'Suçlarla İlgili Kısım' adlı bölümde bulacaksınız. Her bir cinayet dosyasını Meksika toplumuna dair çarpıcı gözlemler ve tahlillerle sergileyen Bolano’nun tekniği bu bölüme belgesel havası vermiş.

Ve son; 'Archimboldi İlgili Bölüm'… Gizemli yazar Archimboldi ile nihayet yüz yüze geliniyor. İlk bölümde yapılan yorumlardan, hayal edilenden çok farklı, yoksulluğun ve savaşın acılarını çekmiş, düşlere sığınmış bir insan. 2666'nın kozmik çemberi kapanıyor.

Çirkin gerçekçilik; çirkin bir dünyayı anlatmak için
Yukarıdaki özetin cinayetler, araştırmalar, savaş manzaraları, yüzlerce kişi ve karakter, bir o kadar yan hikayecik ve sayısız olay barındıran uzun bir romanı özetlemekten çok uzak olduğunun farkındayım. Yetersiz kalacağını bilerek, biraz da anlatım özellikleri, sembolleri, simgeleri ve temalarına değineceğim.

1960'larda yükselişe geçen Latin Amerika edebiyatının büyük yazarları Latin Amerika’nın kırsal hayatını, geleneklerini, halkın gerçeklik algısını zaman zaman gerçeküstü motiflerle, masalsı hikayelerle, kısacası 'Büyülü Gerçekçilik'le işlemişlerdi. Bu edebiyatın Latin Amerika’daki hayatla birlikte değişime uğraması kaçınılmazdı. Kapitalizmin yarattığı bunalımlar, darbeler, kitle eylemleri, teknolojik değişimler ve özellikle internetin hayata girmesi, gerçeğin büyüsünü ortadan kaldırdı. Ütopyalarını ararken kendilerini cehennemde bulan yeni kuşak yazarlar bu döneme doğdular, bu sorunlar ve değişim içinde büyüdüler ve değişen dünyada kendi yollarını aramaya başladılar. İşte bu kuşak yazarlarından olan Roberto Bolano sadece Latin Amerika’yı değil dünyanın her köşesine yayılan çirkinliği teşhir etmek için kaleme sarılmıştı.

2666'nın ortak bir hikayesi yok ama hikayelerin hepsi de şiddet ve ölüm ortak paydasında buluşuyorlar. Öyle ki yazının gidişinde 'seyrek teyellenmiş' dediğim bölümlerin birbirine giderek sıkı sıkıya bağlandığını hissediyoruz. İnsanların kaderlerini birbirine bağlayan da ölüm ve şiddet. 2666 dünyanın gidişatına karşı kötümser bir bakışı, acı ve alaycı bir isyanı barındırıyor; edebiyatı da kapsayacak bir genişlikle… Tam da bu nedenle, romanlarında yazarlara her zaman yer vermiştir; ancak küçük burjuva aydın sorunlarıyla oyalanmak için değil, tersine yazarın ve edebiyatın da bu kötü gidişattaki suç ortaklığını deşifre etmek için. Kültür endüstrisinin vardığı bu noktada, kaosu düzen olarak sunan edebiyat -Bolano’ya göre- artık bir 'fahişe'dir. Siyasi baskı, kargaşa ve tehlike karşısında, yazarların ve eleştirmenlerin edebiyatı kutsal bir pelerine büründürmesi Bolano’nun kara mizahının kaynağına dönüşür. 2666'da edebiyatla ilgili yorumlar çok çarpıcı. İşte bir örnek:

“Düşüncelerin, duyguların ve gevelemelerin kendilerine özgü tatmin edici bir yanları vardı. Başkalarının acılarını, insanın kendi anılarına dönüştürüyorlardı. Son derece doğal, zorlayıcı, muzaffer bir durum olan acıyı, insani, geçici, kısa ve uçup giden bireysel bir anıya dönüştürüyorlardı. Vahşi bir adaletsizlik, taciz veya başı sonu olmayan tutarsız bir uluma intiharın her zaman hoş bir seçenek olarak sunulduğu düzgün kurgulanmış bir hikayeye dönüşüyordu. Özgürlük, kaçışın ebedileşmesinden başka bir şey olmadığı halde, kaçışı özgürlüğe dönüştürüyorlardı. Bedeli, çoğu kişi tarafından akıl sağlığı olarak adlandırılan nitelikti ve böylece kaos, düzene dönüşüyordu.”

'Bestseller'ları hatırlatan dış görünümüne aldanmayın; 2666 gerçek bir edebiyat başyapıtı. 


“Damardan gerçekçi” bir cehennem kitabı: 2666

2666, kimilerinin 21. yüzyılın en büyük romancısı saydığı Şilili Roberto Bolaño’nun 2004’te, yani ölümünden bir yıl sonra yayınlanan son romanı. Bolaño, tedavisi güç hastalığının son aşamalarında bile inatla ve sabırla romanı üzerinde çalışmış, ilk taslaklarıysa yakında bu dünyadan göçüp gideceğini bilen bir adamın “Ya yetiştiremezsem” endişesi ve aceleciliğiyle yayıncısına teslim ettikten hemen sonra da ölmüştü. Patti Smith, Stephen King ve  Kasuo Ishiguro gibi büyük isimlerin hayranlıkla söz ettiği kitap bizde Pegasus Yayınları’ndan çıktı…

Gülenay Börekçi

Okuduğum en acayip romanlardan biri olan 2666, birbirinden bağımsız olarak da okunabilen beş novella’dan oluşuyor. Dilerseniz bunları birbirinden bağımsız addedebilirsiniz. Hepsini tamamladığınızdaysa, aslında bir bütün oluşturduklarını fark edeceksiniz. İçinde görünüşte kendi halinde ama içten içe cehennemi andıran küçük bir kasabada işlenen kanlı cinayetler, ölüm, sonuçsuz ama zevkli edebi tartışmalar, Bolaño’nun en küçük ayrıntısına kadar anlattığı hayal ürünü kitaplar, varolmayan yazarlar, başka ülkelerde yaşayanların bir tutku yüzünden kesişebilen yolları, arayışlar, buluşlar, kayboluşlar, arzular, düşkırıklıkları yalnızlık ve kasvet var. Bolaño’nun keskin üslubu yazmaktan çok labirent kurmayı andırıyor. Neyse ki ironiden yoksun bir üslup değil bu, o yüzden bir an için bile sıkılmıyor, yorulmuyorsunuz.

Stephen King’den Patti Smith ve Kazuo Ishiguro’ya birçok ünlü yazarın hayranlıkla söz ettiği romanın her şeyi, hatta adı bile esrarengiz, şifreli. Çünkü epeyce kalın olan kitabın herhangi bir sayfasında 2666 tarihine bir gönderme yok. Öte yandan 2666 tarihi yazarın daha önce yazdığı birçok kitapta çeşitli şekillerde karşımıza çıkıyor. Mesela Amulet adlı romanında Mexico City’deki bir caddeyi “2666 yılının mezarlığı gibi” diye tarif etmişti. Vahşi Hafiyeler adlı romandaysa şöyle bir bölüm vardı: “Cesárea gelecek günleri anlattı. Öğretmen ona hangi zamanları kastettiğini ve neler olacağını sordu. Cesárea 2600 civarında bir yıldan bahsediyordu; iki bin altı yüz bir şey…” İlgisi var mı bilmiyorum ama İncil’de bu tarih, Yaratılış’tan tam 2666 yıl sonra gerçekleşecek ruhsal arınma, masumiyete dönüş zamanı geçiyor.

Hayatı boyunca politik görüşlerinden ötürü polisle başı epey derde giren, defalarca hapis yatan ve hayatının bir döneminde eroin bağımlısı olan huzursuz ruh Roberto Bolaño, Metis Kitap’tan çıkan Vahşi Hafiyeler romanında ‘damardan gerçekçiler’ adlı bir edebiyat akımı kuran birkaç genç şairin trajik, hüzünlü ama eğlenceli hikâyesini yazmıştı. İnsan, kendisinin de bir zamanlar “infrarealizm” akımını kurduğunu hatırlayınca, hafiyelik ile edebiyat eleştirmenliğini bir araya getirmeyi sevdiğini düşünebilir. 2666 zaten tam olarak böyle bir şey; “damardan gerçekçi” bir üslup denemesi. Ama kesinlikle üsluptan ibaret değil.

Roman, gerçek bir olaya dayanıyor. 1993-1997 arasında Meksika’nın Ciudad Juárez kasabasında işçi sınıfından gelen 400 genç, yoksul, eğitimsiz kadın vahşice katledilmiş. 1993’ten bu yana esrarengiz şekilde ortadan kaybolan ve bir daha haber alınamayan kadınların sayısıysa 5000’miş. Roman bu ürpertici cinayetler serisinden ilham alıyor. Sadece Ciudad Juárez’in adı Santa Teresa olarak değiştirilmiş.

Bu yazı çerçevesinde anlat deseniz, 2666’ya dair daha fazla şey anlatamam.İşin gerçekçilik kısmı bir yana, en çok edebiyata, yazının insanı götürebileceği tekinsiz alanlara dair olduğunu söylemek isterim. Bir de okursanız, pişman olmayacağınızı…

2666’ya dair ne dediler?

Müzisyen, şair, ressam, fotoğrafçı ve yazar Patti Smith, Roberto Bolaño’nun başyapıtı 2666’yı okuduğunda nasıl altüst olduğunu “”Kitaplar pek çok işe yarar, sizi bazen çalışmaya bazen eğlenmeye ve bazen de yazmaya teşvik eder. Bolaño’yu okumak bana yazma konusunda ilham veriyor. Tam bir dâhi. Simya gibi bir şey yapmış burada, edebiyatı gerçeğe dönüştürmüş. Okurken hiç bitmesin istedim, bittiğindeyse en yakın arkadaşımı kaybetmiş gibi hissettim” diye anlatıyor. Smith, Bolaño’nun eleştirmenlerin gözdesi olduğunu, sadece İspanyolca’da değil, tüm dünya edebiyatında Gabriel Garcia Marquez’in yerini dolduracak güçte bir yazar sayıldığınıysa kitabı okuyup bitirdikten çok sonra öğrenmiş.

Japon yazar Kazuo Ishiguro’ysa “”Bu yılki okumalarıma çoğunlukla Roberto Bolaño hâkimdi. Bolaño, 2666’da Güney Amerika, ABD ve Avrupa geleneklerini; modernizmin vahşi gerçekçiliğiyle suç romanlarını pürüzsüz bir şekilde bir araya getiriyor. Bolaño’nun, modern edebiyat tarihinde çok önemli bir yeri var” diyor.

Stephen King’in fikriyse kısa ve net: “Bu doğaüstü roman tasvir edilemez; bütün ihtişamıyla yaşanması gerekir.”

2666’yı oluşturan beş kitap

I. Eleştirmenlerle ilgili bölüm: Benno von Archomboldi adlı kült Alman yazarın izini süren dört eleştirmenin Santa Teresa’ya uzanan hikayesi.

II. Amalfitano’yla ilgili bölüm: İlk kitabın sonlarında tanımaya başladığımız Meksikalı profesör Amalfitano’nun, Meksika’nın, aşkın ve deliliğin hikayesi.

III. Fate’le ilgili bölüm: Santa Teresa’ya bir boks maçının haberini yapmaya gönderilen ama aslında öldürülen kadınları yazmak isteyen ve bu arada Amalfitano’nun kızına aşık olan gazeteci Oscar Fate’in hikayesi.

IV. Suçlarla ilgili bölüm: Santa Teresa’da işlenen cinayetlerin, yani cehennemin hikayesi.

V. Archimboldi’yle ilgili bölüm: Polonya, II. Dünya Savaşı, bir adam ve bir kadın… Kitabın neredeyse yazılma sebebi denebileek Archimboldi’nin belirişinin ve kayboluşunun hikayesi.

  http://www.sabitfikir.com

Sunday, September 13, 2015

Mürekkebi Ruhun En Karanlık Gecesi Renginde: Cioran

Türkçede yeni yayınlanan Gözyaşları ve Azizler kitabıyla yeniden gündemimizde olan Rumen yazar ve düşünür Emil M. Cioran, bundan tam 20 yıl önce bu dünyadan ayrılmıştı. “Eninde sonunda yazardan birkaç cümle kalır” diyen Cioran’dan bize yalnızca aforizmaları değil, ilginç bir yaşam öyküsü de kaldı.

Mürekkebi Ruhun En Karanlık Gecesi Renginde: Cioran
Gecenin bir yarısı, bir gölge ilerliyor karanlık sokaklarda. Taş kaldırımlarda yankılanan ayak sesleri ıssızlığın sessizliğinde yankılanıyor. O gölge ki yalnızca kendi uykusuzluğunu kovalamıyor sokaklarda, beyninin ve ruhunun en gizli kalmış kıvrımları arasında da bir yürüyüşe çıkıyor. Gecenin asıl karanlığını kendi ruhunun aynasında izliyor.

Bir gölge dolaşıyor gecenin karanlık sokaklarında. O gölge yalnızca kendi ruhunun en karanlık gecesinde değil, yıllardır bizlerinkinde de dolaşıyor adeta. Geceleri ıssız bir sokakta karşımıza çıkan tekinsiz bir gölgeye karşı nasıl kayıtsız kalamazsak, ona karşı da kalamıyor; ruhumuzun deşilip, en derindeki yaralarının yeniden kanatılmasını çaresizce izliyoruz. O gölge karanlık bir peygamber gibi, ruhumuzun kurtuluşunun yalnızca reddedişte ve hiçlikte yattığını kulağımıza fısıldıyor ve sonra yine geldiği karanlıklarda yitip gidiyor.

Issız gecelerin seyyahı, Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Emil M. Cioran, ilk gençlik yıllarında tutulduğu uykusuzluk hastalığını, daha sonra bir lütuf olarak değerlendirmiş ve o uykusuzluk sayesinde yaşam rüyasında bilinçli kalabildiğini, çünkü her bir anın farkında olduğunu söylemiş. Bu sözler insana ilk başta anda yaşama bilgeliğini ve doğu felsefelerindeki aydınlanma sonrası yaşanan gerçek bilinçli olma halini çağrıştırsa da, durum biraz daha karışık. Çünkü en direkt tabiriyle bütün o ilahi öğretiler ve dinler nasıl ‘hiçliği’ ışığın aydınlığında arayıp, kurtuluşu onda görüyorsa; Cioran da bir tür ‘karanlık peygamber’ gibi tamamen ters bir yoldan gidip ruhun en karanlık gecesinden geçerek, bir anlamda yine aynı hiçliğe varıyor. Yine de konu Cioran olunca kesin ifadelerden kaçınmak gerekiyor çünkü onu anlamak da, anlatmak da bir hayli zor. Yaşama aşkla bağlı olmakla, onu tamamen itmek arasında tuhaf bir yerde duran Cioran, kendi kendini en güzel şöyle tanımlıyor; “Tabiatımdaki paradoks, hem varoluş için bir tutku duymam, hem de aynı zamanda bütün düşüncelerimin yaşamla husumet içinde olmasıdır.”

Peki, Cioran aslında kim?

Onun hakkında kesin olarak söyleyebileceğimiz kuşkusuz tek şey, belki de bir zamanlar dünyanın en mutlu çocuğu oldu. 8 Nisan 1911’de Romanya, Raşinari’de doğan Emil Cioran, o dört yaşlarındayken çıkan Birinci Dünya Savaşı sırasında anne ve babası vatandaşlık nedeniyle Macaristan’a tehcir edilince, kardeşleriyle birlikte anneannesinin yanında Karpat dağlarında tamamen özgür bir çocukluk geçirme şansına sahip olmuş. “Çocukluğum yeryüzü üzerindeki cennetti. Hermannstadt’a pek uzak olmayan bir yerde, bir Rumen dağ köyünde doğdum; sabahtan akşama kadar dışarıdaydım. Sabah kahvaltıdan sonra öğlene kadar ortadan yok olabiliyordum; eve dönüyordum ve bir saat sonra yeniden dağlarda yok oluyordum. On yaşına kadar sürdü bu.”

Adeta doğanın ve yaşamın kutsal ışığı altında yıkanarak dağlarda geçirdiği bu çocukluk yılları sırasında, en çok sevdiği şeylerden biri ise köylülerle ve özellikle de dağ çobanlarıyla dostluk kurmak olacaktır. Yabancılarla dostluk kurmaya duyduğu sevgi daha sonraki yaşlarında da karakterinin çelişkili yönlerinden bir diğerini oluşturacaktır. Özellikle Paris cafelerinde gelişigüzel kurulan dostluklardan yollarda yaşanan rastgele tanışmalara dek, yabancı insanlar ve onların sırları Cioran’ı her daim büyüleyecek ve onu tuhaf bir şekilde bir tür insan canlısı yapacaktır.

Ancak henüz o yıllarda, Cioran adeta cennetten dünyaya düşmüşçesine, çocukluğunun o altın günlerinin bir anda yok olmasıyla sarsılmaktadır. Esasında daha önceleri adeta bir vahiy gibi doğmuştur bu içine, bir gün bu kesif mutluluğu sonsuzluğa dek yitireceği duygusu… “Bu köyü çok seviyordum; on yaşında Sibiu Lisesi’ne gitmek için oradan ayrıldım. Babamın beni şehre götürdüğü o günü, daha doğrusu o anı hiç unutmayacağım. Bir at arabası kiralamıştık, ben ağlıyordum, sürekli ağlıyordum, çünkü cennetin bittiğini seziyordum. Bu dünyadan ayrılmak zorunda kaldığımda, içimde bir şeyin hepten kırıldığı hissine kapıldım.”
E.M. Cioran
E.M. Cioran
Cioran ağlaya ağlaya geldiği Sibiu’da, bu güzel masalsı, Transilvanya orta çağ şehrinde yine de sevdiği şeyler bulacaktır. Örneğin onu taptığı pek çok yazarla ve edebiyatın sonsuzluğuyla tanıştıracak olan Alman Kütüphanesi gibi… “Ne olursa olsun, doğduğum köy, ayrıca Paris’ten sonra, Sibiu dünyada en çok sevdiğim, sevmiş olduğum şehirdir. Eğer nostalji sözcüğünün bir anlamı varsa, herhalde böyle bir şehirden ve de köyümden ayrılmak zorunda kalmış olmanın pişmanlığıdır.” Ve sonra bu sözlerin ardından, insanın kendi içinde bir yerlerde de aynı şeyi bildiğini ancak duyduktan sonra hissedebileceği şu sözü gelir; “Aslında tek hakiki dünya, her şeyin mümkün olduğu, ama hiçbir şeyin fiiliyata geçmediği ilkel dünyadır.”

Sonrasında nostaljiyle anacağı Sibiu kenti ise o yıllarda genç Cioran’ın üstünde umulmadık bir şeye neden olmaya hazırlanıyordur; kendi tanımıyla hayatındaki en büyük faciayı burada yaşar! Bu facia ki onun için hayatın hem en büyük laneti hem de en büyük lütfu olacaktır… “Yazdığım her şeyin, düşündüğüm her şeyin, hazırladığım her şeyin, bütün avareliklerimin kökeni bu faciadır: Yirmi yaş civarındayken uykuyu yitirdim ve bunu insanın başına gelebilecek en büyük facia gibi görüyorum. Saatler boyunca bütün şehri dolaştığımı hatırlıyorum – Sibiu, Ortaçağ’dan kalma çok güzel bir Alman kentidir. Yani gece yarısına doğru çıkıyordum ve sadece sokaklarda dolaşıyordum; tek tük fahişeler ve ben, ıssız bir şehrin içindeydik, tam bir sessizlik, taşra. Saatler boyunca sokaklarda dolanıyordum, bir nevi hayalet gibi. Daha sonra yazdığım her şeyi bu gecelerde tasarladım.”

Sokakların ‘genç’ hayaleti, gerçekten de intihar edeceğine neredeyse kesin olarak inanmaktadır. Bu döneme ait olan ilk kitabını da bir tür vasiyetname gibi yazar. Bu ilk kitap olan Ümitsizliğin Doruklarında için daha sonra onun tüm hayatı boyunca yazacaklarını ve tüm felsefesini içeren bir kitap olduğunu söyleyecektir. Cioran’ın hayatı boyunca dünyaya bakışının kökenini Sibiu’daki o uykusuz geceleri oluşturacak ve onu hem bir lanet hem de bir lütuf olarak taşıyacaktır.

O zamanlardaki Cioran ise adeta hayatla dövüşerek, uykusuzlukla geçirdiği gecelerin ardından gelen günleri adeta bir sis perdesinin ardında yarı bilinçle yaşamakta ve her gün intihar etmemiş olduğuna daha çok şaşmaktadır. Uykusuzluğun bir diğer sonucu da ertesi gün yarı bilinçli bir halde yaşadığı için bir meslek sahibi olamamaktır. Fakat bunun üzerinde fazla durmaz Cioran ve esasen tüm hayatını kesin olarak hiçbir iş yapmamaya ve bir işe yaramamaya adar. Kararını vermiştir, o hayatını ‘hiçbir şey’ yaparak geçirecektir. Tabii yazmak hariç! Yazmazsa intihar edeceğini düşünür. Fakat bu yazmaya karşı duyduğu bir tutkudan kaynaklanmaz esasında. O içindeki hastalıklı birikenleri dışarı dökmek için yazmaktadır. Yazdıkça kafasında onu rahatsız eden düşüncelerin etkisizleştiğini fark etmiştir. Ve aslında bir tür terapi amacıyla yazmaktadır. Kendi deyimiyle de okur onun umurunda bile değildir! O yalnızca ve yalnızca kendisi için yazmaktadır. “Kendim için; saplantılarımdan, gerilimlerimden kurtulmak için yazarım; bu kadar. Okunsun diye, ‘bir kitap yapmak’ için yazmıyorum. Hayır, bir yükten kurtulmak için yazıyorum. Ama daha sonra, kitaplarımın işlevi üzerine derinlemesine düşünürken, bir yara gibi olmaları gerektiğini söylüyorum kendime. Okuru okumadan evvelki halinde bırakan bir kitap, başarısız bir kitaptır.”


Gerçekten de Cioran adeta bir yara gibi, üstünde düşündükçe durup durup kanamaya yol açan insanı irkilten, onu bilhassa rahatsız eden, son derece cüretkâr bir üslupla yazar. Adeta görmezden gelmeye çalıştığımız ama içten içe bildiğimiz şeyleri yattıkları derinliklerden çıkarıp suratımıza bir tokat gibi çarpar. Bilseler de kimsenin yazamaya cesaret edemeyeceği ve hatta bunu aklından dahi geçiremeyeceği durumları, neredeyse anarşist bir tavır ve şehveti anımsatan bir tutkuyla yazar. Ona boşuna ‘karanlık peygamber’ demedik, çünkü bu yaptıklarında bir anlamda insanoğlunun ruhunu uykusundan uyandırmayı amaçlayan vecd dolu bir yaklaşım da vardır.
İlk kitabını yazmış olan, o günlerdeki genç Cioran ise hala kendi ‘ecinnileriyle’ boğuşmaktadır. Yine de her şeye rağmen uykusuzluktan doğan bu tersine bilinç durumunun daha farklı bir alanı keşfetmeye başlamasına yardımcı olduğunun da belli belirsiz farkındadır. Daha önce de sözünü ettiğimiz Doğu felsefelerini andıran, bir tür anda kalma ve bilinçlenme halini yani… Fakat genç Cioran için o günlerde hayat hiç de kolay değildir. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise ailesidir… Çünkü bu hayatı büyük bölümü boyunca inançlarıyla savaşmak zorunda kalacak olan genç adam, bir papazın oğlu olarak dünyaya gelmiştir! “Öncelikle belirtmeliyim ki babam papazdı, fakat annem dindar değildi; belki de bundan ötürü, babama nazaran tuhaf bir şekilde çok daha bağımsız bir kafa yapısı vardı. Mesela 20 yaşında olduğum sıralar, bir gün annemin önünde kendimi bir kanepenin üzerine atıp ‘Artık dayanamıyorum,’ dedim. Annem, ‘Bilseydim kürtaj yaptırırdım,’ diye cevap verdi. Üzerimde olağanüstü bir etki yaptı bu, ama hiç olumsuz değil. Başkaldırmak yerine, hatırlıyorum, bir nevi tebessüm geldi yüzüme; bir ifşaat gibi oldu; tesadüfün meyvesi olmak, hiçbir zorunluluk olmaksızın… İşte bu bir kurtuluş oldu. Ama ömrümün kalan kısmına damgasını vurdu. Annem yazdığım şeyleri okuduktan sonra bunları az çok kabul etmişti. Babam ise aksine çok mutsuzdu; inanç sahibiydi ve fanatikleşmeden papazlık mesleğiyle iştigal ediyordu; tabii ki yazdığım her şey onu müşkül durumda bırakıyordu, ne tepki vereceğini de bilemiyordu. Sadece annem anlıyordu beni. Bu çok tuhaftı, çünkü başlangıçta onu küçümsüyordum, ama bir gün bana şöyle dedi: ‘Benim için sadece Bach var.’ O andan itibaren, ona benzediğimi anladım; gerçekten de ondan bana birçok kusur kaldı, ama birkaç meziyet de var.”

Gerçekten de Bach, Cioran için hayatının sonuna dek kesintisiz tutkusu olarak kalacak, onu kendi dini olarak tanımlayacaktır. Dostoyevski ve Shakespeare gibi defalarca tüm eserlerini baştan okuduğu kimi büyük yazarlara da benzer tutkular sergilese de, bir noktada hepsinden sıkılıp vazgeçer de Bach’dan vazgeçmez. Öte yandan ilginç bir okuma prensibi de vardır Cioran’ın, bir kitabın tek seferde anlaşılamayacağını, defalarca yeni baştan okunması gerektiğini söyler. Ve kendi deyimiyle ‘hiçbir şey yapmadığı’ hayatını kütüphaneler dolusu okumalar yaparak geçirir.

‘Artık dayanamıyorum,’ diye isyan ettiği o yıllarda ise Bükreş Üniversitesi’nde felsefe ve estetik öğrenimi görmektedir. O zamanlar ‘Balkanların Paris’i’ olarak tanımlanan şehir aynı zamanda zengin bir entelektüel çevreye de sahiptir. Tabii ki genç Cioran da kısa bir zamanda kendisine aralarında bir yer edinir. Eugene Ionescu ve Mircea Eliade ile o yıllarda kurduğu dostluklar hayatı boyunca sürecektir. Ama Cioran daha o yıllarda bile hepsinden öte bir yerde, bambaşka bir boyuttadır adeta. Aslında belli ki büyük bir inanç bunalımı yaşamakta ve ümitsizce hayran olacağı ve inanacağı bir güç sembolü aramaktadır. O dönem gazetelerde de yazan Cioran’ın bir makalesi dikkat çekici bir içeriğe sahiptir! “Hitler kadar bugün bizi etkileyen, sempati uyandıran ve hayranlık bırakan başka bir politikacı lider göremiyorum!” Yine de Cioran’ı yargılamadan önce tarihi gününün şartlarıyla okumanın gerektiğini unutmamak gerekiyor. Bolşevizmin şiddet dolu boğduruculuğuna tepki olarak dönemin neredeyse tüm Bükreşli entelektüelleri benzer bir yanılsama içindedirler ve Demir Muhafızlar adlı radikal, faşist, anarşist ve kimilerine göre de mistik bir oluşuma sempati duymaktadırlar. Cioran’ın 30'lu yıllarda Almanya’da geçirdiği birkaç yıl da bu sempatisini yine desteklese de yıllar sonra nasıl bu kadar etki altında kaldığına kendisi de şaşıracak ve bu şaşkınlığından dolayı samimi bir özür dileyecektir.

Cioran esasında daha küçük bir çocukken bile tam anlamıyla inançlı olmamış ve bu tür konular açıldığında da kesin bir tavırla sofrayı terk etmiştir. Ama yine de gençliğinin uzun gecelerinde papaz babası ve onun dostlarıyla sabaha dek teoloji konusunda esaslı tartışmalara girmekten ve üstünde kafa yormaktan hoşlanan genç Cioran için, Tanrı fikri hep üstünde tam anlamıyla bağdaşamadığı bir fikir olagelmiştir. Oysa neredeyse zamanın içinde donmuş gibi yaşayan bu küçük Transilvanya bölgesinde din neredeyse her şey anlamına gelmektedir. Yani Tanrı ve din kavramı onun için aynı anda hem yuvayı çağrıştırır hem de ondan kaçarak uzaklara gitme yani kesin bir reddetme isteğini…

İşte tam bir yandan kendisinin, bir yandan da Avrupa’nın huzursuzluklarla boğuştuğu o yıllarda, 1937 yılında ikinci kitabı basılır. Bizde de kısa bir süre önce yayınlanıp, Cioran’ı yeniden gündemimize taşıyan Gözyaşları ve Azizler’dir bu kitap. Ve Hristiyanlık inançlarını büyük ölçüde yadsıyan yapısıyla tabii ki çok tepki toplayacaktır! Tanrı inançlarına ters düştüğü için kitabı basmak istemeyen yayıncılar nedeniyle, daha basılmadan hatta… “Bu kitabı epey seviyordum, çünkü dini bir buhranın ürünüydü ve sonuçta bir yayıncı, daha doğrusu bir dizgici-matbaacı buldum. Bana, ‘bunu sizin için basacağım,’ dedi. O zaman Romanya’dan ayrılıp Fransa’ya geldim. Kitap benim yokluğumda, 1937’de çıktı ve çok kötü karşılandı; örneğin Eliade bu kitaba karşı bir makale yazdı. Annemle babam zor durumda kaldılar; annem Paris’e yazdı: ‘Kitabını anlıyorum, vs. ama bunu biz sağken yayınlatmaman gerekirdi, zira babanı çok zor duruma düşürdün; beni de… Ortodoks Kadınlar’ın başkanı olduğum için şehirde benimle alay ediliyor.’ O zaman da benden kitabı geri çekmemi istediler; ama kitap yayıncısız çıkmıştı, dolayısıyla dağıtımı yapılmamıştı. Kitap hiç dağıtılmadı, kitapların başına ne geldiğini hiç bilmiyorum, çoğu yok edilmiştir muhtemelen. Annem yine de bu kitabı anladı; bana, ‘İçinde bir kopma yaşadığın görülüyor; bir yanında küfür, öte yanında nostalji var,’ dedi. Bu kitap, uykusuz gecelerle örülmüş bir buhranın vardığı noktadır. Bundan dolayıdır ki uyuyabilen insanları her zaman hor gördüm, ki bu da oldukça saçma, çünkü tek bir arzum vardı, o da uyumaktı. Yine de bir şeyi anladım: Uykusuz geceler hayati önemdedir!”


Hayatı ikilikler üzerine kurulmuş olan Cioran, Gözyaşları ve Azizler’de tıpkı annesinin müthiş saptaması gibi bir yanında küfür, diğer yanında nostaljiyle tam bir kopma noktasında durur. Hem fahişe hem de azize olmak kavramı arasında gider gelir. Bu biraz da taptığı yazar Dostoyevski’den mirastır ona aslında. Uykusuz geçen geceleri ona gittikçe diğer insanlardan farklı bir bakış açısı, yaşamı uykularla kesilen normal insanların anlayamayacağı yalnızca zamanda yaşanan bir kesintisizlik haliyle kavranacak bir bilinç hali sağlamaktadır. “Hiçbir zaman ilerlemeye inanmadıysam, kendimi bu aldatmacaya hiç kaptırmadıysam, ayrıca bundan dolayıdır,” der Cioran. Öte yandan başarısızlıkla sonuçlanan bu kitabı ona dini bir endişesi olsa da asla iman sahibi olamayacağını anlamasını sağlamıştır en azından. Bu kitap için hayatlarını okuduğu mistiklerin aşırı taraflarına hayranlık duysa da bunun kendisi için imkansız bir şey olacağını kavrar. O tutkulu bir tip olmaktan ziyade, basit bir şekilde saplantılı biridir sadece. Bu konuda ıstırap çekmesinin faydasız olduğunu anlar. Yaşamının son yıllarında ise şöyle diyecektir; “Halen bugün dahi, tamamen dindışı bir insan olduğumu söyleyemem; benim gözlemlediğim, bir inanma imkânsızlığı.”
E.M. Cioran
E.M. Cioran
Dine karşı kendisiyle ilgili bu kesin anlayışa vardığı o dönem Paris’teki ilk yıllarına yansır. Artık her zaman rüyalarını kurduğu şehirde yaşamaktadır. Bu belki de hayata karşı en önemli başarısıdır. Ve bu ilk yıllar, din kavramıyla uzlaşmasının yanı sıra hayatında iki önemli dönemece daha neden olacaktır. İlki uykusuzluğuyla alakalıdır… Bu yeni şehirde hayatta kalabilmesi için artık uykusuzluğuna kesin bir çare bulup, hayata normal bir şekilde tutunması gerektiğini fark eder. Ve böylece hayatına bütün bir gün sürecek uzun bisiklet yolculukları girer. Bu uzun yolculuklar sayesinde hem inanılmaz derecede yorulup geceleri mecburen uyuyakalmakta hem de çocukluğundan anımsadığı doğa tutkusunu yeniden dindirmektedir.  O uzun bisiklet yolculukları aynı zamanda bir tür uykusuz gecelerde sokaklarda dolaşırken yaşadığı trans halinde düşünme halini de ona yaşatmaktadır. Cioran, bisikleti sayesinde adeta yeniden doğmuş, bambaşka bir hayata adım atmıştır.

Ve aynı dönemlerde, 1936 yılında kesin olarak kendi dilini bırakıp yalnızca Fransızca yazma kararını da alır. Mallarmé’nin bir şiirini Rumenceye çevirmeyi denerken yaptığının anlamsız olduğunu, kimsenin Rumence okumakla ilgilenmeyeceğini düşünmesiyle aniden, bir vahiy gelmesi gibi bir anda alınan bir karardır bu. “Bu kararımı yerine getirmenin zannettiğimden çok daha güç olduğu çıktı ortaya. Hatta bir azaba dönüştü. İlk kitabımı dört defa yazdım; bu da beni yazmaktan tiksindirdi. Çürümenin Kitabı’nı yazdıktan sonra, kendime ıstırap vermeye devam etmenin gereksiz olduğunu düşündüm. Ve yorgunluktan, Burukluk’u yayımladım. Artık cümleler kurmanın gereksiz olduğu, vs. daha sonra süreç her şeye rağmen devam etti.” Cioran, dil değiştirerek geçmişi de tasfiye etmiş olur: bütünüyle yaşamı değiştirir…

Paris’teki ilk yıllarını zorluklarla, büyük mali sıkıntılarla geçirmiştir. İlk yıllardaki öğrencilik statüsünden kaynaklanan kolaylıklardan yaşı ilerledikçe mahrum kalmış olması durumunu daha da zorlar. Yine de hayatta para kazanmak için istemediği bir şeyi yapmama fikrinden asla vazgeçmez. Tanınmadığı yılları ünlü arkadaşlarıyla katıldığı davetlerde yiyip içerek geçirir. Ancak uzun süre yazdıklarına kayıtsız kalan dünya, bir gün gelir onu alkışlamaya başlar. Fransızlar, Fransızca yazmak için kendi dilinden vazgeçmiş ve bu yeni dili için haddinden fazla özen gösterip, özel bir üslup göstermiş bu yazarı nasıl onurlandıracağını bilemez. Cioran ise geç kalmış bu şöhrete karşı neredeyse kayıtsız ve anonimliğini yitirdiği için de neredeyse şikâyetçidir!

Ama şöhretinin olumlu yanları da vardır elbet! 1960 yılında yayınlanan Tarih ve Ütopya kitabının başarısı sonrası, hayranı olan bir emlakçı kadının sayesinde, ömrünün sonuna dek yaşayacağı lüks apartman dairesini son derece cüzi bir kirayla tutabilmek gibi örneğin…

Cioran, yine de asla prensiplerinden vazgeçmez, yaşamını yalnızca istediği zaman istediklerini yazarak kazanır ve onu da kendi deyimiyle fazla yapmaz zaten. Bugün yazdığı aforizmalar tüm dünya okurlarının dilinde olsa da, ilk yıllarda fazla anlaşılmaz bulunup, cümleler arasında içerdiği yoğun anlam boşlukları nedeniyle fazlaca eleştirilmiştir. O ise bir fikrin direkt sonucunu yazdığını, o fikre ulaşma sürecindeki gelişmeyi açıklamayı gereksiz bulduğunu söyler. Onun cümleleri, kısa, öz ve bir tokat gibi keskindir. Onun aforizmaları fazlasını söylemez, asgariyle yetinme iradesine sahiptir. İnsanları ne inandırmaya ne de ikna etmeye uğraşır.

Nihilistliğin neredeyse sembolü gibi görünse de o bu tanımlamayı kabul etmez ve kendisini kesin bir şekilde bir ‘reddedici’ olarak tanımlar. Ancak tuhaf bir şekilde aynı anda hem kötümser ve kara, hem de rahatlatıcı ve hatta canlandırıcı ve neşeli bir hal vardır yazdıklarında. “Bunun tutkudan geldiğini sanıyorum: Karamsar değilim, şeditim. Bu da yadsımamı canlı kılıyor. Kitaplarım ne bunaltıcı ne de iç karartıcı! Onları hiddet ve tutkuyla yazıyorum,” der. Uykusuzluğunun ona armağan ettiği farklı bilinç düzeyinin sağladığı bir ayrıcalık olmuştur bu onun için. Kavramların içinin, bu her ne olursa olsun ister dini ister siyasi bir kavram, iyice bakıldığında kesin bir hiçlik içerdiğini kavramış ve bunun sonucunda da hayata karşı içgüdüsel bir reddediş geliştirmiştir.

Onu hayatın pembe renkleri değil, tam tersine hastalıklı olan, sorunlu olan, felakete giden her şey ilgilendirir. Adeta bir tutku duyar onlara karşı. Marazi olan her şeyi ve insanların içinde de en çok gerçekten deli olanları büyüleyici bulur. Hastalığın insan ruhuna kattıkları açısından faydalı yönleri olduğunu düşünür. Tüm uyumsuzları, depresif ve melankolik ruhluları normal insanlara göre defalarca daha fazla ilginç, normal insanları ise bir o kadar sıkıcı bulur. Yine de kimselere anlatmadıkları sırlarını tuhaf bir içtenlikle ona anlattıklarında, onları da büyüleyici kategorisine koyar hemen. Belki de her insanın içinde bir yerlerde kimselere göstermediği delilikler barındırdığına inandığı için… Ve tuhaf bir şekilde çok da merhametlidir Cioran. Kendi dostları için de, hiç tanımadığı yabancılar için de elinden gelen her türlü yardımı yapmaya çalışır.

Esasında onu hayata karşı tersten bir şekilde olsa da motive eden ve tutkularını canlandıran asıl mevzuu, onun hayatı boyunca dinmeyen ve adeta bir nabız gibi içinde atarak kendini anımsatan, kesif can sıkıntısı olmuştur. “Yaşamıma sıkıntı tecrübesinin hükmettiğini söyleyebilirim. Bu duyguyu ta çocukluğumda tanıdım. Eğlence, sohbet ya da zevklerle oyalanabilecek sıkıntı değil burada söz konusu olan; tabiri caizse temel bir sıkıntı bu ve şundan ibaret: Kendi evinizde veya başkasının evinde, ya da güzel bir manzaranın karşısında, az ya da çok aniden her şeyin içi ve anlamı boşalıyor. İçte ve dışta boşluk. Tüm evren hiçliğin damgasını yiyor. Ve hiçbir şey bizi ilgilendirmiyor, hiçbir şey dikkatimizi hak etmiyor.”

Ne ütopyaların mutlu romantizmine ne de tarihin olumlu gelişeceğine inanmaz. Tam tersine, kendi gibi kuşkucu birini yadsıyacak kadar kesin bir şekilde felakete inanır. “Bundan dolayıdır ki kendimi bütün ülkelerden, bütün gruplardan kopuk hissediyorum. Metafizik bir vatansızım ben,” der. Kendi deyimiyle tarihin infilakını gözlemlemektedir. Onu felsefe ve tarih değil ama tuhaf bir şekilde özyaşamöyküleri, hatıratlar ve tanıştığı yabancıların hayat öyküleri ilgilendirip, heyecanlandırır.

Hayatının sonlarında artık yazmayı tamamen bırakır. Bundan nefret ettiğini söyler. Bildiğiyle hissettiği arasında daima bir çatışma halinde yaşamayı sürdürmektedir. Emile M. Cioran, 20 Haziran 1995’te, yani bundan tam 20 yıl önce Paris’te öldüğünde gerisinde dünya çapında azımsanmayacak sayıda bir hayran kitlesi bırakır. Ama bunu elde etmek için gerçek anlamda hiç mi hiç uğraşmamıştır… Zaten yaşamdan sonra da onu tek bir şey beklemektedir: Hiçlik… O her zaman küçük bir çocukken dağlarda bulup yitirdiği, kesif özgürlük halinin peşinde olmuştur yalnızca.

“Suyu taklit etmemiz gerektiğini söyleyen Taoculuktan etkilenmişimdir biraz. Hiçbir çaba göstermemek ve hayatı sükûnetle göz önünde bulundurmak. Ama mizacım gereği bunun tam tersiyim. Biraz histerik, bir nevi sara hastası bozuntusuyum; saraya yakalanma şansına nail olmamam anlamında. Eğer hakiki bir hastalığım olsaydı, benim için bir kurtuluş olurdu bu. Ama her zaman içsel olarak paramparça bir halde ve hayat görüşüme zıt olan büyük bir gerginlik içinde yaşamak zorunda kaldım, çünkü kendi dışımda bir çıkış bulamadım. Hayat hakkında karanlık bir anlayışım olmasına rağmen, varoluş için daima büyük bir tutku besledim. Öyle büyük bir tutku ki, ters yüz olarak hayatın inkârına dönüştü, çünkü yaşam iştahımı tatmin etme yolları yoktu elimde. Böylece, demek ki hayal kırıklığına uğramış bir adam değilim; ama çaba fazlasından ötürü içsel gücü kalmamış bir adamım. Edilgenlik benim için ulaşılmaz bir idealdi. Niçin intiharı seçmediğimi sordular bana. Ama benim için intihar olumsuz bir şey değil. Aksine. İntiharın olması fikri bana hayata tahammül etme ve kendimi özgür hissetme imkânı veriyordu. Bir köle gibi değil, özgür bir insan gibi yaşadım.”

*Bu yazıdaki alıntılar Ezeli Mağlup, Söyleşiler, E.M. Cioran, Çev: Haldun Bayrı, Metis Yayınları’ndan yapılmıştır.