Friday, May 11, 2012

INGEBORG BACHMANN


 ‘benim için çölsün sen, denizsin, sır olan her şeysin..’ – INGEBORG BACHMANN

1970 yılında paris’te seiné ırmağına kendini atarak yaşamına son veren şair PAUL CELAN ile 1973 yılında evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybeden INGEBORG BACHMANN arasında yaşanan ve 1948-1958 arasında yıllarca süren ve bir süre mektuplarla devam eden hüzünlü aşka ait mektuplar KALP ZAMANI adı altında TURKUVAZ KİTAP tarafından ülkemizde okurlara sunuldu..

Ingeborg Bachmann’dan Paul Celan’a..

‘canım

hiç aklıma getirmediğim için , bugün öğleden önce –geçen yıl da aynı böyle olmuştu- kartpostalın tam  anlamıyla uçup geldi, kalbimin içine kondu, evet öyle , seni seviyorum, eskiden hiç söylememiştim bunu. gelinciği yine hissettim , derinde, çok derinde; harikalar yarattın, asla unutamamam bunu..
bazen buradan ayrılmaktan ve paris’e gitmekten , ellerimi tuttuğunu, bana çiçeklerle dokunduğunu hissetmekten başka bir şey arzulamıyorum, sonra nerden geldiğini, nereye gittiğini de bilmek istemiyorum. benim için sen hindistanlısın ya da daha da uzak, karanlık, kahverengi bir ülkeden; benim için çölsün sen, denizsin, sır olan her şeysin. hala hiçbir şey bilmiyorum senin hakkında ve bu yüzden senin için korkuyorum, bizlerin burada yaptığı herhangi bir şeyi senin yaptığını hayal edemiyorum, ikimiz için bir saray kurmalı ve o sarayın içinde benim sihirli efendim olabilmen için seni yanıma almalıydım, orada halılarımız ve müziğimiz olacak, orada aşkı bulacağız..

 sık sık düşündüm , senin en güzel şiirin ‘corona’ , her şeyin mermere dönüştüğü ve ebedileştiği bir anın çok önceden kusursuz bir biçimde gerçekleşmesi o. ama buradaki ben için ‘zaman’ olmuyor. elime geçmeyecek bir şeye açlık duyuyorum, her şey sığ ve tatsız , yorgun ve daha kullanılmadan yıpranmış..

ağustos ortasında paris’te olacağım, birkaç günlüğüne. neden , niye sorma bana, ama benim için orada ol, bir akşamlığına ya da iki, üç.. beni seine nehri’ne götür, küçük balıklara dönüşene ve birbirimizi yeniden tanıyana kadar bakalım sularına..’ (24 Haziran 1949, Viyana)

  Paul Celan’dan Ingeborg Bachmann’a..

‘sevgili inge’m,

Görünüşe göre bu hayat kaçırılan fırsatlardan oluşuyor, belki de en iyisi bunların üzerinde pek uzun durup düşünmemek, yoksa kelimeler yerinden kıpırdamıyor.. kelimeleri kıpırdatmaya kalkışan mektuplar, kasılarak yolunu bulmaya çalışan parmakların altından çekilip, çıkarılmış olmaları gereken bölgeye geri döndüler.. ve şimdi sana derinden borçlu kaldım, londra’dan gönderdiğim o resmi yazı – senin mektuplarının, hediyelerinin , çabalarının karşısında duran her şey- kafamın içinde çırpınıyor.. bağışla beni, bırak da nihayet birbirimizle konuşalım..’ (30.10.1951, Paris)

(Kalp Zamanı , Ingeborg Bachmann – Paul Celan , Mektuplar , Çeviri : İlknur Özdemir , Turkuvaz Kitap , 335 Sayfa , 2009 )

"Yalnızca zamanı belirtirken uzun uzun düşünmek zorunda kaldım, çünkü insanların her gün 'bugün' demelerine, dahası demek zorunda olmalarına karşın, benim için 'bugün' diyebilmek neredeyse imkânsız; örneğin insanlar bana yarın bir yana -bugün ne yapmak istediklerini bile anlattıklarında, çoğunlukla sanıldığının aksine, dalgın bakmaya değil, ne yapacağımı bilemediğimden, çok dikkatli bakmaya başlıyorum; 'bugün' ile aramda işte bu denli umutsuz bir ilişki var: Çünkü bu Bugün'ü ancak delicesine bir korkuyla ve koşarcasına yaşayabiliyorum, Bugün olup bitenler üzerine ancak böyle bir korkunun pençelerinde yazabiliyor ya da konuşabiliyorum; çünkü Bugün üzerine yazılanları hemen yok etmek gerekir; tıpkı bugün yazılmış ve yerine hiçbir Bugün'de varamayacak mektupların, bu nedenden ötürü yırtılması, buruşturulması, bitirilmemesi, yollanmaması gibi.
Burada 'bugün'le neyin anlatılmak istendiğini en iyi bilen, hayatında bir kez olsun ölesiye yalvaran bir mektup yazmış, ama sonradan onu yırtıp atmış olan insandır. Ve şu yazısı neredeyse hiç okunmayan pusulalar, hiç kimsenin yabancısı değildir: 'Gelin, eğer mümkünse, eğer isterseniz, eğer sizden böyle bir şey istemeye hakkım varsa! Saat beşte Cafe Landtmann'da olun!' ya da şu telgraflar: 'Lütfen bana hemen telefon et stop hemen bugün.' veya: 'bugün imkânsız'
Çünkü Bugün sözcüğünü kullanma hakkının aslında yalnızca kendini öldürmek isteyenlere ait olması gerekir; onların dışındakiler için bu sözcük kesinlikle hiçbir anlam taşımaz; onların dışında kalanlar için 'bugün' öyle herhangi bir günü, yani bugünü gösteren bir sözcükten başka bir şey değildir; bugün bilirler ki yine sekiz saat çalışmak zorundadırlar ya da izin alacaklardır, birkaç yere uğrayacaklardır, almaları gereken şeyler vardır, bir sabah, bir de akşam gazetesi okuyacaklardır, bir kahve içeceklerdir, unuttukları bir şey olacaktır, biriyle sözleşmişlerdir, birine telefon edeceklerdir; yani bir şeylerin yaşanacağı ya da daha iyi deyişle öyle pek kayda değer şeylerin yaşanmayacağı bir gün."
Ingeborg Bachmann
-Malina-

Thursday, May 10, 2012

Ölü bir evden hatıralar


Dostoyevski’nin hapishane yaşamından notlar

Ölü bir evden hatıralar*

Hapishaneye kışın, aralık ayında, girmiştim. Beş misli ağır olan yaz işinin ne demek olduğunu henüz bilmiyordum. Zaten, kalemizde beylik işi kışın azdı.
Mahpuslar, Irtış kıyısına eski beylik sandalları yıkamaya giderler; kasırgaların resmi binalar önüne yığdığı karı temizlerlerdi. Kireci söndürüp döverlerdi v.s. Kış günleri kısa olduğu için, iş çabuk biterdi. Güruhumuz hapishaneye erkence dönerdi. Kendi işleri olmasaydı, işsiz güçsüz oturacaklardı. Buna rağmen, kendi işleri ile uğraşanlar mahpusların ancak üçte biriydi. Geri kalanlar havyar kesiyor, hapishanenin bir kışlasından öbürüne geçiyor, kavga ediyor, aralarında birtakım entrika ve meseleler çıkarıyorlardı. Para buldukça içerlerdi; geceleri, sırtlarındaki gömleği kujnara verirlerdi. Bunları can sıkıntısından, tembellik ve işsizlikten yaparlardı. Sürgün hayatında hürriyet yokluğundan, cebri çalışmadan başka belki diğerlerinden daha korkunç bir azabın olduğunu, zamanla öğrendim cebri müşterek hayat…

Müşterek hayat başka yerde de vardır tabii. Ama hapse gelenler arasında öyle insanlar var ki, onlarla bir arada yaşamak herkesin arzuladığı şey değildir Bunun için sürgünlerin çoğu, şuursuz olarak, bu azabı duymuştur elbette.

Verilen gıdayı oldukça iyi buldum. Mahpuslar, Avrupa Rusyası'nın hiçbir hapishanesinde böyle yemek verilmediğini iddia ederlerdi. Bu konuda hiç fikrim yok, çünkü oralara gitmedim. Bundan başka mahpuslardan çoğunun kendi ceplerinden yemeleri mümkündü. Etin bir funt’u iki, (yazın ise iki buçuk) köpekti-Fakat ayrı yemek yiyenler, yalnız, her zaman para bulan kimselerdi. Sürgünlerin çoğu kazandan yerlerdi Bunun için mahpuslar, yemeklerini överken yalnız ekmeklerini överlerdi. Ekmeğimizin tartılarak değil de, müşterek olarak verildiğine bilhassa şükrederlerdi. Tayın usulü onları ürkütürdü. çünkü ekmek tartıyla verilmiş olsaydı, adamların üçte biri aç kalırdı. Müşterek yedikleri için, herkese yetiyordu.

Ekmeğimiz kendine mahsus bir nefasette idi. Hatta bütün şehirde ün almıştı. Bu özelliği hapishane fırınlarının elverişli olarak yapılmasında bulurlardı. çorbalara gelince, pek kötüydü. Kazanda kaynatılarak, içine atılan bulgur ve saire ile terbiye edilirdi. Haftanın altı gününde sulu ve yağsızdı da… İçindeki hamam böceklerinin çokluğu beni dehşete düşürdü.

İlk üç gün işe gitmemiştim. Her yeni gelene aynı usul uygulanır, yol yorgunluğunu çıkarma fırsatı verilirdi. Ama ertesi gün prangalarımı değiştirmek üzere hapishaneden çıkmak zorunda kaldım. Ayaklarımdaki pranga, hapishane nizamına uygun değil, halkalı, mahpusların “ince çıngırak” dedikleri zincirdendi. Dıştan takılırdı.

Hapishanenin resmi, çalışmaya elverişli prangaları, halkalardan değil, bir parmak kalınlığında, aç, halkayla biribirine bağlanmış demir çubuklardan yapılmıştı, pantolon altına takılırdı. Orta halkaya bir kayış bağlanırdı. Bu kayış, gömlek üzerine takılan kemer kayışıyla birleştirilirdi, Kışladaki ilk sabahımı hatırlıyorum. Karakolda,, hapishane kapısının önünde “kalk trampeti” çalındı. On dakika sonra nöbetçi subay kışlaları açmaya koyuldu Uyanmaya başladılar.

Mahpuslar titreyerek kalkıyorlar, altılık içyağı mumunun donuk ışığı altında ranzalardan iniyorlardı. çoğu uyku sersemliğiyle konuşamıyor, somurtuyordu. Esniyor, geriniyor, damgalar alınlarını buruşturuyorlardı. Bazıları istavroz çıkarıyordu; bazıları da hemen kavgaya başlıyordu. Boğucu bir havasızlık…

Kapı açılır açılmaz, içeriye temiz kış havası girdi ve bir buhar bulutu gibi koğuşu doldurdu. Mahpuslar su kovaları önünde toplandılar. Sırayla maşrapayı alıyor, ağızlarına su dolduruyor, suyu; ağızlarından dökerek ellerini yüzlerini yıkıyorlardı. Suyu “paraşnik” daha akşamdan hazırlardı. Usule göre, her kışlada mahpusların kendi aralarından seçtikleri bir arkadaş, kışla hizmetini görürdü. Bunlara “paraşnik” denirdi, işe gitmezdi. Vazifesi, kışlanın temizliğine bakmak, ranzaları ve yerleri ovmak, gece ihtiyacı için kova getirip götürmek, temiz su tedarik etmekti. Biri sabahlan yıkanmak için biri de gündüzleri içmek için, iki kova su getirilirdi. Bir tanecik olan maşrapaları yüzünden hemen kavgalar başlardı. Yüzü gülmiyen uzun boylu, zayıf, esmer ve tıraşlı kafatasın-da birtakım garip şişkinlikler dolu bir mahpus, pembe, neşeli yüzlü, şişman, tıknaz olan bir mahpusu itti.
— Nereye be, mankafa?… Postoy!… (dur.)
— Ne bağırıyorsun be? Bizde bedava  olmaz.’ Sen yıkıl git. Şuna bakın: kazık gibi dikildi karşıma. Yani çocuklar, herifte şu kadardık “akıl tohumu” yok…

“Akıl tohumu” sözü oldukça tesir etti. çoğu güldü. Neşeli şişkonun da zaten istediği buydu.
O, galiba, kışlada bir nevi gönüllü soytarı idi.
Uzun boylu mahpus ona hakaret dolu bir bakışla baktı. Kendi kendine söyleniyormuş gibi:
— Agobun kazı!… dedi. Hapishanenin has somuniyle bak nasıl da semirdi! Paskalya aşı için on iki domuz yavrusu doğuracağına seviniyor.
öteki, birdenbire kızararak bağırdı:
— Ne ötüp duruyorsun… kuş gibi?
— Kuşum ya; ne olacak?
— Ne kuşusun?
— Kuş işte.
— Nasıl işte?
— Böyle işte… dedik ya!
— Ama nasıl böyle işte?

Biribirine gözlerini diktiler. Şişko hem cevap bekliyor, hem de dövüşe hazırlanmış gibi yumruklan sıkılı duruyordu. Ben de gerçekten dövüşeceklerini sandım. Bunlar benim için yepyeni şeylerdi. Merakla seyrediyordum. Ama buna benzer sahnelerin çok masum şeyler olduğunu, komedilerde olduğu gibi, umumun zevk ve neşesi için oynandığını sonraları öğrendim, işi, hemen hemen hiçbir zaman, dövüşe kadar vardırmıyorlardı. Bunlar oldukça tipik şeylerdi ve hapishane adetlerini gösteriyordu.
Uzun boylu mahpus sessiz, azametli azametli duruyordu. Etraftakilerin ona baktıklarını, vereceği cevapla rezil olup olmayacağını beklediklerini hissediyordu. Bu duruma düşen, mahcup olmamalıydı; gerçekten bir kuş, hem de nasıl bir kuş olduğunu göstermeliydi. Tarif edilmez hakaretli bakışlarla hasmını süzdü. Bakışlarının daha hakaretli olması için ona omzunun arkasından, yukardan aşağı, bir böceğe bakıyormuş gibi, baktı. Sonra ağır ağır, tane tane:
— Kağan!’ dedi.
Yani, kağan kuşu olduğunu söylemek istedi. Mahpus, bu buluşu kahkaha tufaniyle
mükafatlandırdı.
Her bakımdan mat olduğunu anlayan şişko fena halde köpürdü.
— Kağan magan değil, alçak keratanın birisin sen!, diye kükredi.
Ama kavga ciddileşmeğe başlayınca, kabadayılarımızı hemen yatıştırdılar. Dışardakilerin hepsi birden bağırmaya başladılar:
— E, ne bağırıyorsunuz bakalım? Köşeden:
— Bağırmaktansa dövüşün yahu!., diye bir ses duyuldu. Birisi, cevap olsun diye:
— çok beklersin dövüşmelerini! dedi.
— Biz yaman açık gözlerizdir yahu!… Ancak ye-’di kişi birleşir de, bir kişiden korkmayız…
— ikisi de malmış ha!… Biri, bir funt ekmek yüzünden hapse düştü. öteki de adam değil ki…
Bir karının yoğurdundan tattı… ama arkasından kırbacı da yedi.
Kışlanın düzeniyle ilgili bulunduğu için, bir köşede hususi yatakta yatan bir malul söze karıştı.
— Eee!… Yeter artık!
— Su getirin çocuklar! “Nevalid” Petroviç uyandı. Kan kardeşimiz Nevalid Petroviç’e su getirin!
Malul, hem kaputunu sırtına geçiriyor, hem de söyleniyordu:
— Kardeş!… Neden kardeşin olacakmışım? içki için birlikte bir ruble olsun sulamadık ki, kardeş olalım…
Yoklamaya hazırlanıyorlardı. Ortalık ağarmaya başladı. Mutfak, tıklım tıklım dolmuştu.
Gocuklu, iki renk şapkalı mahpuslar, ekmek kesen aşçının çevresinde toplanmışlardı. Her mutfak için iki aşçıyı mahpuslar topluluğu seçerdi. Etle ekmeğin kesilmesi için her mutfağa birer tane verilen bıçakları da alıcılar, saklarlardı.
işe çıkmak üzere hazırlanmış şapkalı, gocuklu, kuşaklı mahpuslar, köşelere ve masalar etrafına yer leştiler. Bazılarının önünde “Kvas”la (Arpa veya kuru ekmek ve kuru üzümle-yapılan ve tahammür etmiş, şıra cinsinden bir içki) dolu tahta çanaklar vardı, içine ekmek doğradıkları kvas’ı içiyorlardı. Ortalık dayanılmaz gürültü patırdıyla uğulduyordu. Bazıları da, köşelerde yavaş sesle, konuşuyorlardı.
Genç bir mahpus, suratı asık, dişsiz bir mahpusun’ yanına oturarak:
—ihtiyar Antoniç’e afiyetler olsun! Merhaba,, dedi.
Beriki, gözlerini kaldırmadan, dişsiz ağzıyla ekmeği çiğnemeğe çalışarak:
— Şaka değilse, merhaba! dedi.
— Vallahi, ben seni ölmüş biliyordum be Antoniç!
— Yok canım! önce sen öl de sonra ben… Yanlarına oturdum. Sağımda iki ağırbaşlı mahpus konuşuyordu, ikisinin de biribirine karşı vakarlarını muhafaza etmeğe çalıştıkları belliydi. Biri:
Benden bir şey çalamazlar; ama ben bir şey çalacağım diye korkuyorum, diyordu.
Eh… bana da destursuz pek yanaşma – yakarım!
— Nasıl yakacaksın?… Sen de herkes gibi hay-dutun birisin. Başka adımız yok. Karı seni soyar; üstelik teşekkür de etmez. Bizim paracıklarımız da bu yolda suyunu çekti. Geçen gün kendisi geldi… Nereye gideceksin onunla? Cellat – Fetka’ya yalvardım. Hani varoşlarda, uyuz Yahudi Salomonka’dan… canım! kendini asan Salomonka’dan… evi alan
Fedka…
— Biliyorum yahu! Evelsi sene bize şarap satıyordu. Lakabı da Grişka-Kara Meyhane idi
— Amma da biliyorsun ha! Kara Meyhane, başkasıydı.
— Hangi başkası yahu… Ta kendisiydi… Sana ben de istediğim kadar aracı getiririm.
— Sen mi?… Sen kim oluyorsun yahu! Alasını bizden sor.
— Ben mi kim oluyorum? Seni patakladığım günler oldu, ama övünmüyorum. Sen de, “kimsin” diye kabarıyorsun.
— Sen mi pataklıyordun beni?… Beni pataklayacak adam daha dünyaya gelmedi. Bir kere pataklıyan oldu; o da, kara toprağın altında yatıyor. Haberin var mı senin?
— Seni Bender vebası seni!…
— Vücudunda şirpençeler çıksın !…
— Boynuna Türk kılıcı insin inşallah!… Kavga kızıştı. Etraftan bağrışmaya başladılar.
— E, e, e!… çok bağırmayın be!
— Dışarda yaşamasını bilmezdiniz. Has somunu bulunca kuduruyorsunuz.

Derhal sustururlar. Kavga etmeğe, çene yarıştırmaya müsaade edilir. Hatta bu, kısmen, başkaları için de bir eğlencedir. Ama çok kere dövüşe kadar gitmelerine meydan vermezler. Hasımlar, ancak binde bir dövüşürler. Dövüşü binbaşıya haber verirler. Soruşturmaya girişilir. Binbaşı gelir. Sözün kısası, ağızlarının tadı kaçar. Bunun içindir ki dövüşe izin vermezler. Zaten hasımlar da daha çok eğlence için ve küfür talimi yapmak maksadiyle ağız kavgasına girişirler. çoğu zaman hırsla ateşle kavgaya başlayıp kendilerini aldatırlar. Nerede ise, biribirinin üstüne atılacaklar zannedilir. Halbuki hiç de öyle olmaz. Belli bir noktaya kadar gelir ve derhal dururlar. Bu haller beni ilk zamanda son derece hayrete düşürüyordu. Burada örnek olarak gösterdiğim konuşmalar, sürgün ha yatının en basit konuşmalarındandır. Zevk için kavga edilebileceğini; bunun bir eğlence, hoş bir idman, keyifli bir meşgale olabileceğini önceleri aklım almıyordu.

Bu arada gurur meselesini de hesaba katmalı. Usta bir küfürbazı herkes sayardı. Artistlerden farkları, bunların alkışlanmamaları idi.
Dün akşamdan beri, bana yan baktıklarının farkına vardım. Birkaç düşman bakışla karşılaştım. Aksine, diğer bazı mahpuslar da, paralı olduğumu tahmin ederek, etrafımda dolaşıyorlardı. Onlar bana yaltaklanarak, hemen hizmet etmeğe, yeni prangaların1 nasıl kullanıldığını öğretmeğe başladılar. Bana kilitli küçük bir sandık buldular. Tabii para karşılığında… Bu sandıkta, verilen beylik eşya ile getirdiğim birkaç Parça çamaşırı saklayacaktım. Ertesi gün, bu dostlar çamaşırımı çaldılar ve satıp parasıyla sarhoş oldular.
Sonraları, bunlardan biri, beni her fırsatta soymakla beraber, bana candan bağlı bir adam olmuştu. Hırsız-.hğı hiç çekinmeden, hemen hemen şuursuzca, sanki bir vazife yapıyormuş gibi, yapıyordu. Ona darılmak yersiz olurdu.
Bir çaydanlık sahibi olmam ve çay almam gerektiğini öğrettiler. Birisinden emanet bir çaydanlık buldular. Dışardan erzak alıp yemek isteyecek olursam, bu işi, ayda otuz köpeğe yapacak olan alıcılarından birini salık verdiler. Şüphesiz, benden ödünç para da aldılar. Daha ilk günü, hepsi ayrı ayrı, üçer defa ge-ilip para istemişlerdi.
Sürgünde eski asilzadelere husumetle, yan yan bakarlar. Her haktan yoksun, diğer mahpuslarla tamamıyla aynı mevki ve seviyede bulunmalarına rağmen, mahpuslar onları hiçbir zaman arkadaş saymazlar. Bunun, şuurlu bir kötü niyete değil, tam bir içtenlikle, aslını anlamadan yaparlar. Asaletimizi candan kabul etmekle beraber, düşmemizle alay etmeği de severlerdi.

— Yağma yok! Bitti artık. “Petr’in Moskova sokaklarında çalım sattığı günler oldu; şimdi de hapiste ip büküyor…″ gibilerden, iltifatları esirgemiyorlardı.

Onlara göstermeğe çalıştığımız ıstıraplarımızı zevkle seyrediyorlardı. Hele ilk zamanlarda, işte onlar kadar kuvvetli ve iyi yardımcı olamadığımız için epey güçlük çekmiştik. Halkın, (hele bu türlü halkın), gü-yenini, sevgisini kazanmak kadar güç şey yoktur.

Sürgünde birkaç asilzade vardı. önce Polonyalı beş kişi… Onlardan, sırası gelince ayrıca bahsederim. Mahpuslar, Polonyalıları hiç sevmezlerdi. Polonyalılar (bahsettiğim yalnız siyasi suçlulardı) diğer mahpuslara tahkir edici bir kibarlık, nezaket gösteriyorlar, uzak duruyor, mahpuslara karşı duydukları nefreti bir türlü saklayamıyorlardı. tekiler bunu., gayet iyi anlıyor, onları aynı şekilde karşılıyorlardı.

Bazı mahpusların teveccühünü ancak iki yıl sonra kazanabilmiştim. Ama çoğu, sonunda beni sevdi ve ”iyi” bir adam olarak kabul etti.
Rus asilzadelerinden, benden başka, daha dört kişi vardı. Biri adı, alçak, tamamıyla ahlaksız bir yaratıktı, işi gücü casusluk, fesatçılıktı. Daha hapishaneye girmeden önce adını duymuştum. Onunla ilk günlerde ilgimi kestim. Diğeri, hatıralarımda bahsettiğim baba katili idi. üçüncüsü, Akim Akimiç’ti. Hayatımda bu Akim Akimiç gibi acayip adam görmedim. Hafızam-da derin izleri kalmıştır. Uzun boylu, oldukça zayıf, zekası kıt, gayet cahil, ukala ve bir Alman kadar intizama düşkün bir adamdı. Mahpuslar onunla alay ederlerdi. Ama bazıları onun kavgacı, titiz ve hırçın tabiatından çekinirlerdi. Hapse girdiği günden beri mahpuslarla senli benli olmuştu. Kavga ediyor, hatta dövüşüyordu.

Son derece namuslu idi. Bir haksızlık gördü mü. üstüne vazife olmayan vakalara bile karışırdı. Pek saftı. Mahpuslarla kavga ederken, bunları, hırsız olduklarından dolayı azarlar, gayet ciddi olarak, “ir daha bir şey çalmamaları için kandırmaya çalışır Kafkasya’da asteğmenmiş. Daha birinci gün ahbap olduk. Akim Akimiç, davasını hemen anlattı. Askerliğe bir piyade alayında, yünker1 olarak başlamıştı. Subay rütbesi alıncıya kadar hayli beklemişti. Rütbe alınca, küçük bir istihkam komutanlığına tayin edildi. Barış için söz vermiş ufak yerli prenslerden biri, kaleye kundak soktu, gece baskın yaptı. Ama başaramadı.
Bunun üzerine Akim Akimiç hile yaptı. Suçlunun kim olduğunu bildiğini göstermedi.

Kabahati barışta olmayanların üstüne attılar. Bir ay sonra Akim Akimiç prensi, arkadaşça davet etti. öteki hiçbir şeyden şüphelenmeden geldi. Akin Akimiç bölüğünü sıraya dizdi; bölüğün önünde, kabahatini prensin yüzüne vurdu, onu azarladı. Kalelere kundak sokmanın ne kadar ayıp bir şey olduğuna deliller sıraladı. Arkasından, barışta bulunan bir prensin ilerde nasıl hareket etmesi gerektiğine dair öğütler verdi. Sonunda da kurşuna dizdi. Yaptığını hemen ve bütün ayrıntılarıyla yüksek makama haber verdi. Akim Akimiç’i harb divanına verdiler Hakkında idam karan verildi. Ama bu karar hafifletildi.
Akim Akimiç, Sibirya’da, kalede, ikinci sınıf sürgün olarak on iki yıl ikamete mecbur edildi.
Bana söylediği gibi, prensi öldürmeden önce de kanunsuz hareket ettiğini biliyordu. Barışta bulunanların yargılanmasının, kanun hükümlerine göre yapılacağını biliyordu. Bunları bilmekle beraber, kabahatini de gereği gibi anlamıyormuş gibiydi.

*Dostoyevski, gözleri bağlı bir şekilde idam mangasının karşısında vurulmayı beklerken, Çar tarafından son anda bağışlanmış ve cezası hafifletilerek dört yıllık kürek mahkûmiyeti ve peşinden de beş yıllık zorunlu askerî hizmete çevrilmişti. Dostoyevski edebiyat dünyasına bu sürgün yıllarının ardından yazdığı Ezilmiş ve Aşağılanmışlar ve Ölü Bir Evden Hatıralar’la döndü. İnsani derinliği, gözlem gücü ve otobiyografik kökeniyle Ölü Bir Evden Hatıralar Dostoyevski’nin en sıradışı kitaplarından biridir.

Tuesday, May 8, 2012

Yayın özgürlüğü yok; çünkü…


Yayın özgürlüğü yok; çünkü…


Türkiye Yayıncılık Kurultayı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Santralistanbul Kampüsü'nde gerçekleşti. Kurultayın ilk oturumunda Prof. Dr. Ahmet İnsel, TGS Başkanı Ercan İpekçi, gazeteci Ezgi Başaran ve avukat Haluk İnanıcı konuştu.

İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Türkiye Yayıncılar Birliği'nin ortaklığıyla, iki yılda bir düzenlenen 'Türkiye Yayıncılık Kurultayı'nın beşincisi 3-4 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirildi.

Kurultayın açılış konuşmalarını İstanbul Bilgi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Remzi Sanver ve Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal Zeynioğlu yaptı.

Kurultayın ilk oturumunda, Yordam Yayınları Yayın Yönetmeni Hayri Erdoğan'ın moderatörlüğünde gerçekleşen ilk oturumda, "Yayınlama Özgürlüğü Neden Mümkün Değil?" başlığı altında, Prof. Dr. Ahmet İnsel, Türkiye Gazeteciler Sendikası Başkanı Ercan İpekçi, gazeteci Ezgi Başaran ve avukat Haluk İnanıcı birer sunum yaptı.

Oturumun başlığının "Yayınlama Özgürlüğü Neden Mümkün Değil?" seçilmesini açıklayan Erdoğan, "böyle önsel bir kanaat, şaşırtıcı gelebilir. 'Konuşmacılar konuştuktan sonra bu yargının oluşması daha doğru olurdu' diye düşünebilirsiniz. Ama biz şaşırmıyoruz, sağolsunlar bize şaşırmamayı öğrettiler. Şehir tiyatrolarının özerkliğine büyük bir darbe vurulurken, başbakanımız sanatçıları hedef alarak 'sen kimsin!' diyerek, aslında iyi bir çerçeve çizdi" dedi.

Erdoğan: "Manzara ortada, kitap bomba ilan ediliyor"

Çok çelişik gibi görünün gelişmelerin bir arada yaşandığına değinen Hayri Erdoğan, bir yandan 12 Eylül'ün yargılanması ve darbelerin sorgulanması,  diğer taraftan baskıcı rejimlerin kalıntılarının ortadan kaldırıldığı görüntüsünün, yayıncılık alanında gelişmeler olması yönünde beklentiler yarattığına değindi.

Yaşananların ise bu beklentilerin tam tersi yönünde geliştiğinin altını çizen Erdoğan,  "Başbakan kitabı bomba ile özdeşleştiriliyor. Ahmet Şık'ın kitabı henüz yayınlanmamışken bir örgüt dokümanı olarak görülüyor. Basmayı düşünen yayınevi ve çoğaltacak olan matbaa basıldı. İşte manzara ortada. Mahkûm olan gazeteciler, yargılanan kitaplar var. Meselenin tamamının bunlar olduğunu düşünmek de iyimserliktir. Görünenler, görünmeyen büyük bir şeyi ifade ediyor. Büyük bir tehdit oluşturarak bu alanı düzenliyor. Siz bir köşe yazarı olacaksanız Nuray Mert örneğini, kitap yazacaksanız Ahmet Şık'ı gözönüne alacaksınız. Yayıncı olacaksanız Ragıp Zarakolu'nu aklınıza getirmeden bir adım atamazsınız" dedi.


İnsel: Toplumda otoriter gelenek var

Prof. Dr. Ahmet İnsel, oturumun başlığının insanlarda soru işareti uyandırmaya yönelik olduğuna değinirken, normalin değil anormal olanın sorgulandığı bir başlık üzerinde konuşmak istediklerini belirtti.

"Öğretim üyesi veya gazete de fikirlerini ifade etmeye çalışan birisi olarak değil, yayın faaliyetinde bulunan birisi olarak konuşmak istiyorum" diyerek sözlerine başlayan İnsel, ifade özgürlüğünün kısıtlandığı toplumlarda otoriter bir yönetim olduğunu belirtti. İnsel,bu nedenle Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) otoriter bir parti ve Tayyip Erdoğan'ı otoriter eğilimleri çok yüksek, hatta taşkın bir kişilik olarak ele alabileceğimizi belirtti. Asıl sorulması gerekenin 'neden hala otoriter yönetim altındayız' sorusu olduğu söyleyen İnsel, yanıtın Cumhuriyet'in kuruluş dinamiğinde yattığını söyledi.

"Bakın burası otoriter bir yönetim demiyorum, otoriter bir toplum diyorum. Aileden başlayarak gelen çok güçlü bir otoriter gelenek var. Üniversite, öğretim üyeleri eşitler camiası olması gerekirken, herhangi bir otoriteyi elinde tutan kişilerin eşitlerine yönelik tavrındaki o metaformoz, o toplumun içinden çıkan doğal bir tepkidir. O da bir göstergedir. Yönetim kurulu toplantılarında rektör geldiğinde bütün yönetim kurulu üyelerinin ayağa kalktığını gördüm. Olacak şey değil…

"Siyasi partiler de benzer biçimde. İçerisinde çeşitli eğilimlerin resmen temsil edildiği parti yok. CHP'si, MHP'si, AKP'si ve BDP'si bütün siyasi partilerimiz yekpare partilerdir. Hepsi lider partileridir. Ancak BDP açısından farklı bir unsur var BDP sürekli kapatıldığı için lider partisi olamıyor. Fakat AKP'ye bakın, CHP'ye bakın lider partisidir. Grup toplantılarında ifade özgürlüğü var mı? Lider geliyor, herkes ayağa kalkıyor, konuşuyor ve sonrasında toplantı bitiyor. Grup toplantısı falan değil, liderin beyanı.

İpekçi: Utanç tablosunun zemini TMK

Daha sonra söz alan Ercan İpekçi, 2005-2006 yılında yapılan Terörle Mücadele Kanunu (TMK) değişikliklerini "bugünkü utanç tablosunun" zeminini hazırladığını belirtirken, tutuklu gazetecilerin hepsinin aynı suçlardan tutuklandığını belirtti.

İpekçi, iktidarın kendi dinsel çerçevesi içerisinde hangi konu olursa olsun tartışıldığında sorun olmadığını, fakat iktidarın çizgisi dışında, alternatif düşüncelere yer verildiğinde, otoriter devlet anlayışının devreye girdiğini söyledi. 'Neden yayınlamak mümkün değil' sorusunun burada başladığının altını çizen İpekçi, "Egemenin isteklerine uygun yaparsanız, istediğiniz her türlü yayını yapabilir, her şeyi söyleyebilirsiniz, sorun yok. Ama ötesine geçtiğinizde size yakıştırmalar yapılıyor. Bu, pozitif hukukla destekleniyor. 2005-2006 yılında yapılan Terörle Mücadele Kanunu (TMK) değişiklikleri bugünkü utanç tablosunun zemini hazırlamıştır" dedi.
 
Başaran: "Unutursam kalbim kurusun

Ezgi Başaran "Bir gazetecinin yayınlama özgürlüğü ile yayıncıların yayınlama özgürlüğünün aynı şey olmadığını" düşündüğünü belirterek başladığı konuşmasında, Viyana'da Dünya Gazeteler Birliği konferansındaki Wikileaks tartışmasına yer verdi.
"Assange'ın ortaklarından birisi hepimizin olduğu yerde 'Afganistan savaşı ile ilgili belgeler neden gazetecilere değil de, Wikileaks'e geldi. 'Çünkü siz güvenilmezsiniz. O belgeleri edinen kaynaklar, sizin yayınlayamayacağınızı düşündüler bu yüzden bize gönderdiler' dedi.  'Güvenilmezsiniz' son derece haklı bir tespit."
Başaran, son 10-15 yıl içerisinde, dünyanın en saygın gazetelerinin Irak ve Afganistan savaşıylae ilgili haberlerde nasıl soğukkanlılıkla yalan söylediklerinin  görüldüğünün altını çizerken, "Bizdeki sadece son iki yıla bakıldığında aslı çıkmayan manşetleri anlatmaya gerek yok herhalde" dedi.
Ahmet İnsel'in basın özgürlüğü ve ifade özgürlüğü tanımına katılmadığını belirten Başaran, ifade özgürlüğünün, doğru ya da yanlış olduğu önemli olmayan düşünceyi ifade etme durumu olduğunu, basın özgürlüğünün ise böyle olmadığını açıkladı.
"Çünkü ben gazeteci olarak, belli etik kurallar çerçevesinde hareket etmek ve doğruları yazmak zorundayım. Çeşitli çıkar grupları tarafından gerçekleri yazmam engellenebilir. İşte o zamanda sansüre uğramış olurum. Hepimize hayırlı olsun!"
Gazetecilik ilkesinin devlet tarafından nasıl istismar edildiğini açıklamak istediğini belirten Başaran, gazeteciler için bir sır olmadığını, birkaç tane sır olduğunu söyledi.
"Roboski Katliamı yaşandı. Sabah saatlerinde hiçbir ajanstan geçmemişti bu haber. 'Savaş uçakları sivilleri vurdu' diye haberi Rueters'dan derledik. Gazete manşetlerine ise kimse gerçeği yansıtamadı. İki, üç gün sonra da gazetelerden uçtu, gitti.
Ben gazeteci olarak basın özgürlüğünü değil, Ezgi olarak ifade özgürlüğümü kullanıyorum. 'Unutursak kalbimiz kurusun' diyorum."
İnancı: TMK olduğu sürece yayın özgürlüğü yok
 Avukat Haluk İnanıcı ise "Yayma özgürlüğü, halkın bilgiye erişim hakkıdır" dedi ve sözlerini şöyle sürdürdü: "1991'de düşünce suçları kaldırılıyor adı altında bütün kazanımlarımız toplumun elinden alındı. İleri bir hukuk reformu yapılıyor adı altında, düşünce suçları terör ve terörist tanımı içerisine sokuldu. TMK'nın 7. Maddesi varolduğu müddetçe yayın özgürlüğü ve bütün özgürlükler karşısında engel vardır." ÇALINTI


Monday, May 7, 2012

Catullus "Bütün Şiirleri"


Catullus "Bütün Şiirleri"
ANTİK ÇAĞDAN EROTİK DİZELER
 Ülkemizde, dünya klasikleri arasında en az bilinen dönem büyük olasılıkla Roma İmparatorluğu yıllarıdır. Antik çağın bu döneminin adı bile birçoklarının aklını karıştırmaya yeter: “Latin Edebiyatı” dendiğinde Latin Amerika Edebiyatı ile karıştırılır, oysa Latince yazılan metinlerden söz edildiği için bazen bu deyim kullanılır; bazen de “Roman Edebiyatı” ya da “Roma Edebiyatı” deyimleri kullanılır, birincisi İngilizce’den yanlış bir çeviridir ve “roman” çok anlamlılığıyla iyice akıl karıştırıcı olur. Bunlar arasında en sık Roma Edebiyatı başlığı kullanılır ve İ.Ö. 1. yüzyıldan Ortaçağ edebiyatına dek çok uzun bir zaman dilimini kapsar. Bugün Roma edebiyatı dediğimizde genelde Altın Çağı’nı kast ederiz, bu da Cicero (İÖ 106-43) ile başlayan, Ovidius (İÖ 43 - İS 17) ile sona eren iki yüzyıldan kısa bir süredir.


Roma Altın Çağı geleneksel olarak Cumhuriyet ve Augustus dönemleri olarak ikiye ayrılır. Cumhuriyet döneminin en önemli şairleri Cicero, Lukretius ve Catullus, bir sonraki Augustus döneminin görkemli şairleri Vergilius ve Ovidius’un gölgesinde kalmışlardır. Günümüzde de eserleri ender olarak çevrilir. Catullus’un bütün şiirleri 1997’de ilk kez yayımlanmıştı, yeni bir baskısı geçtiğimiz günlerde yeniden yapıldı. Catulli Veronensis Liber (“Veronalı Catullus’un Kitabı”) altbaşlığıyla çıkan kitap Catullus’un günümüze kalan bütün şiirlerini derliyor.

Veronalı Catullus (yaklaşık İÖ 84 - 54) otuz yıllık kısacık yaşamında, ne Cicero gibi politik saygınlığa sahip olmuş ne de Lukretius gibi felsefe dalında isim yapmıştır. Onun şiirleri her zaman tepki dolu, genç sesiyle tanındılar. Buna rağmen onyedi yaşında geldiği Roma’da zorluk çekmeden edebiyat çevrelerine kabul edildi. Alaycı ve sivri dilli kaleminden çekenler arasında Jül Sezar da vardı. İmparator, Catullus’un hicivlerinin siyasi otoritesini sarstığını kabul etmiş ve birkaç kez sansürlenmesini istemişti; yine de şair kendisinden özür dilediğinde hemen aynı gece hiç duraksamadan onu yemeğe davet etti.

Sezar’ın ve diğer Romalı soyluların davranışından anlaşılacağı gibi genç Catullus olasılıkla eğlenceli biriydi. Dedikodudan zevk alan Romalı soylular, onu etraflarında tutmaktan hoşlanıyorlardı. Davetlerin konuk listesine bir kez girmişti, renkli kişiliği ve zeki esprileriyle bazılarını kızdırıp, bazılarını eğlendiriyordu. Yazdıklarında çocuksu bir gelgit hep vardı; aynı kişileri bazen göklere çıkarıyor bazen de onlara küfür dolu yergiler sıralıyordu.

Catullus şiirlerinde dostlarını, günlük hayatını, aşkını ve politikacıları anlatır ama herşeyden çok Lesbia adını verdiği bir kadını anlatır. Şiirlerinin baş kahramanı Lesbia, adı Lesbos (Midilli) adasıyla özdeşleşmiş kadın şair Sappho’ya yaptığı ince bir gönderme olarak görülebilir çünkü Catullus’un ilham kaynağı, kendinden altı yüzyıl önce yaşamış Sappho’nun şiirleridir. Lesbia’nın gerçek kimliği ise tam olarak bilinmese de, tahminen o yıllarda Roma’da adı sıklıkla anılan güzel ve soylu Clodia’dır. Clodia Catullus gibi çok sayıda genç erkeği kendine aşık etmiş, yaşlı ama çok güçlü bir adamın karısıdır. Cicero’nun eserlerinde de güzel Clodia’dan söz edilir fakat kaprisli karakterinden bugün bile söz edilir olmasının tek nedeni Catullus’un şiirleridir. İçki ve kumar düşkünlüğü olan, çok sayıda erkekle (ve bazı kölelerle) ilişki yaşamış Clodia, aynı zamanda kocasını zehirlemekle suçlanmıştır.

Böylesi karmaşık kişiliğe sahip Clodia, Catullus’un şiirlerinde bazen bir melek olarak görünür. “Yaşayalım Lesbia’m, sevişelim / kulak asmadan / huysuz ihtiyarların dedikodularına!” (5) “Soruyorsun kaç öpücüğün senin / bana yeter de artar, diye Lesbia’m” (7) “Bana söz veriyorsun, hayatım, aramızdaki / tatlı aşkımız sonsuza dek sürecek diye / Ulu tanrılar, gerçek olsun verdiği söz / Sağlayın içten, yürekten söylemesini bunu” (109)

Sonra bakarız Lesbia’nın başka bir yüzü görünmeye başlar Catullus’a, çünkü sevgilisinden şüphe duymaya başlamıştır. “Lesbia çok kötü şeyler söyler bana kocasının önünde: / o ahmağın çok hoşuna gider bu sözler / Seni katır, hiçbir şeyden çakmıyorsun...” (83) “Nefret ediyorum ve seviyorum. Neden diye sorarsan, / bilmiyorum, böyle geçiyor içimden, ve kahroluyorum.” (85) Daha sonraki dizelerinde tamamen nefrete ve tiksintiye dönüşen duygularını dile getirir. “Seni, Libya dağlarından bir dişi kurt mu / yoksa kasıklarının en aşağı bölümünde havlayan Scylla mı / böylesine kalın ve iğrenç kafalı doğurdu?” (60) Lesbia’ya öfkesi dinmek bilmez, en aşağılayıcı satırları taşıyan 58. şiirinde şöyle yazar Catullus: “... benim Lesbia’m, o Lesbia, /Catullus’un kendisinden de /yakınlarında da çok sevdiği Lesbia, / şimdi yol ağızlarında ve geçitlerde / yüce ruhlu Remus’un torunlarının şehvetini doyuruyor.” Sonunda Lesbia’yı “yol ağızlarında ve geçitlerde” fahişe olarak betimler. Bu satırlarda Catullus’un öfkesi geçmiş görünür, daha ağır hakaretler ettiği şiirlerden farklı olarak sakin ama ince bir alayla Lesbia’nın düşüşünü anlatır.

Catullus’un şiirleri 14. yüzyılda bulunmuştur ve o tarihten beri bulundukları sırayla yayınlanmışlardır fakat bu sıra büyük olasılıkla yazıldıkları sıra değildir. Lesbia’yla ilgili duyguları, şiirler farklı şekilde sıralandığında (5, 86, 87, 107, 109, 83, 70, 72, 60, 85, 75, 8, 58, 11, 76) aşkın başlangıcından nefrete dönüşüne kadar geçen süreci daha anlaşılır kılar. Aşk şiirlerinin büyük bir kısmını Lesbia için yazmıştır ama erkek sevgilileri Iuventius (99), Camerius (55) ve Licinius (50) için yazdıkları da önemli yer tutar. Licinius’a yazdıkları dostça görünse de, Iuventius’u “baldan tatlı” olarak betimlediği dizeleri erotik çağrışımları yüksek şiirlerdir.
Catullus İÖ 57-56 yıllarının bir kısmını Memmius’un komutasındaki ordu ile birlikte gittiği Bitinya’da (bugün Marmara bölgesine o çağda verilen ad) geçirmiştir. Buraya geliş nedenlerinden biri, bugünkü Çanakkale civarındaki kardeşinin mezarını bulmak ve ziyaret etmektir. Kardeşine yazdığı ağıt, onun en güzel şiirlerinden biridir.

“Nice ülkeler, nice denizler aşarak geliyorum
kardeşim, bu acıklı cenaze törenine,
 sunmak için ölümün son armağanını sana
ve seslenmek için, boşuna biliyorum, sessiz külüne,
 ayırmış bir kez alınyazısı seni benden,
 heyhat, benden zamansız koparılan kardeşim!
 Yine de kabul et bunları törenin için
 ana babamın eski töresinden kalan bu hüzünlü armağanı,
 ve sonsuzluğa doğru, güle güle kardeşim, hoşça kal!”

Erotik, komik, şakacı, ironik, küfür dolu olarak bilinir Catullus’un şiirleri ama bunların hepsinden daha belirleyici olan onun içten dilidir. Şiirlerinde aslında cazibe peşindedir, buna venustas adını verir. Belki Cicero gibi politik dizeler yazmadı ama o kişisel ilişkilerdeki politik gücü ve dengeyi çok doğru anlayan biri oldu. Şimdi onun şiirlerini topluca yeniden okurken, şairin tek arzusu güvenilir dostluk olarak kendini gösteriyor. Bu türden sarsılmaz dostluğu ailesinden, yakınlarından ve en çok da sevgililerinden bekleyen bir romantik aslında Catullus. ÇALINTI