Thursday, June 12, 2014

Edward Said - Oryantalizm Kitabı ve Özeti


Edward Said - Oryantalizm Kitabı ve Özeti
ÖZLEM DEMİRBİLEK

Kitap, önsöz, giriş ve üç uzun, on iki kısa bölüm ile bir ekten müteşekkil olup, 540 sayfadır. "Oryantalizm'in kapsamı" başlıklı birinci bölümde, gerek tarih ve tecrübe, gerekse felsefi ve siyasi temalar açısından Oryantalizm konusunun bütün boyutlarının altı çizilmektedir. İkinci bölüm, "Oryantalist yapılar: Eski ve Yeni" geniş kronolojik bir anlatım ve mühim şair, sanatçı ve bilim adamlarının eserlerinde görülen ortak bazı araçlara işaret ile, çağdaş oryantalizmin ortaya çıkışını anlatmaktadır. "Şimdilerde Oryantalizm" başlıklı üçüncü bölüm, ikinci bölümün sonundan yani 1870’den, Doğu’daki büyük sömürgeci genişlemesini konu edinerek II. Dünya savaşında son bulur. Bu bölümde Doğunun İngiliz-Fransız hegomonyasından Amerikan hegomanyasına geçişi tasvir edilmektedir. Yine bu bölümde Amerika’daki oryantalizm konusundaki fikri ve sosyal gelişmelerden ve gerçeklerden söz edilmektedir.Yazar bu eserinde Batı'lıların Doğu'yu ele alırken bütünü ile kendi görüşlerinden ve varsayımlarından hareket ettiklerini,hayallerini konuşturduklarını ve Batı'nın çıkarlarına uygun bir Doğu manzarası ortaya koyduklarını ispat etme gayretindedir. Çok defa Batı'1ı yazarların görüşlerine baş vurarak ve Batı'lı eserlerden örnekler vererek onlara günahlarını kendi ağzından itiraf ettiriyorlar.Misal: "Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu, artık hiçbir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler..." Lovis Massignon Avrupa'lı için Doğu, Avrupa'nın bir icadı olup, eski çağlardan beri insanlarda hülyalar uyandıran, garip izlenimler yaratan, kendine has yaratıkları ve manzaraları ile fevkalade deneyimlere yol açan bir yerdir.Amerikalı'lar için Doğu, Uzak Doğu'dur. Ve özellikle Çin ve Japonya'dır. Amerika'lıların aksine Fransız'lar ile İngiliz'ler ve onlar kadar olmasa da Alman'lar, Rus'lar, İspanyol'lar, Portekiz'liler, İtalyan'lar,İsviçre'liler uzun bir Oryantalizm geleneğine sahiptirler.
 Şark’ı öğreten, yazıya döken, veya araştıran kimseye Şarkiyyatçı yada Oryantalist denir. Yaptığı şeyde Oryantalizm'dirDoğu Avrupa'ya bitişik bir kara olmanın yanında, Avrupa'nın en büyük, en zengin ve en eski sömürgelerinin bulunduğu yerdir, kurduğu medeniyetlerin ve konuştuğu dilin membaıdır, kültürel uzanımıdır. En önemlisi Doğu Avrupa'nın "karşıt kalesi" olarak kendini tesisinin en büyük yardımcısıdır.Bu yönleriyle Oryantalizm, kültürel hatta ideolojik bir açıdan, arkasında müesseseler, kelimeler, ilim, tasvirler, öğretiler hatta müstemleke bürokrasileri, müstemleke usulleriyle kavramlar olan bir muhakeme biçimidir.Oryantalizmi bir muhakeme usulu olarak ele almaksızın ve doğu hakkında söz söylerken bu muhakamanin usullerine riayet etmeksizin muvaffak olmak yani Doğu'yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel ve fikri bakımdan yönetmek imkanı yoktur. Yani Oryantalizm Şark söz konusu olduğunda otomatik olarak devreye giren ve tesir icra eden menfaatler örgüsüdür.Oryantalizm, Avrupa'nın Doğu hakkındaki bir uydurması değil, Batı tarafından bilinçli vücuda getirilmiş ve nesiller boyu hatırı sayılır yatırımlara konu olmuş bir teori ve pratikler bütünüdür.Bilgi, kendini elde edeni bir beşer olarak kendi şartlarına bağlılığını inkar edemiyor ise, Şark'ı etüt eden Avrupa'lı veya Amerika'lı da Doğu'nun karşısına önce bir Avrupa'lı yada Amerika'lı sonra bir beşer olarak çıktığını inkar edemez. Bu sebeple Oryantalizm'deki anlam, varlığını doğrudan Doğu'yu görünür, seçilir ve var kılan Batı anlatıcılarına ve Batı anlatı tekniklerine borçludur. Böylece Oryantalizm Doğu'dan daha çok Doğu'yu icat eden Batı idi ve kendisini ortaya koyan Batı kültürüyle bağlantılı idi.Oryantalist Balfour’un ifadelerine göre, Mısır İngiltere'nin bildiği nesnedir, İngiltere Mısır'lıların kendi kendini yönetemeyeceğini bilmektedir ve Mısır'ı işgal ederek bunu teyit etmiştir. Mısır'lılar için İngiltere'nin idari ettiği peydir. Mısır medeniyeti de İngiltere idaresine girmekle mümkündür.Balfour'a göre Batı'lılar vardır, birde Doğu'lular vardır. Birinciler hükmederler, ötekiler hüküm altında olmalıdırlar, buda ekseriye ülkelerin işgal edilmesi, iç işlerine tam müdahale, can ve mallarını şu yada bu Batı'lı gücün eline bırakılması demektir.Doğu'lular hakkında bilgi onların yönetimini kolay ve karlı kılan şeydir.Doğu Batı ayrımının ortaya çıkması seneler hatta yüz yıllar almıştı. Keşif seyahatleri yapılmış, ticaret ve savaş vasıtasıyla temaslar sağlanmıştı. 18. yy.. ortasından itibaren doğu-batı ilişkisinde iki ana öğe vardı
1- Doğu hakkındaki sistematik bilginin gelişmesi ,
2- Batı'nın tahakkümü
        Batılı oryantalistlere göre Doğu mantıksızdır, dinsiz olup azgındır, çocuk ruhludur, sapkındır. Böylece Avrupa'lı makuldür, fazıldır, o1gun ve normaldir.Yazar oryantalizmi, bir kültürel tahakküm konusu olarak tahlil ve tetkik peşindedir. Buradan oryantalizm, Doğu'lu nesneleri inceleme, eleştirme, hüküm, disiplin yahut yönetim için sınıfa, mahkeme salonuna, hapishane yahut el kitabına yerleştirilen “Doğu bilgisidir".Oryantalizm pozitif bir doktrinden ziyade düşünceye getirilmiş bazı sınırlamalar olarak anlaşılmalıdır. O, entellektüel bir kudretin ifadesidir.1815'den,1914'e kadar Avrupa'nın direkt sömürge hakimiyeti yeryüzü karalarının % 35'inden % 85'ine çıktı. İngiliz ve Fransız İmparatorlukları'nın başını çektiği bu sömürgecilik faaliyetinden en fazla Asya ve Afrika kıtaları etkilendi.Kissinger çağdaş dünyayı kalkınmış ve kalkınmakta olanlar olarak ikiye bölüyor. Birincisi Batı'yı, ikincisi ise Doğu'yu ifade eder. Newton devrimini esas alır.Hindistan'daki i1k oryantalistlerin çoğunluğu ya hukuk alimi yada misyonerlik eğilimi fazla doktorlardı. Bunlar bir yandan Asya'da ıslahı kolaylaştırmak için bilim ve sanatı inceliyorlar diğer yandan da aynı inceleme ile kendi ülkelerinde bilginin ve sanatının ıslahına çalışıyorlardı.Napolyon Mısır'dan ayrılırken yardımcısı Kleber'e çok sıkı talimatlar verdi. Buna göre Mısır her zaman oryantalistler ve gönlü kazanılabilen dini liderler marifetiyle yönetilecekti. Napolyon Mısır'ı Fransız ilminin bir şubesi yaparak, şark ülkesinin seyyahlar, alimler, ve askerler dışındaki kimyacı, tarihçi, arkeolog vs. vasıtalarla tanınmasını tanıtılmasını sağlamıştır.Oryantalizmin başarıları: 19. yy'da bilim adamları üretmesi, Batı'da eğitimi yapılan dillerin sayısını artırması, neşredilen, tefsiri, tercümesi yapılan orjinal eserlerin sayısını arttırılmış olması,Doğu'ya sempati duyan, Sanskritce'nin grameri ile, eski Fenike kuruluşları ile ve Arap şiiri ile gerçekten ilgilenen öğrenciler çıkarması olarak sıralanabilir.Oryantalizmin kafasında değişmeyen Batı'dan tamamen farklı bir Doğu vardır.l8. yy'dan sonra oryantalizm asla kendini yenileyememiştir. Oryantaliste göre Doğu ya da Doğu'lu yabancılaşmış olan varlıktır; yani kendine nispetle bir başkası olan varlıktır. Başkaları ele alır, başkaları anlar, başkaları tanımlar, başkaları değiştirir, kendine nispetle fiilsiz olup muhtar ve hükümran değildir. Oryantalistler tetkiklerinde özcü davrandıkları için neticede ırkçılığa ulaşıyorlar.
19. yy'ın başlıca oryantalist alimlerini ve kurulan cemiyetlerini şöylece sıralayabiliriz: Alimler: Gobineau, Renan, Humboldt, Steintal, Burnouf; Remuşut, Palmer, Meil, Dozy, Muir'dir. Asya cemiyeti 1822, Kraliyet Asya Cemiyeti 1823, Amerikan Şark Cemiyeti 1842 vb.Bir yeri müstemlekeleştirmek demek, öncelikle oradaki menfaatleri ayırt etmek yada yaratmak demektir. Bu menfaatler ticari bilimsel,kültürel olabilir. Oryantalizm bu menfaatlere ulaşmada en büyük vasıtadır.1920'lerden itibaren, bir baştan bir başa bütün üçüncü Dünya ülkelerinde, imparatorluklarla ve emperyalizm ile ilişkiler "Karşılıklı etkileşim" şeklinde olmuştur. 1955 bağlantısızlar hareketinin başlangıcında (Bantung Konferansı) Doğu artık Batı'nın imparatorluklarından yakayı sıyırmıştır. Dünyada yeni güç dengeleri oluşmuştur: SSCB ve ABD. Artık oryantalizmin karşısında siyasi sesi olan ve düşünebilen akıllı bir Doğu vardır.Doğu'daki ulusal bağımsızlık hareketleri Oryantalizmin kafasındaki "pasif kaderci, hüküm altındaki ırklar) fikrinin tutmadığını ve düşüncedeki Doğu ile mevcut Doğu arasında farklar olduğunu ortaya koymuştur. Halk da uzmanlar oryantalist düşüncede bir zaman aşımının ve tutarsızlığın mevcudiyetinde hem fikir idiler. İki türlü idi: Oryantalist bilim ile onun araştırdığı konu (doğu) arasında Daha önemlisi, beşeri bilimlerde kullanılan yöntemler ve çalışma araçlarıyla oryantalizmin yöntemleri ve kavramları arasında.Çağdaş oryantaliste göre gerçek insan Batılıdır. Doğu nimetlerinin kullanım hakkında öncelikle bu gerçek insana aittir. Onun gözünde Doğu'lu: deve üstünde, eli kamalı, ukala, her türlü ahlaksızlığa meyyal, şehvet düşkünü bir insandır.Oryantalizmin en büyük hatası bir başka bir kültürü, milleti ya da coğrafi bölgeyi önemsememesi ve ona zaafından ayrılmayan, değişmeyecek kusurlar atfetmesindedir.l8.yy'da genişleme, tarihi yüzleşme, anlayış ve tasnif şeklinde ortaya çıkan düşünce dalgalanmaları çağdaş Oryantalizmin fikri kurumsal yapılarını meydana getirmiştir. Bu düşünce dalgalan aynı zamanda Doğu'yu ve özellikle İslam'ı Batı'nın dini anlayışına dayalı, dar çerçeveli tahlil ve değerlendirmelerden kurtarmıştır. Çağdaş Oryantalizmin l8.yy'da Avrupa kültürünün laik unsurlarından meydana gelmiştir.I. Dünya Savaşı bittiğinde dünya topraklarının %85'i Avrupa'nın sömürgesi durumundaydı. Bu durum çağdaş Oryantalizmin hem emperyalizmin hem de sömürgeciliğin bir cephesini teşkil ettiğinin ifadesidir.Sacy ve onun şahsında dinci Oryantalistler Arap şiirinin batılıya zevk verebilmesi için Oryantalistin ona belli bir şekil vermesi gerektiği görüşündedirler. Yine onlara göre Doğu'lu eserler kısmen ele alınmalıdırlar. Zira Doğu'lu eserler Avrupa'ya yabancıdırlar. Daha da önemlisi sürükleyici olmamaları, yeterli zevk ve eleştirici ruhla yazılmamalarıydı.Renan, Sacy'nin başlattığı işi resmileştirmiş, sistemleştirmiş , onun fikri ve maddi müesseslerini ihdas etmiştir.Profosyonel Oryantalistin görevi, Doğu'nun parçalarını birleştirerek, bir portre yapmak, Doğu'yu bir tabloda adeta yeniden oluşturmaktır. İngiltere Hindistan'da biri yıkıcı diğeri kurucu çift yanlı bir vazife yapmıştır. Yıkıcı olanı Asya toplumunun imha edilmesi, kurucu olanı Asya'da, Bah toplumunu maddi temellerinin tesis edilmesidir.Oryantalistler insanı insan olarak değil, kümeler ya da soyut genellemeler olarak düşünürler. Samiler, Doğu'lular, Arap'lar vs...Oryantalistlerin bazıları özellikle ilk Oryantalistler hiç Doğu'da bulunmadan tamamen kitaplara dayalı bir Oryantalizm ortaya koymuşlardır. (Sacy ve Renan gibi...) Bazıları ise Doğu'da bulunmuş ve Doğu'lularla temas halinde bulunmuş olarak Oryantalist fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu ikinciler Doğu'lular için hem yerli hem de yabancı idiler. Yazdıkları faydalı bilgiler idi fakat Doğu'lular için değil, Avrupa için ve onların neşriyat kurumları için bir gücün temsilcisi olarak onların içinde idiler. Vakıayı sadece dışarıdan resmediyorlardı.Oryantalist için Doğu cinsel arzularının tatmin yeridir.Avrupa'nın Doğu siyaseti ekalliyetlere konusuna istinat eder.İlk Oryantalistler (Renan, Sacy, Laen) Doğu nun anlatımını mizansenli olarak gerçekleştirdiler; sonraki Oryantalistler alim veya yazar olsun sahneye sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Daha sonra sahnenin yönetilmesi gerektiği görüldü ki; yönetim oyununda kurumlar ve hükümetler şahıslardan daha fazla ön plana çıktı. İşte l9.yy'da 20.yy'la geçerken oryantalizmin çizdiği tablo bu şekildeydi.Üçüncü bölümde Oryantalizmin düşünüş ve faaliyet olarak neleri kapsadığı anlatılmaya çalışılmıştır. Oryantalizmde en fazla beliren husus Doğu ile karşılaşan batılılarda daima bir çatışma hissinin olmasıdır. Doğu-Batı derken orada bir sınırın tayin edilmesi, Batı'ya "üstünlük ve kuvvetin" Doğu'ya ise "zaafın" atfolunmasıdır. Yapılan bütün çalışmalarda iradi olarak coğrafi bir ayrımın yapılması sıkıntılarına yüzyıllardan beri katlanılmaktadır.Oryantalizm geleneksel öğrenim (klasikler, İncil, filoloji) kamu müessesleri (hükümetler, şirketler, coğrafya cemiyetleri üniversiteler ) ve genel eserler (Doğu tasvirleri, fantezi kitapları, seyahat kitaplar) ile ilgilenir.Doğu'dan bahseden her Avrupa'lının ırkcı, emperyalist ve milliyetçi olduğu söylenebilir.Yazara göre oryantalizm Doğu Batı'dan daha zayıf olduğu için Doğuya tahakkümünü öngören Doğu'nun farkım onun zayıflığından ibaret bulan siyasi bir doktrindir.19 yy oryantalizminde önemli gelişmelerden biri Doğu hakkındaki bazı fikirlerin kristalleşmesi idi. Tescili yapılan bu fikirleri şehvet düşkünlüğü,despotluk eğilimi,sapık zihniyet,yanlış gözlem ve hafıza geriliğiydi. Artık bir şark dedi mi, okuyucunun aklına hemen bu müseccel özellikleri geliyordu. Oryantalizm bir erkekler alemiydi ve bu alemde kadın, erkeğin gücünûn yarattığı şeydi.19. yy da ortaya çıkan "Irklar arasındaki eşitsizliğin biyolojik kökenlerine ilişkin her" Doğu- Batı eşitsizliğini tescil eden bir vasıta gibi kabul gördü.Batı Doğu'ya, Doğu'luların aklını eğitmek için değil, şahsiyetini eğitmek için gitmiştir.20. yy'a girerken vurgulanması gereken bir nokta da ırklar, uygarlıklar ve diller arasındaki farklarla ilgili Batı hükümlerini kat'i ve değişmez kabul edilmesidir.20.yy oryantalist anlayışında artık sadece Doğu'nun anlaşılması hedeflenmiştir. Bu devrede Doğu uzmanından beklenen, Doğuyu çalışan bir makine haline getirmesi ve onda ne takat varsa Batı medeniyetinin menfaat ve araçlarını kazandırılması idi. Burada Doğu hakkındaki bilgi doğrudan faaliyete dönüşür ve sonuçlar Doğu'da yeni düşünce ve eylem akımlarına yol açar.Sonuç olarak: Oryantalist, Doğu tarihi denince akla gelen bir simadır,onun (Doğu) ayrılmaz bir parçası ve şekillendiricisidir, onun Batı'dan gelen karakteristik alametidir. Bir dizi inanış ve bir tahlil metodu olarak oryantalizm gelişmeye kapalıdır. Nüvesini Sami'lerin gelişmemiş oldukları şeklindeki hüküm oluşturur.

https://www.academia.edu/5136763/EDWARD_SAIDIN_ORYANTALIZMI_NASIL_OKUNUYOR

Wednesday, June 11, 2014

Yabancılaşmadan Otonomiye

Ruh İşbaşında : Yabancılaşmadan OtonomiyeRuh İşbaşında
Giriş, s. 19-22.
Bu kitapta tartışmaya açmak niyetinde olduğum "ruh" tabiri tinden farklı bir şeydir. Ruh, biyolojik maddeyi canlı bedene çeviren hayat nefesidir.
Ruhu maddeci bir yolla tartışmak istiyorum. Spinoza'nın söylediği gibi, ruh bedenin yapabilecekleridir.
Sanayi toplumlarının oluşumuyla ortaya çıkan özneleşme süreçlerini tarif etmek isteyen Michel Foucault, modernitenin hikâyesini, bedeni toplumsal üretim makinesine tabi kılma kapasitesine sahip kurumların ve araçların inşa edilmesi yoluyla bedenin disiplin altına alınmasının hikâyesi olarak anlatır. Sınai sömürü bedenler, kaslar ve kollar üzerinden çalışır. Bu bedenler canlı, hareketli, zeki ve reaktif değilse hiçbir değer taşımazlar.
Gösterge-kapitalizmi (semiocapitalismo) adını verdiğim post-Fordist üretim tarzının ortaya çıkışıyla birlikte, değer üretiminin öncelikli araçları zihin, dil ve yaratıcılık olmuştur. Dijital üretim alanında sömürünün esas kaynağı, işe hasredilen insan zamanı tarafından üretilen semiyotik akıştır.
Bu anlamda gayrimaddi üretimden bahsedebiliriz. Dil ve para, birer metafordan ibaret olmasalar da gayrimaddidirler. Hiçbir şeydirler, ama her şeyi yapabilirler: Hareket ettirirler, yerinden ederler, çoğaltırlar, yok ederler. Dil ve para gösterge-kapitalizminin ruhudur.
Foucault'nun giriştiği soybilim çalışmalarını bugün de devam ettireceksek, kuramsal anlamda dikkatimizi zihinsel reaktivitenin otomasyonlarına, dile ve muhayyileye, yani zihin emeğinin Internet döneminde tecrübe ettiği yabancılaşmaya ve güvencesizleşmeye/eğretileşmeye kaydırmalıyız.
Kitap boyunca 1960'larda hâkim olmuş olan Marksist dili yeni baştan incelemeye, bu dilin postyapısalcılık, şizoanaliz, siberkültür gibi başka dillerle ilişkisi babında canlılığını yeniden tesis etmeye çalışacağım.
"Ruh" tabiri bahsedilen tarihsel dönemin söz dağarında yer almasa da ben sözcüğü yabancılaşma meselesine atıfta bulunan pek çok sorunun çekirdeğine temas etmek için –metaforik, hatta biraz da ironik anlamda– kullanacağım. Yabancılaşma Hegelci görüşe göre insanın özüyle faaliyeti arasındaki ilişki üzerinden tanımlanırken, İtalyan İşçiciliği'nin materyalist yorumunda yabancılaşma insan zamanıyla kapitalist değer arasındaki ilişkidir, yani hem bedenin hem de ruhun şeyleşmesidir. Yirminci yüzyılın Hegelci-Marksist geleneğinde yabancılaşma mefhumu bilhassa bedensellikle insan özü arasındaki ilişkiye atıfta bulunur. Hegel'e göre "yabancılaşma" sözcüğü (Entäusserung), ötekine dönüşen kendiliğe, Varlık'la varoluş arasındaki tarihsel ve dünyevi ayrıma atıfta bulunur.
Marx'ta ise kavram, hayatla emek, işçilerin fiziksel etkinliğiyle insanlıkları, insan olarak özleri arasındaki ayrıma işaret eder. 1960'ların radikal felsefesinin temel kaynağı olan 1844 Elyazmaları'nın yazarı genç Marx yabancılaşma mefhumuna merkezi rol atfeder.
Marx'ın dilinde, Hegel'de de olduğu gibi, yabancılaşma (Entäusserung, alienazione) ve yadırgama (Entfremdung, estraneità) aynı süreci iki farklı bakış noktasından tanımlayan terimlerdir. İlk sözcük, bilincin sermayenin tahakkümü bağlamında nesne karşısında hissettiği anlam kaybını tanımlarken; ikincisi, bilinçle dışsal sahne arasındaki karşılaşmaya, tam da bilincin işe bağımlılığını reddetmek üzerinden özerk bir bilincin yaratılmasına atıfta bulunur.
İtalyan İşçiciliği o yıllarda hâkim olan Marksist düşünceyi tersyüz eder: İşçi sınıfı artık yabancılaşmanın edilgen bir nesnesi değil, kapitalist toplumun önüne koyduğu çıkarlar karşısında duyduğu yadırgamadan başlayarak yeni bir topluluğu inşa etme kapasitesine sahip bir reddedişin etkin öznesidir.
Böylece yabancılaşma, insanın sahiciliğinin yitip gitmesinden ziyade, kapitalist çıkarlar karşısında duyulan yadırgama olarak anlaşılır. Buna göre nihai insani ilişkinin –emek ilişkilerine düşman bir mekânda– inşa edilmesinin gerek koşulu da bu yadırgama durumudur.
Fransız postyapısalcılığı bağlamında ise klinik yabancılaşma mefhumuna dair geleneksel görüşün baş aşağı edildiğini görürüz: Félix Guattari, psikiyatrinin kendilik bilincinin ayrılması ve kaybı olarak gördüğü şizofreniyi yeniden düşünme işine girişir. Buna göre şizofreni, bilincin ayrılmasının edilgen sonucundan ziyade çoklu, çoğalan, göçebe bir bilinç biçimidir.
Bu kitapta 60'lı yılların Yabancılaşma ve Bütünsellik gibi Hegelci kavramlarını biyopolitika ve arzunun psikopatolojileri gibi kavramlar üzerine inşa olmuş olan günümüz kavramsal çerçevesiyle mukayese etmek istiyorum.
Birinci bölümde muradım 1960'larda felsefeyle emek kuramları arasındaki ilişkiyi tasvir etmek. Hegelci Rönesans ve Eleştirel Teori dalgası esnasında sanayi emeği yabancılaşma kavramı üzerinden değerlendirilmiş ve sanayi işçilerinin sömürü karşısında giriştikleri isyan yabancılaşmanın tersine çevrileceği bir sürecin başlangıcı olarak görülmüştü.
Kitabın ikinci bölümünde çalışma süreçlerinin ilerleyen bir biçimde zihinselleşmesini ve bu durumun neticede ruhu nasıl köleleştirdiğini değerlendireceğim. Ruh işbaşında: Yabancılaşmanın yeni biçimi tam da budur. Arzulayıcı enerjilerimiz müteşebbis olma hülyalarıyla tuzağa düşürülüyor, libidinal enerjilerimiz ekonominin kuralları uyarınca düzenleniyor, dikkatlerimiz sanal ağların eğretiliğinde hapsoluyor. Zihinsel faaliyetin her bir parçası sermayeye dönüşmek zorunda bırakılıyor. Bu bölümde Arzu'nun nasıl değerlenme sürecine yönlendirildiğini ve ruhun iş süreçlerine tabi kılınmasının yarattığı psikopatolojik sonuçları ortaya koyacağım.
Üçüncü bölümde bir kez daha kimi radikal kuramların idealist Yabancılaşma kavramından analitik psikopatoloji kavramına evrilmesinin izlerini süreceğim. Arzu felsefesiyle (Deleuze ve Guattari) Simülasyon felsefesini (Baudrillard), aralarındaki farkları ve ortaklıkları vurgulamak adına, mukayese edeceğim.
Dördüncü bölümde niyetim emeğin –özellikle de bilişsel emeğin– güvencesizleşmesinin/eğretileşmesinin izlerini sürmek, dilin ve duygulanımların biyopolitik manada tahakküm altına alınışının sonuçlarını ortaya koymak.
Sonuç bölümünde ise Küresel Ekonomi denilen entegre psiko-mekanik organizmanın şu günlerde yaşadığı çöküşü yorumlayacağım. Yakın zamanda gerçekleşen finansal çatlağı takiben başlayan bu çöküş, ruhun özerk olduğu ve özgürleştiği yeni bir dönemin başlangıcı olabilir.
Franco “Bifo” Berardi


Monday, June 9, 2014

Zweig’ın Diktatör’e ithafıdır


16. yüzyıl ortalarında Calvin hep kazanır. Ama dört asır kadar sonra Stefan Zweig isminde bir yazar doğar ve insanlığa gerçeği anlatır.



Zweig’ın Diktatör’e ithafıdır




Mağdurken mağrur olan, iktidarın bozduğu bir şahsiyettir Jean Calvin. Reform’u başlatan Luther’in yanında saf tuttuğu için Fransa’dan Basel’e kaçmak zorunda kalır. Dinin dönüşmekte olduğu Cenevre’de belediye meclisi onu küçük bir maaşla vaiz olarak atar. Eğer önemsemedikleri bu işsiz kaçağın, “Vaizler en üsttekilerden en alttakilere, herkese emir verebilir” yazdığını fark etmiş olsalardı bunu asla yapmazlardı. Tanrının sözlerini yorumlama hakkının bir tek kendisine ait olduğuna inandığını bilselerdi, onu zaman içinde geniş yetkilerle donatmazlardı. O zaman Calvin, şehir meclisi toplantısından “ayyaşların toplantısı” diye bahsedemezdi. Şehri terk etmek zorunda bırakıp sonra yalvar yakar geri çağırmasalardı, Calvin bu denli güçlenemezdi.
Sansür, her diktatörlüğün doğuştan kardeşidir
“Bizim adaletimiz baştan sona adaletsizliktir, faziletimiz pislik, kahramanlığımız şerefsizliktir. Ve bizden doğan en iyi şeyler bile her zaman için etin kirliliğine bulaşmıştır ve fenadır, kirle yoğrulmuştur.” Herhangi bir şeyin tadına varmayı, zevk almayı “günah” addeden Calvin, hoşuna gitmeyen her şeyi yasaklar. Erkeklere saç uzatmak, kadınlara dantelli başlıkla açık ayakkabı giymek yasaktır. Yirmi kişiden kalabalık aile şenlikleri yasaktır. Şerefe kadehe kaldırmak yasaktır. İncil’de geçmeyen vaftiz isimleri yasaktır. İzinsiz kitap bastırmak yasaktır. Ve Calvin’e karşı getirlecek her türlü eleştiri yasaktır! “Sansür, her diktatörlüğün doğuştan kardeşidir.”

Calvin’in sırrı yeni değildir, diktatörlerin tümüne ait çok eski bir şeydir: Terör. Bütün seçilmiş teröristler gibi Calvin de kana susamış gibidir. İncil’in arındırılması gerektiğini savunanlar arasında yer alan Miguel Serveto’nun önerileri onu çılgına çevirir. Yedi yüz sayfalık kitabı Restitutio nedeniyle şikâyetçi olur Serveto’dan. Cenevre yasalarına göre birini bir suçla itham eden her yurttaşın, haklılığı ispatlanıncaya dek suçladığı kişiyle tutuklanıp hapis yatması gerekmektedir. Ama güç Calvin’in elindedir, elbette hapse girmez. Serveto kendini savunurken Calvin’in yargılanması talep eder. Başta hiç desteklenmeyen ölüm cezası kesinleşir ve Serveto günlerce buz gibi hücresinde, çürümüş giysiler içinde kendi pisliğiyle kaldıktan sonra kazığa bağlanır. Odunlar yakılır ve genç hümanist ağır ateşte yavaş yavaş kızartılır. Serveto’nun ölüm çığlıkları yankılanır, etinin kokusu kente yayılırken Calvin evinde, pencereleri kapalı duran çalışma odasındadır.   
İnsanlığın hakiki kahramanları
Voltaire’in sözleriyle Reform hareketinin ilk “din cinayeti” işlenmiştir. Vicdanının sesini susturamayanlar sert tepkiler vermektedir. Onlardan biri de Sebastian Castellio’dur ve sorar: “Serveto sana silahla saldırmış olsaydı meclisi yardıma çağırmaya hakkın olurdu. Ama o seninle sadece kalemiyle mücadele ettiğine göre sen neden yalın kılıç üzerine yürüdün? Söyle, neden şehir meclisinin arkasına saklandın?”

Calvin’in muhalefete tahammülü yoktur. Tanrıyı memnun edecek bir cinayet işlediğine inanmaktadır ve tartışmak fazlasıyla abestir. Fakat Castellio susmamakta kararlıdır: “Sadece tanrıya ait olan sırları, onun gizli planlarına katılmışız gibi böyle bilgiççe tartışmak; haddini aşmak demektir ve aslında bir şey bilmediğimiz konular hakkında, kesin kanaatlere sahipmişiz gibi insanları kandırmak, öyle görünmek kibirdir.”     
Stefan Zweig’ın kitaba da uygun gördüğü isimle Vicdan Zorbalığa Karşı’dır.  “Bir fikrin savunucusu için gerçek tehlikeyi, ona farklı bir düşünceyle karşı çıkan bir insan oluşturur.” Calvin tehlikenin farkındadır. Geri adım atarsa itibarının ölümcül bir yara alacağını bilir. Çare “daha fazla sertlik, daha pervasızca zorbalık”tır. Castellio’nun Calvin’in fikirlerini eleştirdiği kitabı Contra labellum Calvini’nin basımı durdurulur. Basel Üniversitesi’nin yazma yasağını kaldırmasıyla kıymetli profesör yeniden fikirlerini dile getirmeye başlar. Calvin’in bir sonraki adımı iftira atmak olur. Güpegündüz odun çalmakla itham eder onu ve bütün kinini kusar: “Tanrı seni yok etsin iblis!” Oysa Ren Nehri’nden ağaç dallarını toplayan halka para ödenmektedir ve Castellio bunu belgeler. Bütün hümanistlere, vicdanının sesiyle konuşanlara rağmen Calvin, Castellio’yu suçlayacak bir yol bulur: Birkaç işi bir arada yapıp ancak geçinebilen Castellio, zamanında bir kitap çevirmiştir ve kitap çokeşliliği savunmaktadır. 
16. yüzyıl ortalarında Calvin hep kazanır. Ama dört asır kadar sonra Stefan Zweig isminde bir yazar doğar ve insanlığa gerçeği anlatır. Erasmus’u, Amerigo’yu, Macellan’ı, Marie Antoinette’i, Montaigne’i, Stendhal’i nasıl anlattıysa Castellio’yu da araştırıp anlatır. Tek endişesi “Castellio’ya karşı duyduğu büyük ilgi dolayısıyla Calvin’e haksızlık etmek, ona karşı düşmanca duygulara kapılmak”tır.  Ama öykü ve biyografi ustası Zweig, Calvin’e haksızlık etmeden Castellio’nun hakkını teslim etmeye çalışır. Çünkü “Tarihin adil davranmaya hakkı yoktur.” O “sadece galiplere bakar, mağlupları gölgede bırakır.” Ve Zweig “insanlığın hakiki kahramanları”nın “güç kullanmaksızın güce yenik düşenler” olduğuna inanmaktadır.
*Her baskı önünde sonunda isyana götürür. Zira zaman içinde insanlığın ahlak bakımdan bağımsızlığı baki kalır.
*Bir diktatöre saygı göstermek, asla onu sevmek değildir.
*Bir halkın, diktatörlüğün sağladığı, sıkı disiplin ve artan ortak vurucu güç gibi geçici avantajların bedelinin daima bireyin kişisel  haklarıyla ödendiğinin ve her yeni kanunun, kaçınılmaz olarak eski bir özgürlüğe mal olduğunun ayırdına varması çoğunlukla zaman alır.
*Örgütlenmemiş bir memnuniyetsizlik, örgütlü bir terörle asla baş edemez.  Kitaptan
VİCDAN ZORBALIĞA KARŞI
Ya da Castellio Calvin’e

Stefan Zweig
Çeviren: Zehra Kurttekin
Can Yayınları
2014, 248 sayfa, 18 TL.