Thursday, May 23, 2013

İnönü Alpat: Türkiye Solu Sözlüğü

‘Türkiye solunun tarihini anlatmaya kalktığınız vakit, karşınıza çıkan tablo hüzünlüdür.’


Türkiye solunun yüzlerine, eylemlerine ve deneyimlerine bakmak, dönemin karakteristik söylemleri ve olayları hakkında net ve kapsamlı bir kaynak bulmak için çok önemli bir başvuru kaynağı İnönü Alpat’ın ‘Türkiye Sol Sözlüğü’ Siyah beyaz fotoğrafların hüznü, geçmişin hatıraları ve yazarının ısrarla sorduğu, ‘bugün neden olmasın’ sorusu eşliğinde… ‘Türkiye Solu Sözlüğü’nun dördüncü baskısı nedeniyle, İnönü Alpat ile sayısız çarpıtmanın tarihi diye de okunabilecek Türkiye sosyalist hareketinin tarihi hakkında konuştuk…
Türkiye Solu Sözlüğü, 1998’deki ilk yayınından bu yana dördüncü baskısına ulaştı. Sizce Türkiye Solu Sözlüğü, birincil olarak ne işe yarıyor? Türkiye solunun unutmaması gereken yüzleri ve olayları hakkında bir almanak mı, tarihçiler ya da duyarlı okurlar için bir başvuru kaynağı, bir danışma kitabı mı?
İşin doğrusu, ne işe yarayıp yaramayacağını sorgulamadan bu işe kalkıştık. Ancak okuyucuya ulaşmaya ve ilk tepkileri almaya başladığımız andan itibaren yarar noktası da kendiliğinden belirginleşmeye başladı. Bu, Türkiye soluna hak ettiği değeri vermekle alakalı bir durumdur. Sol, Türkiye’nin vicdanı olmuştur her dönem. 1920’lerde bu böyledir; bugün de böyle. Başlarına gelen bin musibet aslında solcuların değerli olduğunu göstermektedir. Sözlük çalışması bu gerçekliği derli toplu tescillemektedir. Bu noktadan hareketle, kim hangi niyetle eline alırsa sözlüğü, ister tarihçiler ister solla yeni tanışmış gençler, o niyete hizmet edecektir.
Biz okuryazar.tv de bu kitabı ‘Başvuru Kitapları’ kategorisinde değerlendiriyoruz. Hem sözlük oluşu nedeniyle somut bir durum var, hem de bu ironiyi sevdik doğrusu. Bu kitaba kim, ne amaçla ‘başvuru’da bulunsun isteriz?
Sözlük şimdiye kadar dört baskı yaptı. Daha fazlasını da yapmasını isterim, bir solcu olarak. Dördüncü baskının önsözünde bu temennimi dile getirmiş ve “İnsanın gönlünden geçmiyor değil; yüzyıl sonra gencecik bir delikanlı kitapçıdan içeri girsin ve eli sol sözlüğe uzansın.”  demiştim. Türkiye’de sol her zaman, yoksuldan, ezilenden, mağdurdan yana olmuş, bağımsızlık, demokrasi, eşitlik ve adalet  arzusu gencecik insanları sarıp sarmalamış, bu uğurda çekilen acılar adeta nişane gibi görülmüştür. Solu sol yapan değerlerin oluşturacağı hassasiyetlerin toplamı, bir ülkenin anayasası olarak kabul edilene kadar sözlüğün elden düşmemesini elbette isterim. Tarih yapıcılarının, tarih yazıcıları olduğunu gördükten sonra sorun kalmamış demektir.
Bu kitap bir anlamda da tarih kitabı… Solun tarihinde, acı olaylar kadar önemli deneyimleri de hatırlatan, öne çıkaran bir keşif turu atıyoruz kitabınızla. Arka kapakta TİP için yazdığınız gibi, bu kitabı yazma dürtünüz,  “bugün niye olmasın” mı?
Elbette. Tarih tartışması aslında bugüne ve daha çok da geleceğe dair değil midir?  Yoksa ne anlamı olabilir, tarihsel kişilikleri ve tarihsel olayları tartışmanın. Bakın şimdi; vakti zamanında “Açların Yürüyüşü” nasıl gerçekleşmişse, bugün de açların var olmasından hareketle şimdi de gerçekleşebileceğine dair bir beklentidir; olması gerekene işaret etmektedir. Tabi ki ihtiyaçtır: Türkiye devrimci hareketinin yarattığı Fatsa deneyimine bugün ihtiyaç duymuyor muyuz? Kentsel değerleri alınır satılır meta gibi gören, kentte görülen kamu hizmetlerini özelleştiren, çalışma yaşamına taşeron sistemini dahil eden, kentlerden insanı dışlayan, yoksulları kentin dışına iten projeler geliştirmekten başka bir işe yaramayan, kentleri gericiliğin simgesel mekanları haline getirmeye çalışan, zengin dostu belediye başkanlarını görünce, insan, terzi Fikri’yi özler. Kitap, bu özlemin sözlük formatında verilmesinden ibarettir. Bu, aynı zamanda bir serzeniştir; dediğiniz gibi, “bugün neden olmasın”dır. Neden olmadığını sual etmektir. Sözlükte yer alan olaylar, insanlar, olgular, kurumların vb. toplamı solun değerlerini yansıtmaktadır ki, işin önemli noktası bence budur.
Kitap, yeni baskılarda geliştiriliyor tarafınızdan. Hatta ilk baskının önsözünde, ‘Dipsiz bir kuyuya düştüğümü çok sonradan anladım’, ‘Belli bir yerde kesmek zorunda kaldım’ gibi ifadeleriniz var. Neler eksik kaldı sizce, zaman ve imkan bulabilseniz bu çalışmayı hangi noktalarda zenginleştirmeyi istiyorsunuz?
İlk baskının sunuşunda yer alan bir ifade bu. Gerçekten de ilk baskı epey eksiklik içeriyordu, yer yer maddi hatalar vardı. Takdir edilmeli ki, 100 yıllık sol tarihe ait sözlük hazırlanırken hata yapma olasılığı yüksektir. Bir de tek başına böyle meşakkatli bir işe kalkıştığım düşünülürse.. Ancak baskı sayısı arttıkça, hata ve eksik sayısı da azaldı. ‘Tamam şimdi oldu’ demek yine de mümkün değil. Bir yönüyle yaşayan bir organizma, devam eden bir süreç. Özellikle son baskıda, bir önceki baskıdan sonra değişenler; aramızdan ayrılanlar, yeni kurulan partiler, kapanan dernekler, dergiler vs., eklendi.
Olaylar ve kişiler dışında, Türkiye solunun söylemine sinmiş kavramlar ve –olumlu veya olumsuz anlamda- klişe ifadeler de sözlükte yer alıyor. Bunu solun tarihiyle ilgili bir hatırlatma olarak mı görüyorsunuz yoksa kitabın aynı zamanda bir ‘sol söylem’in bir kılavuzu olmasını istediğiniz için mi böyle yaptınız?
Kılavuzluk işin doğrusu pek de sevimli bir kavram değil. Yeni kuşaklar bilsin ama kendi jargonlarını da kendileri yaratsın. Bize düşen sadece hatırlatmak olsun. Kılavuzluğa itirazı salt söylemle sınırlı tutmuyorum. Hani, “ezber” denilebilecek türden klişelere de itirazım var elbette.
‘Gerillaburger’ gibi gülümseten kavramlar da var sözlükte… Gerillaların, yaptıkları hamburgere benzer özel bir yemeğe verdikleri isimmiş. Başka ne gibi gülümseten tanımlar, ‘renkli’ hikayeler anımsıyorsunuz Türkiye Solu Tarihinden?
“Gerillaburger” 1980 ile 1984 arasında 12 Eylül cuntasına karşı kırsal alanda direnmeye çalışan Devrimci Yol militanlarının kendi aralarındaki bir espri. Tabi ki gülümsetiyor. Ancak “gerillaburger”den yola çıkarak, solcular 12 Eylül’e direnmedi şeklindeki liberal yalanı yüzlerine vurmuş oluyoruz. Bu, daha önemli bence. Devrimci Yol hareketi, 12 Eylül’ü takiben direnişini kırsal alana taşımış, kırda yerleşik düzene geçme sürecinde meydana gelen çatışmalarda onlarca insan hayatını kaybetmiştir. Gencecik insanlar hayatları pahasına cuntaya direnirken, şimdi darbe karşıtı geçinen çevrelerin, askerleri ayakta alkışladığını hatırlatmak gerekiyor.
TİP içinde, kongrelerde güvenlik gücü oluşturmak için dövüş sporlarını bilen bir grup kurulduğunu, adının da “Devrimci Ayılar Birliği” olduğunu yazıyorsunuz.  Bu ‘şaka’ ne kadar ciddi idi?
Mutlaka şaka yanı ağır basan yakıştırmalardır. Pek çoğumuzun mahallesinde, okulunda “ayı” lakaplı birileri vardır. Kaldı ki bu örnekte, devrimci gençler kendilerine bu ismi takmıştır.  Burada üzerinde durulması gereken nokta, bu iyi kavga eden arkadaşların bir bakıma sol içi gerginliklere müdahil olmasıdır ki, asıl rahatsız edici budur.
Hikmet Kıvılcımlı’nın ‘Devrim Zortlaması’ diye bir kitabı varmış. Bu kitapta ‘zortlama’ ne anlamda kullanılıyor?
Hikmet Kıvılcımlı’nın zekasına, sivri diline, kıvrak zekasına hayran kalmamak elde değil. Bildiğim kadarıyla, milli demokratik devrim tartışmaları bağlamında kullanıyor bu tanımlamayı. “Zortlama”nın ilkel bir halk türküsü olmasından hareketle, MDD’ciliği zortlamaya benzetiyor. Kıvılcımlı’nın, kendisine dört sene hapis cezası veren mahkeme heyetine hitaben, “Bu dört sene beni kızıl profesör yapar” dediği de biliniyor.  TİP içindeki karşıtlarını ABA’cılar diye tanımlaması, yani Mehmet Ali Aybar’ın A’sı, Behice Boran’ın B’si ve Çetin Altan’ın A’sı, onun ne kadar esprili olduğunu gösteriyor.
Kitap, solun tarihindeki önemli deneyimlerden de bahsediyor. Fatsa’daki yerel yönetim deneyimi, Yeraltı Maden-İş Sendikası,  solun yasal partileşme deneyimi TİP gibi bir çok süreç ve oluşum kitabınızın sayfalarında yer alıyor. Bu olayları seçerken kriteriniz bir sosyalist perspektif miydi,  yoksa söz konusu olmuş bütün önemli gelişmelere yer verme duyarlılığıyla mı davrandınız?
Evet kesinlikle, solun kitleselleşmesinin ve daha da önemlisi inandırıcı olmasını resmeden örnekler bunlar. Yeraltı Maden İş, ÖTK, Fatsa, 60’lı yılların TİP’i… Bugünün temel meselesi şudur kanımca: Sol inandırıcılığı yitirmiştir. Bu tespit, uzun bir tartışmayı zorunlu kılmaktadır. Bu sohbetin sınırlarını zorlayacak önemde ve derinliktedir. Ancak bazı soruları da sormaktan alıkoyamıyorum kendimi: Sol ideallerinden uzaklaşmış mıdır, solu sol yapan değerlerle arasında mesafe oluşmuş mudur, solun iktidar olduğu kurumlarda canımızı acıtan olaylar yaşanmakta mıdır, solun genelle ilgili demokrasi talebinin iç hayata dönük etkisi var mıdır, çifte standart illetinden kurtulabilmiş midir?
Kitabınız aynı zamanda sosyalist hareketin kahramanlarının antolojisi gibi… Sizin hafızanızda ve çalışmanızda en çok hangi figürler öne çıkıyor, deneyimleri dikkatinizi çekiyor?
Ne yapalım ki bu böyle. Türkiye’li solcular, kıyıma uğramış, katledilmiş, darağacına çıkartılmış, işkence görmüş, hapse atılmış; gün görmemiş, hep eza çekmiştir. Ne yazık ki Türkiye solunun tarihi anlatmaya kalktığınız vakit, karşınıza çıkan tablo hüzünlüdür. İnsanı gülümseten örnekler ne kadar azdır. Keşke tersi olsaydı.
Kitabınızın 1998 deki ilk baskısındaki adı ‘Türk Solu Sözlüğü’. Sonraki baskılar, ‘Türkiye Solu Sözlüğü’ diye güncellenmiş. Neden ‘Türk Solu’ gibi rahatsızlık doğurabilecek, dışlayıcı bir ifadeyi kullanmıştınız o dönemlerde? Ve neden bu değişikliği yaptınız?
Bu açıkçası benim açımdan zor bir soru; sorulmamasını isterdim açıkçası.  Ancak yanıt vermek istiyorum. Türkçe kabullerime dayanarak kitabın ismini Türk solu olarak belirlemiştim. Ancak yayımlandıktan sonra bu yönde eleştiriler geldi ve eleştiriler dil tartışmasının ötesine geçti. Türkçe tartışmasından bağımsız olarak, Türkiye, farklı etnik kökenden gelen yurttaşlar topluluğudur. Sol, farklı etnik kimlikle tanımlanmayacak oranda insanla ilgilidir. Kürt hareketini içermese de kitaba, Türkiye Solu Sözlüğü ismini vermek, yakışmıştır.
‘Türkiye Solu Sözlüğü’nde, Kürt hareketinin sosyalist örgütlenmeleri, kişileri ve olayları –neredeyse- anılmıyor. Bu durumun sebebi nedir? Kürt hareketinin, sol ve sosyalist unsurlar taşısa da, başka bir terminolojiyle mi tanımlanması gerektiğini düşünüyorsunuz?
Kürt hareketi ayrı bir kulvardadır; ayrı siyasal-kültürel hassasiyetleri vardır; ruhuna yakın değilim. Kürt hareketleri bağlamında bir sözlük çalışması yapmaya kalkacağımı sanmam örneğin. Türkiye Solu Sözlüğü’nde hata, eksik bir ise Kürtlerle ilgili çalışmada eksik bin olur. Aynı şekilde sosyal demokrat gelenek de sözlükte yoktur. Sözlük çalışması sosyalist solla sınırlı tutulmuştur.
Bu konuyu konuşurken de sizin “1920’den Günümüze Kürt Sorunu / Solun ‘Milli Meselesi’” kitabınızı anmak gerekiyor. Bu kitabın tanıtım cümlesinde bile, kitabın amacını, “Kürtlerin varlığını ve ezilmişliklerini tespit, “imha” ve “inkâr” politikalarını teşhir, hak ve özgürlüklerini tartışma, tanıma ve bunun mücadelesini verme tarihi sosyalist solla başlıyor. Her kim kamuoyunu yanlış yönlendirmeye kalkarsa halt eder. Hiç kimse, Kürtlerin varlığını sosyalistlerin “keşfettiği” ve bu uğurda bedel ödediği gerçeğini değiştiremez.” diyorsunuz. Bugün Türkiye Solu Sözlüğü’ne de, yazılmış Türkiye solu kitaplarına da baktığımızda Kürtler niye bu kadar silik görünüyor?
Kürtlerden kastınızın Kürt hareketi olduğunu varsayarak yanıtlıyorum sorunuzu. Kürtler silik değil aslında, hemen hiç yok. Ancak bunun taammüden olduğunu söylemem gerekmez sanırım. Bilerek ve isteyerek Kürt hareketine yer verilmedi çalışmada. Diğer çalışmaları bilemiyorum. Tartışmalı bir konu elbette; ne derler netameli bir konu. Yine de açıkça belirteyim ki, Kürtleri baz alarak örgütlenen hareketlerin sol/sosyalist geleneğe dahil olduğunu düşünmüyorum; onların da bu iddiayı sahip olduklarını sanmıyorum. En azından 1960’ların TİP’i içindeki ayrışmadan, Kürtlerin kendi derneklerini, partilerini kurmaya başlamasından sonra bu böyle. Dediğiniz gibi, belki bir başka sohbetin konusu olabilir.
Bundan sonraki söyleşimizde, Solun ‘Milli Meselesi’ kitabınızı konuşmak üzere sözleşelim öyleyse, konuya o çalışmanızın ışığında bakalım. Ama yine de o kitaptaki temel tezlerinizi kısaca da olsa söyleyebilir misiniz?
Tezden ziyade denebilir ki, bu çalışma, 1920’den bu yana, sosyalist sol, Kürt sorununa ilişkin neler söylemiş, neler tartışmış, bütün bunları hatırlatmaya yöneliktir. Bir çeşit hafıza tazeleme çabası. Çünkü Türkiye solu özellikle Kürt sorunu konusunda son yıllarda büyük bir adaletsizlikle karşı karşıya kalmıştır. Şu noktayı ısrarla belirtmem gerekir ki Türkiye’de devrimciler Kürtlerin varlığını ve taleplerinin haklılığını en belalı günlerde, sıkıyönetim mahkemelerinde savunmuştur. Ama günümüzde bu tarihi gerçek çarpıtılmak olmadı yok sayılmak isteniyor. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Şimdi TV ekranlarından Kürtlerin sorunlarına değinmek, Kürtleri savunmak kadar kolay bir iş yoktur. Devrimciler bunu işkence altındayken yapmıştır.
Türkiye Solu Sözlüğü / Yazar: İnönü Alpat / Siyah Beyaz Yayınları / Editör: Zafer köse / Kapak Tasarımı: Faruk Varol / 4.baskı / Ocak 2012 / 432 Sayfa
İnönü Alpat; 1962 Polatlı doğumlu. 1979 yılında Ankara İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne girdi. 12 Eylül sonrası tutuklandığı için öğrenimini tamamlayamadı. Cezaevi sonrası çeşitli dergi ve gazetelerde muhabir olarak çalıştı. “Yaralı Oğluyum Hayatın (şiir)”, “Kendini Anlatırsa Bir Kız (şiir),” “Sosyalistler ve İnsan Hakları”, “Randevuyu Dağa Verdik”, “Şimdi Solun Zamanı”, “ÖDP Polemikleri”, “Hamamböcekleri, Ateştopu ve Askerler”, “Günlüğe Düşen Notlar”, “Solun Milli Meselesi”, “Devrime Hangi Mevsim Kucak Açacak” yazarın diğer kitapları. Halen İnşaat Mühendisleri Odası’nda çalışıyor.

Söyleşi Yazarı:

Murat Hocaoğlu

Wednesday, May 22, 2013

Simone de Beauvoir & Jean Paul Sartre

 

“Sartre’la karşılaştığım zaman, her şeyi kazandığıma inanmıştım. Onun yanında benim kendimi gerçekleştirmem başarısızlığa uğrayamazdı. Şimdi kendi kendime şunu söylüyorum: Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en güvenli yoludur”

Simone de Beauvoir, 20. yüzyılın en önemli filozoflarından, oyun yazarlarından biri. Meşhur “İkinci Cins” kitabının yazarı, modern kadın hareketinin annesi. Onlarca kitabına, edebiyat ödülüne, kadın hareketindeki öncü rolüne, Cezayir bağımsızlık hareketi için verdiği entellektüel çabalar sayesinde kazanılan başarılara bakmış ve demiş ki: “Hayatımdaki en büyük başarım Sartre ile olan ilişkimdir.”
O dönemleri yaşayanlar bilirmiş: O zamanların efsanevi çiftiymiş de Beauoir ve Sartre. Varoluşçuluk felsefesinin lideri, iki asi insan, bir ilişkiyi paylaşıyor. İnandıkları, söyledikleri toplumu derinden sarsmaya yetecekken, bir de aşkları var gündemde. Herkesin gözleri onların üzerinde. Onlarsa caz klüpleri, yazı masaları, sokak protestolarındaki ön safları arasında modern aşklarını sonuna kadar yaşamakla meşguller.
Tanışmaları Sorbonne’da felsefe okudukları döneme rastlar. Mezuniyet sınaviında Sartre birinci olur, de Beauvoir ikinci. Ama okuldaki herkes Simone’un daha iyi bir filozof olduğunu söylemektedir ve 21 yaşında, bu sınavı o güne kadar vermeyi başaranların en genç kişidir.
Sartre o zamanlar (ve sonraları) tam bir Don Juan’dır. Ufacık tefecik fiziğine ve patlak gözlerine rağmen kadınları baştan çıkartma konusunda son derece ustadır. Baştan çıkartmanın ve yazmanın aynı entellektüel süreçten kaynak bulduğuna inanır. Daha sonraları şu hayalini dile getirir: Hayatına girip çıkan, dizi dizi kadınlar… Her biri kendi anında, onun için hayatın tüm anlamı olsa… Simone bu bahsettiği deneyimi yaşaması gerektiği konusunda onunla hem fikir olarak Jean Paul’ü hayrete düşürür. Böylece “açık ilişki” diye adlandırılan ilişkileri başlar.
Sartre, de Beauvoir’a şöyle demiş: “Sahip olduğumuz esaslı bir aşk. Ama ikimiz için de yedek aşk ilişkileri yaşamak iyi bir fikir.” Simone bir yazısında bu teklife yer verir ve arkasına şu notu düşer: “Biz birbirnin aynısı iki insandık ve aşkımız biz var oldukça sürecekti, ama geçici ilişkilerin kazandıracağı zenginliklerin de yerini doldurmazdı.”
İşte 1929′da böyle bir paktla başladı ömürleri boyunca sürecek ilişkileri. 1981′de Sartre’ın ölümüne kadar sürdü. De Beauvoir da, Sartre’dan sonra fazla yaşamadı. Hiç evlenmediler, hiç aynı evi paylaşmadılar ama her gün mutlaka görüştüler, hiç çocukları olmadı. Simone bu pakta gönüllü imza atmıştı, zoraki bir razı oluş yoktu. Ancak ilişkileri boyunca çok kıskançlık acısı çekti.  De Beauvoir açısından bakılırsa kabul edilmiş toplumsal normlara cesur bir başkaldırıydı bu. Sartre erkek atalarının milyonlarca yıldır yapageldiklerini tekrardan başka bir şey yapmıyordu. İlişkilerinde farklı olan, kadının da erkek kadar başka ilişkileri girmeye eşit hak taşımasıydı. Yine de bu ilişkide erkek kadından biraz daha eşitti. Adam ardarda sayısız ilişki yaşarken, kadının bir kaç uzun soluklu ilişkisi oldu yalnızca. Bunu da kadın cinsinin biyolojik doğasına bağlayabiliriz. Paktın bir kuralı da şeffaflıktı. Birbirlerine söz vermişlerdi, evli çiftler gibi birbirilerine yalan söylemeyecek, her şeyi paylaşacaklardı; duyguları, işi, projeleri, ilişkileri… Dediğim gibi, bu şeffaflığın De Beauvoir’ın çok açı çekmesine neden olduğu zamanlar da oldu. Ama yeniden tanımlanmış bir ilişki formuydu onlarınki. Aşklarına zoraki nedenlerden dolayı riyanın bulaşmasına engelleyecek bir düzeni en baştan kurdular.
Entellektüel ya da politik projelerini karalamak için ikilinin seks hayatını “düşük, ahlaksız, pespaye” ilan etmek kolay olurdu. Onlar büyük projelerine laf getirmemek için ilişkilerini bu şekilde yaşamaktan vaz geçmedikleri gibi, bu ilişki formunu göğüslerini gererek topluma ilan ettiler. Galiba onlar için ilişkiyi bu şekilde yaşamak da, inandıklarının sağlamasını yapmalarına yarayacak bir deneydi. De Beauvoir erkek merkezli tanımlanmış dünyada kadının “diğer” olduğu koşulları irdelemişti “İkinci Cins” kitabında. Belki de bu ilişki türünü kadının gücü erkek kadar elinde bulundurduğu bir ilişki türü olarak görüyordu ve okuyucularına anlattıklarını aynı zamanda kendi hayatında bizzat yaşayan bir model olması önemliydi onun için. (Ben de şimdi okuyucularıma bunu anlattım diye böyle yapacak değilim. Heveslenmesin kimseler).Çoğu zaman dayanılması çok güç olan birbirlerine karşı dürüstlük ilkesi, ilişkilerinin yaşayan ve değişen organizması hem felsefi, hem de kurgusal yazılarını şekillendirdi. Bu yüzdendir ki bu ilişki en azından 20. yüzyılın en büyük aşkıdır. İki büyük düşünürün ürünlerini var etmelerini sağlayan koşul olmuştur bu ilişki.
Aşklarının güzelliği, ikisine de sürekli düşünme ve sorgulama, durmaksızın kendini gerçekleştirme için adım atma fırsatı tanımış olmasıdır. İkisi de birbirinin felsefesine katkıda bulunmuş geliştirmişdir. En güzeli, kadın ve erkek için tanımlanmış rollereteslim olmadan aşka sonsuz teslim olmuş olmalarıdır.“Ama romantizm bunun neresinde?” derseniz de Beauvoir’ın Sartre’a ve Sartre’la ilgili yazdıklarını işaret ederim size:
“Sizinle yalnızken hiçbir şey bana önemli gelmiyor… Sizi çılgınca seviyorum. Sizsiz bomboş ve mutsuzum.”, ‘Sizinle olmadıkça yalnız başıma kalmayı tercih ederim.”
“Başkalarına olan duygularınızı kıskanıyorum”, “Başkalarının size olan duygularını kıskanıyorum”, “Başka kalplerde gezinmeniz bana çok ağır geliyor, sadece benim olun istiyorum”, “Kos olmasın, Vedrine olmasın, yalnızca siz ve ben! Bu düşüncemin aptalca olduğunu biliyorum.”
“Sevgilim, biz tek vücuduz ve ben sizim, siz de o derece bensiniz, bunu derinden hissediyorum.”

“Bir şey Sartre için önemli diyorsam, benim için de önemlidir.”
“Hayatta bizi hiçbir şeyin ayırmayacağını belirttiğinizi okuyunca çifte mutluluk yaşadım” -”İkimizin de ne kadar kuvvetli insanlar olduğumuzu düşünmek hoşuma gidiyor. Burada bizim değer yargılarımızın ve yaşam biçimimizin zaferini görüyorum”


“Ayrılığımız çok uzun mu sürecek? Olsun, üç yıl sonra bile aynı olacağız, yalnız bu süre içinde gerçek bir hayatım olmayacak. Bu, yalnız bir bekleyişten ibaret olacak, Sizi bekleyişten.” (Sartre’ın hapis yıllarında yazdığı mektuplardan)

“Bana uzun uzadıya yazın, çünkü bütün mutluluğum mektuplarınız.”

“Canım, bana kendinizi anlatın, beni terketmeyin.”, “Siz olmadan ben yarım bir insanım sevgilim”, “Dünyada sizden başka kimsem yok.”

“Sizden mektup almadığım günlerde perişan oluyorum.”, “Sizinle öylesine güzel bir yaşamım oldu ki, her şeyimi size borçluyum, neyim varsa.”

“Sizi seviyorum, sizsiz mutsuzluğa kapılıyor ve yaşamdan sıkılıyorum.”, “Sizi göremedikten sonra, yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi bana hiçbir şey kazandırmayan insanlar için harcamaktan tiksiniyorum.”,


“Kişiyi destekleyen birinin olması olağanüstü bir şey, bunun önemini hiç şimdiki kadar
kavrayamamıştım -bu çok az rastlanan, çok özel bir şey- sevgilim sizsiz yaşam ne kadar donuk ve tatsız.”, “Sizsiz ben bir hiçim”, “Sizi görmeye ihtiyacım var.”


“İnsanla insan arasındaki en dolaysız, en doğal, en gerekli ilinti, kadınla erkek arasındaki ilintidir” der Marx. ‘insanoğlunun kendini türsel bir varlık, yani insan olarak anlama derecesi işte bu ilintiye bakılarak ölçülür; kadınla -erkek arasındaki ilinti, insanoğulları arasındaki ilintilerin en doğalıdır. Bu yüzden de, insanoğlunun davranışlarının ne denli insanîleştiği ya da insanî varlığın ne denli doğallaştığı, insanî yaradılışının ne ölçüde kendi yapısı haline geldiği en iyi işte bu ilintide görülür.’
“Bir gün bana beyaz bir sayfa üstüne sözcükler atmanın onun için ne denli kolay, ne denli güç olduğunu anlatmaya çalıştı. Gerekli olan dedi bana, boşluğa güven duymak.”  / Simone de Beauvoir
“Hepimiz için aynı olan bu ölümü herkes tek başına karşılıyor. Yaşam açısından birlikte ölünebilir; ama ölmek, birlikte sözcüğünün artık bir anlam taşımadığı bir dünyaya kaymaktır. Dünyada en çok istediğim şey, sevdiğimle birlikte ölmekti, ama cesetlerimiz yan yana yatsa bile, bu yalnızca bir aldatmaca olacaktı; hiçlikten hiçliğe bir bağ yoktur.” Simone de Beauvoir – Olgunluk Çağı II
“Bir ara, beni Sartre’la yalnız bırakmalarını söyledim ve çarşafın altına uzanmak istedim. Bir hemşire beni durdurdu: ‘Hayır. Dikkat edin… Kangren’ İşte o zaman onun kara kabuklarının gerçek türünü anladım. Çarşafın üzerine yattım ve biraz uyudum. Saat beşte hemşireler geldiler. Sartre’ın cesedinin üzerine bir çarşaf ve bir çeşit kılıf örtüp onu götürdüler.”
Simone Lucie-Ernestine-Marie-Bertrand de Beauvoir (/simɔn də boˈvwaʀ/; 9 Haziran 1908 – 14 Nisan 1986) Fransız yazar ve filozof. Roman, felsefe politik ve sosyal deneme, biyografi ve otobiyografi yazarı, gazeteci. Modern Feminizmin kurucusu.
Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris – 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız Özgürlükçü yazar ve düşünür.
——–
Bütün yaşamını kendisinden altı yıl önce külleri toprağa verilen Jean-Paul Sartre’la dayanışma ile geçiren Simone de Beauvoir, 1986 yılının Nisan ayında 78 yaşında öldü. Paris’in bütün gazeteleri, bu ölümü büyük puntolarla duyurdular. Birinci sayfalarını yazarın fotoğraflarına ayırdılar. “Le Matin”, “Liberation”, “Le Figaro”, “France -Soir”, “Le Quotidion de Paris”, “Humanité” gazeteleri… Humanité’deki yazarın resminin üstüne şöyle yazılmıştı: “Bir kadının gücü: Simon de Beauvoir bütün yaşamı boyunca ikinci cinsin kurtuluşu ve özgürlük yolundaki birçok kavgada Sartre’la birlikte belirleyici rol oynadı. “
Simon de Beauvoir’ın Jean-Paul Sartre’a yazdığı mektuplar “Düşün Yayıncılık”ça, bugün, yayımlanmış bulunuyor. Mektupları Simon de Beauvoir’ın evindeki bir gömme dolabın dibini amaçsız bir biçimde karıştırırken bulan ve yayına hazırlayan Sylvie Le Bon de Beauvoir’ın açıkladığına göre mektupların bütünü 321 tanedir. Kendini işine ve sevdiğine adayışın, kendini işine ve sevdiğine bırakışın yoğun coşkusunu simgeleyen mektuplar bunlar. Savaşın, Faşizmin, Nazizmin yayıldığı, günlerin yaşanmaz duruma geldiği yıllarda kendini yitik duyumsayan, yabancılaşan insanlar arasında ayakta kalabilmenin, dostluğun, dayanışmanın, ülküdeşliğin, aydın insan olma niteliğinin ve belki de bütün bunların sonucu olarak çok coşkulu bir sevinin simgesi bu mektuplar. Güvendiği sevdiğine kendini tümden verebilmenin simgesi…
Doğrusu, Simon de Beauvoir’ın sonsuz sevgisi, her tümcesinde açıkça görülüyor: “Başkalarına olan duygularınızı kıskanıyorum.”, “Başkalarının size olan duygularını kıskanıyorum”, “Başka kalplerde gezinmeniz bana çok ağır geliyor, sadece benim olun istiyorum”, “Kos olmasın, Vedrine olmasın, yalnızca siz ve ben! Bu düşüncemin aptalca olduğunu biliyorum.”
“Sizinle yalnızken hiçbir şey bana önemli gelmiyor… Sizi çılgınca seviyorum. Sizsiz bomboş ve mutsuzum.”, ‘Sizinle olmadıkça yalnız başıma kalmayı tercih ederim.”
“Bana uzun uzadıya yazın, çünkü bütün mutluluğum mektuplarınız.”
“Ayrılığımız çok uzun mu sürecek? Olsun, üç yıl sonra bile aynı olacağız, yalnız bu süre içinde gerçek bir hayatım olmayacak. Bu, yalnız bir bekleyişten ibaret olacak, Sizi bekleyişten.”
“Canım, bana kendinizi anlatın, beni terketmeyin.”, “Siz olmadan ben yarım bir insanım sevgilim”, “Dünyada sizden başka kimsem yok.”
“Sevgilim, biz tek vücuduz ve ben sizim, siz de o derece bensiniz, bunu derinden hissediyorum.”
“Sizden mektup almadığım günlerde perişan oluyorum.”, “Sizinle öylesine güzel bir yaşamım oldu ki, her şeyimi size borçluyum, neyim varsa.”
“Sizi seviyorum, sizsiz mutsuzluğa kapılıyor ve yaşamdan sıkılıyorum.”, “Sizi göremedikten sonra, yalnız olmayı tercih ederim. Kendimi bana hiçbir şey kazandırmayan insanlar için harcamaktan tiksiniyorum.”,”Kişiyi destekleyen birinin olması olağanüstü bir şey, bunun önemini hiç şimdiki kadar kavrayamamıştım -bu çok az rastlanan, çok özel bir şey- sevgilim sizsiz yaşam ne kadar donuk ve tatsız.”, “Sizsiz ben bir hiçim”, “Sizi görmeye ihtiyacım var.” Sevdiğini bu ölçüde seven Simone de Beauvoir, “Kadın” adlı yapıtının son iki paragrafında kadın ve erkek için şu düşünceleri söyleyerek yapıtını bitirir: ..
“İnsanla insan arasındaki en dolaysız, en doğal, en gerekli ilinti, kadınla erkek arasındaki ilinti’dir” der Marx. ‘insanoğlunun kendini türsel bir varlık, yani insan olarak anlama derecesi işte bu ilintiye bakılarak ölçülür; kadınla -erkek arasındaki ilinti, insanoğulları arasındaki ilintilerin en doğalıdır. Bu yüzden de, insanoğlunun davranışlarının ne denli insanîleştiği ya da insanî varlığın ne denli doğallaştığı, insanî yaradılışının ne ölçüde kendi yapısı haline geldiği en iyi işte bu ilintide görülür.’
Bundan iyisi can sağlığı. İnsanoğlu, şu anda elimizin altında bulunan dünyada gerçekleştirecektir özgürlüğün egemenliğini; bu yüce yengiyi kazanabilmek için, her şeyden önce, erkeklerle kadınların, aralarındaki ayrılıkları bir yana bırakıp, yalansız dolansız bir kardeşlik kurmaları gerekmektedir.”
Simon de Beauvoir, Sartre’ın kendisine yazdığı mektupları 1983’te yayımlamış. Ya sizin yazdıklarınız diye soranlara da onları yitirdiğini söylemiş. Yani Fransız okuru, daha önce Sartre’ın mektuplarını okumuş. Ben ise, daha sonra yayımlanan Simon de Beauvoir’ınkilerin birinci cildini ancak bugün okuyorum. Zeynep Bayramoğlu, çevirirken genellikle bizim derginin tutumuna uygun bir tutum içinde görülüyor, bir iki nokta dışında…
Sabetay Varol
Simone de Beauvoir’dan Sartre’a Mektuplar I, Mektuplar, Mektuplar Dizisi: 23, Çeviren: Zeynep Bayramoğiu, Düşün Yayıncılık, Şişli İstanbul, 1996,335 s.
Simone de Beauvoir, Kadın, Bilgi Dizisi 9, Payel Yayınlan, Çeviren Bertan Onaran, İstanbul, 1969, 212 s.
Sonsuz Sevgi (2)
Türk Dili Dergisi’nin geçen sayısında Simone de Beauvoir ile Jean Paul Sartre arasındaki sonsuz sevgiden söz açmıştım, “Sartre’a Mektuplar”ın Türkiye’de yayımlanışı dolayısıyla. Sözü biraz daha sürdürmek gerekiyor.  İnsanlar arasındaki en doğal, en dolaysız, en gerekli ilişkinin kadınla erkek arasındaki ilişki olduğunu belirleyen, Simone de Beauvoir kadınlık kavramını üçe ayırarak açıklar okurlarına:
1) “Dişi”liğini öne çıkaran kadın;
2) “Özgür”lüğü başat görünüm almış olan kadın;
3) “Çağdaş” oluşu ön planda görülen kadın…
Dişiliğini öne çıkaran kadın, kendini edilgen bir av durumuna getirerek erkeği de bedensel edilgenliğe indirgemek ister; erkeği tuzağa düşürmek için kendi bedenini kullanır. Özgür kadın ise, etkin olmak, erkeğin kendisine yakıştırdığı edilgenliğe karşı çıkmak eğilimindedir. Çağdaş kadına gelince; o, erkek değerlerini kabul eder, erkekler gibi düşündüğünü, etkinlikte bulunduğunu, çalıştığını, yarattığını öne sürer, erkekle eşit düzeyde olmayı benimser…
Simone de Beauvoir, kadın kavramını açıklarken yaptığı bölümlemede ele aldığı bütün özellikleri kişiliğinde toplamıştır; yapıtlarında, mektuplarında, yaşama biçiminde, sonsuz sevgisinde açık açık görülür bu. O; çağdaş bir kadın olduğu ölçüde “dişi”dir de, “özgür”dür de…
Erişilmez sonsuz sevgi; masallarda gördüğümüz kavuşamayan, birbirini hiç tanımamış, tanıyamamış bireyler arasındaki imgelerle abartılmış; aslında hiç yaşanmamış sevgi değildir. Bu; bütün kadınlığını, özgürlüğünü, çağdaşlığını ve dişiliğini ayrıntılarıyla yaşayarak yaratılan bir sevgidir. Yüreklilikle’, hiç gizlemeden, açıkça yaşayarak, kafasını da kullanarak yaratılan bir sevgi…
İnsanın kendi istenciyle kendini yaratması gibi bir şey bu sevgi. Anlamsız “yazgı”ya boyun eğmeden istencini kullanarak yaşamak…
Simone de Beauvoir’ın Jean Paul Sartre’la arkadaşlığı; dayanışmanın, ülküdeşliğin örnek bir görünümüdür. “Simone de Beauvoir’dan Sartre’a Mektuplar I”de açıkça görülüyor bu. Mektupların çoğu, gençliklerinde Nazi saldırıları yıllarında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yazılmış.
Bu sevgi, yaşamları boyunca sürmüştür.
Gençliklerinde, birbirlerine sevgi dolu seslenmeleri vardı; sözgelimi, “Yazdıklarınızın her satırında ‘yaşamınızda öyle biri’ olmadığımı açıkça gördüm ve hissettim. Gerçekten siz ve ben bir bütün oluşturuyoruz; bu olağanüstü bir güç. Bunu hissettiğim zamanlarda her şey bana vız geliyor.” – “Hayatta bizi hiçbir şeyin ayırmayacağını belirttiğinizi okuyunca çifte mutluluk yaşadım” -”İkimizin de ne kadar kuvvetli insanlar olduğumuzu düşünmek hoşuma gidiyor. Burada bizim değer yargılarımızın ve yaşam biçimimizin zaferini görüyorum”[i] gibi seslenmelerle sevgilerini içtenlikle doğrulayan Jean Paul Sartre ile Simone de Beauvoir yetmişli seksenli yıllara gelindiğinde artık her ikisi de yaşamlarının son dönemine ulaşmış bulunuyorlardı. Ayrıntılara girmeden diyebiliriz ki birbirlerini hiç bırakmadan sonuna değin büyük bir dayanışma içinde olmuşlardır, ölünceye değin, her ikisi de, kalabalık gönüldeşler, ülküdeşler aylası içinde yaşamışlardır.
Jean Paul Sartre, 1980′de; Simone de Beauvoir, 1986′da öldü.
Birbirlerine son yıllarında da ne ölçüde bağlı olduklarını kanıtlayan başka yapıtlar da var elimizde. Sözgelimi “Veda Töreni ve Jean Paul Sartre’la Söyleşiler Ağustos-Eylül 1974″[ii] adlı yapıt… Bu; Simone de Beauvoir’ca “Sartre’ı sevmiş olanlara, sevenlere, sevecek olanlara” sunulmuş bir yapıttır. Sartre’ın son on yılı boyunca Simone de Beauvoir’ın tuttuğu günlüğe dayanmaktadır.
Birinci bölüm olan “Veda Töreni”nde Sartre’ın 1970-1980 yıllarını içeren son on yılı anlatılır. İkinci bölümü 1974′ün Ağustos-Eylül aylarında Sartre’la aşağı yukarı her konuda yapılan uzun söyleşi oluşturur.
Bu 592 sayfalık yapıtta, sonsuz sevgi ve saygılarını gösteren birçok bölümce vardır.
Sözgelimi, Simone de Beauvoir, Sartre komadayken 15 Nisan 1980′de oturup onu saatlerce seyreder. Onu hiç yalnız bırakmayıp arkadaşı Arlette’le sıra ile 24 saat nöbet tutmaktadırlar. Arlette nöbetteyken Sartre ölünce herkese duyurulur. .
Şöyle yazıyor Simone de Beauvoir: “Bir ara, beni Sartre’la yalnız bırakmalarını söyledim ve çarşafın altına uzanmak istedim. Bir hemşire beni durdurdu: ‘Hayır. Dikkat edin… Kangren’ İşte o zaman onun kara kabuklarının gerçek türünü anladım. Çarşafın üzerine yattım ve biraz uyudum. Saat beşte hemşireler geldiler. Sartre’ın cesedinin üzerine bir çarşaf ve bir çeşit kılıf örtüp onu götürdüler.”
Doğrusu, Sartre’ın Beauvoir’a yazdığı mektupları da görmek istiyor insan.
Zeynep Bayramoğlu çevirisi, Düşün yayınları,
Veda Töreni (Çev: Nesrin Altınova) ve Jean-Paul Sartre’la Söyleşiler Ağustos-Eylül 1974 (Çev; Beyhan Kayıhan), Varlık Yayınları, Ocak 1983,592 s.
Ahmet Miskioğlu / Türk Dili Dergisi

Tuesday, May 21, 2013

Davranışlarımızın Kökeni



Serol Teber

“Çağmızın kuşkusuz en önemli sorunu, yabancılaşmanın bilincine varmak ve bunun uzantısı olarak da bilinen belirli yöntemler ışığında ona karşı koymaktır. Maymunun insana dönüşümünden sonra karşılaşılan ve yüzde yüz aşılması gereken en önemli sorunlardan biri budur. Böylece insanın gelişimine karşı son engeller de kaldırılacak ve evrim alabildiğine hızlanacaktır. insan düşüncesi, doğayla yeniden bütünleştiğinde yüz yıl öncesinden beri müjdelenen kavramların maddeleşmesi ve insanın ölümsüzleşmesi gerçekleşecektir.Yabancılaşmanın yıkılmasıyla davranışlarımıza şekil veren fetişler ortadan kalkacak ve örneğin miras düzeni gerçek kişiler arası ilişkilere, şovenizm yurtseverliğe, bireycilik özgürlükten yana özlemlere dönüşebilecek olanakları bulabilecektir.Yabancılaşma süreci, uzun bir çelişkiler zinciri içermekte ve yine her çelişkide olduğu gibi özünde ileriye dönük, evrimsel yanlar taşımaktadır. Bu evrimsel yanlar, insanın tutsaklığğna karşı özgürlüğe dönüktür. Üretimin, evrimin, beynin ve insanın gelişimini içeren özgürlüğe...”
*** 
"Japonya’nın Pasifik Okyanusu’ndaki küçük adası Koşima’da Kırmızı Surat denilen bir maymun türü yaşamaktadır. Meskûn olmayan ada, bu nadir maymun türünün doğal çevresinde uzun süreli incelenebilmesine elverişlidir. Japon bilimciler, yıllarca izledikleri maymunların her birine isim takar ve hepsini günü gününe gözlerler.
Kırmızı Surat maymunların başlıca besin maddesi, dere kenarında yetişen yabanıl bir patates türüdür. Japon bilimciler, 1953 yılında şaşırtıcı bir keşif yapar: İmo adını verdikleri genç dişi maymun, dere kenarında bulduğu patatesleri, önce suya daldırıp çamur ve kumdan arıtır, sonra yer. Bu temizlik davranışını, izleyen günlerde oynaştığı soydaşlarının yanında da tekrarlar.
Japon bilim ekibi, yaklaşık dört ay sonra İmo’nun ait olduğu maymun sürüsünden başka maymunların da patatesleri yıkamaya başladığını gözlemler.
1957 yılı gelip çattığında, İmo’nun 60 üyeli kabilesinden 15 maymun, buldukları tüm patatesleri artık yıkadıktan sonra yemektedir. Bir ila 3 yaş arası yavruların tamamı, “yemekten önce temizlik” adetini benimsemiş, beş yaşına kadar olan anaların çoğunluğu da uygulamaktadır. Ancak orta ve üst yaş grubu 45 maymun, patatesleri hâlâ çamurlu yemektedir.
1962 yılında, nüfusu insanlar gibi çoğalmayan, tam tersine 59 üyeye düşen maymun kabilesinde, 42 maymun patatesleri yıkamaktadır. Temizliği küçük yaşta ve başta oyun olarak öğrenen maymunlar büyümüş, yeni yavrular yapmış, “bilgi”yi onlara da aktarmıştır. Japon bilimcilerin, grupta küçük yaşta patates yıkamayı öğrenemeyen maymunlarla yaptıkları bir dizi test sonucunu, araştırma raporlarına “zekâ özürlü” oldukları kaydıyla geçer.
1972 yılına gelindiğinde, salt İmo’nun grubu değil, adadaki öteki maymun kolonilerinin de patates yıkama tekniğini kullandığı saptanır.
Ancak bu davranış biçimi, azınlık sayıda bazı maymunlar tarafından asla benimsenmez. Üstelik sayısal azlıklarına karşın, patates yıkayan soydaşlarına husumet besler, fırsat bulduklarında saldırırlar.
Verşan Gür, “Davranışlarımızın Kökeni” kitabından yaptığı alıntıyı şöyle bitiriyor:
“Koşima Adası maymunları, bugün hâlâ patatesleri suda yıkadıktan sonra yiyor. Başlangıçta derede yıkanan patatesler, artık denizde temizleniyor. Kırmızı Surat maymunlar, İmo’nun buluşunu daha da ileri götürerek patatesi her ısırıştan sonra denize batırıp, yani tuza banıp daha lezzetli hale getirmeyi de keşfettiler.
Her maymun kolonisinden muhafazakârlar, bu davranışı da benimsemedi. Patatesi yıkayanlara, denize bananlara saldırmaya devam ettiler. Ancak, gelişmenin önüne geçemediler. Sayıları azala azala, yok olup gittiler.
Günümüzde, Koşima Adası’nın devrimci dişisi İmo çoktan öldü. Çocukları bile ölüp gitti. Ama Japonya’nın Kırmızı Surat maymunları, her patates yiyişlerinde bu afacan kızın anısını yaşatıyorlar.
Düşünüyorum da, acaba bizim türümüzün İmo’ları kimlerdi?”

Monday, May 20, 2013

Hüseyin Bul: “Bayrağın olduğu yerde hep bir erk olmuştur. Bayraklar özgürlüğün aksine sınırları simgeler”.

Söyleşi: Rifat Mertoğlu
Hüseyin Bul’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan Kar Suyu isimli romanı devlet içindeki bazı kirli ilişkilere ışık tutuyor. Hüseyin Bul ile ilk romanı Kar Suyu üzerine söyleştik.
Roman içinde kitabın adını çağrıştıracak bir ipucu yok, “Kar Suyu” adının belli ki alegorik bir göndermesi var, okurlara bu konuda yardımcı olmak gerek. Neden Kar Suyu?
Aslında alegorik gönderme konusunda haklısın. Sanıyorum edebiyat ya da sanat biraz da bu dili kullanmaktır. Günlük dili yeri geldiğinde yumuşatmak, yeri geldiğinde daha da yalınlayarak estetikle buluşturmaktır. Gülmecelerin, karikatürlerin ve hicivlerin böyle bir ayağı hep olmuştur. Romanın bütününe baktığımızda bir tür vodvil de diyebileceğimiz bölümler olduğunu göreceğiz; komik, kimin nerede ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan, yer yer eğlenceli ve okuyucunun gözüne merteği sokacak kertede abartılı karakterler… Kar Suyu ismi de biraz okuyucuyu dürtmek, kışkırtmak amaçlı biraz da romandaki Ayhan karakterinin uzun süreden beri aradığı birini, karlı bir havada farkında olmadan bir yerden bir yere bıraktıktan sonra aklına takılan soruyu kendine sormasıyla ilgili bir durumu özetlemesi. Kulağına kar suyu kaçması yani.
Romanda da birçok yerde izlerini gördüğümüz gizli bir gücün nefesi sürekli kahramanların ensesinde… Takip edilme, ölüm korkusu, tehdit insanların ruh yapısını da değiştiriyor. Bu bağlamda soracak olursak; ülkemizde derin devlet, toplum psikolojisini nasıl biçimlendirdi?
Aslında derin devlet dediğimiz gerçeklik biraz da bizim içimizde. Okulda, sokakta, evde. Tehditkâr bir yönümüz cebimizdedir her daim. Yaptırım gücü olarak miras aldığımız bir kültürdür. Bu miras bize –Türkiye toplumundan bahsediyorum– ta Teşkilat-ı Mahsusa’dan kalan, devam edip gelen bir mirastır. Bu aynı zamanda bir iletişimsizlik ve anlayamama, anlamama halidir ve sonucu yıkımdır, korkudur, sindirmedir, evcilleştirmedir ve içtimaya çekmedir. Şiddet gören insan şiddet uygular ve bunun doğru olduğunda şiddetle ısrar eder. Şiddetin her türlüsünü yaşamış bu toplum insanları kendilerini ifade etmekten mümkün mertebede çekinmişlerdir. Solcu, Alevi, Kürt, olduklarını saklamaya çalışan –düne kadar dindar olduklarını saklayanları unutmadan– insanlardan oluşan bir cehennemdir bu coğrafya. Bu şiddet kültürüyle büyüyen insanlarız ve hep bir sınırımızın olduğu sokuldu gözümüze. Bazen özgürlük alanlarımızı belirleyen bir çizgi oldu bu sınırlar, bazen de gözümüze sokulan bayraklar oldu. Bayrağın olduğu yerde hep bir erk olmuştur. Bayraklar özgürlüğün aksine sınırları simgeler. Özetle şuraya gelmek istiyorum; derin devlet el değiştirse de bu topraklarda gelenek değişmedi. Ülkesini terk etmek zorunda kalan aydınlar geleneği Nazım’dan bu yana devam ediyor. Sürgünde hayatını kaybeden sanatçı ve aydın damarı Yılmaz Güney’le son bulmadı ne yazık ki.
Kar Suyu’nda farklı bir teknik yakaladığınızı düşünüyorum; sorgulamalar üzerinden toplumsal yapıyı; derin devlet, mafya, politika ilişkisini irdeliyorsunuz; tıkandığınız ya da zorlandığınız anlar oldu mu?
Farklı teknik konusunda hepimiz daha önceden denenmişi tekrarlıyoruz kanımca. Konularımız ufak farklılıklar göstermiş olsa da yöntemlerimiz merdiveni oluşturan basamaklara benzer, kimi düz kimi yarı döner kimi de sahanlıklı merdivenlerdir ve sonuçta biz hepsine merdiven deriz. Merdivenlerin iki yönü vardır; iniş ve çıkış yönü. Çıkış yönü yaratıcılığı simgeler bende. Çıkış yönünün çileli olmasının sebebi bundandır. Romanla yeni bir dünya kurduğumuzu düşünürsek ki bu bazen hayal ettiğimiz bazen de kaçtığımızdır, zorlandığımız anlar, yerler, karakterler elbette ki olacak. Bazen yardımımıza kurgu bazen dil bazen teknik yetişiyor ya da çağırıyoruz. Derin devletin Komiser Ayhan üzerindeki baskısının dozajı konusunda zaman zaman zorlandığımı söyleyebilirim. Doğru zamanda ve yerde doğru dille anlatmak meşakkatli bir işti. En kolayı sanıyorum ki sorgu kısmıydı. (Burada gülüyor.)
Kar Suyu’ndaki kahramanlar, özellikle komiser Ayhan, romanın başkarakteri olmasına rağmen silik kişilikli. Sorgu sırasında insanların statülerine veya tavırlarına göre hemen renk değiştirebiliyor, onların alayına, küçümsemesine, tehdidine maruz kalabiliyor. Böyle durumlarda pek bozuntuya da vermiyor, bu bilinçli bir seçim mi?
Evet, bilinçli bir seçim. Komiser Ayhan karakteri yetkilerinin de sınırlarının da farkında olan memur zihniyetli biri. Fazla ileri gidemeyeceğinin farkında. Ne zaman kulağının çekileceğinin bilincinde. Damarına basılmadığı sürece mesaisini doldurma derdinde. İdealleri, tutkuları, hırsları olmayan sıradan, düz bir adam. Diğer karakterlere gelirsek Tikilek ve Köşetaşı, romanın en komik ve renkli simaları. Gözümü kaparım vazifemi yaparımcılardan. Cantekin karakteri Veli Ok’un aksine romanın omurgasını oluşturuyor. Dikkatli okuyucu Mahmut Cantekin ve Veli Ok karakterlerinin gerçek hayatta kime tekabül ettiğini anlar. Romanı inandırıcı yapan hayal ürünü de olsa karakterlerin gerçekçi olmalarıdır. Yeni bir dünya kuramadığınız sürece roman havada sallanır. Ayakları vardır iyi bir romanın, karakterler bu ayaklardan biridir.
Romanda bireysel, siyasal, dinsel, ulusal ve toplumsal kimlik ne ifade eder?
Genelde edebiyat özelinde roman yazıldığı çağın siyasal ve toplumsal değişikliklerini, psikolojisini, duyarlılıklarını bireyler üzerinde anlatmayı denediği için bize ipuçları verir o toplumun, kültürü, ahlakı ve siyasal yapısı hakkında. Okurun kurguyla oluşturulmuş dünyadaki karakterler üzerinden kendini yeniden yaratması, üretmesi romanın gücünü gösterir. Okurun romanlarda kendine seçtiği bir karakter mutlaka vardır. Artık neredeyse formüllerle yazılmaya başlandı diyebiliriz çok satan romanlar. Çok satmaya, piyasaya yönelik oluşturulan romanların şifrelerine bakın biri diğerinden farklı değildir. Hiçbir iddiasının olmadığını düşündüğümüz romanlar en politik romanlardır. Alt metinleri siyasidir, ideolojiktir. Bu romanlardaki karakterlerin nötr gibi görünmeleri okuyucuyu yönlendirmekten başka bir amaç gütmüyordur. Okuyucuyu çektikleri en zararsız liman bile dilin bozulduğu tersanelerdir ki bu da işin en başıdır. Dolayısıyla romanda kimlik saf değildir, bir parça yazarın estetik bakışıdır, politik duruşudur, kanayan yarasıdır.
Kar Suyu’nda sizden izler var mı? Kendi görüşünüzü ne kadar kattınız romana? Yazar sorumluluğu olmalı mı?
Yazar sorumluluğu elbette ki vardır, olmalı mıdır, doğrusu bu konuda çok da emin değilim, yazar toplum mühendisi değildir. Yazar aynı zamanda aydın mıdır ha bu konuda düşünülmelidir. Günümüzde yılda ne kadar kitap ya da roman basıldığına, yayınlandığına baktığımızda yazarın öyle çok da etkisinin olmadığını –elbette ki etkisiz eleman değildir– görebiliyoruz. Bunca yayınlanan kitaplara rağmen iki toplumun boğalaşması biraz garip değil mi?
Kendi görüşümü romana ne derece yansıttığımı sanıyorum beni tanıyanlar bilirler. Ben ne söylesem romana paralel duracaktır çünkü. Hayatımdan izler var mı, elbette ki var. Zaten inşaat alanını seçmem hâkim olduğum bir konu, mesleğim çünkü.
Romanda abartılardan, ayrıntılardan özellikle kaçındığınız görülüyor. Dil ne ifade ediyor sizin için? Dili yeniden yaratmak ya da özgün bir dil oluşturmak gibi bir kaygınız var mı?
Sartre’ın dediği gibi, insan bazı şeyleri söylemeyi seçtiği için değil, onları belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır. Burada yazar olduğumu söylemekten çok Sartre’ın dediği “belli bir biçimdeki” kastının dibinde yatan içine dili de alan uzun ve zahmetli bir uğraştan bahsediyorum. Dil kendi olanakları içinde zorlandıkça açılır ama yerel olmadan evrensel olmayacağına inanıyorum. Anadiliyle yazmak daha verimli ve lezzetlidir. Aslında yazarın bir ülkesi varsa bu diliyle oluşturduğu, kurduğu yerdir. Bir aidiyetten bahsedeceksek bu dilin ta kendisidir. Kaygısı derdi olmayan yazamaz gibime geliyor. Bu kiminde yeni bir dildir kiminde başka bir şeydir. Roland Barthes’ın de dediği gibi sözcükler herkesindir, cümle sadece yazarındır.
Avrupa ve Amerika’da çok satan listelerinde polisiye romanlar ilk sırada. Örneğin Agatha Christie’nin kitapları yıllarca çok satanlar listesinden inmedi. Ülkemizdeki polisiye roman yazarlarının durumu nasıl?
Kafka’nın arkadaşını polisiye roman okurken görmesi sonucunda neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Polisiye ya da dedektiflik ya da nam-ı diğer “katil” romanlarına bakışımız yeraltı edebiyatına bakışımızla aynı. Biraz çekiniriz, biraz utanırız ve belki biraz da kınanmaktan korkarız. Edebiyattan mı saymıyoruz ne? Gülmece gibi üvey evlat muamelesi görmüştür her daim. Son dönemlerde yavaş yavaş kendine bir alan açan polisiye romanlar için yayınevleri de çeviri edebiyatıyla ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Çok satanlar listelerine ülkemizde de polisiye romanların girmesi oldukça sevindirici.
E. Allan Poe’dan bu yana iki yüzyıl geçti. Suç, gerilim edebiyatı oldukça yol kat etti. Daha gidecek çok yolumuz olsa da bu türdeki romanların nitelikleri de satışları da umut verici. Polisiye türdeki romanları okuyucu elbette ki sadece katilin kim olduğunu öğrenmek için okumuyor. Aslında okuyucuyu cezbeden dilsel kurulum, öykü yapma tekniği ve kurgudur.
Neden bir politik polisiye roman ile edebiyata giriş yaptınız?
Aslında 2010 yılında gölge adlı öykü kitabımla edebiyata giriş yaptım diyebiliriz. Tabii bunu “kitaplı yazar” olarak düşündüğümüzde böyle, ama doksan üçten bu yana çeşitli kültür sanat-edebiyat dergilerinde yazıyorum.
Polisiye roman olarak özel bir tercihim yoktu, uzun süreden beri biriktirdiğim, tasarladığım bir projeydi, hazır olduğumda da oturup ortalama bir yıl süren bir çalışmayla ortaya çıkan bir roman oldu. İlginçtir Alamut romanını okuduktan sonra gelişen bir projeydi. Gerçi bire bir düşündüğümü kitaba aktaramasam da gelen tepkilerden memnunum. Bir de bu alanda bizde çok da öyle aman aman yazılmış romanlar yok maalesef. 90-95 yılları arasındaki Çiller-D.Güreş dönemindeki faili meçhul cinayetlerin artması ve kaotik bir ortamın yaratılması en az 12 Eylül 80 darbesi kadar iç karartıcıdır. 80 darbe sonrasında az da olsa bu dönemi anlatan romanlar yazılmasına rağmen Çiller dönemindeki faili meçhullerin, örtülü ödenekle tırmandırılan savaşta evini yurdumu terk edenlerin öyküleri, romanları pek yazılmadı. Kar Suyu biraz da Çiller’in elindeki tasfiye edilecek Kürt işadamları listesine bir gönderme niteliğinde. Derin devletin pervasızlının deşifresi desek çok da abartmış olmayız.
Bazen politikanın, tarihin yapamadığını sanat yapabiliyor, bu anlamda Kar Suyu toplumsal bilincimizde unutuluşa terk ettiğimiz gerçekleri yüzümüze vuruyor, çok teşekkür ediyorum bu anlamlı söyleşi için…
Ben de teşekkür ederim, çok keyif aldığım bir söyleşiydi.
Rifat Mertoğlu – edebiyathaber.net (20 Mayıs 2013)

Sunday, May 19, 2013

Çokuluslu Şirketler Yargılanıyor- Yabancı Sermayenin Tahribatları (James Petras-Henry Veltmeyer)

Eser Adı: Çokuluslu Şirketler Yargılanıyor- Yabancı Sermayenin Tahribatlar Eserin Orijinal Adı: Multinationals on Trial Yazar (lar): James Petras-Henry Veltmeyer Çeviri: Özkan Akpınar Kapak Tasarımı: Ahmet Sungur Yayına Hazırlayan: Hakan Tanıttıran Redaksiyon: Şafak Tanrıverdi Etiket Fiyatı: 16 YTL Çıkış Tarihi: 1 Ocak 2007 Dünya nüfusunun temel ihtiyaçlarını karşılama -özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki 2.6 milyar insanın yoksulluğuna son verme- sorunundan başka, bu toplumsal eşitsizliklerin, özellikle mutlak yoksulluk koşulları (Dünya Bankası’na göre, günde 1 dolardan az kazanmak) bağlamında, ciddi yıkıcı etkileri vardır; bu etkiler arasında kötü beslenmeyi ve hem yaşam süresini hem de kalitesini azaltan her türden hastalığı sayabiliriz. Buna göre, her gün yüz binlerce çocuk bu koşullar -yapısal olarak belirlenen ve aşırı servetin vergilendirilmesiyle birlikte düzeltilebilecek koşullar- yüzünden hayatını kaybetmektedir. Bu bağlamda, yapılan hesaplamalara göre, dünyadaki en zengin 225 kişinin servetinden alınacak % 4 vergi veya dünya sermaye piyasalarındaki üretici olmayan spekülatif işlemlere uygulanacak % 1 vergi, yoksulluğu toptan ortadan kaldırmaya -tüm dünyadaki yoksulların temel ihtiyaçlarının karşılanmasına- yetecek geliri sağlayabilirdi. … Judy Chen, Mark Weisbrot, Dean Baker ve Egor Kraev, neoliberal hipotezi -eğer yoksul ülkeler, kendi ekonomilerinin özel sermaye ve serbest pazarın hâkimiyetine girmesine izin verselerdi, zengin ülkelerle aynı noktaya gelebilirlerdi- test ettiler. Ülkeleri, en yoksuldan en zengine doğru 5 gruba ayırdılar. Ardından, bu ülkelerin 1960 ile 1980 (neoliberal politikaların uygulanmasından önce) ve 1980 ile 2000 (bu politikaların geniş ölçekte uygulandığı) yılları arasında nasıl gelişme gösterdiklerini karşılaştırdılar. Yazarlar, en yoksul ülkelerin ‘performansı’nın, en zengin ülkelere nispeten oldukça kötüleştiğini saptadılar. Yani, ne zenginlik ne de gelir temelinde herhangi bir yakınlaşma yoktu. Tersine, zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar daha da yoksullaştı; bu aynı zamanda ulusal gelir dağılımları için de geçerli bir durumdur. 
Genel olarak, ülkeler içerisinde ve arasında servet ile gelir dağılımındaki toplumsal eşitsizlikler ve Kuzey ile Güney arasındaki toplumsal bölünme, neoliberal yapısal reform dönemi boyunca büyüdü.